ALTINCI BÂB
Dördüncü Halîfe emîr-ül mü’minîn Esedillahi
Gâlib Alî ib- ni Ebî Tâlibin “radıyallahü teâlâ
anh” Menâkıbı hakkındadır:
Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh ve
radıyallahü teâ- lâ anh”, ikrâm ve ihsân sâhibi
dördüncü yârdır. Dindeki müşkil- ler onunla
çözülmüşdür. Kardeşlik mesnedinin seyyidi odur.
Fütüvvet sofrasını o kurmuşdur. Neseb-i
şerîfleri Alî bin Ebî Tâlib bin Abdülmüttalib,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin neseb-i tâhirlerine ikinci babada
[atada] birleşir ki, Abdülmüttalibdir. Neseb
cihetinden bundan yakın yokdur. Ammâ, fazîlet
husûsu, tertîb-i hilâfet üzeredir. [Üstün- lük
sırası, hilâfet sırasıdır.]
Birinci Menâkıb: Hazret-i
Alî “kerremallahü vecheh” haz- retlerinin
doğuşları hakkındadır. Doğumları Mekke-i
mükerre- mede vâki’ olmuşdur. [Hicretden yirmiüç
sene evvel tevellüd et- mişdir.] Fil vak’asından
otuz, İskenderden dokuzyüzonbir sene ve Pervîzin
pâdişâhlığından sekiz sene geçmiş idi. Vâlidesi
Fâtı- ma hâtun binti Esed bin Hâşim, bir gece
rü’yâda gördü ki, evi nûr ile doldu. Kâ’benin
etrâfında olan dağlar Kâ’beye secde edi-
yorlardı. Eline dört kılınç verdiler. Elinden
düşüp dört yana da- ğıldılar. Biri suya düşdü.
Biri havâya uçup gitdi. Biri elinden dü- şüp
kırıldı. Biri elinde bir aslan olup, hem kaçar.
Hem dağlara düşer. Heybetinden bütün mahlûklar
kaçarlar. Benî âdemden bir kimse yanına
yaklaşamaz. Resûlullah “sallallahü teâlâ aley-
hi ve sellem” hazretleri o aslanın yanına varıp
ve tutup, kendine boyun eğdirir. Aslan ona
itâ’at eder. Mubârek ayaklarına yüzü- nü ve
gözünü sürüp, hizmet-i şerîflerinden ayrılmaz.
Bu rü’yâ- dan dört ay geçmiş idi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” Fâtıma
hâtunun benzine bakıp, anladı. Dedi ki ey ana!
Hâ- lin nedir. Yüzünde bir değişiklik vardır.
Dedi ki, ey oğul! Hâmi- leyim. Himmet et, oğlum
olsun. Bana bağışlar isen, ben de sana düâ
ederim, dedi. Fâtıma hâtun, ey oğul, vallahi bu
oğlanı sana nezr etdim. Senin olsun, dedi. Ebû
Tâlib de kabûl edip, o da, ben de sana bu oğlanı
nezr eyledim, ey oğul, dedi. Hemen Resûlul-
lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri düâ edip, vücû- da gelen o oğlan Alî
Mürtedâ oldu. Çünki dokuz ay hâmilelik temâm
oldu. Dünyâ mülküne hazret-i Alînin nûru direk
gibi gö- ründü. Râvî der ki; hazret-i Alî
doğduğu zemân, Peygamber-i Hüdâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” geldi. Mubârek parma- ğı
ile, mubârek ağzının tükrüğünden alıp, hazret-i
Alînin ağzına koydu. O da o mubârek ağız suyunu
yutdu. Bu sebeble her sözü hikmet oldu. İlmi
kemâlde oldu. Afv, kudret, se’âdet ve kerâ- met
sâhibi oldu. Hem zafer ve nusretin sultânı oldu.
Zühd, tak- vâ, vera’, fadl, kerem ve bütün güzel
huyları topladı. Kulağına Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri tekbîr ve
tehlîl okudu. Adını da Alî koydu. Dedi ki,
Allahü teâlâ haz- retleri bunun adına Alî dedi.
Annesi adına Haydar dedi. Zîrâ rü’yâda onu aslan
olmuş gördü. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” ayrıca Allahü teâlânın aslanı dedi ve
hem Aliyyül Mürtedâ budur, buyurdu. Mubârek
elleri ile kendisi yı- kadı. Mubârek başından
sarığını çıkarıp, ikiye böldü. Bir bölü- ğünü
başına bağladı. Bir bölüğü ile bedeninin yaşını
sildi. Böy- lece mü’minlerin başlarının tâcı
oldu. Ona nasîb olan bu se’âdet, eshâbdan
kimseye nasîb olmamışdır.
Ba’zı rivâyetde şöyle bildirilmişdir: Annesi
Fâtıma hâmile- liğinin son günlerinde, ziyâret
niyyeti ile Beyt-i şerîfe girer. Beyt-i şerîf
içinde iken doğum sancıları başlar. Dışarı
çıkmağa kâdir olamayıp, Beyt içinde doğurur.
Doğumu beyt içinde olur.
Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” rivâyet
ederler. Bir gün Server-i âlem seyyid-i veled-i
âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri oturuyordu. Hazret-i Alî gelip,
geçdi. Bu- yurdu ki, yâ Âişe! Bil ki Alî arabın
seyyididir. Ben dedim ki, yâ Resûlallah, sen
değil misin? Buyurdu ki, Ben cümle insanların
seyyidiyim. Türk, tatar, hind, arab ve acem
kavmlerinin seyyi- diyim. O arab kavminin
seyyididir.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
Alînin “radı- yallahü teâlâ anh” beşiğini sallar
idi. Beşiğinden çıkarıp götü- rürdü. İletir ve
gezdirirdi. Her ne vakt ki, Resûlullah
“sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” gelse, Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, derîn uykuda
bile olsa duyardı [uyanırdı] ve beşiğin- den
kollarını çıkarırdı. Ellerini hazret-i Resûlün
boynuna sarar-
dı. O da hemen alıp, bağrına basardı. Alînin
“radıyallahü teâlâ anh” annesi Fâtıma der ki:
Dedim ki, ey cihânın bir dânesi! Mü- sâde
ediniz, bunu [çocuğu] biz götürelim, bu işler
[çocuğa bak- mak] bizim işimizdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri
buyurdu ki, (Bu çocuk doğmadan evvel, bunu bana
vermediniz mi? Bu benimdir, siz karışmayınız!)
Râvî (rivâyet eden) der ki, bir gün Server-i
âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri Harem-i şerîfe geldi. Aliyyül Mürtedâ
omuzunda idi. İnsanlar [halk] oturup,
pehlivânları söyleyip, herbirinin erliğini vasf
ederlerdi. Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi
ve sellem” dönüp onlara buyurdu ki: (Bu omu-
zumdaki oğlan, bu söylediğiniz erlerin hepsinden
üstün pehli- vân olacakdır. Yeryüzünde buna
benzer bir pehlivân olmıya- cakdır. Sizin
saydığınız erlerin çoğunu bu öldürecekdir ve
def- terlerini dürecekdir.) Beyt:
Dünyâ halkı toplansa bir yana, Yalnızca bu
kalırsa bir yana.
Aralarında ceng olursa, O gâlib gelse gerekdir.
Allahü teâlâ onu gâlip kılar, Bunun gibi bir
süvâri gelmedi.
Onun gibi bir süvâri görmedi bu zemân, Kılıncını
bir ân sallasa.
Ceng ola ki, günde bin kişi katl eder.
Onlar dediler ki, yâ Muhammed-ül Emîn! Biz seni,
akllı ve sâdık, büyük kimse zan ederdik. Bu
nasıl sözdür. Sen bir küçük çocuk için böyle
söyliyorsun. Sen ona nasıl güveniyorsun. Resû-
lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri se’âdetle bu- yurdular ki: (Siz bunu
unutmayınız. Nice yıllar sonra görürsünüz bu
oğlanı!) Râvî der ki, üç yaşına girdiği zemân,
Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri ile nemâz kıldı. Babası Ebû Tâlib onu
gördü. Birşey söylemedi. Annesi söyledi ki, gö-
rürmüsün bu Alî, o Muhammed ile nemâz kılıyor.
Kâ’beye kar- şı secde ediyor. Bizim putlarımıza
tapmaz. Ebû Tâlib dedi ki, yâ Fâtıma! Biz onu
Muhammede vermişiz. Her ne yaparsa hakdır.
Savâb olur [doğrudur]. Henüz ma’sûmdur. Muhammed
hangi dinde olursa, Alî de onun yoldaşı olsun,
ayrılmasın. Birgün, Re- sûl-i ekrem, Alî ile
nemâz kılarken Ebû Tâlib at ile gidiyordu. Alî,
Resûlullahın sağ yanında dururdu. Meğer Ca’fer-i
Tayyâr “radıyallahü anh” hazretleri Ebû Tâlibin
atının ardında idi. De- di ki, ey gözümün nûru,
in sen de var, Muhammedin sol yanın- da dur.
Onlar ile sen de nemâz kıl. Devlet sâhibi keşf
ve sır sâ- hibi olasın. Ca’fer de inip, vardı ve
sol yanına durdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri bakdı, gördü ki,
Ca’fer de geldi, yanına durdu. Gönlü şâd oldu.
Nemâz kılıp, bi- tirdikden sonra, buyurdu ki:
(Yâ Ca’fer! Sana müjdeler olsun ki, Hak
Sübhânehü ve teâlâ sana iki kanat verir. Yer
yüzünden tâ Cennete kadar uçarsın. Menzilin
Cennet, refîkin Hûrîayn olur. Kavuşmak istediğin
Rabbilâlemîn olsun!)
Ba’zı rivâyetde, doğumları fil senesinden otuz
sene geçdik- de, Harem-i Kâ’bede, Receb ayının
onüçünde Cum’a günü vâ- ki’ olduğu
bildirilmişdir. Nakl edilir ki, Yemen diyârında
Mi- rem adında müttekî bir âbid vardı.
Zâhidlerin zâhidi idi. Kalb-i şerîfleri
mâsivâdan pâk idi. Yüzdoksan senelik ömrlerini
ibâdet köşesinde geçirip, mala mülke hiç
bakmamış, seccâdeden gayri bir menzile ayak
basmayıp, mihrâbdan başka yere dönmemiş idi. Bir
gün münâcât etdi: İlâhî! Harem-i muhteremin
sâkinle- rinden ve Kâ’be-i muazzamanın
büyüklerinden birinin dîdârı [yüzünü görmek] ile
müşerref olmak, istiyorum. Riyâsız düâsı kabûl
oldu. Ebû Tâlib Mekke-i Mükerremenin şerefli
büyüğü ve Kâ’be-i muazzamanın en kerîm sâkini
idi. Bir seferde iken yolu o zâhid ve âbidin
makâmına uğradı. Mirem Ebû Tâlibe ge- rekli
ta’zîm şartlarını yerine getirdikden ve durumunu
sorduk- dan sonra, Ebû Tâlib dedi ki: Mekke
diyârında beni Hâşim ka- bîlesinden
Abdülmuttalib oğlu Ebû Tâlibim. Zâhid bu haber-
den çok sevinip, tekrâr ta’zîm edip, dedi ki:
Elhamdülillah [Al- lahü teâlâya hamd olsun],
murâdım hâsıl oldu, düâm kabûl ol- du [eseri
açığa çıkdı]. Ey Ebû Tâlib; geçmişlerden bize
şöyle bil- dirilmişdir ki, Abdülmuttalibin iki
torunu olup, biri Abdüllahın sülbünden zuhûra
gelip, Peygamber olur. Biri Ebû Tâlibden zâ- hir
olup, se’âdet sâhibi olur. Peygamber otuz yaşına
geldikde Alî dünyâya gelir. O Nebî ki, herkesin
beklediği Peygamberdir. Henüz açığa çıkmamışdır
ya’nî’ gelmemişdir. Ebû Tâlib dedi ki:
– 274 –
Ey şeyh! Nebî dünyâya gelip, henüz yirmidokuz
yaşındadır. Mî- rem dedi ki: Yâ Ebâ Tâlib!
Mekkeye döndükde, o ma’bûdün dergâhının yakını
olana benden selâm götür. Arz et ki, Mîrem
şehâdet eder ki, benzeri, ortağı olmıyan Allahü
teâlâ vardır ve Sen onun Peygamberisin. Ey Ebû
Tâlib! Senden mütevellid olan azîze de selâm
götür. Ebû Tâlib [karşılarında] bir kurumuş nâr
ağacı görüp, imtihân yolu ile dedi ki: Ey Şeyh,
isterim ki, bu ağaçda meyve ve yaprak olsun.
Senin sâdık olduğuna delîl ol- sun. Şeyh, Hakkın
dergâhına ilticâ ve tedarru edip, dedi ki: İlâ-
hî! Nebî ve Velî hurmeti için, sıfatlarını beyân
edip, gelecekle- rini söyledim. Beni mahcûb
etme. Derhâl kuru ağaçdan yaprak- lar ve iki
dâne nâr meydâna geldi. Şeyh o nârların birini
Ebû Tâlibe verdi. Ebû Tâlib, parçalayıp, iki
dânesini yidi. Rivâyet edilir ki, o dâneler
nutfeye sirâyet edip, Alîyyül Mürtedânın vü-
cûdunun başlangıcı oldu. Değerli bir süs taşı
gibi o eserden vü- cûd buldu. Ebû Tâlib, verilen
müjdelere çok sevindi. Geri dö- nüp, Mekke-i
Mükerremeye geldi. Sülbünden o nutfe Fâtıma
binti Esedin bâtınına intikâl edip, hâmile oldu.
Fâtıma binti Esedden nakl edilir: Ben Kâ’be-i
şerîfi tavâf ediyordum. Do- ğum alâmetleri
belirdi. Hazret-i Habîb-i Ekrem “sallallahü teâ-
lâ aleyhi ve sellem” hazretleri beni görüp,
firâsetle, durumumu anlayıp, buyurdu ki: Ey
vâlide, tavâfını temâm etdin mi. Hâyır dedim.
Buyurdu: Tavâfı temâm et. Eğer zor durumda
kalırsan, harem-i Kâ’beye gir.
(Kitâb-ı Siyer-i Mustafâ)dan
nakl etmişlerdir. Fâtıma binti Esed, Kâ’beyi
tavâf ediyordu. Abbâs bin Abdülmuttalib ve bü-
tün Benî Hâşim onun ardınca tavâf ile meşgûl
idi. Doğum alâ- metleri belirdi. Dışarı çıkmağa
mecâli kalmayıp, dedi ki, yâ Rabbî! Bana doğumu
kolay kıl. O hâlde iken, evin dıvârı yarı- lıp,
Fâtıma gözden gayb oldu. Rivâyet eden diyor ki,
ben Hâ- ne-i Kâ’beye girip ahvâlini anlamak
istedim. Müyesser olmadı. Üç gün gâib oldu.
Dördüncü gün, Haremden çıkdı. Elinde Alî ibni
Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” vardı. Fâtıma
binti Esed Harem-i Kâ’beden hazret-i Alîyi evine
götürüp, âdet üzerine beşiği bağladı. Ebû Tâlib
gelip, istedi ki, mubârek yüzünü gör- sün.
Örtüsüne el uzatdığında, hazret-i Alî eli ile,
Ebû Tâlibin eline ma’nî olup ve yüzüne el
uzatıp, çehresine vurdu. Yüzünü tahrîş etdi.
Vâlidesi de gelip, emzirmek istedikde, ma’nî
olup,
– 275 –
onun da, yüzünü tırmaladı. Ebû Tâlib, hayret
edip, dedi ki, ey Fâtıma! Buna ne ism koyalım!
Fâtıma dedi ki, ey Ebû Tâlib! Bu çocuğun
pençesinde Esed [aslan] salâbeti var! Esed
[aslan] demek münâsibdir. Ebû Tâlib dedi ki,
benim niyyetim budur ki, Zeyd ismi ile
adlandıralım. Lâkin Fahr-i âlem seyyid-i ve-
led-i âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri onun doğum haberini aldıkda, ferâhnak
[sevinçli, şâd] olup, Ebû Tâ- libin evine geldi.
Sordu ki, bu çocuğun ismini ne koydunuz. Herkes
ihtiyâr etdiğini beyân etdikde, hazret-i Habîb-i
Ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurmuşlar ki, (benim niyyetim, Alî
koymakdır. Âli himmet [yüksek arzûlu, himmetli]
olsun!) Fâtıma dedi ki, bu ismi ben gâibden
işitmiş- dim. Bir rivâyet de odur ki, vâlidesi
[annesi] isminde nizâ edip, istihâre yolu ile
Kâ’beye yönelip, Rabbine niyâzda bulunup, (Yâ
Rabbî! Harem-i şerîfinde ikrâm eylediğin oğlum
için tara- fından ism niyâz ederim!) dedi. Bu
niyâz esnâsında Kâ’benin damından bir ses geldi
ki, (ism-i şerîfini Alî koyun!). Mubârek ismini
Alî koydular. Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri beşik yanına varmak
istedi. Fâtıma dedi ki, ey Muhammed-ül emîn!
Sakın onun yanına gitmeyiniz ki, bu oğlanın
aslan gibi saldırıcı pençeleri var. Hazretinize
bir edebsizlik yapabilir. Habîb-i ekrem ve
Nebiyyi muhterem “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ey Fâtı- ma! Alî
bize karşı edebe riâyet eder!) Yanına varıp,
Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” derin
uykuda iken, güzel gö- ren gözlerini açıp,
Resûlullahın mubârek yüzüne bakdı. Hâl li- sânı
ile bu rübâiyi terennüm ediyordu. Nazm:
Şükr müşerref oldum, devlet-i dîdârına, Kan dolu
gözlerimi açdım, gül ruhsârına. Kat’etdiğim
yokluk konakları zâyi’ olmadı, Vâsıl oldum,
şimdi senin güneş şuâlarına!
Se’âdet sâhibi hazret-i Fahr-i Enbiyâ
“salevâtullahi alâ ne- biyyinâ ve aleyhim
ecma’în” beşiğinden kucağına aldı. Bir ze- mân
mubârek dilini gül yaprağı gibi [Alî
“radıyallahü teâlâ anh”ın] gonca dihenine
[mubârek ağzına] koyup, serçeşme-i esrâr [esrâr
çeşmesinin kaynağı] olan [nitekim Vennecmi sûre-
sindeki âyet-i kerîmede (O,
boş söz söylemez) buyruldu
ki,] mubârek ağzının suyunu emzirdi. [Mubârek
dilini ağzına koy-
– 276 –
du. Ağızdan ağıza emzirdi.]
Rivâyet edilir ki, hazret-i Mürtezânın
“radıyallahü teâlâ anh” babası Ebû Tâlibin
dokunmasına ma’nî olmasının sebebi, önce
kendisine Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” dokunmasını istemesi idi. Annesini
emmesinden imtinâ etmesi- nin maksadı bu idi ki,
önce Resûlulahın mubârek ağız suyundan emmekdi.
Kıt’a:
Katre katre ma’rifet şerbetini, O deryâdan
iktisâb etdi.
Feyz-i Hak o hilâli etmeğe Bedr, Kâbil-i nûr-ı
âfitâb etdi.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
bir leğen hâ- zırlayıp, hazret-i Alînin
“radıyallahü teâlâ anh” yıkanmasına bizzat
meşgûl oldular. Sağ tarafını yıkayınca çocuk sol
tarafa dönerdi. Hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” bu hâli görünce,
ağlamağa başlardı. Fâtıma dedi ki, ey oğul, ağ-
lamanızın sebebi nedir? Buyurdu ki, (Ey Fâtıma!
Bu çocuğu önce ben yıkadım. Bu çocuk beni
ömrümün nihâyetinde [vefât edince] yıkar. O
zemân ben de sağ tarafımdan sol tarafıma ken-
diliğimden dönerim!) Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onun terbiye
olmasında çok gayret sarf edip, ilkbehâr bulutu
gibi o goncaya kol-kanat gerdi. Mürtedâ beş ya-
şına girdikde, Hîcâz memleketinde az yağmur
sebebi ile kıtlık oldu. Gıdâ yokluğundan halk
sıkıntıya düşdü. Ebû Tâlibin ço- luk-çocuğu çok
idi. Bir gün hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” Abbâsa “radıyallahü
teâlâ anh” buyur- du ki: Ey amcam, sen
zenginsin! Ebû Tâlib amcam, fakîr ve ço- cukları
da çokdur. Münâsibdir ki, kıtlık geçinceye kadar
herbi- rimiz Ebû Tâlibin çocuklarına bakalım.
Ona ma’îşet husûsunda yardım edelim. Berâber Ebû
Tâlibin huzûruna gelip, durumu söyledikde, Ebû
Tâlib dedi ki, Ukayli benim ile bırakınız. Di-
ğerlerini siz bilirsiniz! Hazret-i Abbâs,
Ca’fer-i Tayyârı “radı- yallahü anhümâ” alıp,
hazret-i Fâhr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” Aliyyül Mürtedâyı “kerremallahü vecheh”
kabûl kılıp, hazret-i Alî Onun kefâletinde oldu.
Hazret-i Ceb- râîl aleyhisselâm da’vete ruhsat
müjdeci getirinceye kadar, ya- nında kaldı.
Hazret-i Ebû Bekrden sonra hazret-i Alî îmân ge-
tirdi. Sonra diğer Sahâbe-i kirâm îmân getirdi
“rıdvânullahi teâ- lâ aleyhim ecma’în”.
İkinci Menâkıb: Fahr-i
âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem”
hazretlerine nübüvvet Pazartesi günü bildirildi.
Evvelâ hazret-i Ebû Bekr îmâna geldi. İkinci
olarak Salı günü hazret-i imâm-ı Alî
“kerremallahü vecheh” îmâna geldi. Hazret-i Ebû
Bekrden “radıyallahü teâlâ anh” evvel kimse
îmâna gelmemiş- dir. İkinci îmâna imâm-ı Alî
“radıyallahü anh” gelmişdir. On yaşında idi.
Ba’zıları yedi yaşında idi dediler. İmâm-ı Alî
“radı- yallahü anh” ömründe hiç puta tapmadı.
Hak Sübhânehü ve teâlâ onu puta tapmakdan
sakladı. Hattâ bir rivâyetde İmâm hazretleri
buyurmuşlar ki: Annemin karnında yatarken,
kilise- ye varıp, puta tapmak istedikde, Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin inâyeti ile,
annemin yüreği ağrımağa başlayıp, o kadar
ızdırâp verdi ki, kiliseye varıp, puta tapmak
isteğini unu- tup, kendi evine döndü. İmâm
hazretleri, Sultân-ı kâinâtın “sal- lallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-u şerîflerinde
yetişmişdir. İmâm hazretlerinin yüksek şânları
hakkında, üçyüz âyet-i kerî- me nâzil olduğunu,
hazret-i Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” rivâ- yet
etmişdir.
Üçüncü Menâkıb: Hazret-i
imâm-ı Alînin “kerremallahü vecheh ve
radıyallahü teâlâ anh” birkaç adı var idi. Bir
ismi Ebûl Hasen, bir ismi Ebûl Hüseyn ve biri
Haydar [aslan] ve bi- ri Kerrâr [muhârebede
düşmana tekrâr tekrâr hamle eden], bi- ri
Emîr-ün nahl ve biri Ebû el Reyhâneyn ve biri
Esedillah ve biri Ebû Türâb [toprağın
babası]dır. Lâkin kendileri her zemân buyururlar
idi ki, bana Ebû Türâb adından sevgili ad
yokdur. Zîrâ onu Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” koy- muşdur. Sebebi budur ki,
bir gün Fâtıma-tüz Zehrâ ile imâm-ı Alî
“radıyallahü teâlâ anhümâ” küsüşdüler. İmâm-ı
Alî huzûr- suz olup, mescide varıp, kuru toprak
üzerine yatdı. Fâtıma “ra- dıyallahü anhâ”, o
hâl ile Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerine varıp, dedi ki, devletlü
ve izzetli sultâ- nım, babacağım! Yanlışlıkla
hazret-i Alîyi küsdürdüm. Ammâ bilirim ki, suç
benimdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” se’âdetle ve izzetle kalkıp, Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini arayıp,
mescidde buldu. Gördü ki, kuru toprak üze- rinde
yatıyor. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn
“sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki,
(Kalk yâ Alî, kalk yâ Alî!). Hazret-i Alî gördü
ki, çağıran Fahr-i âlemdir. Ayak üzerine kalkdı.
Sultân-ı kâinât gördü ki, imâm-ı Alînin yüzüne
toprak yapışmış. Bizzat mubârek elleri ile
toprağı yüzünden sil- kip, (Kalk yâ Ebâ Türâb)
buyurdu. Onun için hazret-i Alî “ker- remallahü
vecheh” her zemân, (Bana Ebû Türâbdan sevgili
ism yokdur) buyururlardı. Lâkin (Şevâhid-ün
nübüvve)de şöyle ya- zılıdır. Bir gün
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri Fâtıma-tüz-zehrânın “radıyallahü
anhâ” evine gelip, hazret-i Alîyi “radıyallahü
anh” göremeyip, nerede olduğunu sordu. Hazret-i
Fâtıma-tüz-zehrâ dedi ki, yâ Resûlallah! Ba’zı
şeylerden üzülüp, dışarıya çıkdı. Gâlibâ mescide
gitdi. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri, se’âdetle mes- cide gelip,
gördü ki, elbisesi latîf bedeninden düşüp,
cism-i şerî- fi toz-toprak ile bulaşmış.
Hazret-i Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o mubâreği
temiz- leyip, (Kalk yâ Ebâ Türâb) buyurdu.
Dördüncü Menâkıb: (Hazret-i
Alî ile hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ
anhümâ” evlenmeleri.) Nakl olunur ki, Ser- ver-i
Enbiyâ ve Resûl-i kibriyânın “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” Hadîce-i kübrâ “radıyallahü
teâlâ anhâ” hazretlerin- den altı evlâd-ı
kirâmları vücûda geldi. İkisi erkek ve dördü
kız. Hadîce-i kübrâ, Fâtıma-i Zehrâyı
“radıyallahü anhünne” kü- çük yaşda bırakıp,
dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya göç etdi [vefât et-
di]. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn
“sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretleri
hazret-i Fâtımayı bülûg çağına kadar kendi
yanında bakıp, terbiye etdiler. Bir gün
Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ”
hazretleri Resûl-i ekremin huzûr-u şe- rîflerine
bir hizmet için geldiler. Hizmet edip döndükde,
haz- ret-i Fâtımaya, bakdılar ki, kemâle gelip,
evlenme vaktine gel- mişler. Hemen hâtır-ı
şerîflerine geldi ki, Fâtımanın vâlidesi hayâtda
olsa idi, Fâtıma bülûga erdikde, onun çeyizini
hâzırlar- dı. Zîrâ Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretle- rinin hazret-i
Fâtımaya muhabbeti çok fazla idi. Sebebi bu idi
ki, gâyet zâhide idi. Hem de vâlidesi olan
Hadîce-i kübrâ “ra- dıyallahü teâlâ anhâ”
hazretlerine benzerdi. Bu husûs mubârek
hâtırlarına gelince, derhâl hazret-i Cebrâîl
aleyhissalâtü vesse- lâm” gelip, Allahü teâlâ
hazretlerinin selâmını Habîbine getir-
– 279 –
di. Dedi ki; (Yâ Muhammed! Allahü teâlâ buyurur
ki, Habîbim hiç merâk etmesin ki, ben Fâtıma
kulumun bütün ihtiyâclarını ve elbiselerini
Cennet libâslarından yapıp, yakında sâdık ve
muvahhid ve has kuluma veririm.) Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerin- den bu kelâmı
işitip, şükr secdesi yapdı. Sonra Cebrâîl
aleyhis- selâm Allahü teâlânın huzûruna vardı ve
geri döndü. Elinde bir altın sini, üstünde altın
boğça ile örtülmüş, bin Kerûbiyân me- leği
iledir. Arkasından hazret-i Mikâîl aleyhisselâm
elinde bir altın sini, bir altın boğça örtülmüş
ve ta’zîm için bin Kerûbiyân meleği iledir. Onun
ardınca hazret-i İsrâfîl aleyhisselâtü vesse-
lâm, elinde bir altın sini, bir altın boğça ile
örtülmüş ve bin me- lek iledir. Onun ardınca,
hazret-i Azrâîl aleyhisselâm, bir altın sini,
bir altın boğça ile örtülmüş. Bin melek iledir.
Bu melekler, getirip sinileri Server-i kâinât
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem”
hazretlerinin huzûrlarına arz eylediler.
Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri bunları gördü. Buyurdu ki, yâ
kardeşim Cebrâîl. Allahü teâlânın emr-i şerîfi
nedir. Bu siniler ile ne emr ederler. Hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: Yâ Resûlallah!
Allahü Sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder ve
buyurur ki, ben Habîbimin kızı Fâtıma-i Zehrâyı
Alîye verdim. Arş-ı Uzmâda nikâh etdim. Hemen
Habîbim de Eshâb arasın- da nikâh eylesin.
Sinilerin birinde Cennet libâsları [elbiseleri]
vardır. Fâtımaya giydirsin. Diğer sinilerde
Cennet yiyecekleri vardır. Eshâbına ziyâfet
versin. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri bu müjdeyi işitdi.
Tekrâr şükr secdesi yapıp ve hazret-i Cebrâîl
aleyhissalâtü vesselâma dedi ki: Yâ kardeşim
Cebrâîl. Dilerim ki, nikâhın nasıl yapıldığını
aynen açıklıyasın. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki,
Yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ emr
etdi ki, Cennet kapılarını aç- sınlar. Cenneti
süslesinler. Sonra Cehennem kapılarını kapat-
sınlar. Yedi kat gökde ve yerde ne kadar
Kerûbiyân, mukarra- bîn ve rûhâniyyân var ise
Arş-ı azîmin zıllinde [gölgesinde] şe- cere-i
Tûbâ [Tûbâ ağacı altında] toplansınlar. Allahü
teâlânın emri yerine geldi. Allahü teâlâ yine
emr etdi ki, melekler üze- rine tatlı bir rüzgâr
esdi ki, vasfı anlatılamaz. O tatlı rüzgâr,
Cennet ağaçlarının üzerine eser. Çünki, Cennet
ağaçlarının yapraklarının birbirine dokunması
ile hoş bir sedâ hâsıl oldu ki, dinliyenlerin
aklları başlarından gitdi. Ondan sonra gönül
kuş-
larına emr eyledi ki nağmeye başladılar. Yâ
Habîballah! Alla- hü tebâreke ve teâlâ
hazretleri cemâlini arz buyurdu. Buyurdu ki, yâ
Cebrâîl, sen aslanım Alînin vekîli ol. Ben de
Fâtımanın vekîli olayım. Yâ Meleklerim siz de
şâhid olunuz. Fâtımayı ha- lâlliğe Alîye verdim.
Yâ Cebrâîl, sen de vekâletin hasebiyle Alî için
kabûl eyle. Orada nikâh oldu. Sana da emr olundu
ki, bu- rada da Sahâbe-i güzîni “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” toplayıp, nikâh yapasın.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri bunu işitdi. Tekrâr şükr secdesi
yapdı. Emr eyledi ki, Sahâbe-i güzîn
hazretlerini toplasınlar. Ondan sonra hazret-i
Cebrâîle dedi ki, yâ kardeşim Cebrâîl! Kızım
Fâtıma benim hâtırımı kırmaz. Bu Cennet
elbiselerini dünyâda giyme- ğe değmez. Geriye
Cennete götürünüz! Sahâbe-i kirâm toplan- dı.
Hazret-i Resûlün ve hazret-i Alînin vekîli kim
olacak diye bakdılar. Biraz durakladılar. Derhâl
Cebrâîl aleyhisselâm ge- lip, dedi ki, yâ
Resûlallah! Allahü teâlâ sana selâm edip, emr
eyledi ki, hutbeyi hazret-i Alî okusun. Hazret-i
Alî hutbeyi okudu [kimse onun yerine vekîl
olmadı. Kendisi bulundu]. Dörtyüz akçe ile nikâh
eylediler. Müjdeyi, hazret-i Fâtımaya
“radıyallahü teâlâ anhâ” müjdelediler. Hazret-i
Fâtıma râzı ol- madı. Hazret-i Cebrâîl tekrâr
geldi. Yâ Resûlallah! Allahü te- bâreke ve teâlâ
hazretleri buyurdu ki; Fâtıma dörtyüz akçe ile
nikâha râzı olmaz ise dörtbin akçe olsun. Geri
hazret-i Fâtıma- ya söylediler. Yine râzı
olmadı. Geri hazret-i Cebrâîl gelip, dörtbin
altın emr olundu. Hazret-i Fâtıma yine râzı
olmadı. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ emr etdi ki,
Sen bizzat, hazret-i Fâtı- ma huzûruna varıp,
murâdı ne ise süâl edesin. Resûlullah “sal-
lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i
Fâtımanın yanına varıp, murâdını süâl
buyurduklarında, hazret-i Fâtıma dedi ki: Yâ
Habîballah, murâdım budur ki, sen, mahşer
meydânında mü’minlerin günâhkârlarından
nicelerine şefâ’at edip, Cennete koyarsın. Ben
de onların hâtunlarına şefâ’at edip, Cennete ko-
yayım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri çıkıp, hazret-i Fâtımanın
murâd-ı şerîflerini beyân buyurdu. Cebrâîl
aleyhisselâm Allahü teâlânın huzûr-ı şerîflerine
varıp, hazret-i Fâtımanın arzûsunu iletdi. Geri
nüzûl edip [inip] dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü
Sübhânehü ve teâlâ Fâtımanın murâ- dını kabûl
edip, o da rûz-i cezâda [mahşer meydânında
(kıyâ- met gününde)] şefâ’atcı olsun, diye
buyurdu. Hazret-i Resûlul-
lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
hazret-i Fâtımaya, mu- râdı kabûl olup, şefî’a
olduğunu [şefâ’at edeceğini] kendisine iletdi.
Yâ Resûlallah! Hazretinizin şefâ’at edeceğine
huccet [delîl] kelâm-ı kadîmde ve Fürkân-ı
azîmde âyet-i kerîmeler- dir. Yâ bana kat’i
hüccet [delîl] nedir. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki:
Ey ciğer gûşem; cenâb-ı hazret-i Rabbil izzete
murâdını arz edeyim. Göreyim ne fermân olunur.
Çıkıp, Cebrâîl aleyhisselâma Fâtımanın mu-
râdını beyân etdi. Cebrâîl aleyhisselâm Allahü
teâlânın huzû- runa arz edip, hemen geri döndü.
Elinde bir beyâz ipek getirdi. Resûlullahın
huzûrunda ak ipeği açıp, içinden bir kâğıd
çıkar- dı. (Yevm-i cezâda [kıyâmet gününde]
mü’min hâtunların âsî- lerine, kulum Fâtımayı
şefâ’atcı etdiğime bu hucceti yanında
bulundursun.) Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” o kâğıdı geri harîre
[ipeğe] sarıp, hazret-i Fâtımaya getirdi.
Hazret-i Fâtıma hucceti gördü. Kabûl edip,
nikâha râzı oldu. (Allahü teâlâ kalbdekileri
bilir. Allahü teâlâ için, neden böyledir diye
sorulmaz.)
Rivâyetde gelmişdir ki, hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i
Fâtımayı hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh”
verdiği zemân onsekiz akçe verdi. Bir gelinlik
ve bir de kaftan aldı. Hazret-i Fâtımaya
giydirdiği zemân, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” ağladı. Hazret-i Fâtıma dedi
ki, se’âdetim ve izzetim babam, niçin ağlarsın.
Buyurdular ki, (ciğer gûşem, gözümün nûru kızım,
onun için ağlarım ki, kıyâ- met gününde, Allahü
teâlânın huzûrunda bu onsekiz akçe ile bu
kaftanın hesâbını nasıl vereceksin.) Bunların
hâli böyle olunca, gör zemâne adamları
kızlarının dertlerine düşüp, nice bin, belki
nice yük akçe çeyize sarf edenlerin âhıretde
hâlleri nasıl olur. Hâlimiz kederlidir. Allahü
Sübhânehü ve teâlâ haz- retleri inâyet ve
hidâyet ile, Habîbi ve Ehl-i beyti hurmetine,
keremi, fadlı ve ihsânı ile afv ve magfiret
buyursun.
Beşinci Menâkıb: Hazret-i
Alî “kerremallahü vecheh” orta boylunun kısası
idi. Geniş göğüslü idi. Elâ gözlü idi. Mubârek
sakalı bütün eshâbdan “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” çok idi. Mubârek karnı büyükce
idi. Her ne zemân kâfirlerin yüzlerine baksa,
kalblerine korku düşüp, hazân yaprağı gibi tit-
rerlerdi. Bu mubârek cüsse ile üç, dört ve beş
gün, ba’zan da ye-
– 282 –
di, sekiz gün yemek yimezdi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem”
hazretlerine süâl etdiler ki, hazret-i Alî yemek
yi- mez, hikmeti nedir. Buyurdular ki; (Hazret-i
Alînin kuvvet-i kudsiyyesi vardır. Açlığı
bilmez.) Umûmiyyetle gazâlarda nice günler yemek
yimez ve gazâ ile meşgûl olurdu. Açlık hâtır-ı
şe- rîflerine gelmezdi. Kuvvet-i kudsiyyesi ile
içi temâmen dolu idi. Bir gazâ vâki’ olmamışdır
ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” onda
mevcûd olmasın. Bir kal’ayı almakda zorlanılsa
ve- yâ düşman galebe etse, Sultân-ı kâinât
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sancağı
hazret-i Alînin eline verip de buyururdu ki, (Yâ
Alî! Bu feth senindir. Var feth eyle! Seni
Allahü Sübhâne- hü ve teâlâ hazretlerine
ısmarladım) diye gönderirdi. Feth eder- di.
Altıncı Menâkıb: Benî
Necrân derler, hıristiyanlardan bir kabîle var
idi. Kalabalık bir kabîle idi. Fahr-i âlem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bunlara her
ne kadar nasîhatda bulun- du ise de, kimse râzı
olmayıp, ıslâh olmadılar. İnâd ve taşkın-
lıklarını artdırdılar. Bir vechle bunlar îmâna
gelmediler. Bun- lar hakkında ibtihâl
(karşılıklı yemînleşme) âyet-i kerîmesi nâ- zil
oldu. İbtihâl ile emr olundular. Sûre-i Âl-i
imrânda, [61.ci âyet-i kerîmede] meâlen
buyurulmuşdur: (Seninle
mücâdele edenlere [hıristiyanlara] de
ki: Geliniz biz ve siz, oğullarımızı [evlâdlarımızı],
kadınlarımızı ve kendimizi çağıralım. Sonra ib-
tihâl edelim. [Îsâ
aleyhisselâm hakkında] kim
yalan söylüyor ise, Allahü teâlânın la’neti onun
üzerine olsun diyelim!) (Tef- sîr-i Meâlim)de
buyurmuş ki, (......... ya’nî kim ki seninle,
haz- ret-i Îsâ aleyhisselâm hakkında mücâdele
etse, sana, hazret-i Îsâ aleyhisselâm, Allahü
teâlânın kulu ve Resûlü olduğu hak- kında ilm
geldikden sonra, denildi ki, ebnâünâdan murâd
Fâ- tıma “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleridir.
Enfüsenâdan mu- râd, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- nin
kendileridir ve hazret-i Alî “kerremallahü
vecheh”dir. Zî- râ, arablarda, kişinin, amca
oğlu kişinin kendisinden sayılır.) Nitekim
Allahü teâlâ hazretleri buyurur: (........ murâd
ihvâne- küm demekdir). Denildi ki, ibtihâl cümle
ehli dîne umûmdur. İbni Abbâs “radıyallahü
anhümâ” buyurdular ki, ya’nî düâda tadarru’
edelim. Ve Kelbî dedi ki, düâda ictihâd ve
mübâlaga edelim. Kesâî ve Ebû Ubeyde dediler ki,
(lâin) edişelim [birbi-
– 283 –
rimize la’net edelim!]. Zîrâ ibtihâl telâundur.
(La’netleşmek- dir.) La’netullah ma’nâsına
derler. (Allahü teâlânın la’neti onun üzerine
olsun demekdir.) Bizden ve sizden hepimiz Alla-
hın la’netini yalancılar üzerine kılalım.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
bu âyet-i ke- rîmeyi Necrân kavmi üzerine okudu
ve onları mübâheleye da’vet etdi. Onlar
refîklerimize [arkadaşlarımıza] gidelim.
Emîrimizle müşâvere edelim. Sonra yarın gelelim
dediler. Va- rıp bir yere toplandılar.
Reîslerine mubâhele hakkında ne dü- şündüğünü
sordular. Ona, yâ Mesîhin kulu! Rey’ hakkında ne
düşünürsün, dediler. O dedi ki: Yâ Nasâra
cemâ’ati. Muhak- kak siz biliniz ki, Muhammed
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri
Peygamberdir. Vallahi la’net etmez. Bir kavm
Peygamber ile mübâheleye kalkışırsa, o kavmin
büyüğü, küçü- ğü muhakkak helâk olur. Hemen
sâhibinizin yanına varınız. Kavli üzerine ikâmet
edip, va’d alınıp, kendi bildiğinizden dö- nün.
Ertesi gün, hazret-i Alî ile Resûlullah
“sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem”
hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine geldiler.
Hâlbuki Resûlullah hazretleri Hüseyni kucağına
almış, hazret-i Hasenin elinden tutmuş, hazret-i
Fâtıma ardınca yürürdü “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în”. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri, bunlara, (ben
düâ edeyim, siz âmîn deyiniz,) buyurdu.
Nasâra kavminin reîsleri yanındaki
hıristiyanlara de- di ki, yâ nasâra cemâ’ati.
Ben muhakkak öyle yüzler görüyo- rum ki, eğer
Allahü teâlâ hazretlerinden, bir dağı yerinden
kal- dırmasını isteseler, Allahü teâlâ
hazretleri, o dağı onlar hürme- tine kaldırır.
Sakın mübâhele etmeyiniz! Yoksa helâk olursu-
nuz. Kıyâmete kadar yeryüzünde nasrânî kalmaz.
Sonra reîsle- ri, Peygamberimize “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” dedi ki, yâ Ebel Kâsım!
Biz karâr verdik ki, seninle, mübâhele etmiye-
lim. Senden ayrılalım. Sen dînin üzerine sâbit
ol. Biz de dînimiz üzerinde sâbit olalım.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem”
buyurdular ki, (Mübâheleden vaz geçdi iseniz
müslimân olunuz. Size lâzım olan şey,
müslimânlara olur.) Onlar müsli- mân olmak
istemediler. (Kıtâle hâzır olun. Muhakkak
sizinle mukâtele ederiz) buyuruldu. Onlar
dediler ki, biz seninle harb edemeyiz. Lâkin
seninle sulh olalım ki, bizimle mukâtele etmi-
– 284 –
yesiniz. Bizi korkutmıyasınız. Dînimizden
döndürmiyesiniz. Biz de sana her sene iki bin
hulle verelim. Bin hulle Saferde, bin hul- le
Recebde. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” bu kavl üzerine sulh etdi. Sonra
buyurdular ki; (Nefsim
yed-i kud- retinde olan Allahü teâlâya yemîn
ederim ki, azâb Necran ehlin- den döndü. Eğer
mübâhele etseler idi, maymûna ve hınzıra dö-
nerlerdi. Bulundukları vâdi ateş ile dolardı.
Allahü teâlâ Necrâ- nın ve halkının kökünü
kazırdı. Ağaçlardaki kuşlar bile canlı kalmaz,
bir sene geçmeden hepsi helâk olurlardı.) [(Se’âdet-i
Ebediyye) kitâbının
369.cu sahîfesine bakınız!]
Yedinci Menâkıb: Mîr
Hüseyn Vâ’ız “rahimehullahü teâlâ” (Mevâhib-i
aliyye) adlı
tefsîrinde, sûre-i Bekarada 274.cü âyet-i
kerîmenin tefsîrinde, beyân etmişdir. Bu âyet-i
kerîmenin indi- riliş sebebinde bildirilmişdir.
Hazret-i Aliyyül Mürtedânın “ker- remallahü
vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” dört dirhemi
var idi. Onun birisini âşikâre [açıkdan]
tasadduk eyledi [sadaka verdi]. Birisini gizli
tasadduk etdi. Birisini kara gecede, birisini de
gün- düz tasadduk eyledi. Allahü Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi inzâl
buyurdu. (Mallarını
Allah yolunda, gece- gündüz, gizli-âşikâr olarak
dağıtanların, Allahü teâlâ indinde ecrleri
çokdur ve hâzırdır. Onlar için gelecekde korku
yokdur. Geçmiş için mahzûn olmaz, üzülmezler.) [Bekara
sûresi 274.cü âyet-i kerîme meâli.] Hazret-i
Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anh”
bu çe- şid sadaka vermesine hangi şeyin sebeb
olduğunu sordu. Cevâb verdi ki, bu dört şekl
dışında sadaka verme yolu görmedim. Her şeklde
sadaka verdim ki, bunlardan biri kabûl şerefi
bulup, di- ğerleri de Allahü teâlânın rızâsına
erer.
Sekizinci Menâkıb: (Meâlim-üt-tenzîl)de
sûre-i Secdede, meâl-i şerîfi, (Îmân
eden [inanan] kimse,
fâsık [inanmıyan] gibi
midir. Bunlar eşit olmazlar) olan,
onaltıncı âyet-i kerîmenin tef- sîrinde,
Muhyissünne “rahimehullahü teâlâ” beyân
buyurmuş- lar. Bu âyet-i kerîme, Alî bin Ebî
Tâlib “kerremallahü vecheh” ve Velîd bin Ebî
Mu’ayt hakkında nâzil olmuşdur. Velîd bin Ebî
Mu’ayt, Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin ana tarafından akrabâsıdır.
Hazret-i Alî ile Velîd arasında çekişme ve
münâkaşa oldu. Velîd hazret-i Alîye dedi ki; sen
sus! Mu- hakkak sen çocuksun. Ben lisân
cihetinde senden dahâ açığım.
– 285 –
Mızrak [ok] atmakda senden mâhirim. Kalb
cihetinden senden cesâretliyim. Harblerde,
haşmet cihetinden dahâ gösterişliyim. Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, sen sus!
Muhak- kak sen fâsıksın. Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi gönderdiler.
(Onlar müsâvî değillerdir) buyurdular. (İkisi
müsâvî değildir) buyurmadılar. Zîrâ bir mü’min
ve bir fâ- sık murâd etmediler. Belki bütün
mü’minleri ve bütün fâsıkları irâde buyurdular.
Dokuzuncu Menâkıb: (Meâlim-üt-tenzîl) tefsîrinde,
imâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” hazretleri
(Hel etâ) [insan] sûre- sinde, meâl-i şerîfi (Onlar
kendileri arzû etdikleri [içleri
çekdi- ği hâlde] yiyeceği,
fakîrlere [yoksullara],
öksüze ve esîre yidi- rirler) olan
sekizinci âyet-i kerîmenin tefsîrinde beyân
buyur- muşdur ki, bu âyet-i kerîmenin nüzûl
[iniş] sebebinde ihtilâf et- mişlerdir. Mücâhid
ve Atâ, İbni Abbâs “radıyallahü teâlâ an- hümâ”
hazretlerinden, hazret-i Alî “kerremallahü
vecheh” hakkında nâzil olduğunu rivâyet
etmişlerdir. Kıssasını kısalta- rak beyân
etmişler. Lâkin diğer tefsîrlerde ve menâkıbda
şu şeklde anlatılmışdır. Hazret-i Hasen ve
hazret-i Hüseyn “radı- yallahü teâlâ anhümâ”
hasta olmuşlardı. Fahr-i âlem seyyid-i veled-i
âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
Sahâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” hazretleri ile görmeğe vardılar.
Hazret-i Alî ve hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâya
“radıyal- lahü teâlâ anhümâ” hitâb edip,
buyurdular ki, (Bu ciğer gûşe- lerinize bir nezr
eyleyin [bir adak adayın]!) O iki Server ve Fıd-
da adlı câriyeleri, Hak Sübhânehü ve teâlâ
hazretleri bu ikisi- ne [ya’nî Hasen ve Hüseyn
“radıyallahü anhümâ” hazretleri- ne] sıhhat
verir ise, üçer gün oruc bize nezr olsun
dediler. O iki Cennet râyihâları şifâ buldu.
Ancak evlerinde yinilecek birşeyi yok idi.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” varıp, bir
yehûdî- den üç sa’ arpa borç aldı. Üçü de nezr
etdikleri oruclara niyyet etdiler. O ölçek
arpanın bir ölçeğini hazret-i Fâtıma “radıyalla-
hü teâlâ anhâ” hazretlerinin câriyesi üğütüp,
beş adet ekmek pişirdi. Kendileri beş kişi
idiler. İftâr vakti oldu. O beş çöreğin birini
hazret-i Alînin önüne ve birini hazret-i Hasenin
önüne ve birini hazret-i Hüseynin önüne ve
birini Fıdda câriyeye ve birini de [hazret-i
Fâtıma] kendi önüne koydu. İftâr yapacak- lardı.
Bir miskîn gelip, dedi ki: Yâ Ehl-i beyt-i
Resûlallah! Mis-
– 286 –
kîn müslimânlardan bir miskînim. Bana yiyecek
verin. Allahü teâlâ hazretleri sizi Cennet
ni’metleri ile ta’âmlandırsın. Elle- rindeki
çörekleri ona sadaka verip, kendileri su ile
iftâr etdiler. Ertesi gün yine oruc tutdular.
Câriye bir ölçek arpa dahâ üğü- tüp, yine beş
çörek pişirdi. İftâr vaktinde, önlerine alıp,
iftâr edecekleri sırada, bir yetîm geldi. Beşi
de çörekleri ona verip, o yetîmi sevindirip,
kendileri su ile iftâr edip, uyudular. Ertesi
günü yine oruc tutdular. O kalan bir ölçek
arpayı da, beş çörek yapıp, önlerine aldılar.
İftâr edecekleri vakt, bir esîr gelip, de- di
ki, üç gündür açım. Beni bağlayıp, yemek de
vermediler. Al- lahü teâlâ için bana acıyın,
dedi. Beşi de çöreklerini ona verip, yine su ile
iftâr etdiler. Ba’zı rivâyetde o esîr şirk
ehlinden idi. Bu rivâyet delîl olur ki, ehl-i
şirkden de olsalar, esîrlere yiyecek verilirse,
sevâb olacağı anlaşılmakdadır. (Meâlim-üt-tenzîl)de
böyle yazılıdır.
Rivâyet olunur ki, dördüncü gün sabâhladılar.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, hazret-i
Hasen ve hazret-i Hüseynin “radıyallahü teâlâ
anhümâ” ellerinden tutup, Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûr-ı şerîfle- rine götürdüler.
Hazret-i Habîb-i ekrem onları, açlıkdan kuş
yavrusu gibi titrerler şeklde gördüler. Alî
“kerremallahü vec- heh” hazretlerine buyurdu ki,
yâ Alî! Bizi üzüntüye gark etdin. Kalkıp bunları
aldı. Hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ an-
hâ” yanına vardı. Fâtımayı mihrâbında gördü ki,
karnı arkasına yapışmış ve mubârek gözleri
çukura gitmiş. Üzüntüsü dahâ da artdı. Hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâm nâzil oldu ve dedi ki; Yâ
Muhammed! Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri
mubârek et- sin. Ehl-i beytin hakkında âyet-i
kerîme gönderdi. (Hel etâ) sû- resini okudu.
Rivâyet olundu ki, hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bunları bu
hâlde görünce buyurdular ki: (Yâ
kızım Fâtıma! Baban üç gündür ta’âm yimemişdir.)
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Medîneden
dışarı gitdi. Gördü ki, bir arab kuyudan su
çekip, davarına su verir. Alî “ra- dıyallahü
teâlâ anh” araba dedi ki, yâ kişi, sana ücret
ile su çe- keyim mi. O da hoş [iyi] olur dedi.
Her kovaya bir avuç hurma- ya ücret ile pazarlık
etdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” su
çekmeğe başladılar. Yeteri kadar çekip, son
kovayı çekdiklerinde, Allahü teâlânın hikmeti,
kovanın ipi kopup, ko-
– 287 –
va kuyuya düşdü. Arab, Alînin “radıyallahü teâlâ
anh” mubâ- rek yüzüne bir tokat vurdu. Getirip,
hesâbınca hurma verdi. Alî “radıyallahü teâlâ
anh” mubârek elini, o derin kuyuya sokup, kovayı
çıkardı. Arabın eline verdi. Sonra da koyup,
gitdi. Haz- ret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ
anhâ” yanına varıp, hurmayı önlerine koydu.
Hurmayı yir iken, hazret-i Fâtıma “radıyallahü
teâlâ anhâ” bakdı. Mubârek yüzünde tokat eserini
gördü. Dedi ki, yâ Alî, yüzünüzde bir iz vardır;
bu nedir. Alî “radıyallahü teâlâ anh” gizleyip,
birşey yokdur, buyurdular. Bu tarafda ise
hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, kovayı
kuyudan alıp, ara- bın eline verip gitmişdi.
Arab da hayret etmişdi. Düşündü ki, eğer bu
kişinin dîni ki, Muhammed dînidir. Hak din
olmasa idi, bu derin kuyudan kovayı nasıl
çıkarırdı. Kendi kendisine dedi ki, bir el ki
böyle küstâhlık etmiş olsun, o el bana lâzım
değildir deyip, hazret-i Alîye vuran elini
kesip, eline aldı. Alî “radıyal- lahü teâlâ anh”
hazretlerinin huzûrlarına gitmek üzere yola ko-
yulup, geldi ve kapıyı çaldı. Hazret-i Alî
“kerremallahü vec- heh” kapıya çıkıp, gördüğü
gibi, acele ile geri içeri girip, dedi ki; yâ
Resûlallah! Bir arab gelmiş. Elinde kendinin bir
kesik eli var. Kanı akar. Ağlar. Sizi görmek
ister. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” tebessüm edip, buyurdu ki, yâ Alî! O
arab edebsizlik eden arabdır. Söyle içeri
gelsin. Varıp, söyledi. Arab içeri girdikde,
hazret-i Habîbullah o arabı o hâl üzere gö- rüp,
üzüldü. Ona dedi ki, niçin böyle hatâya düşdün,
hatâ işle- din. Arab ağlıyarak, küstâhlığının
özrünü dileyerek îmâna gel- di. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kesik elini
ye- rine koyup, mubârek ağzının suyunu sürüp,
düâ buyurdu. Alla- hü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin kudreti ile arabın eli sapasağ-
lam oldu.
Onuncu Menâkıb: (Menkıbe-i
Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyalla- hü teâlâ anhâ”.)
Rivâyet olunur ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri; Aliyyül Mürtedâ
hazretlerine bu- yurdular ki, (Yâ
Alî! Allahü tebâreke ve teâlâyı sever misin!) Hazret-i
Alî dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah.) (Beni
sever misin.) Alî
“radıyallahü teâlâ anh” dedi, (Evet, yâ
Resûlallah.) Buyur- du ki, (Fâtımayı
sever misin.) Dedi
ki (Evet, yâ Resûlallah!). Buyurdu ki (Hasen
ve Hüseyni sever misin.) Dedi
ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Hazret-i Habîbullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sel-
– 288 –
lem” buyurdu ki, (Yâ
Alî! Bu kadar muhabbeti bir gönüle na- sıl
sığdırırsın!) Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin mu’ciz süâl be- yânlarına cevâb
veremediğini beyân etdi. Hazret-i Fâtıma “ra-
dıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki; bunda
üzülecek ne vardır. Allahü Sübhânehü ve teâlâyı
sevmek, îmândan ve akldandır. Muhammed
aleyhisselâmı sevmek îmândandır. Beni sevmek
şehvetindendir. Hasen ve Hüseyni sevmek
tabî’atındandır, de- di. Hazret-i Alî
“radıyallahü anh” acele, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
huzûrlarına gelip, o cevâbı söyledi. Resûlullah
buyurdu ki, (Demek
olur ki, bu yemiş nü- büvvet ağacının
yemişidir.) Ya’nî
yâ Alî, bu cevâb senin değil- dir. Fâtımanın
cevâbıdır. Bu cevâbda derin ilm vardır. Düşün-
melidir.
Onbirinci Menâkıb: [(Eshâb-ı
Kirâm) kitâbının
250.ci sahî- fesinde buyuruluyor ki: (Bahr-ül-Ulûm) adındaki
tefsîrde bildi- rilen hadîs-i şerîflerde, (Ümmetimin
en merhametlisi Ebû Bekrdir. Dinde en kuvvetli
olan Ömerdir. Hayâsı en çok olan, Osmândır.
İslâmiyyetde her süâli cevâblandıran Alîdir.
Halâl ve harâm olanları en iyi bilen Mu’âzdır.
Kur’ân-ı kerîmi en güzel okuyan Ubeyy bin
Kâ’bdır. Münâfıkları tanıyan, Huzeyfetibni
Yemândır. Îsâ aleyhisselâmın zühdünü görmek
isteyen Ebû Ze- rin zühdüne baksın! Cennet,
Selmân-ı Fârisîye âşıkdır. Hâlid bin Velîd,
Allahın kılıcıdır. Hamza, Allahü teâlânın
arslanıdır. Ha- sen ve Hüseyn Cennet gençlerinin
en üstünüdür. Ca’fer bin Ebî Tâlib, Cennetde
meleklerle berâber uçar. Cennet kapısını ilk
açacak olan Bilâldir. Benim Kevser havuzumdan
ilk içecek olan Suheyb-i Rûmîdir. Kıyâmet günü
melekler ilk önce Ebüdderdâ ile müsâfeha eder.
Her Peygamberin bir arkadaşı vardır. Benim
arkadaşım Sa’d bin Mu’âzdır. Her Peygamberin
Eshâbından seçdikleri vardır. Benim seçdiklerim,
Talha ve Zübeyrdir. Her Peygamberin mahrem
işlerini gören yardımcısı vardır. Benim
yardımcım, Enes bin Mâlikdir. Her ümmetde hakîm
vardır. Benim ümmetimde hikmeti çok söyliyen Ebû
Hüreyredir. Hassân bin Sâbitin sözleri Allah
tarafından te’sîrlidir. Ebû Tal- hanın harb
meydânındaki sesi, bir fırka askerden dahâ
kuvvet- lidir) buyurdu. (Bahr-ül-ulûm) kitâbını
yazan Alâüddîn Alî Semerkandî sekizyüzaltmış
(860) senesinde, Anadoluda Lâ-
– 289 – Menâkıb-ı
Çihâr Yâr-i Güzîn - F:19
rende şehrinde vefât etmişdir.]
Onikinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de,
sahîh hadîsler bâ- bında, Sa’d bin Ebî Vakkâsdan
“radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunmuşdur.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
haz- retleri Alîye “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdular ki, (Senin
ile ben, Hârûn ile Mûsâ “aleyhimesselâm”
gibiyiz. Benden sonra Peygamber yokdur.) Türpüştî
“rahimehullah” dedi ki, Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
Tebûk ga- zâsı için yola çıkdıklarında, hazret-i
Alîyi Medînede Ehl-i beyti üzerine halîfe
bırakdı. Emr etdi ki, onların işlerini görsün.
Mü- nâfıklar işitip, birbirine dediler ki, Alîyi
halîfe bırakmakdan maksadı, onun yanında
bulunmasından [sohbetinden] sıkıldığı için idi.
[Münâfıklar böyle dediler.] Hazret-i Alî
münâfıkların bu sapık sözlerini işitdi. Silâhını
kuşanıp, çıkdı. Resûlullah “sal- lallahü aleyhi
ve sellem” (Cürf) adlı menzilde konaklamış idi.
Huzûr-ı şerîflerine varıp, dediler ki, yâ
Resûlallah! Münâfıklar, bu kölenizi halîfe
etmenizin sebebini, yanınızda götürünce sıkı-
lacağınızdan ötürü olduğunu söyliyorlar. Habîb-i
Muhterem “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: (Münâfıklar
yalan söylüyorlar! Seni Medînede bırakdıklarıma
halîfe yapdım. Ge- ri dön. Benim ehlime ve senin
ehline halîfem ol. Yâ Alî! Benim ile; Mûsâ
aleyhisselâm ile Hârûn aleyhisselâmın olduğu
gibi ol- mak istemez misin! Nitekim Hak celle ve
alâ buyurur; (A’râf
142.ci âyet) (Mûsâ,
kardeşi Hârûna, kavmimde halîfem ol! de- diğini
haber vermişdir.))
Müslim şârihi “rahimehullahü teâlâ” beyân edip,
dediler ki, bu hadîs-i şerîf o hadîs-i
şerîflerdendir ki, râfizî ve diğer şî’a fır-
kaları bunu sened olarak almışlardır. Bu hadîs-i
şerîfe göre hi- lâfet, muhakkak hazret-i Alînin
idi. Başkasının halîfe olmasına kendisi râzı
olmuşdur. Bu fırkalar ihtilâf etdiler. Râfizîler
Sa- hâbe-i güzîni hazret-i Alî üzerine başkasını
üstün tutdukları için, tekfîr etdiler. Ba’zıları
da çok taşkınlık edip, hazret-i Alî- yi de
tekfîr etdiler ki, kendi kötü düşüncelerince
hilâfet kendi- nin hakkı idi. Niçin taleb etmeğe
gayret etmedi. Bu tâife mez- heblerinin çok
aşırılığı cihetinden ve akllarının çok
fesâdından, bunlar muhâtab kabûl edilmemiş ve
sözlerine cevâb verilme- mişdir.
– 290 –
Kâdî “rahimehullah” buyurmuşdur ki, bu sözleri
söyliyen kimsenin küfründe şübhe yokdur. Zîrâ
bir kimse ki, bütün üm- meti tekfîr eder, ilk
asrı tekfîr eder. Muhakkak ki, nakl edilen dîni
bâtıl kılmış olur. İslâmı kötülemiş olup, Allahü
teâlâ muhâ- faza etsin, kâfir olur. Ammâ Gulât-ı
râfizîden başkası, bunların yolundan
gitmemişdir. İmâmiyye ve ba’zı mu’tezile; Sahâbe
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hazret-i
Alîden “radıyal- lahü teâlâ anh” önce
diğerlerini halîfe seçdikleri için hatâ etdi-
ler, derler. Ancak tekfîr etmezler. Hâlbuki bu
hadîs-i şerîfde bunların hiçbirine delîl yokdur.
Belki bunda hazret-i Alînin “radıyallahü anh”
fazîletinin isbâtı için delîl vardır. Ammâ gay-
riden efdal olmasına ve gayri ile misilli
olmasına kinâye yokdur. [Başkalarından üstünlüğü
veyâ berâberliği anlaşılmamalıdır.] Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden sonra halîfe olacağına işâret
yokdur. Zîrâ bu sözü Tebûk gazâ- sına gitdikleri
vakt, Medîne-i münevverede kendi yerine geçir-
melerinde buyurdular. Yukarıda zikr olundu. Bu
sözü kuvvet- lendiren odur ki, hazret-i Hârûn
aleyhisselâm hazret-i Alîye benzetilmişdir.
Hazret-i Mûsâ aleyhissalâtü vesselâmdan sonra
[Hârûn aleyhisselâm] halîfe olmadı. Mûsâ
aleyhisselâmın vefâ- tından meşhûr rivâyete göre
kırk yıl sonra vefât etdi. Dediler ki, o vefât
etdiğinde onu halîfe yapmadı. Rabbine münacât
etme- ğe giderken, onu yerine halîfe yapdı.
[Hârûn aleyhisselâm on- dan sonra halîfe
olmadı.]
Onüçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de,
anlatılan menâkı- bın meşhûr olan hadîs-i
şerîflerinde zikr olunmuşdur. Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” buyurmuşdur ki, ekin
dânesini biti- ren ve insanı halk eden Allahü
teâlâya yemîn ederim ki, ümmî olan Nebî
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni kasd
ederek; (Alîyi
ancak mü’minler sever. Alîye ancak münâfıklar
buğz eder!) buyurmuşdur.
Müslim şârihi “rahimehullahü teâlâ” buyurmuşlar
ki, bu ha- dîs-i sahîhin ma’nâsı şudur. Muhakkak
ki bir kimse, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ
anh” Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” yakınlığını, Resûlullahın hazret-i Alîye
sevgi- sini bilir ve hazret-i Alîden sâdır olan
şeyleri islâmın yayılmasın- da ve islâmda
hizmetlerini düşünerek, bu sebebler ile hazret-i
Alîye muhabbet ederse, o kimsenin îmânın
sıhhatine delîller-
– 291 –
den olur. Allahü teâlânın râzı olduğu ve islâma
hizmetleri ve yu- karıdaki sebeblerin aksine
Alîye “radıyallahü teâlâ anh” buğz ederse, o
muhabbet eden kimsenin zıddı olup, nifâkı
şiddetli olur. Fesâdı çok olur. Allahü teâlâ
muhâfaza etsin.
Ondördüncü Menâkıb: Yukarıda
bahs edilen hadîs-i şerîfler- den sonra, Sehl
ibni Sa’d “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sel- lem” hazretleri buyurdular ki: (Hayber
günü muhakkak ben bu bayrağı yarın bir şahsa
veririm. Allahü teâlâ onun üzerinde feth
müyesser eyler. O şahs Allahü teâlâ hazretlerini
ve Resûlünü sever. Allahü teâlâ hazretleri ve
Resûlü de onu severler.) O
gü- nün sabâhında, Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine
sür’atle varanlardan her biri ümîd ederler ki,
bayrak kendisine verilsin. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular
ki, (Alî
bin Ebî Tâlib nerededir.).
Dediler, yâ Resûlallah, hazret-i Alînin gözleri
ağrıyor. Buyurdular ki, (Adam
gönderin, getirsinler).
Vardılar, getirdiler. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek tükrüğünü,
hazret-i Alînin gözlerine sürdü. Ağrıdan
kurtuldu. Sanki hiç ağrı görme- miş gibi idi.
Alemi [bayrağı] hazret-i Alîye verdi. Hazret-i
Alî dedi ki, yâ Resûlallah! Kâfirler ile bizim
gibi oluncaya kadar muhârebe edeceğim.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem”
buyurdular ki, (Rıfk
ve sükûn üzere hareket eyle. Hattâ onların
topraklarına gir. Sonra onları islâma da’vet et.
Allahü teâlânın islâm dîninde onlar hakkında
bildirdiklerini haber ver. Allahü tebâreke ve
teâlânın senin sebebin ile bir şahsa hidâyet
vermesi, muhakkak kırmızı develerin olup, sadaka
vermenden hayrlıdır.)
Onbeşinci Menâkıb: (Mesâbîh)in
yine hazret-i Alî “radıyal- lahü teâlâ anh” ile
alâkalı menâkıbın hadîs-i şerîfler kısmında,
İmrân bin Hasîn “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâ- yet olunmuşdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular
ki, (Alî
benden, ben de Ondanım. Alî bütün mü’minlerin
velîsidir.) Şârîh
Tayyibî “rahmetullahi teâlâ aleyh” beyân
etmişdir. Kâdî “rahimehullahü teâlâ” buyurdular
ki: Şî’a tâifesi dediler ki; tasarruf edici
hazret-i Alîdir. Ve dedi- ler ki, hadîs-i
şerîfin ma’nâsı budur ki, Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, tasarruf
etdiği herşeyde hazret-i Alî ta-
– 292 –
sarrufa müstehak olur. Mü’minlerin işlerini
görmek de tasarru- fa girer. Onun için hazret-i
Alî mü’minlerin imâmıdır. Biz on- lara deriz ki,
mü’minlerin velîsi olmağı, halîfe (imâm) olmak
ma’nâsına anlamak doğru olmaz. O zemân bütün
mü’minlerin işlerini de üzerine almak îcâb eder.
Zîrâ Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri hayâtlarında mü’minlerin bü-
tün işlerini kendileri görürdü. Ancak vâcib oldu
ki, vilâyeti [ve- lî olmağı], muhabbet ve buna
benzer şeyler şekliyle anlamalı- dır.
Onaltıncı Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i
şerîf)de
bahs edilen menâkıbın meşhûr hadîs-i şerîfler
kısmında, Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ
anhümâ” hazretlerinden rivâyet olun- muşdur.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretle- ri, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” hazret- lerini birbiri arasında
kardeş kıldı. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” sonraya kaldı. Mubârek gözlerinden yaş akar
[ya’nî ağlar idi]. Dedi ki; Yâ Resûlallah!
Sahâbe-i güzîni aralarında kardeş kıldın. Beni
kimse ile kardeş yapmadın. Resûlullah “sal-
lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Sen
benim dün- yâda ve âhıretde kardeşimsin.)
(Tirmizî) rivâyet
etmişdir.
Onyedinci Menâkıb: Yine
yukarıdaki hadîs-i şerîfden son- ra, Enes
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet
edil- mişdir. Enes “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdular ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin yanında bir
pişmiş kuş var idi. Buyurdular ki; (Allahım!
Bana mahlûkların- dan en çok sevdiğini gönder!)
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi.
Berâberce yidiler. (Tirmizî) rivâyet
etdi ve dedi ki, bu hadîs-i şerîf hasen ve
garîbdir. Şârih Türpüştî (Allahü teâlâ ona
hayrlar versin) “rahimehullah” bu hadîs-i
şerîfin şerhinde, fesâhat ve belâgat ile geniş
bir mukaddemeden sonra buyur- muş ki, bu bir
hadîsdir ki, mübtedi’ler [yoldan çıkmışlar] bu-
nun ile oklarını bileyip, bunu vesîle yapıp,
hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh”
hilâfetine hücûm ederler. Hâlbuki o hazretin
hilâfeti, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin intikâlinden [vefâtından]
sonra, bu ümmetde müslimânların icmâ’ı ile sâbit
olan ahkâmın evvelidir. Dîni ayakda durduran
direklerin en sağlamıdır. Bu hadîs-i şerîf,
hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh”
birinci halîfe ol-
– 293 –
masını ve diğer Sahâbeden üstün olmasını îcâb
etdiren sahîh hadîsler ve buna ilâve olarak
Sahâbe-i kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” icmâ’ı karşısında mukâvemet edemez.
Zîrâ bu bahs edilen hadîs-i şerîf, nakl ehli
için mekâle [bend] vardır. Bu misilli hadîs
icmâ’ın hilâfı üzerine olmak câiz olmaz. Husûsan
o Sahâbe ya’nî Enes “radıyallahü teâlâ anh” ki,
bu hadîs-i şerîfi rivâyet etdi. Eshâb-ı kirâmın
icmâ’ında [ya’nî haz- ret-i Ebû Bekrin
“radıyallahü teâlâ anh” halîfe seçiminde] ha-
yâtda idi. Eshâb-ı kirâm bu hadîs-i şerîfi
işitdikleri hâlde icmâ’ etmişlerdir. Enes
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden bu ha-
dîs sâbit ise, ma’nâsı bozulmıyacak şeklde
te’vîl edilebilir. Re- sûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, en çok
sevdiğini, gönder buyurması, en çok
sevdiklerinden birini gön- der ma’nâsınadır.
Çünki, Resûlullah da Allahü teâlânın yarat-
dıkları içindedir. Allahü teâlânın en çok
sevdiği Odur. Bu misil- li kelâm arabîde çokdur.
Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh”
Resûlullahdan dahâ sevgili olması düşünülemez.
Eğer de- nilirse ki, dinde Allahü teâlânın en
sevdiği kul odur. Biz de öy- le deriz. Sahîh
nass ve icmâ’ı ümmet ile bildirilmişdir. Muhak-
kak, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri amcası oğullarından kendisine
sevgili olanı murâd etdiler. Zîrâ Resûlullah
hazretlerinin ba’zan olur idi ki, inci dökülen
kelâm- ları mutlak olurdu. Ba’zan şartlı olurdu.
Ba’zan umûmî olurdu. Ba’zan husûsî olurdu. Fehm
sâhibi olan bilirdi. Türpüştînin açıklaması sona
erdi. Yine (Mesâbîh)de
bu hadîsin akabinde, hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri buyurur ki, ne zemân ki
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazret- lerine süâl sorardım. Cevâb verirdi. Ben
susunca o başlardı.
Onsekizinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de
bu hadîs-i şerîfden sonra, hazret-i Alîden
“radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiler.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Hikmetin
evi benim. Kapısı Alîdir!) Tirmizî
rivâyet etmişdir ki, bu hadîs-i şerîf garîbdir.
Muhyissünne Begavî “rahimehulla- hü teâlâ” (Mesâbîh)in
yazarıdır. Buyurdular ki, Şüreykden baş- ka,
vesîka olan hiçbir kitâbda bildirilmemişdir,
Onun isnâdı ka- rârsızdır. Şârih Tayyibî
“rahimehullahü teâlâ” beyân etmiş ki, şî’a
fırkası bu hadîs-i şerîfi delîl göstererek,
derler ki, muhak- kak; Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerin-
– 294 –
den ilm ve hikmet almak Alîye “radıyallahü teâlâ
anh” mahsûs- dur. Gayrileri alamaz. İllâ Alî
“kerremallahü vecheh” vâsıtası ile alır. Zîrâ
eve dâhil olunmak [eve girmek] kapısından olur.
Allahü teâlâ hazretleri kelâm-ı kadîminde
buyurmuşdur ki; (...
Evlerinize kapılarından girip çıkınız) [Bekara
sûresi 189.cu âyet-i kerîme meâli.]. Hâlbuki
onlara bu hadîs-i şerîfde hüccet [sened] yokdur.
Cennet evi hikmet evinden dahâ geniş değildir.
Cennet evinin ise sekiz kapısı vardır. Yine (Mesâbîh)de
bu ha- dîsin akabinde Câbir “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinden ri- vâyet edilmişdir. Dedi
ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri, hazret-i Alîyi da’vet etdi.
O gün Tâife gön- derdi. Onunla gizli söyleşdi.
İnsanlar söylediler ki, muhakkak amcasının oğlu
ile gizli söylemesi uzadı. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdu ki, (Onun ile ben de- ğil, Allahü teâlâ
gizli konuşdu.) Şârih Tayyibî “rahimehullahü
teâlâ” şöyle açıklamışdır. Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri bana emr eyledi ki, hazret-i
Alî ile gizli konuşayım. Ben derim ki, o gizli
söyleşdikleri kelâm, ilâhî sırlara âid sözler ve
gayba âid sırlar idi. Yine (Mesâbîh)i
şerîfde o menâkıbın sonunda, Ümm-i Atiyyeden
“radıyallahü anhâ” rivâyet edilmişdir. Dedi ki,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri ga- zâya bir bölük asker gönderdi.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve
kerremallahü vecheh” onların içinde idi. Ben,
Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden işitdim, mubârek ellerini
kaldırıp, buyurdu ki, (Yâ
Rabbî! Alîyi tekrâr görünceye kadar, bana ölüm
verme!)
Ondokuzuncu Menâkıb: Bir
gün Eshâb-ı güzîn “rıdvânulla- hi teâlâ aleyhim
ecma’în”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerine dediler ki, yâ Resûlallah!
Hazret-i Alî- yi bu kadar çok seversiniz.
Hikmeti nedir, bize haber ver ki, biz de bilelim
ve evvelki muhabbetimizden de çok muhabbet ede-
lim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu ki, (Varın
Alîyi çağırın! Ondan haber alırsınız!) Es-
hâbdan biri hazret-i Alîyi çağırmağa gitdi. Alî
“radıyallahü teâ- lâ anh” gelmeden, Server-i
Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdu ki, (Ey
benim Eshâbım! Bir kimseye iyilik et- seniz, o
kimse karşılığında size kötülük yapsa, ne
yaparsınız!) Dediler
ki, (yine iyilik ederiz.) (Tekrâr
size kötülük yapsa!)
– 295 –
Dediler, (yine iyilik ederiz.) (Tekrâr
size kötülük yapsa, ne ya- parsınız!) buyurdukda,
başlarını aşağıya salıp, cevâb vermedi- ler. O
sırada hazret-i Alî, se’âdet ile geldiler.
Hazret-i Fahr-i âlem ve Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri
buyurdu ki, (Yâ
Alî! Bir kimseye iyilik eylesen ve o sa- na
mukâbelesinde kötülük yapsa, ne yapardın!),
(Yâ Resûlal- lah! İyilik ederdim.) (Tekrâr
kötülük yapsa!), (Yine iyilik eder- dim.)
Sultân-ı kâinât “aleyhi efdalüssalevât”
hazretleri, birbiri ardınca yedi def’a süâl
buyurdular. Yedisine de, hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” (iyilik ederdim)
dedikden sonra, dedi ki, (O kimseye ben iyilik
etdikce, o karşılığında bana kötülük yapsa, yine
ben ona iyilik ederdim,) deyince, cümle Eshâb-ı
gü- zîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
hazretleri dediler ki; (Yâ Resûlallah! Hazret-i
Alîyi bu kadar riâyet edip, sevip, mu- habbet
etdiğiniz kadar var imiş.) Eshâb-ı güzîn
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hazret-i
Alîyi kıskandıkları için böyle süâl sormadılar.
Maksadları hazret-i Alînin yüksek mertebesi- ne
ve derecesine vâkıf olmak için, süâl
etmişlerdir.
Yirminci Menâkıb: (Resûl-i
ekremin “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem”
mu’cizesine işâret): Birgün, Sultân-ı Enbiyâ ve
Resûl-i müctebânın huzûrlarına üç kimse geldi.
Biri hazret-i İb- râhîm aleyhisselâmın
kavminden, biri hazret-i Mûsâ aleyhisse- lâmın
kavminden, biri hazret-i Îsâ aleyhisselâmın
kavminden idi. “Salevâtullahi aleyhim ve alâ
nebiyyinâ.” Hazret-i İbrâhîm kavminden olan
kimse ileri gelip, dedi ki: Yâ Muhammed! Bü- tün
Peygamberlerin büyüğü ve efdali benim diyorsun.
Nereden bilelim ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ
hazretlerinin makbûlü- sün. Hazret-i İbrâhîme
Allahü teâlâ halîlim demişdir. Resûlul- lah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki;
Allahü Süb- hânehü ve teâlâ hazretleri, hazret-i
İbrâhîme halîlim dedi ise, bana habîbim
demişdir. Kişinin dostumu yakındır, yoksa mah-
bûbu mu [sevgilisi mi]. O kimse hayrân olup,
cevâba kâdir ola- madı. Hemen Resûl-i ekremin
mubârek cemâline nazar edip, kalbden (Eşhedü en
lâ ilâhe illallah vahdehü lâ şerîkeleh. Ve
eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh.) dedi.
Ondan sonra hazret-i Mûsâ kavminden olan kimse
ileri gelip, dedi ki, yâ Muhammed! Bütün
Peygamberlerden benim mertebem yüksekdir.
Hepsinin serveri ve sultânı benim, diyorsun.
Nere-
– 296 –
den inanalım ki, Allahü teâlâ hazretlerinin
yanında senin mer- teben, diğer Enbiyâdan
yüksekdir. İşitdik ki, Allahü teâlâ , haz- ret-i
Mûsâya kelîmim demişdir. Her zemân Tûr-i sînâya
çıka- rıp, kelâm söyler idi. Hazret-i Fahr-i
âlem ve seyyid-i veled-i Âdem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdular ki, Allahü
Sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Mûsâya kelîmim dedi
ise, bana habîbim, demişdir. Eğer hazret-i
Mûsâyı Tûr-i sînâya çıkardı ise, bana, hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâmla, Cennet elbiseleri ile
burakı donatıp, gökleri, yerleri, arşı ile
kürsîyi ve Cennet ve Cehennemi ve kevn-ü mekânı
az zemân içinde seyr etdirdi. Ka- be kavseyn ev
ednâ rütbesine varınca, Allahü teâlâ bana o
şekl- de ihsânlar ve nihâyetsiz lutfler
eylemişdir ki, hicâbı aramızdan kalkmışdır.
Elhamdülillah ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ biz
za’îf kullarını o sultânın ümmetinden eyledi.
Allahü teâlâ haz- retleri bana va’d eyledi ki,
benim ümmetimden her kim benim rûh-i pâkime
günde yüz kerre Salevât-i şerîfe getirmeyi âdet
hâline getirip, terk eylemese, bin kerre rahmet
eyler. Ve Cen- net içinde bin derece verir. Bin
günâhı mahv olur. Bin altın sa- daka
vermişcesine sevâb verir. Hazret-i Ebû Hüreyre
“radıyal- lahü teâlâ anh” ve hazret-i Enes bin
Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
etmişlerdir ki, o kimse de birşey söyliyemeyip,
ce- vâba kâdir olmayıp, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin mubârek
ayaklarına yüz sürüp, bin zevk ile parmak
kaldırıp, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü
enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) dedi. Ondan
sonra, hazret-i Îsâ aleyhisselâm kavminden olan,
ileri gelip, dedi ki, yâ Mu- hammed! Allahü
teâlâ hazretlerine bütün Peygamberlerden yakınım
ve sevgiliyim. Seyyidil evvelin ve âhırîn benim,
dersin. Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın rûhullah
olduğunu işitmedin mi. Allahü teâlânın emri ile
ölüleri diriltirdi. Fahr-ül kevneyn ve Resûl-i
sekaleyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdu ki, (Varın,
Alîyi çağırın.) Eshâbdan
birisi gidip, hazret-i Alîyi ça- ğırdı. Hazret-i
Alî geldikden sonra, Resûl-i ekrem hazretleri, o
kimseye buyurdu ki, (Bir
eski mezâr ki, ondan eski mezâr ol- masın. Var
Alîye göster.) O
kimse dedi, falan yerde bir mezâr vardır. Bin
yıllık mezârdır. Hazret-i Habîb-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Yâ
Alî! Var o mezârın üze- rine üç kerre çağır.
Bekle ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazret-
lerinin emri ile ne zuhûr edecekdir.) Hazret-i
Alî “radıyallahü
teâlâ anh” o mezârın üzerine varıp, bir kerre
(yâ Ya’kûb!) diye çağırdı. Allahü tebâreke ve
teâlânın emr-i şerîfi ile mezâr orta yerinden
yarıldı. Bir def’a (yâ Ya’kûb) diye çağırdı.
Mezâr açıl- dı. Bir def’a dahâ (yâ Ya’kûb) diye
çağırdı. O sırada mezâr için- den bir nûrânî pîr
kalkdı. Saçları uzamış. Başından toprağı sa- ça
saça ayak üzerine durup, yüksek sesle söyledi
ki, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah vahdehü lâ
şerîke leh. Ve eşhedü enne Muham- meden abdühü
ve Resûlüh.) Ondan sonra hazret-i Alî ile haz-
ret-i Habîb-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” huzû- runa gitdiler. Bu açık
mu’cizeyi görmekle çok kâfirler îmâna geldiler.
Hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm”
kavmin- den olan kimse müslimân oldu.
Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i
Alînin “kerremallahü vec- heh” bütün menkıbeleri
yerine yalnız bu kifâyet eder. Habîb-i ekrem ve
Nebiyy-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sel- lem” hazretlerine, Allahü teâlâdan Medîne-i
münevvereye hic- ret emr olundu. Sultân-ı
kâinâtın döşeğine hazret-i Alî girsin deyip,
Allahü teâlâ tarafından emr edildi. Mekke-i
Mükerre- mede kalıp, gerek se’âdethânelerinin
işleri olsun, gerek kendi- leri ile alâkalı
emânetleri sâhiblerine ulaşdırmak olsun ve ge-
rekse Mekke-i Mükerremede kalan Sahâbîyi
gözetmek olsun, cümle hizmetleri, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri,
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine sipâriş
bu- yurdular. O gece kâfirler Sultân-ı kâinâtın
evinin etrâfını kuşat- mışlar idi. Allahü
Sübhânehü ve teâlâ kendi lütfundan bütün
kâfirlere uyku verdi. Şeytân aleyhilla’ne de
kâfirler ile berâber idi. O da uyudu. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ile
çıkıp, se’âdet ile yürüyüverdiler. Allahü teâlâ
azze şânühü azamet-i kibriyâsı ile, hazret-i
Mikâîle ve hazret-i İsrâfîle “aleyhimesse- lâm”
hoş hitâb edip, buyurdu ki, siz çok çabuk Alînin
yanına yetişin. Kâfirler bir hatâ ederler. Göz
açıp-kapayıncaya kadar, bu iki sultân yetişip,
hazret-i Mikâîl hazret-i Alînin başı ucunda
oturup, hazret-i İsrâfîl, mubârek ayakları
tarafında oturup, dü- â ederler idi. Bir
zemândan sonra şeytân aleyhilla’ne uykudan
uyanıp, yüksek ses ile çağırdı ki, vay Muhammed
kaçdı. Mel’ûn, insan sûretinde kâfirlere
görünürdü. Mel’ûna dediler ki, nere- den bildin.
Ben bilirim ki, ben uyku nedir bilmezdim. Bu
gece
uyudum. Muhammed bana sihr edip, uyutdu; dedi.
Ondan son- ra bütün kâfirler birden hücûm edip,
içeri girdiler. Hazret-i Alî- yi Resûl-i ekremin
döşeğinde gördüler. Resûl-i ekremi sordu- lar. O
da bilmem diye cevâb verdi. Acele ile dışarı
çıkdılar. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” ertesi
gün o kadar kâfirlerin ara- sından çıkıp,
Kâ’be-i şerîfde, Resûlullahın “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” se’âdetle oturdukları bir
makâm var idi, o ma- kâma varıp, devletle ve
şevketle oturdu. Resûlullah hazretlerin- de her
kimin emâneti var ise, gelsin, benden alsın diye
seslendi. Emâneti olanlar gelip, emânetlerini
aldı. Bir kimsenin emâneti kalmayıp, cümlesini
sâhiblerine teslîm eyledi. Mekke-i Müker- remede
Eshâb-ı güzînden kimse kalmamış idi. Resûlullah
“sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin se’âdethâneleri Mekke-i
Mükerremede idi. Hazret-i Alî de Mekke-i
Mükerre- mede idi. Bir zemândan sonra, Fahr-i
âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri emr eyledi ki, hazret-i Alî “radıyal-
lahü teâlâ anh” se’âdethânelerini kaldırıp,
Medîne-i Münevve- reye alıp, götürsün. Hazret-i
Şâh-ı Merdân ve şîr-i yezdân se’âdet ile kalkıp,
Kureyş kâfirlerinin cem’iyyetlerine varıp, de-
di ki, inşâallahü teâlâ yarınki gün Medîne-i
Münevvereye gide- ceğim. Eğer bir kimsenin bir
sözü var ise ben burada iken söy- lesin. Cümlesi
başlarını aşağı salıp, hiçbirisi cevâb vermedi.
Hazret-i Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”
gitdikden sonra, Ebû Cehl la’în dedi ki, yâ
Kureyşin büyükleri. Niçin söylemezsiniz. Mâdem
ki, hazret-i Muhammedin evi buradadır. Bizim ile
düş- manlık etmez. Her birisi Ebû Cehlin yanınca
şöyle böyle yapa- rız, dediler. Sonra hazret-i
Abbâsa “radıyallahü teâlâ anh” yal- vardılar ki,
var kardeşinin oğluna nasîhat eyle ki,
Muhammedin evini götürmesin. Yoksa fesâd olur
[aramız açılır]. Hazret-i Ab- bâs kalkıp, imâm-ı
Alînin huzûruna varıp, bu konuşulanları
söyledikde, şâh-ı merdân [Alî “radıyallahü anh”]
buyurdular ki, yâ amca, inşâallah ben yarın,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem”
hazretlerinin se’âdethânelerini götürürüm. Her
kim yoluma gelirse ceng ederim. Hazret-i Abbâs
“radıyallahü teâlâ anh” Kureyş kâfirlerine bu
haberleri verince, huzûrsuz olup, şehrden
çıkarmamak için söyleşdiler. Sonra sabâh oldu.
Hazret-i Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”
Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin se’âdethânesini kaldı-
– 299 –
rıp, yola revân oldu. Kureyşden dört beş kimse,
atlarına binip, hazret-i Alînin yoluna geldiler.
Dön geri, yoksa senin ile ceng ederiz; dediler.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yükleri in-
dirip, kendisi cenge mübâşeret eyledi. Allahü
teâlâ, hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh”
fırsat verip, onlara gâlip geldi. Sonra hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” yerden hâne-i
se’âdetin yüklerini kaldırıp, yola revân
oldular. Hazret-i Mik- dâd bin Esved yolda
hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” üzerine
gelip ceng eylediler. [Mikdâd henüz îmân etmemiş
idi.] Hazret-i Alî söyletmeyip, bir darbe ile
atından yıkdıkdan sonra, göğsü üzerine çıkıp,
îmâna da’vet eyledi. O da hemen cân-ı gö- nülden
kabûl edip, müslimân oldu. Hattâ bu sultânın bir
oğlu Kerbelâda, hazret-i Hüseynin “radıyallahü
teâlâ anh” uğruna mubârek cânını fedâ edip,
şehîd olmuşdur. Bu zât Eshâb-ı gü- zîn
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
hazretlerinin büyükle- rindendir ve
behâdırlarındandır. Bu hikâyenin tafsîlini [dahâ
genişini] isteyen (SİYER-İ NEBÎ)ye mürâce’at
etsin. Orada ge- niş anlatılmışdır.
Yirmiikinci Menâkıb: Hazret-i
Aliyyül Mürtedâ “kerremal- lahü vecheh” gâyet
fakîr bir hâle geldi. Zîrâ Fahr-i âlem “sallal-
lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri (Fakîrlik
ile öğünürüm!) buyurdular.
O büyük zât, bu hadîs-i şerîfi Habîbullahdan
işit- dikden sonra, dünyâya aslâ iltifât etmedi.
Meselâ, mubârek eli- ne bin altın geçse, bir
dânesi ertesi güne kalsın, demezdi. O gün
hepsini fakîrlere dağıtırdı. Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i
Alîye “kerremallahü vecheh” (Sul-
tân-ı Eshiyâ) [Cömerdlerin
sultânı] buyururlar idi. Bir gün haz- ret-i Alî,
Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü anhâ” hazretlerine
bu- yurdular ki, yâ Hayrünnisâ! Yâ Resûlullahın
kızı! Hiç zevcin ve halâlin Alî için yiyecek bir
nesne var mıdır? Zîrâ çok acıkdım. Hazret-i
Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki,
yâ Ebel-Hasen! O Allahü tebâreke ve teâlâ hakkı
için ki, ondan gayri Allah yokdur. Şu ânda
hiçbir şey yokdur. Lâkin mendil ucunda bağlı,
altı akçe vardır. O akçeleri alıp, pazara varın.
Hem kendiniz için bir nesnecik alın. Hem Hasen
ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” meyve
istediler. Onlar için de bir mikdâr meyve alın.
Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” o altı akçeyi
alıp, pazara gitdi. Yolda giderken, bir kimse
gördü. Bir
– 300 –
müslimânın eteğine yapışıp, durmayıp, çekip,
gider. Der ki, ar- tık seni bırakmam, katlanmağa
dermânım kalmamışdır. Yâ hakkımı ver. Yâ gel
senin ile mahkemeye gidelim. O dertli adam ise,
durmadan yalvarır ki, bir kaç gün dahâ lutf
edip, ba- na mühlet ver. O kimse de der ki,
sabra mecâlim yokdur. Zîrâ benim de çok
sıkıntım, darlığım vardır. Hazret-i Alî
“radıyalla- hü teâlâ anh” bunların çekişmelerini
görünce, yanlarına varıp, süâl buyurdular ki,
da’vânız kaç akçedir. Dediler ki, altı akçe-
dir. Hazret-i Alî kendi kendine dedi ki, bu
müslimânı bu elem- den kurtarayım. Nihâyet,
hazret-i Fâtımaya bir yol ile cevâb ve- ririm. O
altı akçeyi verip, o müslimânı ızdırâbdan
kurtardı. On- dan sonra hazret-i Alî bir zemân
ne cevâb vereyim diye tefek- küre vardı. Bir
mikdâr zemân üzüldüler. Sonra yine düşündü ki,
hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ”
seyyidetün-nisâdır. Resûlullahın kızıdır. Ne
diyecek, dedi. Eli boş se’âdethâneleri- ne
gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Hasen ve hazret-i
Hüseyn “radı- yallahü teâlâ anhümâ” koşarak
gelip, zan etdiler ki babaları ye- miş getirdi.
Gördüler ki, boş geldi; bir nesne getirmedi.
Ağla- mağa başladılar. Sonra hazret-i Fâtımaya
buyurdular ki, yâ Hayrünnisâ! O altı akçe ile
bir müslimânı habsden kurtardım. Hazret-i Fâtıma
buyurdu ki, güzel yapdın, yâ İmâm. Elhamdü-
lillah ki, bir müslimânı bunun gibi elemden
kurtardın. Böyle bu- yurmakla berâber, mubârek
hâtırları bir mikdâr mahzûn olur gibi oldu.
Bizim ihtiyâcımız çok idi. Niçin böyle yapdın
diyecek iken, öyle demeyip, hemen Allahü teâlâ
hazretleri bize kâfîdir, dedi.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i
Fâtımanın ga- mının olduğunu ve iki şeyhzâdenin
ağladıklarını görünce; mu- bârek gönüllerine
üzüntü gelip, bu elem ile dışarı çıkdı. Resû-
lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûrla- rına varıp, cemâl-i
şerîflerini müşâhede ederek, bu gamdan kur-
tulayım niyyeti ile gitdi. Zîrâ bir kimsenin
yüzbin gamı olsa, Re- sûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubâ- rek
cemâline nazar eylese [baksa], bütün gamı ve
gussası gitdik- den başka, kalbine birçok
sürûrlar ve safâlar hâsıl olurdu. Onun için
hazret-i Alî, Sultânı kâinât “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin mubârek
ayaklarına yüz sürmeğe gitdi. Biraz gitdikden
sonra, yolda bir kişiye rast geldi. Elinde bir
besili de-
– 301 –
ve tutar idi. Hazret-i Alîye dedi ki, ey yiğit,
bu deveyi satarım, alır mısın. Hazret-i Alî
buyurdu ki, hâzır akçem yokdur. O şahs dedi ki,
sana veresiye veririm. Hazret-i Alî dedi ki, ne
kadara verirsin. Dedi ki, yüz akçeye veririm.
Hazret-i Alî dedi ki, mak- bûlümdür; alırım. O
da râzı olup, öyle olsun dedi. Deveyi haz- ret-i
Alîye teslîm eyledi. Hazret-i Alî, deveyi eline
alıp, biraz gitdikden sonra bir başka şahsa dahâ
rast geldi. Dedi ki, yâ Alî, bu deveyi satar
mısın. Hazret-i Alî, evet satarım dedi. O şahs
dedi ki, üç yüz akçeye bana verir misin. Hemen
vereyim, dedi. Deveyi o şahsa teslîm eyledi. O
şahs da üçyüz akçeyi hazret-i Alîye temâmen
verip, deveyi alıp-gitdi. Hazret-i Alî de
sevinip, doğru pazara gitdi. Yiyecekler ve
yemişler alıp, se’âdethânele- rine vardı. Kapıyı
açıp, içeri girdiğinde şeyhzâdeler sevinip, ye-
mişi ve ni’metleri aldılar. Yemeğe başladılar.
Hazret-i Fâtıma- tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ
anhâ”, hazret-i Alîye bu akçeyi ne- reden aldın,
diye sordular. Hazret-i Alî “kerremallahü
vecheh” meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Ondan
sonra yemeği yiyip, neş’elendiler. Sonra, Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd ve senâ ve
şükr etdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” buyurdu ki, yâ Hayrünnisâ! Şimdi ben,
Resûlullahın “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” meclisine gideyim. Se’âdet ile kalkıp,
devlethâneden dışarı çıkdı. Biraz gitdiği gibi,
karşıdan Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” göründü. O sıra- da Sahâbe-i güzîn
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazret-
leri ile otururken buyurmuşdu ki, (Varayım, Alî
ile Fâtımayı göreyim.) Se’âdet ile kalkıp,
gelirken, hazret-i Alî ile karşılaşıp, tebessüm
ederek, buyurdular ki, (Yâ Alî! Deveyi kimden
satın aldın. Kime satdın.) Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Allahü teâlâ
ve Resûlü bilir.) Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Yâ
Alî! Sana deveyi satan Ceb- râîl aleyhisselâm
idi. Satın alan İsrâfîl aleyhisselâm idi. O deve
Cennet develerinden idi. Yâ Alî! Sen o
müslimânın sıkıntısını giderdiğin için, Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri dünyâda yerine
elli hasene verdi. Âhıretde vereceğinin hesâbını
Allahü teâlâ hazretlerinden gayri kimse bilmez) “radıyallahü
teâlâ anh”.
Yirmiüçüncü Menâkıb: Hazret-i
Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” Mi’râc-ı şerîfe çıkdıkları zemânda, dör-
düncü gökde bir aslan gördü. Diller ile
anlatılamaz. Hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” Cebrâîl aleyhisse- lâm
hazretlerine sordular ki, (Yâ
kardeşim Cebrâîl! Bu aslan nedir.) Hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâm cevâb verdi, (Yâ Resûlal-
lah! Yabancı değildir. Hazret-i Alînin
“kerremallahü vecheh” rûhâniyyetleridir. Yâ
Habîballah! Mubârek parmağınızdan yü- züğünüzü
çıkarıp, ağzına atın, dedi. Hazret-i Fâhr-i âlem
“sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yüzüğü
aslanın üzerine atdığı gi- bi, tevâzû’ ve hürmet
ile, yüzüğü ağzı ile aldı. Ondan sonra Sul-
tân-ı kevneyn Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” mi’râcdan indi. Ertesi gün
Eshâb-ı güzîne, mi’râcdan haber verdi. Dördüncü
gökde müşâhede buyurdukları aslanın vasfını şerh
buyurdukları sırada, hazret-i Alî “kerremallahü
vecheh” mubârek ağzından yüzüğü çıkarıp,
hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” efendimizin huzûr-ı se’âdet- lerine
koydular. Bütün Eshâb-ı güzîn, hazret-i Alînin
bu merte- besini ve bu kerâmetini görünce hayrân
oldular. Ne derece mertebesinin yüksek olduğunu
bilip, meyl ve muhabbetleri çok fazla oldu
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
Yirmidördüncü Menâkıb: Hazret-i
Alînin “radıyallahü anh” şân-ı şerîflerinde olan
âyet-i kerîmeler beyânındadır.
1– Ba’zı âlimler derler ki, Emîr-ül mü’minîn
hazret-i Alî “ra- dıyallahü anh” mescidde nemâza
durmuşdu. Bir dilenci düâ et- di. Bir şey
istedi. Hazret-i Alî rükû’a varmış idi.
Parmağındaki yüzüğü işâret ile o dilenciye
verdi. Bu iş [amel] Allahü teâlâ hazretlerine
makbûl gelip, meâl-i şerîfi, (Ancak
Allahü teâlâ, Resûlü ve mü’minlerden îmân
edenler, nemâzlarını kılanlar, rükû’da oldukları
hâlde sadaka verenler, sizin velînizdir) olan
âyet-i kerîmeyi gönderdi. [Mâide sûresi 55.ci
âyet-i kerîme.]
İşâret: (Kıymetsiz,
değeri olmıyan birşey kıymetli bir kimse- nin
vermesi ile değerli olur.) Kadr gecesi bütün
geceler gibi bir gece olmasına rağmen; Allahü
teâlâ kıymet verdiği için; bin ay- dan dahâ
kıymetli olmuşdur. Ümmetlerin iyisi bu ümmetdir
ki, onların bir tâ’atları yediyüz olur. O mert
hazret-i Alî “radıyal- lahü teâlâ anh”dır ki, üç
dört arpa ekmeği ve yarım dinârlık bir gümüş
yüzük verdiği için, o mertebelere yükselmişdir.
2– Abbâs ve Talha “radıyallahü teâlâ anhümâ”
hazretleri
arasında bir münâzara vâkı’ oldu. Abbâs
“radıyallahü anh” buyurdu ki, hâcılara suyu ben
dağıtdığım için dahâ fazîletliyim. Talha
“radıyallahü anh” buyurdu ki, Beyt-i şerîfin
kilidini ben tutarım. İstersem gece orada
kalırım. Onun için ben dahâ fazî- letliyim.
Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdu ki,
siz ne dersiniz! Ben sizden on ay evvel yüzümü
bu kıbleye dön- müşüm. Siz o zemân yokdunuz.
Allahü Sübhânehü ve teâlâ, meâl-i şerîfi (Hâcılara
su vermeği ve Mescid-i harâmı binâ et- meği,
îmân etmek ile ve Allah yolunda cihâd etmek ile
bir mi tutuyorsunuz. Hâyır, böyle değildir.
Allah zâlimlere [Resûline
düşmanlık edenlere, Allahü teâlâya şirk
koşanlara, dalâletde kalmakda ısrâr edenlere] hidâyet
vermez. Derecesi Allah in- dinde en çok olanlar,
Allaha îmân edenler, hicret edenler ile
mallarını ve nefslerini Allah yolunda vererek
cihâd edenler- dir) olan
âyet-i kerîmeleri gönderdi. [Tevbe sûresi
19-20.ci âyeti kerîmeleri.]
3– Emîr-ül mü’minîn Alî bin Ebî Tâlib ve Fâtıma
ve Hasen ve Hüseyn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” hakkında, (Si-
ze islâmiyyeti bildirdiğim ve Cenneti
müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum.
Yalnız yakınım olanları seviniz!) [Şûrâ
sûresi 23.cü âyet-i kerîme meâli.] buyuruldu.
Katâde “radıyalla- hü teâlâ anh” buyurdular ki,
(müşrikler bir cem’iyyetde, göre- lim bakalım,
Muhammed getirdiği sözler üzerine bir karşılık
is- tiyecek mi, dediler.) Bu sözler üzerine
Allahü tebâreke ve teâ- lâ hazretleri bu âyet-i
kerîmeyi inzâl buyurdu. Sa’îd bin Cübeyr
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri İbni Abbâs
“radıyallahü an- hümâ” hazretlerinden rivâyet
etmişdir ki, bu karâbetden [ya- kınlıkdan],
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
haz- retleri, hazret-i Alî, Fâtıma ve Hasen ve
Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini
irâde etmişdir. Bir kimseye hiçbir hâlde bunları
düşman tutmak lâyık olmaz.
4– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Aliyyül
mürtedâ “kerremallahü vecheh” hazretlerinin pâk
dinli olmasını beyân edip, buyurdular ki [Hicr
sûresi 47-48.ci âyet-i kerîmelerinde meâlen], (Biz
o ehl-i Cennetin sadrlarından [gönüllerinden] hık-
dı ve hasedi çıkarırız. Onlar birbirlerine
kardeş olarak serîrleri üzere, dâimâ
birbirlerine mukâbildirler. Cennetde onlar,
eziy- yet ve meşakkat mes etmez. Onlar Cennetden
hiç ihrâc olun-
mazlar.) Âlimlerden
ba’zısı buyurmuşlar ki, bu âyet-i azîme;
hazret-i Alî, hazret-i Mu’âviye, hazret-i Talha,
hazret-i Zübeyr ve hazret-i Âişe-i Sıddîkanın
“radıyallahü teâlâ anhüm ec- ma’în”
üstünlüklerini bildirmek için nâzil olmuşdur.
5– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu
ki; (Ey
mü’minler! Resûlullaha münâcât etdiğiniz vaktde,
önce sadaka veriniz! Bu sizin için hayrlıdır.
Nefslerinizi şübhe ve mal sevgi- sinden en iyi
temizleyicidir. Eğer sadaka verecek birşey bula-
mazsanız, Allah gafûr ve rahîmdir.) [Mücâdele
sûresi 12.ci âyet-i kerîme meâli.] (Münâcât; bir
arzûyu gizli olarak söyle- mekdir.) Mücâhid
buyurdular ki, hiçbir kimseye, bu âyet-i ke-
rîme ile amel etmek, ittifak düşmedi. Hazret-i
Alî bin Ebî Tâ- lib, bu fermân nâzil oldukdan
sonra ne zemân Resûlullah “sal- lallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri ile münâcât etmek
is- tese idi, bir sadaka verirdi. İbni Ömer
“radıyallahü teâlâ anhü- mâ” hazretleri se’âdet
ile buyurdular ki, Emîr-ül mü’minîn Alî
“kerremallahü vecheh” hazretlerinde üç nesne var
idi ki, on- lardan biri bende olaydı, bana
kırmızı tüylü ve siyâh gözlü de- velerden
sevgili olurdu. O şeylerden birincisi,
Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri kendi kerîmeleri Fâ- tıma-tüz-zehrâ
“radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerini ona verdi.
İkincisi, Hayber gününde feth için bayrağı ona
verdi. Üçüncü- sü, necvî âyet-i kerîmesi ile; [(Resûlüme
bir şey söyliyeceğiniz zemân, önce sadaka
veriniz!) âyet-i
kerîmesi ile] o amel etdi. Derler ki, Alînin
“radıyallahü teâlâ anh” bir dinâr altını vardı.
Onu on dirheme ayırdı. On dirhemi tasadduk etdi.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden on mes’ele süâl etdi. Dedi ki:
(Yâ Resûlallah! Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerine nasıl ibâdet edeyim.) Buyurdular
ki: (Sıdk
ve safâ ile!) Dedi
ki: (Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü ve teâlâ
hazret- lerinden ne isteyeyim.) Buyurdular ki, (Dünyâda
ve âhıretde âfiyet ve magfiret iste.) Dedi
ki: (Yâ Resûlallah! Benim üzeri- me ne
lâzımdır.) Buyurdular ki: (Allahü
teâlâ ve tekaddesin buyurduğunu tutmak ve
Resûlünün buyurduğunu tutmak.) Dedi
ki: (Yâ Resûlallah! Ne edeyim ki, benim
kurtuluşum on- da olsun.) Buyurdular ki: (Halâl
yi ve doğru söyle!) Dedi
ki: (Yâ Resûlallah! Râhat ne şeydedir.)
Buyurdular ki: (Allahü
te- bâreke ve teâlâ hazretlerinin dîdârında.) Dedi
ki: (Yâ Resûlal-
lah! Fesâd nedir.) Buyurdular ki: (Kâfir
olmak. Hak sübhâne- hü ve teâlâ hazretlerine
şirk koşmak). Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Vefâ
nedir.) Buyurdular ki: (Eşhedü
en lâ ilâhe illallah ve eş- hedü enne Muhammeden
Resûlullah!)
Nükte: Allahü
teâlâ dilediğini azîz, dilediğini zelîl eder.
Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri Mekkeli- ler arasında öyle olmuş idi
ki, her kime söz söylese o kimse yüz çevirirdi.
[Böylece Resûlullahı küçük düşürmek isterler
idi.] Kur’ân-ı azîm-üş-şânda [Fussilet sûresi
26.cı âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Kâfirler,
Kur’ân-ı kerîm için, onu dinlemeyiniz! Lagv
ediniz! [Boş
şeylerdir, diyerek bağırınız!]derlerdi) buyuruldu.
Sonra mertebesini yükselterek (Onun
sözünü işitebilmeniz için, önce sadaka vermeniz
lâzımdır.) buyurdu.
Dahâ sonra [Hücu- rât sûresi dördüncü âyet-i
kerîmesinde meâlen]; (Ey
mü’min- ler! Seslerinizi, Resûlullahın sesinden
dahâ yükseltmeyiniz! Onunla konuşurken
birbirinizle konuşur gibi bağrışmayınız!) buyuruldu.
Dahâ sonra Allahü teâlâ, Resûlullahın Mekkede
durmasına engel olan Mekkelilere karşılık, Onu
bir dereceye yükseltdi ki, Cebrâîl aleyhisselâm
ve cümle mukarreb melekler o dereceye ulaşamadı.
Onu (Kabe kavseyn) makâmı ile şeref- lendirdi.
(İşâret): Yalan
yere yemîn eden; Harem-i şerîfde avlanan,
oruclarında ve nemâzlarında kusûru olanlar,
fakîrlere birşey vererek Allahü teâlânın
rızâsını kazanmağa çalışmalıdır. Bu, fa- kîrler
için ne büyük bir makâmdır.
6– Allahü tebâreke ve teâlâ [Câsiye sûresi 21.ci
âyet-i kerî- mesinde meâlen]: (Dünyâda
kötü amel işleyenleri; îmânlı olan- lar ve sâlih
amel yapanlar gibi hayâtda ve öldükden sonra mü-
sâvî kılacağımızı mı zan ediyorlar. Buna ne ile
hükm ediyorlar!) buyurdu.
Bu âyet-i kerîme hazret-i Alînin “kerremallahü
vec- heh” şânının şerefi için nâzil olmuşdur ki,
îmânı doğru idi. Bü- tün işleri lâyık ve
beğenilmiş ve riyâsız, yakışır idi. Müşrikler
ise ona derlerdi ki, (Dedikleriniz doğru çıksa
bile, Allahü teâlâ bi- zi, dünyâda olduğu gibi
yine sizden üstün kılar.)
7– Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Ahzâb
sûresi 33.cü âyet-i kerîmesinde meâlen; (Ey
Habîbimin Ehl-i beyti! Allahü teâlâ, sizin
günâhsız olmanızı istiyor.) buyurdu.
Resûlullah “sal-
lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
ehl-i beyti, ezvâc-› tâhirât ve yak›nlar› ve
aşîreti, Alî ve Fât›ma ve Hasen ve Hü- seyndir
“rad›yallahü teâlâ anhüm”.
Yirmibeşinci Menâk›b: Alî “rad›yallahü anh”
hazretlerinin üstünlükleri hakk›nda söylenen
haberler beyân›ndad›r.
1– Sa’îd bin Cübeyr, Abdüllah ibni Abbâsdan
“rad›yallahü teâlâ anhüm” rivâyet eder. ‹bni
Abbâs “rad›yallahü anh” der ki, meâli şerîfi,
(Ey Resûlüm! Sen insanlar› korkutucusun! Her
kavme doğru yolu gösterici birisi vard›r) olan,
Ra’d sûresi ye- dinci âyet-i kerîmesi nâzil
olunca, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdu ki: (Korkutucu benim. Alî yol
göste- ricidir. Yâ Alî! Senin ile gidenler,
doğru yolda gidenlerdir.)
2– Rebi’atebni Nâcid, Alî bin Ebî Tâlib
“rad›yallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet
eder. Buyurdular ki, Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” beni çağ›rd› ve buyurdu
ki, (Yâ Alî! Îsâ bin Meryem aleyhisselâm”
gibisin. Yehûdî ona buğz etdi. Hattâ vâlidesi
Meryem hazretlerine, hâşâ sümme hâ- şâ bühtân
etdiler. Nasârâ ona muhabbet etdiler. Hattâ onu
bir makâma ç›kard›lar ki, onun makâm› değil
idi.) Alî “rad›yallahü teâlâ anh” buyurdular ki:
Çok kimseler benim yüzümden helâk olurlar.
Ba’z›s› beni ifrâtla severler. Diğer Sahâbe-i
güzîne buğz ederler. Ben onlar› sevmem. Ba’z›s›
bana buğz ederler. Diğer Sahâbeleri severler. Bu
iki tâife de Cehennem ehlidir. Ben Ne- bî
değilim. Bana vahy nâzil olmaz. Lâkin, kudretim
olduğu ka- dar Kitâb ile amel ederim. Allahü
teâlân›n tâ’at›nda ben ne emr edersem, size
vâcibdir. ‹steseniz de istemeseniz de yapman›z
lâ- z›md›r. Ma’siyyetde bana itâ’at etmeyiniz.
Zîrâ bana itâ’at iyi- likdedir.
3– Kays bin Hâris rivâyet eder: Bir kişi
Mu’âviye bin Ebî Süfyândan “rad›yallahü anhüm”
bir mes’ele süâl etdi. Mu’âviye “rad›yallahü
teâlâ anh” dedi ki; Var [git] hazret-i Alîden
süâl et ki, o benden iyi bilir. O kişi dedi ki,
ben bu mes’elede senin ce- vâb›n› isterim. Senin
vereceğin cevâb› Alînin cevâb›ndan çok severim.
Mu’âviye “rad›yallahü teâlâ anh” dedi ki: Sen
yalan söyledin. Sen kötü kişisin. Muhakkak sen,
Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin ilmde mu’azzez ve mü- kerrem
tutduğu kimseden ikrâh etdin. Buyurdu ki: (Yâ
Alî, Sen
benim yanımda, Hârûnun Mûsâ “aleyhimesselâm”
yanında ol- duğu gibisin. Benden sonra Peygamber
gelmez.) Çok
gördüm ki, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” onun ile
meşveret ederdi. Eğer bir mes’elede müşkili olsa
idi, Alî burada mıdır, der idi. Mu’âviye
“radıyallahü anh” o kişiye dedi ki, kalk, Allahü
tebâ- reke ve teâlâ ayaklarına kuvvet vermesin.
O kişinin adını ken- di divânından sildi.
4– Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” buyurdu
ki, bir vakt Mu’âviye “radıyallahü anh” bir
hâcetinden dolayı benim yanıma gelmiş idi.
Alîden “radıyallahü anh” bahs etdi. Ben de- dim,
üç haslet Alî de vardır ki, eğer o üçden birisi
bende olsay- dı, bana dünyâdan ve içindekilerden
sevgili gelirdi. İşitdim ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyur- du, (Her
kim ki ben onun velîsiyim. Alî de onun
velîsidir.) [Be-
ni seven Alîyi de sever.] Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim
ki, Hayber günü buyurdu: (Ya-
rın ben bayrağı bir kimseye vereyim ki, Allahü
teâlâ ve Resûlü onu severler. Ve o da Allahı ve
Resûlünü sever.) Alemi
[bayra- ğı, sancağı] Alîye verdi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden işitdim ki, buyurdu: (Yâ
Alî! Sen be- nimle; Hârûnun Mûsâ
“aleyhimesselâm” ile olduğu gibisin.)
5– Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh”,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden rivâyet etmiş- dir. Buyurdular
ki: (O beni mi’râca iletdikleri gece, göklerde
hi- câblardan geçdim. Hicâbların arasından bir
nidâ edici nidâ etdi ki, (Yâ Muhammed! Senin
baban İbrâhîm ne güzel babadır. Alî bin Ebî
Tâlib ne güzel kardeşdir. Ona hayr ile vasıyyet
eyle.)) Hasen-i Basrî, Enes bin Mâlikden
“radıyallahü teâlâ anh” rivâ- yet eyler.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazret- leri buyurdu ki: (Üç
kimse vardır ki, Cennet onlara müştakdır. Alî
bin Ebî Tâlib, Ammâr bin Yâser, Selmân-ı Fârisî
“radıyal- lahü teâlâ anhüm”).
6– Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” buyurdu
ki: Bir gün hazret-i Mu’âviye bana dedi ki,
Alîyi sever misin. Ben onu nice sevmiyeyim ki,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem”
hazretleri hazret-i Alîye buyurdu ki: (Yâ
Alî! Sen bana, Hârûnun Mûsâya “aleyhimesselâm”
yakınlığı gibisin!) Bedr
gününde onu gördüm. Muhârebeden dışarıya geldi.
Karnından bir ses gelir ve bir beyt okurdu. O
cengden, kılıncı küffâr kanı ile boyanmayınca
dönmedi.
7– Âmileyn Şerhabîl Şâbî der ki; Alî Mürtedâ
“kerremalla- hü vecheh” hazretleri, Cemel
vak’ası günü, Zeyd bin Serhânı gördü. Zeyd
düşmüş, kan içinde yuvarlanır. Hazret-i Alî
“radı- yallahü teâlâ anh” başı yanında durdu.
Buyurdu ki: Yâ Zeyd! Allahü teâlâ hazretleri
sana rahmet etsin. Ben seni güvenilir [emânete
sâhib çıkıcı] ve iyi işli bilirdim. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
sana Cennet ile müjde vermiş- dir. Zeyd, kan
arasından elini kaldırıp, dedi ki: Yâ Emîr-el
mü’minîn! Sana da müjde olsun Cennet ile ki,
Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
müjde vermişdir. Bu cengde se- nin ile
bulunmadım ki, ceng edeyim ve safları birbirine
vurayım ve hasmları helâk edeyim. Fekat bunları
halka riyâ ve süm’adan (riyâkârlık) ötürü veyâ
dünyâ tamâ’ından ötürü yapmıyayım. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyur- du ki: (İmâm-ı
Alî iyilerdendir. Bâgîleri [isyân
edenleri] öldü-
rür. Ona yardım eden iyi şeylere kavuşur. Ona
yardım etmiyen iyi şeylerden uzak kalır, mahrûm
kalır.) Bunu
işitdim, sevdim ki, gazâlarda senin ile olayım.
Senin dostlarından [yârlarından] olayım. Bunları
dedi ve rûhunu teslîm etdi “radıyallahü teâlâ
anh”.
8– Amr bin el Cûmî rivâyet eder. Ben
Resûlullahın “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve
sellem” huzûrunda oturmuş idim. Buyurdu ki, (Yâ
Amr!). (Lebbeyk yâ Resûlallah!) dedim.
Buyurdu; (İs-
ter misin ki, Cennetin direğini sana
göstereyim.) Dedim,
isterim yâ Resûlallah! O sırada Alî bin Ebî
Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” oradan geçdi.
Buyurdu: (Bu
kişi ve bunun ehli Cennetin direğidirler.) Yine
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü anhümâ”
hazretlerinin rivâyeti ile Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdu ki: (Alî
bedende baş menzilesinde- dir.)
9– Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet
eder. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu ki: (Beni
mi’râca iletdikleri o gecede, Cebrâîl
aleyhisselâm benim elimi tutdu. Beni Cennet
derecelerinden bir müzeyyen derece-
de oturtdu. Orada bir ayva benim önüme koydu.
Ben aldım, kokladım. Elimde döndürürken, iki
bölük oldu. Bir hûrî ondan dışarı geldi ki,
ondan güzel hûrî görmedim.) Dedi
ki: (Esselâmü aleyke yâ Muhammed!) Ben cevâb
verdim ve dedim, (Sen kim- sin). Benim ismim
(Râdiyye-i Merdıyye)dir. Allahü teâlâ haz-
retleri, beni üç şeyden yaratmışdır. Yukarı
kısmımı anberden, orta kısmımı kâfurdan, aşağı
kısmımı miskden. Beni âb-ı hayât ile yoğurdu.
Ondan sonra, Hüdâvend-i Cebbâr ve Hâlık-i per-
verdigâr bana (Ol!) dedi; oldum. Allahü teâlâ ve
tekaddes haz- retleri beni, kardeşin hazret-i
Alî ibni Ebî Tâlib için “radıyalla- hü anh”
yaratmışdır. Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ
anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Her
kim benden ayrıldı. Allahü teâlâ- dan ayrıldı.
Yâ Alî! Her kim senden ayrıldı. Benden ayrıldı.) Hazret-i
Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
eder. Server-i kâinât “aleyhi efdalüs salevât”
hazretleri buyurdular ki: (Alî
bin Ebî Tâlibi zikr etmek [anmak] ibâdetdir.) Hazret-i
Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” dedi
ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem”, ([Allahü
teâlâ] Cennet
kapı- sı üzerine, (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün
Resûlullah Aliyyün Nâsır-ü Resûlillah)
yazmışdır!) buyurmuşdur.
Allahü Sübhâne- hü ve teâlâ hazretleri gökleri
ve yerleri halk etmeden ikibin se- ne önce
yazmışdır.
10– Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri buyurur: Habîb-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retlerinin
huzûrunda idim. Hazret-i Alî “kerremallahü
vecheh” hakkında süâl olundukda, (Hikmeti
on cüze taksîm etdiler. Do- kuz cüzünü Alî bin
Ebî Tâlibe verdiler. Bir cüzünü sâir (diğer) insanlara
verdiler!) buyurdular.
11– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ
anhümâ” haz- retleri bildiriyor. Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri
bir gün dışarı çıkdı. Alînin elini kendi mubârek
eli ile tutduğu hâlde, buyurdu ki: (Âgâh
olun [uyanık
olun].
Her kim, buna buğz eder. Muhakkak Allahü teâlâ
hazretlerine ve Resûlüne buğz etmiş olur. Her
kim buna muhabbet eder. Muhakkak Allahü teâlâ
hazretlerine ve Resûlüne muhabbet etmiş olur.)
12– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ
anhümâ” rivâ- yet eder. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri buyurdu ki: (Her
kim hilmde İbrâhîm aleyhisselâma, hik- metde Nûh
aleyhissalâtü vesselâma, çekdiği sıkıntılarda
Yûsüf aleyhisselâma bakmak isterse; Alî bin Ebî
Tâlibe baksın.) Enes
bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin hu- zûr-ı
şerîflerinde oturmuş idik. O sırada hazret-i Alî
“kerre- mallahü teâlâ vecheh” geldi. Meclisin
ardında oturdu. Resûlul- lah hazretleri onu
çağırdı. Hattâ önüne oturdu. Buyurdu ki: (Yâ
Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri seni
dört haslet ile benim üzerime mükerrem ve
müfeddâl [sâirlerinden ziyâde meziyyetli] kıldı.
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hemen dizleri
üzerine gelip, başını toprağa koyup, dedi ki,
babam, anam sa- na fedâ olsun, yâ Resûlallah!
Kölenin efendi üzerine fadlı olur mu? Buyurdular
ki: (Yâ
Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazret- leri bir
kula ikrâm etmek isterse, gözlerin görmediği,
kulakla- rın işitmediği ve bir beşerin hâtırına
gelmiyen şeyi verir!) Enes
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, biz dedik, yâ
Resûlallah! Bize onu beyân buyur, bilelim.
Buyurdular ki: (Allahü
teâlâ ve te- kaddes hazretleri, ona Fâtıma gibi
bir zevce nasîb etdi. Ben na- sîb olunmadım.
Hasen ve Hüseyn gibi oğullar nasîb etdi. Ben
nasîb olunmadım. Bir kayın ata ona nasîb olundu.
Bana olun- madı.)
13– Sa’îd bin Cübeyr, Abdüllah bin Abbâs
“radıyallahü teâ- lâ anhüm” hazretlerinin elini
tutup, gidiyordu. Zemzem kuyu- suna geldiler.
Orada ise bir kavm oturmuşdu. Hazret-i Alîye
“kerremallahü vecheh” şetm ederlerdi. [Ya’nî onu
kötülüyor- lardı.] İbni Abbâs hazretleri buyurdu
ki, beni dönderin. Onlar- dan yana geri
döndürdüler. [Onların yanına vardılar.] Varıp,
orada durdu ve buyurdu ki, Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretle- rine ve Resûlüne yaramaz sözler
söyliyen kimdir. Dediler ki: Bizim aramızda
kimse Allahü teâlâ hazretlerine yaramaz söyle-
mez. Ve bizim aramızda hazret-i Resûle hiç kimse
yaramaz söy- lemez. Buyurdu ki, Alî bin Ebî
Tâlibe yaramaz söyleyen ve şetm eden, var mıdır.
Dediler, evet vardır. Buyurdu ki: İşitin, ben
şehâdet ederim ki, bu kulağım ile işitdim;
Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden, buyurdu ki: (Her
kim Alîye seb’ eder, muhakkak bana seb’ ederler.
Her kim ba- na seb’ eder, muhakkak Allahü teâlâ
ve tekaddes hazretlerine seb’ eder. Her kim
Allahü teâlâ hazretlerine seb’ eder, Allahü
teâlâ ve tekaddes anı yüz üzerine Cehenneme
atar.)
14– Atıyye-tül Ufî der ki: Câbir bin Abdüllahın
“radıyalla- hü teâlâ anh” huzûruna geldik. Pîr
olmuş [ihtiyârlamış] ve kaş- ları gözlerini
örtmüş idi. Ona, Alî “radıyallahü teâlâ anh”
haz- retlerinin muhabbetinden sorduk. Başını
kaldırıp, şöyle söyle- di. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin zemân-ı şerîflerinde bir kimsenin
münâfık olduğunu Alîye buğz etmesi ve düşman
tutması ile anlardık.
15– Şa’bî “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” Alî
“kerremallahü vecheh” hazretlerini gördü ve
buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sel- lem” hazretlerinin huzûrunda, makâm
cihetinden en üstününe ve yakınlık cihetinden en
yakınına ve kana’at cihetiyle agniyâ- sına
[zenginine] bakarak mesrûr olmak isteyen, Alî
bin Ebî Tâ- lib hazretlerine “radıyallahü teâlâ
anh” baksın.
16– Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ”
buyurdular ki, yâ Resûlallah! Senden sonra
halkın hayrlısı kimdir, dedim. Bu- yurdular ki: (Ebû
Bekr-i Sıddîkdır.) Dedim,
ondan sonra, bu- yurdular ki: (Ömerdir).
Ondan sonra kimdir. Buyurdular ki: (Osmândır.)
Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” dedi
ki, (Yâ Re- sûlallah! Alî hakkında hiçbir nesne
söylemediniz.) Buyurdular ki: (Yâ
cânım kızım! Alî benim nefsim demekdir. Hiç
kimse gördün mü ki, kendini beğensin veyâ kendi
hakkında bir şey söylesin!)
17– Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseyn, ceddi Alî bin
Ebî Tâlib- den rivâyet eder. Alî “kerremallahü
vecheh” hazretleri buyur- du ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
bana, ilmden bin bâb ta’lîm etdi. Her bâbdan da
bin şeklini ta’lîm etdi [öğretdi].
18– Abdüllah el-Kindî rivâyet eder. Mu’âviye bin
Ebî Süf- yân hac yapdı ve geldi. Cemâ’at
ortasında oturdu. Abdüllah bin Abbâs ve Abdüllah
bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhüm” haz-
retlerinin huzûrlarında Mu’âviye “radıyallahü
teâlâ anh” elini, Abdüllah bin Abbâsın
“radıyallahü teâlâ anhümâ” dizi üzerine koyup,
dedi ki, ben Senin amca oğlundan hilâfete dahâ
lâyıkım. Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ
anhümâ” hazretleri bu- yurdu; niçin. Dedi ki,
ondan dolayı ki, ben o halîfenin amcazâ- desiyim
ki, onu zulm ile katl etdiler. Ya’nî o Osmân bin
Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir.
Abdüllah dedi ki: O hilâ- fete senden şu sebeb
ile dahâ lâyıkdır ki, Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinin yakınlığı senin amcazâden
yakınlığından ile- ridir. Hazret-i Mu’âviye bunu
işitdi ve susdu. Yüzünü Sa’d bin Ebî Vakkâs
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine döndürdü.
Dedi ki: yâ Sa’d! Sen hakkı bâtıldan ayırmaz
mısın! Bizim lehi- mize veyâ aleyhimize olur
musun. Sa’d dedi ki: Zulmet yeri kapladığı vakt,
sabr edemem. Tâ âlem rûşen olsun, gideyim.
Hazret-i Mu’âviye dedi, vallahi ben Kur’ân-ı
azîm-üş-şânı oku- dum. Onda bir şey bulmadım.
Sa’d dedi: Sen bu sözü kabûl eder misin. Ben
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden işitdim, Alî bin Ebî Tâlibe
buyurdu ki: (Yâ
Alî! Sen hak ilesin. Hak senin iledir.) Hazret-i
Mu’âviye dedi ki: Bir kimse getir ki, bunu senin
ile işitmiş olsun. Sa’d dedi ki: Ümmü Seleme
işitmişdir. Râvî der ki; hazret-i Mu’âviye ve o
cemâ’at cümlesi kalkıp, Ümmü Selemenin
“radıyallahü teâlâ anhâ” hu- zûrlarına vardılar.
Dediler ki: Yâ Ümmül mü’minîn! Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden sizin rivâyeti- niz ile Sa’d bir
hadîs-i şerîf söyler. Ümmü Seleme dedi, ne söy-
ler. Der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” haz- retleri Alîye (Sen
hak ilesin, hak senin iledir,) buyurmuşdur.
Ümm-ü Seleme hazretleri, doğru söyler. Ben kendi
evimde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinden işitdim buyurdu. Hazret-i
Mu’âviye yüzünü döndürüp, hazret-i Sa’d ve sâir
Eshâb-ı güzîn hazretlerine bakıp, onlardan özr
di- leyip, eğer ben bu hadîs-i şerîfi önceden
işitmiş olaydım, dâimâ, Alî bin Ebî Tâlibin
hâdimi olurdum, buyurdu.
19– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ
anhümâ” rivâyet etdi. Habîb-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- ri buyurdular
ki: (Ben
ilmin terâzîsiyim. Alî o terâzînin kefele-
ridir. Hazret-i Hasen ve Hüseyn ipleridir.
Fâtıma alâkasıdır [ke-
felerin asıldığı demiridir] ve
benden sonra imâmlar o terâzinin
– 313 –
amûdîdir [düşey
demiridir]. O terâzî ile bizim
dostlarımızın amelini tartarlar.) Hazret-i
Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
eder. Hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdular ki: (Ben
ilmin şehriyim. Alî o şehrin kapısıdır. O
kapının halkası Mu’âviyedir.)
20– Hazret-i Mu’âz bin Cebel “radıyallahü anh”
rivâyet et- mişdir. Habîb-i Hudâ Resûl-i Müctebâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (Allahü
tebâreke ve teâlâ bir kavmi günâhlarından pâk
eder, saçları temâmen dökülen kimseler gibi ki,
bu kavmin evveli Alî bin Ebî Tâlibdir.)
21– Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü
vecheh” rivâ- yet eder. Hazret-i Habîb-i ekrem
“sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz
buyurdular ki: Hazret-i Mûsâ bin İmrân
“salavâtulla- hi aleyhi ve alâ nebiyyinâ” Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretle- rinden istedi ve
dedi, yâ Rabbî! Benim kardeşim Hârûn vefât etdi.
Sen onu afv et. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri vahy et- di ki, yâ Mûsâ! Eğer, önce
ve sonra gelenlerin afvını benden is- teseydin
kabûl ederdim. Hüseyn bin Alî bin Ebî Tâlibin
kâtili- ni, ya’nî Onu şehîd edeni afv
etmiyeceğim.
Yine hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh”
rivâyet eder. Habîb-i ekrem “sallallahü aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdu- lar ki: Mûsâ bin
İmrân “aleyhisselâm” Rabbinden istedi ki, Hü-
seyn bin Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin rûhunu ziyâ- ret etsin Onun
ziyâretine yetmişbin melek ile geldi. Abdüllah
bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet
eder. Resûl-i kâi- nât, aleyhi efdalüssalevât
hazretleri buyurdular ki: (Hak
teâlâ hazretleri benî İsrâîlden nebîlerine
su’izanları ve buğzları sebe- bi ile yağmuru
men’ buyurdu. Bu ümmetden Alî bin Ebî Tâlibe
adâvet etdikleri için de yağmuru men’ eder.)
22– Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet eder. Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazret- leri buyurdu ki: (Alî
bin Ebî Tâlibin bu ümmet üzerine hakkı, babanın
oğlu üzerine hakkı gibidir.)
23– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ
anhümâ” rivâ- yet eder. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri buyurdular
ki: (Hazret-i
Alî ibni Ebî Tâlibin muhabbeti,
– 314 –
günâhları yir, mahv eder. Nasıl ki ateş odunu
yiyip mahv etdi- ği gibi.)
24– Mu’az bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- du ki: (Alî
bin Ebî Tâlibin sevgisi, bir hasenedir ki, ya’nî
bir tâ’atdır ki, hiç bir seyyie, ya’nî hiçbir
ma’siyyet onunla zarar ve- remez. Buğz ve
adâveti bir seyyiedir ki, hiçbir hasene onunla
fâide veremez.) Selmân-ı
Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Benim
sırrımın sâhibi Alî bin Ebî Tâlibdir “ra-
dıyallahü teâlâ anh”.)
25– Abdüllah bin Ca’fer “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Benim,
Alî aslımdır. Ve Ca’fer fer’imdir. Yâ- hud
Ca’fer aslımdır; Alî fer’imdir) “radıyallahü
teâlâ anhümâ”.
26– Ümm-i Seleme “radıyallahü anhâ” rivâyet
eder. Habîb-i ekrem “aleyhissalâtü vesselâm”
buyurdular ki, (Alî
ve onun gü- rûhu [fırkası] kıyâmet
gününde necât buluculardır [kurtulanlar-
dır].)
27– Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet eder. Peygamberimiz “aleyhissalâtü
vesselâm” hazretleri buyurdu ki: (Alî
benim ilmimin kapısıdır. Âşikâre edicidir,
bildirmem lâzım gelen şeyleri ümmetime
açıklayıcıdır. Benden sonra, onu sev- mek
îmândandır. Ona buğz etmek nifâkdandır. Ona
nazar et- mek [bakmak] rahmetdendir.
Onun muhabbeti ibâdetdir.)
28– Ümm-ü Seleme “radıyallahü teâlâ anhâ”
rivâyet eder. Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri bu- yurdular ki, (Kur’ân-ı
azîm-üş-şân Alî iledir. Alî Kur’ân-ı azîm-
üş-şân iledir.) Ya’nî
hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” her ze- mân
Kur’ân-ı azîm-üş-şânın hükmü ve emri iledir.
Kur’ân-ı ke- rîm de onun imâmı ve yol
göstericisidir.
29– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
eder. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu- lar ki: (Patlıcan
yiyiniz ki, o bir ağaçdır. Ben onu Cennet-ül
Me’vâda gördüm. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin vah- dâniyyetine ve Benim
Peygamberliğime ve Alînin velîliğine şe-
hâdet etdi. Her kim patlıcanı, zarar niyyeti ile
yirse, zarar olur. Eğer şifâ niyyeti ile yirse,
şifâ olur.)
30– Huzeyfe tebni Yemân “radıyallahü anh”
rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki:
Eğer halk, Alîye emîr-ül mü’minin ismi ne zemân
ve- rildiğini bilseler idi, Alînin fazîletini
inkâr etmezlerdi. Hâlbuki Âdem aleyhissalâtü
vesselâm rûh ile beden arasında idi. Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki: Ben
sizin Rabbinizim, Muhammed Nebînizdir. O zemân
Alîye “radıyallahü teâlâ anh” emîr-ül mü’minîn
denildi.
31– Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: (Eğer
gökleri ve yerleri terâzînin bir kefesine koysa-
lar, Alînin îmânını diğer kefesine koysalar,
Alînin îmânı ağır gelir.)
32– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ
anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular
ki: (Eğer
cümle halk Alî bin Ebî Tâlibin muhabbe- ti
üzerine birleşseler idi, Allahü teâlâ ve
tekaddes Cehennemi yaratmazdı.)
33– (Eğer
Alî yaratılmasa idi, dünyâda Fâtımaya münâsib
kimse bulunmaz idi) buyuruldu.
34– Mu’âviye bin Hîdet “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet et- mişdir: Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki:
(Kalbinde Alî bin Ebî Tâlibin buğzu olduğu hâl-
de ölen kimse, ister yehûdî olsun, ister nasârâ
olsun, fark et- mez.)
35– Mu’âz bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet etmiş- dir: Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri bu- yurdular ki: (Alînin “radıyallahü
anh” yüzüne
nazar etmek [bakmak] ibâdetdir.)
36– Ebû Berze-tel Eslemî “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü
tebâreke ve teâlâ bana husûsî bir ahd verdi.
Bana nice kerre buyurdu ki, bu husûsî ahdimi
kabûl et-
din mi. Ben dedim, evet yâ Rabbî bu ahdi kabûl
etdim.) Ebû
Berze-i Eslemî der ki, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdu ki, (Dedim,
yâ Rabbel’âlemîn! Bu ahdini ki be- nim ile
etdin. Ve ben o ahdi senden kabûl etdim. Bana
söyle o ahd nedir. Allahü Sübhânehü ve teâlâ
bana vâsıtasız olarak bu- yurdu ki, o ahd odur
ki, sen bilesin, benden cümle halka diye- sin
ki, Alî hidâyeti göstericidir, doğru yolun
işâretidir. Mutî’le- rin ve muvahhidlerin
gözlerinin nûrudur. Müslimân ve mü’min- lerin
serverleridir. Ben bütün kullarıma benim
birliğimi ve tev- hîdimi lâzım kılmışım. Bütün
ümmetine senin risâletini tasdîk etmelerini
lâzım kılmışım. Bütün mü’minlere Alînin muhabbe-
tini ve meveddetini [sevmeği] lâzım
kılmışım. Her kim Alîyi dost tutar, Allahü
teâlâyı [beni] ve
Muhammedi [seni] dost
tut- muş olur. Muhakkak ki o kimse hakîkî dost
olur. Alîyi sevmi- yen de hakîkî düşmân olur.)
(İşâret): Zühd
ve vefâ ehli Alîdir. Sıdk ve safâ ehli Alîdir.
Cö- mert ve sehâ ehli Alîdir. Rıfk ve rızâ ehli
Alîdir. Mahrem-i rav- da-i asfiyâ Alîdir.
Mefhâr-ı fadl-ı a’lâ Alîdir. Mahrem-i fadl-ı
nu’mâ Alîdir. Kendi zemân-ı şerîfinde Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerinin mahlûkunun
kıdvesidir. Semere-i şecere-i dîn-i Hudâ-i teâlâ
Alîdir. Müstevcibül fedâil ve tefâdul ve meâsir
Alî- dir. Alî Mürtedâ “kerremallahü teâlâ
vecheh” hazretlerinin mu- bârek gönlü, kâfirler
ve mülhidler ve hâricîler üzerine, Cehen- nem
Mâlikinin Cehennem ehli üzerine gönlünden
şiddetli katı idi. Mubârek gönlü, dervişler ve
yetîmler ve Cennet ehli üzerine, Cennet
Rıdvânının gönlünden dahâ yumuşak idi. Alî
“radıyalla- hü teâlâ anh” hazretleri
behâdırlıkda, aslancasına mertlikde, kâ- firlere
ve mülhidlere çok şiddetli zehrden acı idi.
Civânmertlik- de, dervişlere bal ve şekerden
tatlı idi. Her vakt ki, hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hâmiyyet (iyilik
severlik) ve siyâsete gi- deydi, Cehennemin sam
yeli ve zakkûmu pişer ve ölürdü. Her vakt ki
şefkat ve kerâmetde gideydi, Cennetin Na’îm
nesimi pi- şer ve ölürdü. Her vakt ki Alî
“kerremallahü teâlâ vecheh” Zül- fikârı elinde
tutar idi, kâfirlerin ve mülhidlerin ve ehl-i
hevâların cânları tenlerinde muzdarib olurdu.
Her vakt ki akçe keselerini eline alıp, açdığı
zemân, fakîrlerin ve yetîmlerin cânları
tenlerin- de sâkin olurdu.
Yirmialtıncı Menâkıb: Rüknül-islâm
Ahmed Cürcânî “rahi-
mehullahü teâlâ” rivâyet eder. Yüzden fazla
Eshâb-ı güzîn “rıd- vânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” hazretlerinin rivâyeti ile işit- dim
ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdu- lar: (Alînin
bir kerre Amr bin Abdûdün karşısına çıkması, üm-
metimin kıyâmete dek ibâdetinden hayrlıdır.) Amr
bin Abdûd arabî idi, Kureyşî idi. Mudar bin
Nizâr evlâdından idi. Fekat Âd kavminin
kuvvetinde idi. Ömründe hiçbir cengden yenilerek
dönmemiş idi. Yalnız Bedr cenginde yaralanıp
düşmüş idi. Ya- rası iyi oldu. Tekrâr Hendek
cengine geldi. Onun gelmesinden müslimânlara
korku hâsıl oldu. O vâkı’ada yirmibir gün ok ve
kılınç ile ve mızrak ile ve taş ile ceng oldu.
Yirmiikinci gününde ceng ve cidâl iyice
şiddetlendi. Amr bin Abdûd, Hendek kenâ- rına
gelip, meydâna er istedi. Müslimânlardan
karşılık veren ol- madı. Bir dahâ istedi. Kimse
varmadı. Yedi kerre da’vet etdi. Yedincide,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
efen- dimiz hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerini çağır- dı ve huzûrlarına
oturtdu. Buyurdu ki, (Yâ
Alî! Benim atıma bin. Zülfikârı al. Amr bin
Abdûdün önüne mertçe var. Onun uzun boylu
oluşundan ve heybetinden üzülüp, endîşe etme ki,
ben Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes
hazretlerinden, düâ ederim ki, sana nusret edip
ve senin elin ile müslimânlardan şe- rîri def’
eder.) Alî
“radıyallahü teâlâ anh” düldüle binip, Zülfi-
kârı kuşandı. O aslan ki, avını gözleyip, gider
gibi, Amr bin Ab- dûdün önüne vardı. Birbirini
gördüler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
buyurdu ki: Yâ Amr, işitdim ki, sen Kâ’be kar-
şısında ahd etmişsin ki, Kureyşden bir kimse
senden iki hâcet is- tedikde, o isteklerden
birini yerine getirecekmişsin. Evet yâ Alî. Ben
bu ahdi etdim. Hazret-i Alî buyurdu: Yâ Amr!
Şimdi sen bilirsin ki, ben Kureyşdenim. Senden
iki hâcet isterim. Eğer iki- sini de kabûl etmez
isen, bâri birisini kabûl et! Evvelâ senden is-
terim ki, bu sâatde, Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerinin vah- dâniyyetini ve Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin risâletini ikrâr edesin. Dedi ki;
Bunu kabûl et- mem. Başka ne istersin. Buyurdu
ki: Onu isterim ki, bu sâatde, bu iki kuvveti
birbirine koyasın, sen Mekke-i Mükerremeye dö-
nesin. Bunu kabûl etdim. Ammâ, Ebû Bekr ve Ömer
ve Osmâ- nın başlarını keserim. Hazret-i Alî
“radıyallahü anh” buyurdu ki, Ey sefîh! Benim
başımı kesmeyince onların başını nasıl ke-
sersin. Ey Alî, sen gençsin. Henüz dünyâyı
görmemişsin. İste-
mem ki, senin başını keseyim. Hazret-i Murtedâ
buyurdu ki: Ben isterim ki, Allahü Sübhânehü ve
teâlâ hazretlerinin tevfîki ile, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin düâsı ile senin başını keseyim. Bu
sözden Amr harâretlendi. Hemen atından inip,
atını bırakdı. Hazret-i Alîye doğru yürüdü.
Hazret-i Alî de “kerremallahü vecheh” atından
inip, yaya oldu. Birbirine hamle edip,
dolaşdılar. Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri, fırsatı bulup ceng arasında
Zülfikârı ile bir darbe vu- rup, uyluğunu
dibinden ayırıp, düşürdü. Hazret-i Alî, Amrın
bacağını teninden ayırıp, yüzünü ondan döndürüp,
uzaklaşır- ken, Amr, kendi kesilmiş bacağını
eline alıp, hazret-i Alînin ar- dınca atdı. Öyle
bir atdı ki, eğer hazret-i Alî, onun önünden
sap- masa idi, o ayak parçası ile helâk olurdu.
Hazret-i Alî “radıyal- lahü teâlâ anh” tekrâr
dönüp, Amr bin Abdüdün başını kesdi. O sırada
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
efendi- miz hazretleri tekbîr alıp, buyurdu ki; (Alînin
Amr bin Abdûd ile bir kerre karşılaşması,
ümmetimin kıyâmete kadar olan ibâ- detlerinden
hayrlıdır.)
Yirmiyedinci Menâkıb: Resûl-i
ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin, hazret-i Alîye
“radıyallahü teâlâ anh” vasıyyetleri
beyânındadır.
1– Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh”
rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: (Yâ
Alî! Sana beş yüz koyun vermemi mi, yoksa dînin
ve dünyân kurtuluşuna sebeb olacak beş kelime
ta’lîm etmemi mi sevgili tutarsın!) Ben
dedim; kelimeleri isterim. Bir düâ öğ- retdiler. (Allahım!
Benim günâhımı afv eyle! Hulkumü geniş eyle!
Kesbimi [kazancımı] temiz
kıl. Bana nasîb etdiğin şey’e kana’at edici
eyle. Beğenmediğin şeye nefsimi meyl etdirme.) Sonra
Resûlullah buyurdu ki: (Yâ
Alî! Sonu üzüntü ve ağlamak olmıyan hiçbir
sevinç ve neş’e yokdur.)
2– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
eyler ki, Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdu- lar: (Yâ
Alî! Sen Kâ’be menzilesindesin! Bütün herkes
Kâ’be- ye varır. Kâ’be hiçbir yere varmaz. Eğer
bir kavm sana gelip, bu hilâfet emrini sana
teslîm ederlerse, onlardan kabûl eyle! Eğer
gelmezler ise, sen onlara varma.)
3– Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ”
rivâyet eyledi. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ
Alî! Sen ehl-i Cennetsin. Yakın zemânda bir kavm
gelir ki, onların lakabları olur. Onlara râfizî
derler. Eğer sen onlara yetişirsen onları öldür
ki, müşriklerdir. Ne Cum’a bi- lirler, ne
cemâ’at bilirler! Ebû Bekr ve Ömeri seb’ ederler [kö-
tülerler].)
4– Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri rivâ- yet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri
buyurdu ki: (Yâ
Alî! Süâl etdim Allahü teâlâ hazretlerin- den
ki, seni hilâfetde öne alsın. Üç kerre istedim.
Allahü teâlâ ve tekaddes kabûl etmedi. Ebû Bekri
öne aldı.)
5– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ”
hazret- leri rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdu ki: (Yâ
Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazret- leri
Fâtımayı sana tezvîc etdi. Ve ona yeri sıdâk [yeryüzünü
mehr] kıldı.
Her kim yeryüzünde sana buğz edici olduğu hâlde
yürürse, bu yürümesi harâmdır.)
6– Ammâr bin Yâser “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet etmiş- dir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yâ
Alî! Allahü teâlâ hazretleri seni bir zînet ile
zînetlendirdi ki, dünyâyı terk etmek olan ve
kendisine sevgili olan zühd ile zî- netledi.
Öyle takdîr etdi ki dünyâdan birşeye nâil
olmıyasın!)
7– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
eder. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdular ki: (Yâ
Alî! Yalnız Rabbinden ümîd edici ol! Günâhından
başka birşeyden korkma! Birşey sorduklarında
bilmez isen, Allahü teâlâ bilir demekden ar
etme.)
8– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
etmişdir. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdu- lar ki: (Yâ
Alî! Cimri ve bahîl olma. Yüzünü güler tutasın [gü-
leryüzlü olasın].
Kerîm ve ikrâm edici olasın ki, mü’min yumu- şak
yüzlü ve cömert olur. Münâfık kaba ve cimri
olur. Benim ümmetimin cömertlerinin günâhları,
güneşde buzun eridiği gibi erir.)
9– Ebû Mûsâ “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
etmişdir. Re-
sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu- lar ki: (Yâ
Alî! Ben kendim için râzı olduğum şeylere, senin
için de râzı olurum. Kendim için kerîh gördüğüm
nesneyi, se- nin için de kerîh görürüm. Kur’ân-ı
azîm-üş-şânı cünüb oldu- ğun hâlde okuma. Rükû’
ve secdede Kur’ân-ı kerîmi okumıya- sın.
Saçlarını başın üstünde topladığın hâlde nemâz
kılmıya- sın.)
10– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
eder. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ
Alî! Gayretli ol ki, Allahü teâlâ gayretli olanı
sever. Sa- hî [cömert] ol
ki, Allahü teâlâ sahî [cömert] olanı
sever. Cesâ- retli ol ki, Allahü teâlâ ve
tekaddes şecâ’ati sever. Eğer bir kim- se senden
bir hâcet istese, onun hâcetini bitir. Eğer o
kimse o hâcete lâyık değil ise, sen hâcet
bitirmeğe lâyıksın!)
11– Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” hazretleri
rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: (Yâ
Alî! İnsanlar, Allahü teâlâ hazretlerine
yaklaşıyo- ruz diye çalışıp-kazandıkları zemân,
sen akl kesb eyle, tâ onla- ra sebkat edesin [onlardan
ileri geçesin.] Allahü
teâlâya dünyâ- da ve âhıretde yaklaşmak derece
ve kıymetinin onlardan önde olması için gayret
edesin.)
12– Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet
eder. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ
Alî! Baş ağrısı seni râhatsız edecek kadar
olursa, iki eli- ni başın üzerine koyup, sûre-i
Haşrın âhırini [sonunu] oku.
“Lev enzelnâ” âyet-i kerîmesinden sonuna kadar
oku.)
13– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet eder. Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (Yâ
Alî! Yalan söylemekden sakın. Eğer zan edersen
ki, o yalan seni kurtarır, yalan söyleme. Sana
doğru söylemek lâzım olsun. O doğru seni helâk
edecek bile olsa, doğru söyle.)
14– Hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh”
rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: (Yâ
Alî! Beş kelime ki, Cebrâîl bana ta’lîm
etmişdir. Onları sana ta’lîm etmemi mi seversin.
Yoksa emr edeyim sana
beş keçi versinler, bunu mu seversin!) Hazret-i
Alî dedi, (Yâ Resûlallah! Ben o beş kelimeyi
severim.) Buyurdular ki: (Ey
mahlûklara rızk veren! Ey fakîrlere rahmet eden!
Ey zor du- rumda olanları kabûl eden! Ey
mü’minlerin Velîsi! Ey rahmet edenlerin en
rahîmi! Bana rahmet et, acı.)
15– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
eder. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdular ki: (Yâ
Alî! Perşembe gününde bıyığını kırk ve tırnağını
kes. Koltuğunu yol, kasığını traş eyle. Cum’a
günü temiz elbise giy! Güzel koku isti’mâl eyle [sürün,
kullan].)
16– Nizâmüddîn Abdül’vâhid ibni el Fadl
el-Fermâdî, ceddi Ebül Kâsım Gürgânîden isnâd
ile, o da Mûsâ Kâzım bin Ca’fer Sâdık bin
Muhammed Bâkır bin Alî Zeynel’âbidîn bin Hüseyn
bin Alî bin Ebî Tâlibden “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet etmiş- dir. Hazret-i Resûl-i ekrem ve
nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdular ki, (Yâ
Alî! Mer- cimek yemeğine devâm et ki, yetmiş
Nebî mercimek yidiler ve ona bereket ile düâ
etdiler. Sonuncuları Îsâ bin Meryemdir “alâ
Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”.)
Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
şânlarını anlatan haberler hakkındadır.
1– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyur- dular ki: (Beni
mi’râca çıkardıkları o gece gördüm. Arşın aya-
ğında yazılmış, ben birim, benden başka ilâh
yokdur. Adn Cen- netini ben yaratdım.
Yaratdıklarımdan Resûlüm Muhammedi seçdim. Onu
Alî ile kuvvetlendirip, yardım etdim.)
2– Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet eder. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu- lar ki: (Kıyâmet
günü olunca; Arşın sağında benim için kırmızı
yâkutdan bir kubbe kurarlar. Arşın solunda
İbrâhîm halîlullah için yâkutdan bir kubbe
kurarlar. Bir kubbe de Alî için benim ile
İbrâhîm arasında beyâz inciden kurarlar. Siz iki
Halîlin ara- sında olan Habîbi ne zan
ediyorsunuz.)
3– Bilâl-i Habeşî “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem”, mubârek yüzü
bedr olan aydan nûrlu olduğu hâlde bizim
üzerimize çıkageldi. Abdürrahmân bin Avf
“radıyallahü teâlâ anh” karşılayıp, dedi ki,
babam ve anam sana fedâ olsun; yâ Resûlallah, bu
ne nûr- dur. Buyurdular ki: (Rabbimden
azze ve celle müjde geldi, kar- deşim ve
amcamoğlu ve kızımın zevci Alî “radıyallahü
teâlâ an- hümâ” hakkında ki, Allahü tebâreke ve
teâlâ o vakt ki, Fâtıma- yı Alîye tezvîc eyledi.
Cennet hâzini Rıdvâna emr eyledi ki, Tû- bâ
ağacını sallaya. Rıdvân da salladı. Tûbâ
ağacından, bizim dostlarımızın adedince
hüccetler saçıldı. Allahü teâlâ ve tekad- des
nûrdan melekler yaratdı. Her meleğe o
hüccetlerden bir hüccet verdi. O hüccetlerde
yazılmışdır ki, Mustafânın ve ehl-i beytinin
muhib ve muhlîsleri Cehennemden azâd olmuşdur.)
4– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ”
Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden rivâyet etmişdir. Buyurdular ki, (Kıyâmet
günü olunca, bütün Peygam- berleri “alâ
nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” bir
yere top- larlar. Bir nidâ edici arş altından
nidâ eder, yâ Enbiyâ cemâ’ati. Sizi sevenleriniz
ile iftihâr edin. Ben Cihâr-ı yârim ile iftihâr
ederim.)
5– (O
kimseler ki, îmân getirdiler ve sâlih amel
işlediler. Ya- kın zemânda Allahü rahmân onlara
kendi dostluğunu, muhab- betini verir.) âyet-i
kerîmesinin tefsîrinde, Abdüllah ibni Abbâs
“radıyallahü anhümâ” buyurdu ki; ya’nî Allahü
teâlâ onları dost tutar ve onları dost kılar ki,
onları yer ve gök ehline sevdi- rir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü
Sübhânehü ve teâlâ bir kulunu severse, Cebrâîl
aley- hisselâma buyurur ki, filân kimseyi dost
tutdum. Siz de dost tu- tun. Cebrâîl ve melekler
de dost tutarlar.) Onlardan
yine bir ni- dâ edici gökden nidâ eder ki,
Allahü tebâreke ve teâlâ filân kimseyi dost
tutdu. Siz de ey yer ehli onu dost tutunuz.
Hepsi dost tutup, severler. Onun muhabbetini yer
halkının da kalbine salar. Bütün yer ehli de
muhabbet ederler. Abdüllah ibni Ab- bâs
“radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurur ki, âyet-i
kerîmede, (vüdd) lafzından murâd, Alî bin Ebî
Tâlibin “radıyallahü teâlâ anh” muhabbetidir ki,
onu mü’minlerin kalbinde tatlı etmişdir.
6– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” haber
vermişdir. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” huzûr-ı şerîfin-
de oturmuşduk. Ensârdan, Ebû Ukayl demekle
ma’rûf bir kişi kalkıp, dedi ki: Yâ Resûlallah!
Senden sonra nâsın hayrlısı kim- dir. Buyurdu
ki: (Ebû
Bekr-i Sıddîkdır). Ondan sonra kimdir.
Buyurdu ki: (Ömer-ül
Fârûkdur). Ondan sonra kimdir, dedi. Buyurdu
ki: (Osmân
bin Affândır). Ondan sonra kimdir, dedi.
Buyurdu ki: (Alî
bin Ebî Tâlibdir). O dedi ki: Neden amcan
oğ- lu Alîyi sonraya bırakdın, dördüncü etdin.
Hâlbuki o senin kar- deşindir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri
buyurdular: (Vay
sana yâ Ebâ Ukayl. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri yüzyirmidörtbin (den
ziyâde) Nebîyi
halk etdi. İnsanlara gönderdi. Beni cümlesinin
sonu kıldığını bilmiyor musun!) Ebû
Ukayl dedi ki: (Evet yâ Resûlallah!). Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benim
Peygam- berlerin sonuncusu olmamın ne zararı
oldu ki, halîfelerin dör- düncüsü olmasının
Alîye de zararı olsun! Yâ Ebâ Ukayl! Mu- hakkak
Allahü teâlâ ve tekaddes bana; Âdem
aleyhisselâmın yaratıldığı vaktden kıyâmete dek
îmân getiren kimselerin sevâ- bını bağışladı.
Ebû Bekre de benim bâis olduğum vaktden [Pey-
gamberliğim bildirildiği vaktden] kıyâmete
kadar gelen ve Ebû Bekri seven mü’minlerin
sevâblarını bağışladı. Alî bin Ebî Tâ- libe de,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine Şarkdan
garba ibâdet edenlerin sevâbını bağışladı.)
7– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet eder. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu- lar ki: (Biz
kıyâmetde dört atlı [süvâri] oluruz
ve halk aç ve su- suz ve çıplak olurlar. Ben
kendi bineğim [atım] Burak
üzerinde olurum. Sâlih Nebî “aleyhisselâm”
Nâkatullah [devesi] üzerine
biner. Fâtıma benim asbâ adlı devem üzerine
biner. Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh”
Cennet develerinden bir deve üzerine biner ki,
bâtını Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin
havfından ve zâhiri Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerinin rah- metinden olur. Başı üzerine
tâc koyarlar ki, sekiz rüknü olur. Onun
rûşenliği sekiz Cennetden olur. O kıyâmetde
benim önümde nidâ eder ki, (Lâ ilâhe illallah.
Muhammedün Resûlul- lah). Melekler önünden
geçerken, bu bir mukarreb melekdir, derler.
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin
cenâbından bir nidâ gelir ki: Yâ Ehl-e mevkıf. [Ey
mahşer halkı.] Bu
mukarreb melek veyâ Peygamber değil, Alî bin Ebî
Tâlibdir.) Arş
önüne
– 324 –
gelir ve der ki: Yâ Rabbî; her kim beni sever,
muhabbet eder, senin zâtına muhabbet eder,
sever. Sonra mahşer meydânında bir nidâ edici
der ki, Ebû Bekr ve Ömerin sevenleri, sonra Alî-
ye tâbi’ olanlar nerededir. Bunlar Râbi’a ve
Mudar kabîleleri adedincedir.
8– Hazret-i Hasen bin Alî “radıyallahü teâlâ
anhümâ” haber verir ki, babam mescidden döndü
[çıkdı]. Ebû Bekr “radıyalla- hü teâlâ anh”
hazretlerinin yüzüne bakdı. Ebû Bekr de baba-
mın yüzüne bakdı. Dedi ki: Yâ Ebâ Bekr! Ne olmuş
bana ki, sen bana böyle uzun nazar edersin. O
buyurdu ki, evet ondan dolayı nazar ederim
[bakarım] ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim,
buyurdu ki, (Kıyâmet
günü, sırat üzerinden, Alî bin Ebî Tâlibin,
eline buyruk verme- diği kimseler geçemez!) Sonra
babam da dedi ki: (Yâ Ebâ Bekr! Sen bana müjde
verdin. Ben de sana müjde vereyim mi.) (Evet
ver) dedi. Yâ Ebâ Bekr! Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana
kavminden gizlide [tenhâda] vasıyyet buyurdular
ki, (Yâ
Alî! Kıyâmet günü sırat üzerinde, Ebû Bekri ve
Ömeri ve Osmân hazretlerini sâdık olarak sevmi-
yenlerin eline sıratı geçmeleri için ruhsat
verme “radıyallahü
teâlâ anhüm”.) Yâ
Rabbî! Bizi bu dört halîfeyi sevenler ile haşr
et!
9– Câbir “radıyallahü teâlâ anh” der ki,
Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem”
Arafatda idi. Alî “radıyallahü teâlâ anh”
karşılarında idi. Buyurdu: (Yâ
Alî! Bana yakın ol. Tenini benim tenime değdir
ki, beni ve seni halk etdiler bir ağaçdan ki,
ben o ağacın aslıyım. Sen fer’isin. Hasen ve
Hüseyn o ağacın budaklarıdır [dallarıdır].
Her kim o ağaçdan bir dala yapışırsa, Allahü
teâlâ hazretleri o kimseyi Cennete dâhil kılar.
Yâ Alî! Eğer benim ümmetim sana buğz ederler
ise, Allahü teâlâ ve te- kaddes, azâb
meleklerine buyurur: Tâ onları burunları ve yüz-
leri üstüne çeke çeke Cehenneme iletirler.)
10– Berâ’ bin Âzib “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet eder. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri ile berâber idik.
Vedâ haccına geldik. Gadîr-i Hum dedikleri
menzile kon- duk. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri bana buyurdular ki, (Nidâ
et ve söyle, Essalâh! Essalâh!) Es-
– 325 –
hâb-ı güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” hepsi top- landılar. Buyurdular: (Ben
her mü’mine kendi nefsinden evlâ değil miyim.) Dediler
ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Buyurdular ki, (Benim
ezvâcım [hanımlarım] mü’minlerin
annesi değil midir.) Dediler
ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Sonra Alî
hazretlerinin elini tutup, buyurdular ki, (Bu
mevlâsıdır o kimsenin ki, ben onun mevlâsıyım.
Allahım, dost tut o kimseyi ki, bunu dost tutar. [Bunu
seveni sen de sev.] Düşman
tut o kimseyi ki, bunu düş- man tutar [Bunu
sevmiyeni sevme].)
11– Resûl aleyhisselâm buyurdular ki, (Kıyâmet
günü ben gelirim. Alî benim ile olur. Livâ-i
hamdi elinde tutar. Onun üze- rinde iki parça
olur. Biri sündüsden ve biri istebrakdan.) Bir
arâbî, huzûr-ı şerîflerinde ayak üzerine kalkıp,
dedi ki, babam ve anam sana fedâ olsun, yâ
Resûlallah! Hazret-i Alî kâdir olur mu [gücü
yeter mi] Livâ-i hamdi götürmeğe. Buyurdular ki, (Niçin
kâdir olmasın ki, ona üstün hasletler
verilmişdir. Onun sabrı benim gibidir. Hüsnü [güzelliği] hazret-i
Yûsüf aleyhisse- lâmın hüsnü gibidir. Kuvveti
hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmın kuvveti gibidir.
Livâ-i hamd elinde olur. Bütün mahlûklar kıyâ-
met günü benim livâm altında olur.)
12– Hayber gazâsından döndüler. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (Yâ
Alî! Eğer insanlar yanlış anlıyarak Îsâ
aleyhisselâma söyledikleri gibi söy-
lemiyeceklerini bilseydim, senin hakkında çok
sözler söyler- dim. O zemân insanlar ayağının
tozunu bereketlenmek için alır- lardı. Abdest
aldığın su ile istişfâ ederlerdi. Lâkin sana
kifâyet eder ki, sen bana Hârûn aleyhisselâmın
Mûsâ aleyhisselâma ya- kınlığı gibisin. Fekat bu
kadar var ki, benden sonra Peygamber gelmez.
Seni, benim sünnetim üzerine şehîd ederler. Sen
âhıret- de bendensin. Benim havzım üzerine
halîfem olursun. O Cen- net libâsı ile
libâslanan olursun. Benim ümmetimden evvel
Cennete girersin. Seni sevenler nûrdan minber
üzerinde olur- lar. Ve yüzleri beyâz ve nûrlu
olur. Onlara şefâ’at ederim. Ya- rın benim
komşum olurlar. Senin cemâ’atin benim cemâ’atim-
dir. Senin sulhün benim sulhümdür. Senin sırrın
benim sırrım- dır. Senin âşikârın benim
âşikârımdır. Evlâdın benim evlâdım- dır.) Hazret-i
Alî “kerremallahü vecheh” şükr secdesi edip, de-
di ki, Allahü teâlâ hazretlerine hamd olsun ki,
beni islâm ni’me-
– 326 –
ti ile ni’metlendirdi. Bana Kur’ân-ı
azîm-üş-şânı ta’lîm eyledi. Beni, mahlûkların en
üstünü ve Peygamberlerin sonuncusu ve
efendisine, fadlı ile, keremi ile sevdirdi.
Yirmidokuzuncu Menâkıb: Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu
ki: Ben, Ömer bin Hattâb ve Osmân-ı Zin- nûreyn,
hazret-i Âişenin “radıyallahü teâlâ anhâ” evine
Resû- lullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” ba’zı müşkillerimizi süâl edelim diye
geldik. Hücre-i şerîfenin kapısına erişdik. O
sı- rada, kapının önünde, bir ejderhâ durur idi.
O zemâna kadar öyle yaratılmış bir ejderhâ
görmemiş idik. Korkduk, geri dön- dük. Ben dedim
ki, buna Alî ibni Tâlibden başkası mukâvemet
edemez. Zîrâ o heybetli, mertdir. Hemen hazret-i
Ömer geriye bakıp, dedi ki: yâ Ebâ Bekr; işte
Alî bin Ebî Tâlib, geliyor. Ben dedim, yâ Alî!
Bu ejderhâyı görür müsün. Bizi hışmından geri
döndürdü. Hazret-i Alî ejderhâyı gördü. Yenini
açdı. İşâret et- di ki, gel yenime gir. Ejderhâ
da tevâzu’ ile başını yere koyup, gelip, yenine
girdi. Alî de yenini kapatdı. Resûl-i kâinât
aleyhi efdal-i salevât hazretlerinin huzûr-i
şerîflerine vardık. Buyurdu- lar: (Yâ Ebâ Bekr.
Alî ne yapdı). O sırada hazret-i Alî geldi. (Yâ
Ebel Hasen [Hasenin babası]. Nedir, yenindeki)
buyurdu. Dedi ki, yâ Resûlallah! Bir ejderhâdır
ki, Ebû Bekr, Ömer ve Osmâna karşı gelmiş.
Resûl-i kâinât efdalüt-tehıyyât hazretleri,
tebessüm edip, buyurdular. (Yâ Ebel Hasen! O
ejderhâ değil- dir. O bir melekdir ki, Allahü
teâlâ hazretlerine bir sehvi sebe- bi ile
ejderhâ sûretine değişdirildi. Kapıda, seni
görüp, şefâ’at istemek için durmuş idi. Ben
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretle- rinden
şefâ’at dileyeyim ki, o meleği evvelki
mertebesine getir- sin. Ne zemân ki, ben şefâ’at
etdim. Allahü teâlâ ve tekaddes benim şefâ’atimi
kabûl etdi. Şimdi, yenin ağzını aç.) Hazret-i
Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” yeninin
ağzını açdığı gibi, gördük, bir yeşil kuş çıkıp,
uçdu. Sadaka Muhammed, sa- daka Muhammed, diye
söylerdi.
Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i
Alî bin Ebî Tâlib “kerremalla- hü vecheh”
buyurdu ki, Resûl-i kâinât aleyhi
efdalüttehıyyât hazretlerinin huzûr-u
şerîflerine vardım. Mubârek ve münevver
yüzlerini neş’eli buldum. Selâm verdim, oturdum.
Dedim; yâ Resûlallah! Sizi şâd-ü hurrem
[neş’eli] gördüm. Eğer Allahü teâlâ
hazretlerinden sevindirici bir buyruk nâzil
olmuş ise haber
veriniz de, sizinle berâber sevinelim.
Buyurdular ki: (Yâ
Alî! Cebrâîl aleyhisselâm bana haber verdi ki,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Cennet-i
Adnı yaratdı. O Cennete kendi yed-i ile kırmızı
yâkutdan bir ağaç dikdi. Ona kökünü yere geçir,
dal- larını dışarı çıkar diye emr etdi. O ağaç
da köklerini yere geçi- rip, dışarı yediyüzbin
dal çıkardı. Her budak [dal] üzerinde
ye- diyüzbin kırmızı yâkutdan kasr [köşk],
her kasrda yediyüzbin oda, her odada bir kapu,
her kapuda bir taht, her taht üzerinde bin döşek
ve döşeğin kalınlığı bin arşın, her taht
üzerinde bir hûrî, onun karşısında kırkbin kul [hizmetci] ve
kırk bin câriye ve her oda ta’âmdan ve şerâbdan
ve elvândan, o şeyleri yaratdı ki, ne gözler
görmüş ve ne kulaklar işitmiş ve ne bir beşerin
hâ- tırına gelmiş olsun.) Sonra
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki, (Yâ
Alî! Bunlar sana ve se- ni ve evlâdını
sevenleredir. Her kim sana buğz ederse, muhak-
kak bana buğz etmişdir. Her kim bana buğz
ederse, benim şe- fâ’atime kavuşamaz.)
Otuzbirinci Menâkıb: Abdüllah
ibni Abbâs “radıyallahü an- hümâ” rivâyet
etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem”, Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü anhâ”
hazretlerini, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü anh”
hazretlerine nikâh etdi. Fâ- tıma-tüz-zehrâ dedi
ki, yâ Resûlallah! Beni tezvîc etdin bir fa- kîr
kimseye ki, hiçbir nesnesi yokdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular
ki, (Yâ
Fâtıma! Sen râzı ol- maz mısın ki, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri yer ehlinden iki
kimseyi seçdi. Biri babandır, biri zevcindir.)
Otuzikinci Menâkıb: Abdüllah
ibni Abbâs “radıyallahü teâ- lâ anhümâ”
buyurdular ki, bir gün Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bizim ile
ikindi nemâzını kıldı. Son- ra, mubârek arkasını
mihrâba dönüp, buyurdu: (Ey
insanlar! Ey muhâcir ve ensâr! Size Alî bin Ebî
Tâlibin fazîletlerinden haber vereyim mi?) Biz
evet, analarımızı ve babalarımızı fedâ ederiz,
dedik. Buyurdu ki: (Benim
habîbim Cebrâîl aleyhisse- lâm beni mi’râca
iletdiği gece, dördüncü gökde bir şahsı gör-
düm. Bir taht üzerinde oturmuş. Alî bin Ebî
Tâlibin şahsı gibi. Ben durdum ona bakdım.
Cebrâîl aleyhisselâm bana ne şey se- ni
durdurdu, dedi. Dedim ki: Yâ habîbim Cebrâîl! Bu
Alî bin Ebî Tâlibdir ki, benden önce gelip, bu
mekâna oturmuşdur.
Cebrâîl dedi ki: Bu hazret-i Alî değildir.
Velâkin, semâvâtın melekleri hazret-i Alînin
dîdârına ve ziyâretine meşgûl ve müş- tak
oldukları için, Allahü teâlâ hazret-i Alî
sûretinde bir melek halk etdi. Bu göklerin
melekleri bu melek önüne gelip, bunu zi- yâret
ederler. Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh”
hazret- lerine iştiyâklarından dolayı, bu melek
üzerine selâm verirler. Var ona yakın ol.
Üzerine selâm ver. Ben de yanına vardım. Onu
kucakladım. O da beni kucakladı. Ondan Alî bin
Ebî Tâ- libin “radıyallahü teâlâ anh” kokusunu
duydum.)
Otuzüçüncü Menâkıb: Hazret-i
Câbir bin Abdüllah “radı- yallahü teâlâ anh”
bildirmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinden, Alî bin Ebî
Tâlibin doğumun- dan soruldu. Buyurdu ki: Doğan
evlâdın iyiliğinden süâl ediniz. Allahü teâlâ ve
tekaddes hazretleri, Alî “kerremallahü vec- heh”
ile beni aynı nûrdan halk etdi. Her ikimiz bir
nûrdanız. Gökleri ref’ etmeden evvel ve yerleri
bast etmezden evvel, bizi halk etdi. Biz, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerinin huzûrun- da
tesbîh ederdik. Yok olmadan bir neslden bir
nesle intikâl et- dik. Tâ Abdülmuttalibe
erişdik. Sonra ben, Abdüllaha intikâl- den
sonra, Âminede vedî’a olundum. Hazret-i Alî, Ebû
Tâlibe intikâlden sonra, Fâtıma binti Esed
katına vedî’a olundu. Alla- hü Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri bizi pâk ve tâhir vücûda ge-
tirdi. Sonra hazret-i Alî Fâtıma binti Esedde
karâr tutdu. Me- lekler müjde verdiler. O zemân
bir adam rü’yâsında gördü. Sü- âl etdi, bu doğan
kimdir. Dediler, o Alîdir. O vücûda geldiği
vakt, Mekke-i Mükerremede zelzele oldu. Putların
hepsi yüz üstü düşüp, ehl-i Mekkenin cümlesi
korkup, dediler ki, bu gece bir yeni hâdise
zuhûr etdi. Onlar bu hâlde iken bir nidâ edici
ni- dâ etdi. Hâlbuki hiç kimseyi görmediler.
Hazret-i Alî anası Fâ- tıma binti Esedden doğdu.
Gök onun nûru ile ışıklandı. Yıldız- lar ziyâde
oldu. Kureyşliler bundan bir acâiblik, hayret
edicilik gördüler. Nidâ olundu. (Müjdeler olsun
size ki, bu gece, müş- rikleri kahr edici,
münâfıklara gadab edici, âbidlerin süsü, Re-
sûl-i Rabbil’âlemînin mührü, imâm-ül Hüdâ,
göklerin yıldızı, karanlıkların lâmbası zuhûra
geldi [bu gece doğdu]).
Otuzdördüncü Menâkıb: Hazret-i
Aliyyül Mürtedâ “kerre- mallahü vecheh ve
radıyallahü anh” buyurdular ki: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûrlarında
oturmuşdum. Elimi tutdu. Medîne-i Münevverenin
sokakların- da berâber dolaşdık. Bir bostâna
geldik. Dedim, yâ Resûlallah! Ne iyi bostândır.
Buyurdu ki: Yâ Alî! Senin için Cennetde bun- dan
iyi bostân vardır. Bir bostâna dahâ geldik. Yine
dedim; yâ Resûlallah! Ne güzel bostândır.
Buyurdu ki: Senin için Cennet- de bundan iyi
bostân vardır. Böylece yedi bostândan geçdik.
Hepsinde ben dedim, ne iyi bostândır. O
“sallallahü aleyhi ve sellem”, senin için
Cennetde bundan iyi bostân vardır, buyurdu. Yol
tenhâlaşdı. Beni kucakladı. Kendi ağlamağa
başladı. Beni de ağlatdı. Ben dedim, yâ
Resûlallah! Ne şey sizi ağlatdı. Bu- yurdu ki: (Bir
tâifenin kalblerinde bulunan ve sana âşikar
etme- dikleri düşmanlıkları için ağlarım.) Ben
dedim ki; yâ Resûlal- lah! Ben dînimde selâmetde
olur muyum. Buyurdu ki; (Evet,
dîninde selâmetde olursun!)
Otuzbeşinci Menâkıb: Abdüllah
bin Ebî Leylâdan “radıyal- lahü teâlâ anh”
rivâyet olunmuşdur. Alî “kerremallahü vec- heh”
hazretleri ile giderdik. Gördük ki, yaz libâsını
kışın, kış li- bâsını yazın giyerdi. Bu durumdan
süâl etsin diye babama söy- ledim. Babam da süâl
etdi. Buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” Hayber günü haber göndererek,
beni ça- ğırdı. Hâlbuki gözlerim ağrıyordu.
Gitdim, dedim, yâ Resûlal- lah! Benim gözlerim
ağrıyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi
ve sellem” hazretleri ağzının suyunu benim
gözlerime sürüp, buyurdular ki, (Yâ
Rabbî! Soğuk ve sıcağın te’sîrini ondan gi-
der!) O
günden beri ne göz ağrısı gördüm. Ve ne soğuk,
ne sı- cak te’sîri gördüm.
Otuzaltıncı Menâkıb: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz
hazretleri, (Yarın
sancağı bir kimseye vere- ceğim. Allahü teâlâ
onu sever. O da Allahü teâlâyı sever) bu-
yurdu. Bayrağı hazret-i Alîye verdiler. Ve
Hayberi feth etdi. Bu bâbda ihtilâf vardır.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
evvelâ Hayber hisârını feth etmesi için bayrağı
Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine verdi. Haz- ret-i Ebû Bekr Hayberi
feth edemedi. Din âlimleri bu konuda çeşidli
açıklamalarda bulundular. Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyalla- hü teâlâ anh” gitdiği zemân
müslimânlar az idi. Kâfirler çok idi. Az
müslimânlara çok kâfirler ile muhârebe etmek
vâcib değil- di. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” gitdiği zemân, müsli-
– 330 –
mânlar çok idi. Kâfirler az idi. Çok olan
müslimânlara kâfirler ile muhârebe etmek vâcib
idi.
Süâl: Hayberin
fethi Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri elinde ol-
madı. Hazret-i Aliyyül Mürtedâ elinde oldu.
Cevâb: Ma’lûmdur
ki, Resûl-i kibriyâ Muhammed Mustafâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri islâmın
sultânı idi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri vezîri idi. Her feth
sultân askeri ile olur. Sultânın askerinin fethi
de sultâ- nın kalbinin kuvveti ile olur.
Sultânın askeri ile fethin olmama- sı, sultânın
kalbinin za’îfliğindendir. Sultânın vezîri
sultânın önünde hâzır olmalı ki, sultânın kalbi
kuvvetli olsun. Sultânın vezîri yanında olmazsa,
sultânın kalbi za’îf olur. Ebû Bekr-i Sıd- dîk
“radıyallahü teâlâ anh” bayrağı alıp, gitdi.
Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin mubârek kalbleri muzdarib olup,
za’îf oldu. Mubârek kalblerinin za’îf olması se-
bebi ile Hayberin fethi müyesser olmadı. Ebû
Bekr “radıyalla- hü teâlâ anh” hazretleri
Resûlullahın yanında hâzır olup, bay- rağı
bırakdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” haz- retlerinin mubârek kalbleri
mutma’în olup, kuvvetli oldu. Mu- bârek
kalblerinin kuvveti vâsıtası ile Hayberin fethi
müyesser oldu. O feth ki, Aliyyül Mürtedânın
“radıyallahü teâlâ anh” mubârek eli ile müyesser
oldu. Hazret-i Server-i kâinâtın “sal- lallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” kalb-i şerîflerinin
kuvveti ile hâ- sıl oldu. Mubârek kalblerinin
kuvveti ise, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerinin
huzûrları ile hâsıl oldu.
İkinci cevâb: Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” haz-
retlerinde bulunan bir çok hasletler Aliyyül
Mürtedâ “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretlerinde
yok idi. Allahü teâlâ, kulluk et- mek ve vera’
ve haşyet, sıdk ve rahmet sıfatları ile Ebû
Bekr-i Sıddîk hazretlerini süsledi. Fesâhat ve
belâgat ve mehâbet ve mertlik ve şecâ’at ve
muhâberât sıfatı ile Aliyyül mürtedâ “ra-
dıyallahü teâlâ anh” hazretlerini süsledi
[zînetledi]. Böylece ta’n edenlerin ta’nı ve
buğz edenlerin buğzu ve hîle yapıp aldatanla-
rın hîlesi ortadan kalksın. Emîr-ül mü’minîn Alî
bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” Hayberi
feth etdi. Hayberin kapısı dört bin batman idi.
Ağacı ve demiri ve çivileri ile berâber;
ba’zıları dediler onbeşbin batman idi. Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ
anh” Hayberi feth edince bu ağır kapıyı kopardı.
Sağ eline Zül- fikârı alıp, bir vuruşla kapıyı
dağıtdı. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi
ve sellem” hazretleri bu hâli gördü, mu’ciz
beyânları ile Şâh-ı merdânı medh edip, (Alîden
başka genç ve Zülfikârdan başka kılınç yokdur!) buyurdu.
Otuzyedinci Menâkıb: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri,
Mekke-i Mükerremeyi feth etdiler. Mekke- de
yüzkırk put vardı. Yüzaltmış put da Beyt-i
şerîfin çevresinde vardı. Temâmı yüz üzerine
düşdüler. [Parçalandılar.] Beyt-i şe- rîfin
içinde büyük bir put var idi ki, taştan
yapılmışdı. O kaldı. O putun ağırlığı Hayber
kapısının ağırlığından çok idi. O putu zincirler
ve çiviler ile tavana ve dıvâra bağlamışlar idi.
Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri Kâ’be-i şerîfe geldi. Hazret-i Alîyi
çağırdı ve buyurdu ki, (Yâ Alî! Benim omuzum
üzerine çık. Bu putun bendlerini yerinden
kopar.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Yâ
Resûlallah! Ben kim ola- yım ki, ayağımı mubârek
omuzunun üzerine koyayım. İşte be- nim vücûdum
ve başım; yüzüm ve gözüm. Siz benim omuzum
üzerine basınız. Bu işi nasıl arzû ederseniz,
öyle yapınız.) Resû- lullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ
Alî! Sen benim gayret ve hamiyyet, nübüvvet ve
risâlet yü- kümü çekecek kuvvet ve tâkati
bulamazsın. Eğer ben gayret ve hamiyyet ile
ayağımı yedinci göke koysam, yedi kat gök ve ye-
di kat yeri ayağımın altında mahv ederim.)
Nükte: Ey
müslimânlar! Hadîs-i şerîfler ile sâbit olmuşdur
ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri hicret gecesinde [mağarada]
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem”
hazretlerini bir mikdâr kendi omuzunda
götürmüşdür. Râfizîler Ebû Bekre “radıyallahü
teâlâ anh” buğz ederler. Bu söz, ateşde mumun
eridiği gibi, onların buğzlarını eritir. Sonra,
emr-i şerîfleri ile, hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerinin mubârek omuzuna basıp,
bir eli ile o putu bütün zincirleri ile,
çivileri ve bentleri ile o yerden ayırıp, atdı.
Resûlullah hazretleri buyurdu ki: (Yâ
Alî! O işi ki emr etdik, mertce yapdın.) Alî
“radıyallahü anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Ben
öyle bir yerdeyim ki, eğer emr ederseniz felek
[gök] içinden ayı ve güneşi çekerim.
Otuzsekizinci Menâkıb: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
mi’râc gecesi Arş makâmında bir zemân oturup,
buyurmuşlar ki, istedim ki na’lını ayağımdan
çıkarayım. Allahü teâlâ buyurdu ki, Benim
Habîbim, ma’dem ki Arşı alâ- da na’lın ile
durmuş. Sen arş makâmında öyle dur ki, Arş-ı me-
cîd senin na’lının ile şereflensin. Pâdişâh-ı
lem yezel ve lâ yezâl [ya’nî Allahü teâlâ] Arş-ı
azîmi Muhammed Mustafâ “sallalla- hü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek
na’lınları ile zînetlesin. O serverin akrabâsı
olan hazret-i Alîye, bir hâricînin kalbinde buğz
var ise, mumun ateş üzerinde yok olduğu gibi o
hâricî mahv olmuşdur.
Otuzdokuzuncu Menâkıb: Hazret-i
Fâtıma-tüz-zehrâyı “ra- dıyallahü teâlâ anhâ”
hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” tezvîc
etdiklerinde buyurdukları vasıyyetleri
beyânındadır.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdular ki: (Yâ Alî! Geli- ni kendi
evine götürdüğün zemân, çorabını ayağından
çıkar. Ayağını yıka. O suyu evin bütün
köşelerine saç. Böyle yapınca, Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretleri senin evinden yetmiş dürlü
fakîrliği dışarı çıkarır. Yetmiş dürlü bereketi
evine dâhil eder. Yetmiş rahmeti sana nâzil
kılar. O gelin ile ve onun bereketi evin
köşelerine erişir. O gelin, delilikden ve diğer
hastalıklar- dan emîn olur. Yâ Alî! Gelini ilk
hafta, yoğurt yimekden, ayran yimekden, sirke ve
ekşi yimekden men’ et!) Hazret-i Alî “ker-
remallahü vecheh”, Yâ Resûlallah! Neden ötürü bu
şeyleri ver- memem gerekdir, diye sordu. Buyurdu
ki: (Ondan dolayı ki, turşu ve yoğurt ve ayran,
rahmde evlâd olmasına mâni’ olur. Evde bir hasır
olması, doğurmayan kadından iyidir.) Hazret-i
Alî, dedi ki: Yâ Resûlallah! Sirkenin illeti
nedir. Buyurdu ki: (Sirke yiyen kadının hayzı
zahmetli olur ve temizliği uzar. Ke- şenç yimek,
hayzı karında habs eder. Eğer Hak Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri bir evlâd verirse, doğumu zor
olur. Ammâ ekşi elmâ yimek, hayz kanını keser.
Onun ardından başka hastalık zuhûr eder.) Sonra
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem”
hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî, ayın evvelinde,
ortasında ve sonunda ehline yakın olma ki, o
hanımda ve o evlâdda cüz- zam ve dîvânelik
[delilik] ve pislik olmasından korkulur. Yâ Alî!
Ehline asr [ikindi] nemâzından sonra yakın olma.
Eğer Al-
– 333 –
lahü tebâreke ve teâlâ bir evlâd nasîb ederse
ahvel [şaşı] olur ve şeytân şaşı evlâda sevinir.
Yâ Alî! Ehline yakınlık etdiğin vakt çok konuşma
ki, eğer bir evlâd olursa, yiyici olur. Avret
yerine bakma. Sohbet esnâsında gözünü yumma.
Evlâda körlük geti- rir. Yâ Alî! Kendi ehline
bir başka kadının şehveti ile yakın ol- ma ki,
eğer bir evlâd olur ise muhannes olur. Kadınlara
benze- meye çalışır. Yâ Alî! Cünüb olduğun zemân
kat’i olarak Kur’ân-ı azîm-üş-şânı okumayasın
ki, korkulur ki, gökden bir ateş inip, seni
yakar. Cünüb hâlde sohbet etme. Senin bir su ka-
bın, ehlinin bir su kabı olsun. Ayrı ayrı su
kapları ile temizleni- niz. Eğer bir su kabından
ikiniz yıkansanız, şehvet şehvet üzeri- ne
düşer. Aranıza düşmanlık düşer. Korkulur ki,
talâk ve iftirâ- ka müncer olur. Yâ Alî! ikiniz
de ayakda iken sohbet etmeyiniz [yaklaşmayınız],
eşekler böyle yapar. Eğer çocuk olur ise, döşe-
ğe bevl eder. Yâ Alî! Ehlinle bayram geceleri
buluşma! Eğer çocuk olur ise altı parmağı veyâ
dört parmağı olur. Yâ Alî! Eh- linle meyve ağacı
altında buluşma ki, eğer çocuk olur ise kâtil
olur, kan dökücü olur. Halka zulm eder. Yâ Alî!
Ay ışığında eh- line yakın olma. Meğer bir yerde
örtünülmüş olasın. Eğer bir çocuk olursa,
fakîrlikden ömür boyu kurtulamaz [emîn olmaz].
Yâ Alî! Ezân ile ikâmet arasında ehline yakın
olma ki, eğer bir çocuğunuz olur ise, kan
dökmeğe hevesli olur. Yâ Alî! Hanımın hâmile
olduğu zemân abdestsiz ona yakın olma. Eğer
çocuk olursa kör gönüllü ve bahîl elli olur.
Yâ Alî! Şa’bânın ortasında, Berât gecesi ehline
yakın olma, eğer aranızda bir çocuk olursa,
derisinde, tüylerinde ve yüzün- de kötü nişânlar
olur. Yâ Alî! Hanımına bacısının [baldızının]
şehvetiyle yakınlık etme ki, eğer bir çocuk
olursa, hırsız olur ve halkın felâketi onun eli
ile olur. Yâ Alî! Ehline etrâfında dıvâr olmıyan
damda yakın olma ki, eğer aranızda bir çocuk
olursa, münâfık ve mürâi, mübtedi’ [bid’at
sâhibi] ve kumarbâz olur. Yâ Alî! Sefere
çıkacağın gece ehline yakın olma ki, eğer bir
ço- cuk olursa, malını harâm yerlere harc edici
olur. Sonra meâl-i şerîfi (Malını
saçıp dağıtanlar, şeytânın kardeşleridir) âyet-i
ke- rîmesini okudular. [İsrâ sûresi 27.ci âyet-i
kerîmesi.]
Yâ Alî! Üç günlük seferden geldiğin gecesi
ehline yakınlık etme. Bir çocuk olursa zâlim
olur. Yâ Alî! Pazartesi gecesi eh- line yakınlık
edersen, aranızda bir çocuk olursa, hâfız-ı
Kur’ân
– 334 –
olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
kısmetine râzı olur. Yâ Alî! Salı gecesi ehline
yakınlık edersen, çocuk hâsıl olursa, mü’min
olur ve iyi huylu olur. Rahîm gönüllü [yumuşak
kalbli], cömert elli, yalandan, bühtândan ve
gıybetden temizlenmiş dil- li olur. Yâ Alî!
Perşembe gecesi ehline yakınlık et ki, eğer ço-
cuk olur ise, hikmeti çok hakîm olur. Ve ilmi
çok âlim olur ki, ilmi ile âmil olur. Perşembe
günü öğleden evvel ehline yaklaş- san, eğer
aranızda bir çocuk olursa, aslâ şeytân ona ölene
kadar yaklaşamaz. Dünyâda ve âhıretde selâmetde
olur. Eğer Cum’a gecesi ehline yakınlık edersen,
bir çocuk olur ise, Kâri-i Kur’ân olur. Veyâ
hatib olur. Veyâ Vâiz olur. Eğer Cum’a günü
hanı- mına yakınlık edersen, bir çocuk olursa,
âlim olur. Dindârlığı ile ma’rûf ve meşhûr olur.
Eğer Cum’a gecesi işâ [yatsı] nemâ- zından bir
sâat sonra ehline yakınlık edersen, eğer bir
çocuk olursa, ebdallar [velîler] cümlesinden
olur. Yâ Alî! Ehline gece- nin evvel sâatinde
yakınlık etme ki, eğer bir çocuk olursa câdı ve
kâhin olur. Dünyâyı âhıret üzerine tercîh eder.
Yâ Alî! Be- nim vasıyyetlerimi ezberle ki,
Allahü teâlânın izni ile sana fâide versin.)
Kırkıncı Menâkıb: Diğer
vasıyyetleri açıklamakdadır. Emîr-ül mü’minîn
Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” ri-
vâyet buyurmuşlardır. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” beni huzûr-u şerîflerine
çağırdı. Buyurdular ki: Yâ Alî! Sen bana Hârûn
aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma olduğu gi-
bisin. Fekat benden sonra Resûl gelmez. Sana
vasıyyet ederim, dinleyip, ezberlersen, şükr
edenlerden olursun ve şehîd olur- sun. Allahü
teâlâ hazretleri seni kıyâmet gününde fakîh ve
âlim olarak diriltir.
Yâ Alî! Bil ki mü’minin üç alâmeti olur. Nemâz
kılmak, oruc tutmak ve sadaka vermek. Münâfıkın
da üç alâmeti olur. Baş- kalarının yanında
nemâzın rükû’unu ve sücûdunu [secdesini] tam
yapar. Tenhâda hiçbir rüknü yerine getirmez.
Medh etdik- leri zemân seve seve yapar. Allahü
teâlâ hazretlerini açıkda çok zikr eder. Yalnız
kalınca Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerini
unutur.
Yâ Alî! Zâlimde de üç alâmet olur: Kendinden
aşağı olana kahr eder [baskı yapar]. Kâdir
olduğu [gücü yetdiği zemân]
– 335 –
halkın malını zor ile alır. Nereden yiyip,
giyindiğini hiç incele- mez.
Yâ Alî! Kıskançlarda da üç alâmet olur: Herkesin
huzûrun- da, karşısındakine yaltaklanır.
Gıyâbında onu gıybet eder. Her kime musîbet
erişirse, sevinir. Yâ Alî! Münâfıkda da üç
alâmet olur: Söz söylese yalan söyler. Bir şey
va’d etse, va’dinde dur- maz. Yanına emânet
koysalar, hıyânet eyler. Yâ Alî! Tenbeller
içinde üç alâmet olur. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin tâ’atinde tenbellik eder. Kusûrlu
amel eder. Ameli zâyi’ olur [boşa gider]. Nemâzı
te’hîr eder. Hattâ vaktini de geçirir.
Yâ Alî! Tevbe eden kimsede üç alâmet olur:
Harâmlardan perhîz eder [kaçınır]. İlm
öğrenmekde gayretli olur. Nasıl ki, göğüsden
[memeden] çıkan sütün geri girme ihtimâli
olmadığı gibi, günâha bir dahâ geri dönmez. Yâ
Alî! Akllı kimsede üç alâmet olur. Dünyâyı hor,
zelîl tutar. Cefâlar çeker. Kıtlık vak- tinde
sabr eder.
Yâ Alî! Sabr edende de üç alâmet olur: Kendini
ziyâret et- miyenleri kendisi ziyâret eder. Onu
mahrûm edenlere bağışda bulunur. Kendine zulm
edenlere karşı durmaz; karşı koymaz.
Yâ Alî! Ahmak olanın üç nişânı vardır: Allahü
teâlâ hazret- lerinin farzlarında tenbellik
eder. Abes sözleri çok söyler. Alla- hü teâlâ
hazretlerinin mahlûklarına eziyyet eder.
Yâ Alî! İyi bahtlı olanın üç nişânı vardır:
Halâl yir. Kendi şehrindeki ilm meclisinde hâzır
olur. Beş vakt nemâzı imâm ile kılar.
Yâ Alî! Bedbaht olanda üç nişân vardır: Harâm
yir. Ulemâ- dan uzak olur. Nemâzını özrsüz
yalnız kılar.
Yâ Alî! İyi işleri olanın üç alâmeti vardır:
Allahü teâlâya tâ- atde acele eder. Harâm
etdiklerinden sakınır. Kendine kötülük eden
kimseye iyilik eder.
Yâ Alî! Kötü amelli olanın üç alâmeti vardır:
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin emrlerini
yapmakda tenbellik eder [gev- şek davranır].
Herkese ziyânı dokunur. Kendisine iyilik edene,
kötülük eder.
– 336 –
Yâ Alî! Sâlih olan kulun üç alâmeti vardır:
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ile iyi amel
işlemek için sulh eder. Kendi dî- nini ilmi ile
kuvvetlendirir. Kendisine ne beğenir ise, halka
da onu beğenir.
Yâ Alî! Perhîzkâr olanın [sakınan, müttekî
olanın] üç nişânı vardır: Kötüler ile berâber
olmakdan kaçınır [sakınır]. Harâma düşmek
korkusundan halâlden sakınır ve yalandan
kaçınır.
Yâ Alî! Günâhkârların da üç alâmeti vardır:
İşlerinde yanı- lır ve hatâ eder. Lehv ve la’b
ile [oyun ve çalgı ile] meşgûl olur. Unutkan
olur. Yâ Alî! Kara gönüllü olan kimsenin üç
nişânı olur: Za’îflere acımaz. Az nesneye
kanâ’at etmez. Va’z ve nasî- hat ona fâide
vermez.
Yâ Alî! Sâdık olanın üç nişânı vardır: İbâdet
etmesini gizler.
Mübtelâ olduğu musîbeti gizler.
Yâ Alî! Fâsıkda üç nişân vardır: Fitne ve fesâdı
sever. Halka hastalık ve musîbet ister. İyi
amelden kaçar.
Yâ Alî! Süflî olanın üç nişânı vardır:
Akrabâsını azarlar. Komşularına eziyyet eder.
Günâh işlemeyi sever. Yâ Alî! Alla- hü teâlânın
red etdiği kimsenin üç alâmeti vardır: Yalanı
çok söyler. Yalan yere çok yemîn eder. Halka
sıkıntı verir, hâcetini halk üzerine yükler.
Yâ Alî! Âbid olanın üç nişânı vardır: Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerinin ta’zîminden
kendi nefsini zelîl tutar, Şehvet- lerini terk
eder. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin
rızâsı için huzûrunda çok durmağı âdet eder.
Yâ Alî! Muhlis olanın üç nişânı vardır: Kâdir
olursa [gücü yeterse] afv eder. Malının zekâtını
verir. Sadaka vermeği sever.
Yâ Alî! Bahîlde üç nişân vardır: Açlıkdan
korkar. Birşey is- teyenden korkar. Kendine
iyilik eden kimseye, içindekinin hi- lâfına
[aksine] dili ile hayr söyler.
Yâ Alî! Yüreksiz olanın üç nişânı vardır: Korkak
olur. Gön- lü [kalbi] katı olur. Havf edici
olur. Yâ Alî! Sâbir [sabr edici] olanın üç
nişânı vardır: Tâat etmeğe sabr eder. Mâ’siyyeti
terk etmeğe sabr eder. Allahü teâlâ
hazretlerinin ahkâmına sabr eder.
Yâ Alî! Senin dostun olanın üç alâmeti vardır:
Malını sana fedâ eder. Nefsini sana fedâ eder.
Senin sırrını gizli tutar.
Yâ Alî! Fâcir olanın üç nişânı vardır: Yemîn
etmekle öğü- nür. Hanımları aldatır. Çok bühtân
eder.
Yâ Alî! Kâfirin üç nişânı vardır: Allahü
teâlânın dîninde şek [şübhe] eder. Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin dostları- nı
düşman tutar. Rabbine tâat ve ibâdetden gâfil
olur.
Yâ Alî! Rahmetden uzak kılınmış kulların üç
nişânı vardır: Allahü tebâreke ve teâlâ ve
tekaddes hazretlerinin mekrinden emîn olur.
Rahmetinden ümîdsiz olur. Allahü teâlânın
Resûlü- ne muhâlefeti kendine âdet eder.
Yâ Alî! Afv edilmiş kulun üç nişânı vardır:
Allahü Sübhâne- hü ve teâlâ hazretlerinin
azâbından korkucu olur. Mekrinden çekinir. Sırf
Allah için yapılmıyan va’z ve nasîhatden
çekinir.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ dergâhında
halkın iyisi odur ki, herkese menfa’ati olur.
Halkın kötüsü odur ki, gönlü [kalbi] kinli olur.
Gammaz ve kötü amelli olur.
Yâ Alî! Halkın en iyisi, Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri indinde o kimsedir ki, ömrü
uzun olur ve ameli iyi olur.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
indinde en kötü ve Onun buğz etdiği kimse o
kimsedir ki, halk onu hayrlı zan eder. Onda hiç
hayr olmaz. Zâhiri salâh ile süslü, bâtını gü-
nâh ile doludur. Bundan dahâ kötüsü o kimsedir
ki, ondan sa- kınmak için kendine ikrâm olunur.
Bundan dahâ kötüsü zen- ginlere ikrâm eder.
Fakîrleri hor ve zelîl tutar. Zenginlere çe-
şidli, renkli ni’metler ile cömertlik eder.
Fakîrlere bir parça ek- mek vermez. Bundan dahâ
beteri o kimsedir ki, yalnız başına yiyip, bir
kimseye, bir nesne vermez. Bundan da beteri o
kim- sedir ki, bir müslimân kardeşine dostluk
izhâr eder. Sonra onu helâk eder.
Yâ Alî! Kerâmet, günâhlardan geçmekdir
[günâhları terk etmekdir].
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden
korkmanın aslı, Allahü teâlânın harâm etdiği
herşeyden sakınmakdır.
Yâ Alî! Doğru söyleyici kimsenin alâmeti, doğru
söylemek âdeti olur. Kızgınlık ânında ve rızâ
vaktinde ve hâcet vaktinde [ihtiyâc ânında] de
doğru söyler.
Yâ Alî! Beş şey gönlü öldürür. Çok yimek. Çok
uyumak. Çok konuşmak. Çok gülmek. Rızk için çok
endîşe etmek. Ha- râm yimek îmânı za’îfletir,
kalbi karartır.
Yâ Alî! Beş şey kalbi katı eder, karartır: Kalb
çok kararırsa, Allahü teâlâ korusun, kâfir olur.
Bunlar günâhı bilmez, günâh işler. Tok olduğu
hâlde yemek yimek. Zulm ile mal toplamak. Nemâzı
te’hîr etmek. Sol eli ile yimek ve içmek.
Yâ Alî! Beş şey unutkanlık hâsıl eder: Fâre
artığı yimek. Kıbleye karşı bevl etmek. Durur
hâldeki suya bevl etmek. Kül üzerine bevl etmek.
Harâm ile geçinmek.
Yâ Alî! Beş nesne [şey] gönlü [kalbi] parlatır,
münevver eder: Sûre-i ihlâsı çok okumak. Az
yimek. İlm meclisine hâzır olmak. Az pişmiş
ekmek yimek. Gece nemâzı kılmak.
Yâ Alî! Beş şey gönlü rûşen eder, aydınlatır,
karanlığını gi- derir: İlm meclisinde oturmak.
Elini yetîm başına sürmek. Se- her vaktinde çok
istigfâr etmek. Çok yimeği terk etmek. Çok oruc
tutmak.
Yâ Alî! Beş nesne gözün nûrunu artdırır: Kâ’be-i
mu’azza- maya bakmak. Mushaf-ı şerîfe bakmak.
Anne-babasının yüzü- ne bakmak. Âlimin yüzüne
bakmak. Akar suya bakmak.
Yâ Alî! Beş nesne kişiyi kocaltır [çökdürür].
Borcu çok ol- mak. Çok gamı olmak. Kadının
nefesi erkeğe erişmek. Çok ko- ku sürünmek. Çok
balgam gelmek.
Yâ Alî! Cennet kapısında gördüm; yazılmış. Her
kim hevâ- sına muhâlefet ederse, Cennet onun
yeri olur. Cehennem der ki: Yâ Rabbî! Beni neden
dolayı yaratdın. Allahü teâlâ celle şâ- nühü
buyurdu: (Her
bahîl ve mütekebbir için) [Cimri
ve kibrli için]. Cehennem dedi, ben onlar
içinim.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
rızâsı anne ve babanın rızâsındadır. Gadabı
onların gadabındadır. Yâ Alî! Kâ-
fir de olsa, komşuna ikrâm eyle. Kâfir de olsa
müsâfire ikrâm eyle. Anaya-babaya kâfir de
olsalar ikrâm eyle. Dilenciyi kâfir de olsa red
etme.
Yâ Alî! Her kim şübheliden yir, dîni örtülü
olur. Gönlü si- yâh olur. Her kim harâm yir ise
gönlü [kalbi] ölür ve dîni köh- ne olur. Yakîni
za’îf olur. Düâsı perdelenir. İbâdeti az olur.
Yâ Alî! Mücrim olan kul düâ etse, Allahü teâlâ
celle şânühü onun helâkını, istediği şeyde verir
ve meleklere emr eder ki, ve- rin istediği
nesneyi ki, onun helâkı ondadır. Sesini kesin.
Yâ Alî! Allahü teâlâ kullarından bir kula gadab
edecek ise, ona harâm mal nasîb eder. Gadabı çok
olunca, bir şeytânı onun üzerine musallat eder
ki, onu dünyâda meşgûl eder. Dünyâ iş- leri
kolaylaşır. Dinden uzaklaşır. Sonra o kul der
ki, Allahü teâ- lâ gafûrürrahîmdir.
Yâ Alî! Allahü Sübhânehü ve teâlâ bir kulu
sever, o kulun düâsını gecikdirir [te’hîr eder].
Melekler derler, yâ Rabbî bu mü’min kulun
düâsını kabûl eyle. Allahü teâlâ ve tekaddes bu-
yurur ki, (Bırakın benim kulumu. Siz onun
üzerine benden da- hâ çok mu acıyorsunuz. Ben
onun düâsını tedarruan severim. Ve ben alîm ve
habîrim.)
Yâ Alî! Bir kişinin ölüm ânında, a’zâları
birbirine selâm ve- rir. Der, esselâmü aleyke.
Ben öldüm. Sen de ölsen gerek. Böy- lece ak tüy
kara tüyüne der; ben öldüm; ya’nî ağardım. Sen
de ölürsün.
Yâ Alî! Şâd olup, kahkaha ile gülme ki, Allahü
teâlâ ve te- kaddes böyle olanları sevmez. Dâimâ
hüznlü ol ki, Allahü tebâ- reke ve teâlâ
hazretleri hüznlü olan kimseleri sever.
Yâ Alî! Her yeni gün olunca, o yeni gün, ey
insan oğlu ben senin yeni gününüm. Ben senin
üzerine şâhidim. Bak, ne ister- sin. Her gece
olunca, gece de böyle söyler. Gündüz ile ve gece
ile sohbeti iyi yap.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
fadlından ha- lâli taleb et ki, halâl taleb
etmek mü’minler üzerine farzdır.
Yâ Alî! Abdest aldıkdan sonra İnnâenzelnâ [Kadr]
sûresini
– 340 –
okumakdan geri kalmıyasın. Allahü teâlâ ve
tekaddes hazretle- ri herbir abdestde sana
ellibin senelik abdest sevâbı verir.
Yâ Alî! Her kim ayaklarını yıkadıkdan sonra,
bana salevât verse, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri, onun bütün üzüntü- lerini giderir,
ferâhlandırır, düâları müstecâb olur.
Yâ Alî! Tehâretlenince, yeniden su al ve önüne
sür ve son- ra, (Sübhâneke Allahümme ve bi
hamdike eşhedü en lâ ilâhe il- lâ ente vahdeke
lâ şerîke leke estagfiruke ve etübü ileyke.)
oku. Sonra yüzünü bir tarafına çevir ve şöyle
söyle: (Ve eşhedü en- ne Muhammeden abdüke ve
Resûlüke). Her kim böyle yapar- sa, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri onun günâhlarını az
ve- yâ çok olsun, afv eder.
Yâ Alî! Her kim Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerini fecr tulû’ etmezden evvel ve gün
doğmazdan evvel zikr ederse, Al- lahü teâlâ,
onun Cehennemde azâb olunmasına râzı olmaz. Onun
günâhları yedi kat gökdeki yıldızlar adedince
olur ise de azâb etmezler. Yâ Alî! Sabâh
nemâzını cemâ’at ile kılasın. Gü- neş doğup,
yükselinceye kadar yerinde otur. Sonra iki
rek’at nemâz kıl ki, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri, sana bir hac ve ömre sevâbı verir.
Köle azâd etmek sevâbı ve bin dinâr fîse-
bîlillah sadaka etmişce sevâb verir.
Yâ Alî! Hazarda ve seferde Duhâ nemâzına devâm
et ki, kı- yâmet günü olduğu zemân, bir nidâ
edici Cennetin şerefeleri üzerinden nidâ eder
ki, nerededir o kimseler ki, duhâ nemâzını
kılarlar idi. Duhâ kapısından varıp, selâmetle
ve emân ile Cen- nete girsinler. Allahü teâlâ ve
tekaddes hazretleri Duhâ nemâ- zını emr etmediği
hiçbir Peygamber göndermedi [ya’nî her Pey-
gambere emr etmişdir].
Yâ Alî! Her kim Cum’a günü gusl ederse, Allahü
tebâreke ve teâlâ onun günâhlarını afv eder. Bu
Cum’adan gelecek Cum’aya kadar pürnûr olur.
Kabrde ve mîzânda ağırlık olur. Yâ Alî! Kulların
sevgilisi, Allahü teâlâ hazretlerine o kuldur
ki, secdede, (Yâ Rabbî! Ben nefsime zulm etdim.
Beni afv et! Zî- râ günâhları ancak sen afv
edersin.) der. Yâ Alî! Şerâb içen ile dostluk
etme. O mel’ûndur. Zekât vermiyen kimse ile
arkadaş- lık etme. O Allahü teâlânın düşmanıdır.
Fâiz yiyen ile arkadaş-
– 341 –
lık etme ki, o Allahü teâlâ hazretleri ile
muhârebe eder. Kur’ân-ı kerîmde bu
bildirilmişdir. [Bekara sûresi 279.cu âyet-i
kerîmesinde meâlen]; (Eğer
fâizi terk etmezseniz, Allaha ve Peygambere
karşı harbe girmiş olursunuz...) buyurulmuşdur.
Yâ Alî! Düâ ederken veyâ Kur’ân-ı azîm-üş-şân
tilâvet ederken sesini çok yükseltme. Çünki,
nemâz kılanların nemâz- larını fesâda verirsin.
Yâ Alî! Nemâz vakti gelince nemâzını kıl. Çünki
şeytân seni meşgûl eder. Bir hayrlı işe niyyet
etdiğin zemân, hemen o işi yap. Çünki, şeytân
seni o hayrlı işden men’ eder.
Yâ Alî! Her kim ücret ile bir işçi tutar;
ücretini temâm ver- mezse, Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri onun tâatlarını mahv eder. Ben
onun kıyâmet gününde hasmı olurum.
Yâ Alî! Cebrâîl aleyhisselâm, âdem oğlu olup da,
yedi iş iş- leseydim, diye temennî etmişdir. Beş
vakt nemâzı cemâ’at ile kılsaydım. Âlimler ile
otursaydım. Hastaları sorsaydım. Cenâze nemâzını
kılsaydım. Su dağıtsaydım. Dargın olan iki
kimseyi barıştırsaydım. Yetîmlere şefkat
etseydim. Yâ Alî! Sen de bu- nun üzerine hırslı
ol.
Yâ Alî! Yetîm ağladığı zemân Arş-ı mecid titrer.
Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurur ki,
yâ Cebrâîl, bu yetîmi ağlatanın yerini
Cehennemde bul! Ben de onu ağlatayım. Her kim ki
onu sevindirir ve güldürür. Onun Cennetde yerini
geniş et ki, ben onu sevindireyim ve güldüreyim.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri,
Âdem oğlunun bedeninde dilden iyi birşey halk
etmemişdir. Onun ile Cennete girer. Ve onun ile
Cehenneme girer. Onu zindâna koy ki, yırtı- cı
hayvân gibidir.
Yâ Alî! Eyyâm-ı beyd orucuna devâm et ki, ayın
onüçüncü, ondördüncü, onbeşinci günleridir.
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri bu günlerde
oruc tutanların yüzlerini beyâz eder. O sene
temâmen oruc tutmuş gibi olur.
Yâ Alî! Her kim ilmsiz ibâdet ederse, zararı
fâidesinden çok olur. Onun misâli o a’mâ gibi
olur ki, bir sahrâya delîlsiz gider. O kadar
dolaşır ki, kendini dikenlik arasında bulur.
Yâ Alî! Her kim her gün yirmibeş kerre
(Estagfirullahe lî ve li vâlideyye veli-cemî’il
mü’minîne vel mü’minât vel müslimîne vel
müslimâti innehû mu’cîbüt de’avât) derse, Allahü
tebâreke ve teâlâ o kimseyi kendi dostlarından
yazar.
Yâ Alî! Her kim her gün on kerre (Lâ ilâhe
illallahü kable külli ehadin ve lâ ilâhe
illallahü ba’de külli ehadin ve lâ ilâhe il-
lallahü yebka rabbünâ ve yefnâ ve yemûtü küllü
ehadin) derse, göklerde hiçbir melek kalmaz;
illâ ona bin kerre istigfâr eder- ler.
Yâ Alî! Her kim hergün yirmibir kerre (Allahümme
bârik lî fil-mevti ve fî mâ ba’det mevti) derse,
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin ona
dünyâda verdiği ni’metleri hesâbsızdır.
Yâ Alî! Her gün on kerre (Elhamdülillah kable
külli ehadin ve elhamdülillahi ba’de külli
ehadin velhamdülillah yebka rab- bünâ yefnâ
küllü ehadin velhamdülillahi alâ külli hâlin)
derse, Allahü teâlâ ve azze ve celle o kimseyi
büyük günâhı olsa da afv eder.
Yâ Alî! Her kim benim üzerime her bir gün ve her
bir gece- de yüz kerre salevât getirse, ona
şefâ’at etmek, büyük günâhı olsa da, bana vâcib
olur. Bu cümlede bütün müslimânlara nasî- hat
vardır.
Yâ Alî! Gece nemâzı kıl! Bir koyun sağacak
mikdârı zemân kadar da olsa, gecede iki rek’at
nemâz gündüzleri bin rek’at ne- mâzdan
fazîletlidir. Geceleri nemâz kılanların yüzleri,
gündü- zün bütün insanların yüzlerinden güzel
olur.
Yâ Alî! Hiçbir müslimâna la’net etme. Hiçbir
hayvana la’net etme. La’net sana geri döner. Yâ
Alî! Her kim Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin ni’metlerine şükr ederse,
belâlarına sabr ederse, günâhlarına istigfâr
ederse, hangi kapıdan isterse Cen- nete girer.
Yâ Alî! Çok uyumak gönlü öldürür. Pişmânlığı,
unutkanlığı artdırır. Çok gülmek gönlü [kalbi]
öldürür. Vakârı giderir. Çok günâh işlemek
kalbi, gönlü siyâhlaşdırır. Pişmânlık verir.
Yâ Alî! Her kim dünyâyı ihtiyâcı kadar taleb
ederse, Sırat üzerinden şimşek gibi geçer.
Allahü teâlâ ve tekaddes ondan
râzı olur. Her kim dünyâyı isteyip ve
harâmlardan çok mal top- larsa, Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretlerine mülâki olduğunda, Allahü
teâlâ hazretlerini gadablı bulur.
Yâ Alî! Her kim bir müslimâna, temiz düşünce ve
hulûs-i kalb ile yiyecek verirse, Allahü teâlâ o
kimseye bin hasene [se- vâb] verir, bin günâhını
afv eder.
Yâ Alî! Mazlûmun inkisârından [kalbinin
kırılmasından] sa- kın ki, Allahü teâlâ onun
beddüâsını, kâfir de olsa kabûl eder.
Yâ Alî! Borcu az et, râhat olursun. Borç din
harâblığıdır.
Gündüz zelîl, hakîrdir. Gece gam ve gussalıdır.
Yâ Alî! Her kim Cum’a gecesi Sûre-i Bekarayı
okur ise, o kimse yedinci gökden, yedinci yere
kadar pürnûr olur. Her kim sûre-i Duhânı okur
ise, işlediği ve işliyeceği günâhları afv eder.
Yâ Alî! Her kim Vessemâ’i vet Târik sûresini
yatdığı vaktde okur ise, Allahü Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri ona, gökde olan yıldızlar
adedince hasene [sevâb] verir.
Yâ Alî! Uyumak istediğin zemân istigfâr söyle.
(Sübhânalla- hi velhamdülillahi ve lâ ilâhe
illallahü vallahü ekber ve lâ havle ve lâ
kuvvete illâ billahil aliyyil azîm.) oku ve (Kul
hüvallahü ehad) sûresini çok oku ki, o Kur’ân-ı
azîmin ışığıdır. Senin üze- rine okumak vazîfe
olsun Âyet-el kürsîyi ki, bir harfinde bin be-
reket ve bin rahmet vardır. Her kim Sûre-i Mülkü
yatacağı vakt okuyup, (Allahümme a’sımnî bil
islâmi kâimen ve a’sımnî bil is- lâmi, râkıden
ve lâ tüşemmitnî adüvven ve lâ hâsiden, Allahüm-
me innî e’ûzü bike min şerri nefsî ve min şerri
külli dâbbetin en- te âhızün binâsiyetiha ve
es’elüke minel hayri küllihî.) der ise, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri cin ve ins
şerrinden ve her yaratılmışın şerrinden onu
muhâfaza eder. Yâ Alî! Sûre-i Haşrı oku. Dünyâ
ve âhıret şerrinden muhâfaza eder.
Yâ Alî! Zeytin yağını yi ve kendini onunla
yağla. Sana bir üzüntü erişir ise, (Sübhâneke
rabbî lâ ilâhe illâ ente aleyke te- vekkeltü ve
ente rabbül arşil azîm) oku. O düâyı oku ki,
Cebrâ- îl aleyhisselâm bana ta’lîm etmişdir:
(Allahümme innî es’elüke afve vel âfiyete
fiddîni veddünyâ vel âhırete).
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini,
gam ve gussa
vaktinde zikr et ve (Yâ hayyü yâ kayyümü yâ lâ
ilâhe illâ ente rahmetike estegîsü fağfirli ve
eslihlî şe’nî ve ferric hemmî) söy- le.
Yâ Alî! Yemeğe tuz ile başla. Sonunda da tuz ile
bitir. Tuz, ölüm hâric, yetmiş derde devâdır.
Yemeklere çörek otu koy. O da ölüm hâric, her
derde devâdır.
Yâ Alî! Yeni ayı görünce tehlîl ve tekbîr getir
ve (Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber ve a’zîm ve
ekdar ve e’ûzü mimmâ ehâ- fü ve ühâzirû) oku.
Yâ Alî! Bir kimseden bir hâcet isteyeceğin zemân
Âyet-el kürsî oku; sağ ayağını ileri koy. Yâ
Alî! Yedi kimse benim üm- metimden Cennete
girerler: 1– Tevbe eden yiğit [genç]. 2– Sada-
kayı gizli veren kimse. 3– Harâmı terk eden ve
Duhâ nemâzını kılan kimse. 4– Malının gitmesine
râzı olup, imâm ile bir vakt nemâzının gitmesine
râzı olmayan kimse. 5– Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin havfından [korkusundan] gözleri
yaş ile do- lan kimse. 6– Ulemâ-ilhak ile oturan
kimse. 7– Bir mü’mine mu- habbet eden ve Allahü
teâlâ için ikrâm eden kimse.
Yâ Alî! Bir kimsenin üzerinden, ülemâ meclisinde
oturma- dan kırk gün geçse, onun gönlü [kalbi]
kararır. Büyük günâh iş- ler. Zîrâ ilm gönlü
diri tutar. İlmsiz ibâdet olmaz.
Yâ Alî! Her kimin vera’ı olmasa, günâh
işlemekden men’ ol- maz. Ona, yerin altı, yerin
üzerinden iyidir. Ya’nî îmânın yeri belli
olmadığından, kabrde durması dahâ iyidir.
Yâ Alî! Bir nesneyi pişirmek istersen, iyi
pişir. Yidiğin vakt çok çiğne. Yağmur yağarken
düâ et. Kâfirler ile ceng olduğu vakt, Kur’ân-ı
azîm-üş-şân kırâet olunduğu vakt ve farz nemâ-
zından sonra düâ et.
Yâ Alî! Cehennemde demirden bir değirmen vardır.
O, Kur’ân-ı kerîmi okudukları ve âlim oldukları
hâlde mücrim olanların başını öğütür. Yâ Alî!
Hak ile hükm et ki, her cevr edici hâkim için,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin huzû-
runda azâbdan bir zincir olur ki, uzunluğu
yetmiş arşındır. Eğer ondan bir arşınını, bir
yüksek dağın başına koysalar, temâmı ya- nıp,
kül olur.
– 345 –
Yâ Alî! Yakın zemânda benim ümmetimden râfizîler
çıkar. Her kim benim Eshâbıma çirkin söylerse,
seb’ ederse [kötüler ise], onun boynunu vur ki,
bu ümmetin yehûdîsidir.
Yâ Alî! Her kim bir a’mânın elini tutarsa,
Allahü teâlâ onun yüzbin günâhını afv eder. Sol
elini sağ elin ile tut.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ bir kimseye bir
sâlihâ ve mutî’a hanım verip, onun gönlünü hoş
tutması ve imâm ile ne- mâz kılması ve komşuları
kendinden râzı olması, Allahü teâlâ- nın ona
ikrâmındandır. Yâ Alî! Melekler istigfâr ederler
o kim- seye ki, onun evinde bal olur, zeytin
olur ve çörek otu olur. İçin-
de sûret [canlı
resmi] olan,
şerâb olan, köpek olan, ana-babaya âsî olunan ve
hiç müsâfir gelmiyen eve [rahmet] melekleri
hiç girmezler. Sefere
veyâ cenge giderken Sûre-i Yasîni oku. On kerre
innâ enzelnâ [Kadr] sûresini oku, Allahü
tebâreke ve teâ- lâ hazretleri düşmanların
şerrinden emîn eder.
Yâ Alî! Bir zâlimden korkar isen, (Yâ ilâhe,
Cebrâîle ve İs- râfîle ve Mikâîle ve Azrâîle ve
yâ ilâhe İbrâhîme ve İsmâîle ve İshaka ve
münzelit Tevrâti vel İncîli vez Zebûri vel
Fürkân, Kün lî, câren min fülanibni Fülân, min
kezâ ve kezâ) söyle. Se- fer edeceğin zemân, (Yâ
erda Âmentü birabbî ve rabbiki Alla- hüllezî lâ
ilâhe illâhüvellezî halakanî ve halekaki e’ûzü
billâhi min şerri ki ve min şerri mâ yedübbü
aleyki. Ve min şerri külli üsûdin ve esedin. Ve
min şerri vâlidin ve mâ veledin) söyle.
Yâ Alî! Sana bir katılık erişdiği zemân,
(Allahümme innî es’elüke bi hakkı Muhammedin ve
âli Muhammedin illâ necîte- nî) söyle.
Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” dedi ki, yâ
Resûlallah! Senin âlin kimdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki, her takî ve nakî [harâmlardan
sakınan temiz müslimânlar] benim âlimdir. Bir
köye şunu demeyince de girme: (Allahümme innî
es’elüke hayreha ve hayra men bihâ ve e’ûzü bike
min şerrihâ ve şerri men bihâ).
Ta’âmı üç parmağın ile yi ki, şeytân iki parmağı
ile yir. Hiç kimsenin yüzüne tokat vurma.
Hayvanın dahî yüzüne vurma. Rü’yânı meğer dostun
da olsa, söyleme.
– 346 –
Yâ Alî! Benim vasıyyetimi hıfz et. Nasıl ki ben
Cebrâîl aley- hisselâmdan, O Rabbül âlemînden
sübhânehü ve teâlâ hıfz et- di. Yâ Alî! Sana bu
vasıyyetde evvelin ve âhırin ilmini verdim. Her
kim ki bunun ile amel eylerse, dünyâda ve
âhıretde selâmet üzere olur.
Kırkbirinci Menâkıb: Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri- nin
fazîletleri hakkında bildirilen menkıbedir.
Gazâlardan bi- rinde alınan ganîmeti, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem”
hazretleri, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ec- ma’în” hazretleri arasında taksim
edip, herbir gâziye bir pay verdiler. Alî
“kerremallahü vecheh” hazretlerine iki pay
verdi- ler. İslâm askeri arasında, kendi dâmâdı
ve amcaoğluna meyl edip, iki pay verdi diye
konuşmalar oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri onların bu
sözlerini işitip, min- bere çıkdı. Hamd ve
salevâtdan sonra, buyurdular ki, yâ islâm
askeri. Hiç bildiniz mi ki, bu küffâr askerini
kim susdurdu. Kim vurdu ki, düşman
behâdırlarının yürekleri titredi. O nâranın
heybetinden, canları bedenlerinde kurudu. O kim
idi. Dediler ki, yâ Resûlallah! Gördük bir merd
ki, yeşil sarık başında. Ab- lak ata binmiş ve
yüzünü sarmış. Her nâra vuruşunda, dağ titre-
di. Hamle ederdi; yer debrenirdi. Kılınç
çekerdi, havada şimşek çakardı. Darbe
vurduğunda, havayı buhâr kaplardı. Kılınç vu-
ranı görmez idik. Ammâ düşmanın baş, el ve
ayağını görürdük. Hazret-i Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu- yurdular
ki, (O Cebrâîl aleyhisselâm idi ki, bu cengi
yapdı ve kâfirleri yerle bir etdi ve geri döndü
ve dedi ki: (Yâ Muham- med! Benim hissemi Alî
bin Ebî Tâlibe ver.) İki hissenin birisi kendi
nasîbidir. Ve birisi Cebrâîlindir. Ta’n
etmeyiniz ki, bir kimseye iki hisse vermem ve
kimseye meyl etmem.)
Kırkikinci Menâkıb: Bir
gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdular ki, (Yâ Alî! Müjde olsun ki,
sana kıyâmet gününde, Allahü Sübhânehü ve teâlâ
Cennet hazîne- dârına emr eyler. Her kim Cennete
girerse, yâ Alî, senden se- ned almayınca,
hazret-i Rıdvân Cennete koymaz. Yâ Alî, sen de
kimden râzı isen, sened verirsin, Cennete girer.
Kimden ki râzı değil isen, sened vermezsin,
Cennete giremez.)
Hattâ bir gün yolda giderken, hazret-i Alî,
hazret-i Ebû
– 347 –
Bekr “radıyallahü teâlâ anhümâ” ile buluşdular.
Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Alîye latîfe yolu
ile buyurdular ki: Yâ Alî! Sen- den sened
olmayınca Cennete girilmez. O zemânda bana sened
verir misin. Hazret-i Alî buyurdular ki, gerçek
buyurursun. Lâ- kin, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerin- den
işitdim; yâ Sıddîk! Hazretinize danışmayınca bir
ferde se- ned vermem. O takdîrce, cenâbınız
bizim üzerimize nâzır gibi olursunuz. Bizim
senedimize ne ihtiyâcınız olur. Belki biz size
mürâce’at ederiz, deyip, birbiriyle latîfe
eyleyip, muhabbet ile, herbiri yollarına
müteveccih oldular.
Kırküçüncü Menâkıb: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin gazâlarından bir gazâda kâfirler
ile karşı- laşıldı. Kâfir askerlerinden bir
kâfir, meydâna at sürüp, er dile- di. Her kim
karşısına vardı ise, şehîd etdi. Mü’minlerden
mey- dâna çıkanı şehîd etdiği için, artık
meydâna kimse çıkmadı. O kâfir de, kimse meydâna
çıkmadığı için, mağrûr olup, ileri at sürüp,
islâm askerine karşı, yüksek ses ile bağırıp,
dedi ki: Yâ Muhammed! Bana er gönder, döğüşelim,
ne durursun, senin yanında bu denli cihângir
behâdırlar vardır. Niçin göndermez- sin. Çünki
onlar meydâna gelmeğe korkarlar. (Hâşâ, Eshâb-ı
güzîn ondan korkmazlardı. Lâkin hikmeti ne idi.)
Dedi, bârî amcan oğlu Alîyi gönder. Gelsin,
erlik nice olur, göstereyim. Hemen şâh-ı merdân,
şîr-i yezdân Alî bin Ebî Tâlib “radıyalla- hü
teâlâ anh” kâfirin sesini işitdi. Durduğu yerde
arslanlar gibi kükredi. Eshâbdan birisini
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûr-u şerîflerine gönderdi. O
kâfirin bulunduğu meydâna girmeğe izn taleb
etdi. Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu ki, (Var Alîyi benim
yanıma getir.) O Eshâb da varıp, hazret-i Alîyi
getirdi. Huzûr-u şerîflerine geldikde buyurdu
ki: (Yâ Alî! O kâfirle ceng etmek ister misin!)
Hazret-i Alî dedi ki: Yâ Habîb-i rab-
bil’âlemîn! Senin dînin uğruna cânım fedâdır.
Ümmîd ederim ki, icâzet verip, himmet
buyurasınız ki, varıp, o kâfirin şerrini
müslimânların üzerinden def’ edeyim. Hazret-i
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” eline
yapışıp, buyurdu ki; (Yâ Alî! Seni, yerleri ve
gökleri yaratan Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerine ısmarla- dım.) Bunu işiten Alî
“radıyallahü anh”, yaydan ok çıkar gibi,
– 348 –
o kâfire karşı at sürüp, yüksek sesle nâra atıp,
haykırdı ki, kı- yâmet kopdu sandılar. Kâfirler
sonbehâr yaprağı gibi titreyip, yere düşdülür.
Nice nice kâfirlerin ödü patlayıp, cânı Cehenne-
me gitdi. O kâfir de meydân ortasında, kurulup
dururken, haz- ret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
yetişip, karşısına geldikde, de- di ki, yâ
mel’ûn! Îmâna gel! Yoksa sen bilirsin. O kâfir
de ceng istedi. Aralarında birkaç hamle
geçdikden sonra, yine islâma da’vet eyledi.
Gördü ki, kâbiliyyet yokdur. Bir darbe ile atın-
dan yere düşürüp ve göğsünün üzerine çıkıp,
kılıncını boğazı üzerine koydu. Yine dîne da’vet
eyledi. O kâfir gördü ki, hiç kurtuluş yokdur.
Ağız dolusu pis tükrüğünü Alînin “radıyalla- hü
teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” mubârek
yüzlerine bo- şaltdı. Tükrük yüzüne gelince
üzerinden kalkıp, kılıncını kını- na koydu. O
kâfir de ayağa kalkıp, dedi ki, yâ Alî! Evvelden
sen beni ve ben seni bilmez iken, bana emân
vermeyip, beni helâk etmek ister iken, ben
cânımın acısından böyle iş işledim. Dahâ çok
gadab edip, beni helâk etmen lâzım ve vâcib
iken, üzerimden kalkıp, kılıncı kınına koymakdan
maksadın nedir, bana bildir, dedi. Şâh-ı merdân
Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu
ki, sana o mühleti vermeyip, helâk etmek istemem
dîn-i islâm gayretine ve Allahü teâlâ ve
tekaddes aş- kına idi. Sonra sen böyle edince,
nefsime güç geldi. Korkdum ki, seni katl
edersem, nefsimin arzûsu ile etmiş olurum. O se-
beble seni elimden bırakdım. O kâfir dedi ki, bu
hâlis niyyet ve bu fütüvvet sizde vardır.
Dîniniz hak dindir. Bana îmânı telkîn eyle.
Îmâna geleyim. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” ona kelime-i şehâdet telkîn edip, müslimân
oldu. O gün o pehlivâ- nın îmâna gelmesi ile
yetmiş behâdır pehlivân îmâna geldi. O pehlivân
hazret-i Alînin mubârek ayaklarına baş koyup,
hiz- met-i şerîflerinden ayrılmadı.
Kırkdördüncü Menâkıb: Bir
gün sabâh nemâzı vaktinde, hazret-i Alî
“kerremallahü vecheh” mescide giderken, yolda
bir ihtiyâra rast geldi. İhtiyârın ak sakalına
hurmet edip, önüne geçmeyip, âheste âheste
ardınca giderdi. Mescid kapısına var- dıkda
ihtiyâr içeri girmeyip, gitdi. Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” anladı ki hıristiyân
imiş. Mescidde Resûlullah “sal- lallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerini rükû’da buldu.
Gü- neşin doğma zemânı yaklaşmış idi. Cemâ’ate
uyup, nemâzı kıl-
– 349 –
dılar. Nemâzdan sonra, Sahâbe-i kirâm
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden sordular ki: Yâ Resûlallah!
Birinci rükû’da âdet-i şerîfinizden ziyâde
durdunuz. O kadar ki, güne- şin doğması
yaklaşdı. Lutf edip, sebebini beyân ediniz. O
Ser- ver-i Enbiyâ hazretleri buyurdular ki,
(Âdet mikdârı rükû’ tes- bîhini edâ etdikden
sonra, Semi’allahülimen hamideh deyip, kı- yâma
kalkmak istediğimde, Cebrâîl aleyhisselâm
sidret-ül müntehâdan sür’atle gelip, kanadı ile
arkamı basıp, başı ile ba- şımı tutup, kalkmama
engel oldu. Bundan başka, hikmetinin ne olduğunu
ben de bilmiyorum) buyurdular. Allahü Sübhânehü
ve teâlâ azze şânühü hazretleri hazret-i
Cebrâîle emr eyledi ki, var Habîbime, sebebini
bildir. Eshâbına bu sırrı açıklasın. O sâ- at
hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm Habîbullahın
huzûruna gelip, haber verdi ve dedi ki: yâ
Resûlallah! Mubârek başınızı rü- kû’dan
kaldırmak istediğiniz zemân, Allahü teâlâ bana
emr et- di ki, var Habîbimin arkasını tut;
rükû’dan kalkmasın ki, benim kulum Alî, yolda,
bir ak sakallı ihtiyârın, sakalına hurmet edip,
âheste yürümekle, cemâ’at sevâbından mahrûm
kalıyor. Kal- masın, Habîbime erişsin. İftitâh
tekbîrinin sevâbına nâil olsun. Ben de geldim,
Sultânımı rükû’da tutdum ve Alî geldi. Hak
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri beni sizi rükû’da
tutmağa gön- derdiği zemân kardeşim İsrâfîli de
güneşi tutmağa gönderdi ki, çabuk doğmasın ve
hazret-i Alî size erişinceye kadar eğlesin. İşte
hikmeti budur. Sonra, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu haberi
Eshâb-ı kirâm hazretlerine nakl buyurdular.
Hepsi vâkıf oldular ki, hazret-i Alînin
“radıyallahü teâlâ anh” Rabbil’âlemîn dergâhında
hürmeti ve izzeti ne mer- tebe imiş ve yaşlılara
hürmet etmek fazîletine de bundan hisse- dâr
oldular. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hakkında,
şî’î ve râfizî ve Ca’ferî ve İsmâîlî gibi
fırak-ı dâllenin bildirdiği pek-çok uy- durma
menkıbeler de vardır. [(Hak
Sözün Vesîkaları) ve (Es-
hâb-ı Kirâm) kitâblarını
okuyunuz!]
Kırkbeşinci Menâkıb: Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” gazâya gitmişdi.
Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, feth mü-
yesser edip, çeşidli ganîmetler ile, yüz akı
ile, sağ ve sâlim dön- dü. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
ile buluşdukda, huzûr-ı şerîflerine gazâ
malından bir kese altın ge-
– 350 –
tirdi. Server-i âlem o altınları, taksîm etdi.
Hazret-i Alîye an- cak, o altınlardan üç dâne
verdi. İnsanlık îcâbı, hazret-i Alînin
hâtırlarına, Sultân-ı kâinât benim ne mertebe
ihtiyâcım olduğu- nu bilir, diye biraz üzüntü
hâsıl oldu. O hüzün ile se’âdethâne- lerine
geldi. Gece rü’yâda gördü ki, kıyâmet kopmuş.
Bütün herkesi arasat meydânında hesâb için habs
etmişler. Hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh”,
yâ Alî! Sen de üç altının hesâbı- nı ver,
dediler. Öyle bir harâret ve ızdırâb kapladı ki,
beyni kay- nardı. Bu ızdırâbdan sıkılıp, birkaç
adım döşeğinden dışarı atla- dı. Suçunu bilip,
tevbe ve istigfâra mecbûr oldu. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin âsitâne-i se’âdetlerine [evlerine]
varıp, ayaklarına yüz sürdükde, Fahr-i âlem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri,
Aliyyül mür- tedâ “kerremallahü vecheh”
hazretlerini bu hâl ile gördükde, tebessüm edip,
buyurdu ki, yâ Alî! Üç altının hesâbını vermek-
de, bu şeklde zahmet çekdin. Dahâ ziyâde olsa
idi, hâlin nice olurdu. Hazret-i Aliyyül mürtedâ
“radıyallahü teâlâ anh”, el- bette bu menkıbede
anlatılandan dahâ yüksekdir.
Kırkaltıncı Menâkıb: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin zemân-ı şerîflerinden önce,
Arabistâna bir pehlivân gelmişdi. Anter adlı bir
dilâver, gürbüz pehlivân idi. Fahr-i âlemin
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zemân-ı şe-
rîflerine gelinceye kadar böyle bir pehlivân
gelmemişdi. İbrâ- hîm aleyhisselâmın dîni
üzerine idi. Bedi’üzzemân, Kâsım, Âlemşâh gibi
oğulları vardı. Bu kıssayı hazret-i Hamza “radı-
yallahü anh” hazretlerine isnâd ederler. Ya’nî
bunlar hazret-i Hamzanın oğullarıdır, derler.
Nihâyet Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurmuşdur ki, (Medh
edecekseniz, benim amcam Hamzayı medh ediniz!).
Kıssa kitâblarını te’lîf edenler, bu hadîs-i
şerîfi sened olarak alıp, Antere, hazret-i
Hamzadır “radıyallahü teâlâ anh”, dediler. Gâyet
kuvvetli, be- hâdır pehlivân idi. Zemân-ı
şerîflerinde, hazret-i Hamzanın karşısına
çıkacak bir pehlivân yok idi. Allahü Sübhânehü
ve teâlâ hazretleri bir al at vermişdi. Adına
Eşkâr derlerdi. O asr- da ondan güzel at yok
idi. O, zemânın sâhib kırânı idi. Hazret-i Hamza
hazret-i İbrâhîm aleyhisselâmın dîni üzerine
idi. Haz- ret-i Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” efendimizin amcası idi. Gâyet
riâyet edip, severdi. Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri de hazret-i
Hamzayı severdi. Vahy nâzil oldukda, dîn-i islâm
ile müşerref oldular. Dâimâ Eş- kâr adındaki
atına binerdi. Mubârek arkasını [sırtını] kimse
ye- re getirememiş idi. Hattâ ilk önce Muhammed
Mustafâ “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin emr-i şerîfi ile kan dö- ken
hazret-i Hamza olmuşdur. Uhud gazâsında şehîd
olmuşdur. Server-i kâinât aleyhi
ekmelüttehiyyât, Ona (Reîs-üş şühedâ) diye zikr
etmişdir. Menkıbelerinin nihâyeti yokdur.
Sözümüze dönelim: Bir gün Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
huzûrlarında Anterin erliğini ve dilâverliğini,
boyunu-posunu ve yapdığı gazâları anlatdılar.
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” orada hâzır idi. Anterin evsâfını, kulağı
ile işitince, Antere âşık oldu. Kalbinden
geçirdi ki, ne olaydı Anteri, silâhı ve atı ile
görüp, konuşaydım. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i
sakaleyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, nübüvvet nûru ile, kalbinden geçeni
bilip, buyurdular ki, (Yâ Alî! Anteri görmek
istersen, fa- lan dereye var. Yâ Anter, bana gel
diye, çağır!) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” o dereye varıp, seslendi, yâ Anter, beri
gel. O dereden ve etrâfında olan dağlardan ve
düzlüklerden, birçok, hesâbsız sesler geldi ki,
lebbeyk, lebbeyk [buyur] yâ Alî, hangimizi
istersin, diyorlardı. Şaşırdı. Ne yapacağını
bilemedi. Gaybdan bir ses geldi ki, yâ Alî!
Birçok Anter dünyâya gelip, toprak içinde
yatarlar. Onu anası ve babası ismi ile çağır.
Tek- râr hazret-i Alî “kerremallahü vecheh”
filan oğlu Anter deyip, çağırdıkda, Anter bütün
silâhlarını kuşanmış olarak, Allahü teâlâ
hazretlerinin emri ile, hazret-i Alînin huzûr-ı
şerîflerine gelip, selâm verdi. Hazret-i Alî
“kerremallahü vecheh” esedul- lah iken, erlikde
ve behâdırlakda eşi ve benzeri yok iken, Ante-
rin boy, pos, heybet ve selâbetini müşâhede
etdikde, kalb-i şe- rîflerine bir korku geldi.
Kâdir-i mutlak olan Allahü teâlâyı ten- zîh ve
takdîs, tekbîr ve tesbîh etdi.
Kırkyedinci Menâkıb: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki, (Ben
ilmin şehriyim. Alî kapı- sıdır.) Hâricîler
bu hadîs-i şerîf için, Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerine hased etdiler. Hattâ
hâricîlerin büyüklerinden on kimse, dediler, biz
hazret-i Alîden “kerremallahü vecheh” he- pimiz
bir mes’eleyi ayrı ayrı soralım. Eğer
herbirimize ayrı ayrı
cevâb verirse, biliriz, âlimdir, ve fâdıldır. O
on kişi hazret-i Alî- nin “radıyallahü teâlâ
anh” huzûr-u şerîflerine varıp, birisi sor- du:
Yâ Alî! İlm mi efdaldir, mal mı efdaldir.
Hazret-i Alî “radı- yallahü teâlâ anh” se’âdetle
buyurdular ki, ilm efdaldir. Bunlar dediler ki:
Ne delîl ile söylersin. Hazret-i Alî buyurdu ki,
ilm Enbiyâdan mîrâsdır. Mal Kârûndan ve
Fir’avndan ve Hâmân- dan mîrâsdır. Bir başkası
[ikincisi] süâl etdi ki; ilm mi efdaldir, mal
mı. Hazret-i Alî cevâb buyurdu ki: İlm maldan
efdaldir. Zî- râ ilm, sâhibini saklar. Malı,
sâhibi saklar. Biri de [üçüncüsü], onlar gibi
sordu: Hazret-i Alî cevâb verdi ki, ilm
efdaldir. Zîrâ, mal sâhibinin düşmanı çokdur.
İlm sâhibinin dostu çokdur. Bi- ri de [dördüncü]
aynı şeklde süâl etdi. Hazret-i Alî cevâb verdi.
İlm efdaldir. Zîrâ malı tasarruf etseler
eksilir. İlmi tasarruf et- seler artar [ziyâde
olur]. Birisi [beşinci]de aynı şeklde süâl etdi.
Alî “radıyallahü anh” cevâb buyurdu ki,mal
sâhibi cimri diye çağrılır. İlm sâhibi büyük
ismler ile çağrılır. Biri [altıncısı] da, aynı
şeklde sordu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” cevâb buyurdu ki: Mal harâmîden hıfz
olunur. İlm harâmîden hıfz olunmaz. Biri de
[yedincisi] aynı şeklde sordu. Hazret-i Alî
se’âdetle cevâb buyurdu ki: Mal çok durmakla
zâyi’ olur. İlm her ne kadar durur ise de zâyi’
olmaz. Biri de [sekizinci] aynı şeklde süâl
etdi. Cevâb buyurdular ki: Mal kalbe kasâvet
verir. İlm kalbi nûrlandırır. Biri de
[dokuzuncu] aynı şeklde süâl etdi. Cevâbında
buyurdular ki: Mal sâhibi, mal sebebi ile
tanrılık da’vâsında bulunur. İlm sâhibi böyle
etmez. Biri dahî [onuncu] aynı şeklde süâl etdi.
Cevâbında se’âdetle buyurdu ki: Mal, se- beb-i
kasâvetdir [kalbi katılaşdırır]. İlm, sebeb-i
rahmetdir. Bundan sonra, hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, eğer bunlar
benden, devâmlı süâl etseler, ben bunlara
hayâtda olduğum müddetçe devâmlı cevâb verirdim.
O on hâricî gelip, hazret-i Alîye “radıyallahü
teâlâ anh” mutî’ oldular. (Mişkât-ül
envâr)dan alınmışdır.
Kırksekizinci Menâkıb: Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, hazret-i
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem”
beni Yemene kâdî olarak gönderdi. Halk arasında
dînin hükmleri ile hükm edecekdim. Dedim: Yâ
Resûlallah! Ben âlim değilim. Kazâ ahkâmını
bilmem. Mubârek elini göğsüme koyup, buyurdu ki: (Yâ
Rabbî! Kalbine hidâyet, diline doğru-
luk ver!) Ondan
sonra bana, iki kişi arasında hükm vermekde
şübhe hâsıl olmadı. Hattâ hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” buyurmuşdur ki:
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri bana buyurdu ki: Yâ Alî! Benim deveme
binip, Ye- mene git. Falan tepeye vardığında, ki
o tepe Yemene yakındır. Tepe üzerine çıkdığın
vakt, görürsün ki, halk seni, karşılamağa
gelirler. O zemân: (Ey taşlar, ey ağaçlar!
Allahın Resûlü size se- lâm ediyor, diye söyle)
buyurdu. Hazret-i Alî oraya varıp, selâ- mı
teblîg etdiğinde, yeryüzünde bir hoş galgale
[uğultu, gürül- tü] meydâna geldi ki, (essalâtü
vesselâmü alâ Resûlillah!) diye ağaçlar ve
taşlar cevâb verdi. Halk bunu işitdiler ve
cümlesi îmân getirdiler.
Kırkdokuzuncu Menâkıb: Zimâhşerî, (Rebî’ul
ebrâr) adlı
kitâbında Ümm-i Ma’bedin kız kardeşi oğlu
Henûdun Ümm-i Ma’bedden rivâyet etdiğini
bildiriyor. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri bir gece benim çadırımda
isti- râhat edip, uyuyordu. Uyandı ve su istedi.
Mubârek ellerini yı- kadı ve mazmaza eyledi. O
suyu, çadırın bir tarafında bulunan bir diken
dibine dökdü. Sabâh oldu. Gördük ki, o yerden
bir ağaç yetişmiş. Büyük, büyük yemişler
vermişdi. Kokusu anber kokusu gibi, tadı şeker
gibi idi. Aç kimse yise doyar, susuz kim- se
yise kanardı. Hasta yise sıhhat bulurdu. Gamlı
kimse yise, mesrûr olurdu. Yaprağını yiyen her
koyun ve deve bol mikdâr- da süt verirdi. Biz o
ağacın adına (Şecere-i Mubâreke) koymuş- duk.
Etrâfdan hastalara şifâ için, meyvesinden almaya
gelirler- di.
Bir gün seher vaktinde gördüm ki meyveleri
dökülmüş, yap- rakları küçük olmuş. Çok üzüldüm.
Feryâd etdim. O sırada Re- sûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin vefât
haberi geldi. O vak’adan otuz sene geçdi. Bir
gün yine sabâh vaktinde dışarı çıkdım. Bakdım
ki, o ağaç kökünden dallarına kadar her tarafı
diken olup, yemişleri de dökülmüş. Sonra Aliy-
yül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin şehâdeti ve bu dünyâdan öbür âleme
göçüşü haberi geldi. Artık yemiş [meyve]
vermedi. Ammâ yapraklarından fâidelenirdik. Bir
gün yine gördüm. Özünden hâsıl olan kan akar,
yaprakları da sol- muş. Üzüntülü ve gamlı olup,
oturduk. Sonra imâm-ı Hüseyn “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinin şehâdet haberini getirdi-
ler. Ondan sonra o ağaç, dibinden kuruyup,
belirsiz oldu. (Şe-
vâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Ellinci Menâkıb: Abdüllah
ibni Abbâs “radıyallahü anhü- mâ” rivâyet
buyurmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri, Hudeybiye gününde Mekke-i
Mükerre- meye doğru yola çıkdılar. Müslimânlar
susadılar ve hiçbir yer- de su bulunmadı.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
Cuhfede konakladı. Buyurdu ki; (Müslimânlardan
bir cemâ’at ile falan kuyuya varıp, su kaplarını [tulumları] o
kuyudan dol- durup, bize getiren kimseye, Allahü
teâlânın onu Cennetine koyması için kefîl
olacağım.) Bir
kişi kalkdı, dedi ki: Yâ Resû- lallah! Ben
giderim. Onu sakalardan [suculardan] bir cemâ’at
ile gönderdi. Seleme-tebni Ekvâ “radıyallahü
teâlâ anh” der ki: Ben de onlar ile berâber
idim. O kuyuya yakın geldik. O yerde ağaçlar var
idi. O ağaçlardan ses işitdik. Hareketler
gördük. Ateşsiz dumânlar meydâna geldi. Bizim
üzerimize çok korku verdi. O ağaçlardan öteye
geçmeğe kâdir olamadık. Geri dö- nüp,
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûruna geldik. Durumu arz eyledik. Buyurdular
ki, (Onlar cinnîlerden bir cemâ’at idi. Sizi
korkutdular. Eğer siz, korkmadan [emr edi- len
gibi] gitseydiniz, hiç zararları erişmezdi.) Bir
kişi dahî onu işitdi. Yerinden kalkdı. Ben
gideyim yâ Resûlallah, dedi. O da sucular ile
gitdi. Bunlara da o hâl vâki’ oldu. Dönüp,
Resûlulla- hın huzûruna geldiler. Yine
buyurdular ki: (Eğer siz emr eyle- diğim gibi
gitseydiniz, hiçbir zarar size erişmez idi.) Bu
esnâda gece oldu. Eshâb-ı kirâm çok susadılar.
Resûlullah hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerini çağırtdı ve buyurdu ki: (Yâ
Alî! Bu sakalar [sucular] cemâ’ati ile, sen var,
o kuyudan su al, getir.) Seleme-tebni Ekvâ
“radıyallahü teâlâ anh” der ki, dı- şarıya
çıkdık. Tulumları arkamıza aldık. Kılınçlarımızı
ellerimi- ze aldık. Hazret-i Alî önümüzce
yürürdü. O mekâna varınca, ki o sesler ve o
hareketler açığa çıkdı. Biz de korkduk. Kendi
ken- dimize dedik ki, hazret-i Alî de o iki kişi
gibi geri dönse gerek- dir. Alî “radıyallahü
teâlâ anh” yüzünü bizden yana dönüp, bu- yurdu
ki, benim ardımca yürüyünüz. Gördüklerinizden
kork- mayınız, onlardan ziyân erişmez. Sonra o
ağaçların ortasına gir- dik. Hiç ateş yok iken,
büyük ateşler çıkmağa başladı. Kesilmiş başlar
ortaya çıkdı. Korkulu sesler çıkarırlar ki,
aklları durdura-
– 355 –
cak şeklde idi. Emîr-ül mü’minîn Alî
“radıyallahü teâlâ anh” o başlar üzerinden
yürüdü ve bize dedi ki, ardımca geliniz. Sağa ve
sola bakmayınız. Hiç korkmayınız. Biz de onun
ardınca var- dık. Kuyuya erişdik. Bir kovamız
vardı. Berâ’ bin Mâlik bir iki kova su çekdi.
Kovanın ipi kopdu. Kova suya düşdü. Kuyunun
dibinden gülme ve kahkahâ sesi geldi. Alî
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Kim
askerlerden bir kova getirecek. Hepsi dediler,
hiç kimsenin tâkati yokdur ki, o ağaçlardan
geçebilsin. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
beline bir ip bağlayıp, ku- yuya indi. Gülme ve
kahkahâ sesleri dahâ çok artdı. Sonra ku- yunun
ortasına vardı. Mubârek ayağı kaydı ve düşdü.
Kuyudan galgala sesleri geldi. Boğazlanan bir
kimsenin bağırdığı şeklde sesler geldi. Sonra
emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” ses-
lendi: Allahü ekber, Allahü ekber, ben Allahın
kulu ve Resû- lullahın “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” kardeşiyim. Tulum- ları aşağı
salınız. O tulumların temâmını doldurdu.
Ağızlarını bağladı. Bir-bir yukarı çıkardı.
Ondan sonra kendisi iki tulum, biz birer tulum
götürdük. Sonra ağaçların yanına geldik. Önce-
ki gördüğümüz nesnelerin hiçbiri yok idi. O
ağaçlardan geçme- ğe az kaldıkda, hâtıfdan bir
heybetli ses işitdik: Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ve hazret-i Alînin
menkıbe- lerinden söyler idi. Resûlullahın
huzûr-ı şerîflerine geldik. Alî “radıyallahü
teâlâ anh” kıssayı temâmen anlatdı. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (O duyduğunuz ses Abdüllah
adındaki cinnînin sesi idi. Safâ dağın- da sanem
[put]ların şeytânı olan Mes’ırı öldürdü.) (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Ellibirinci Menâkıb: (Hilâfetleri
beyânındadır.) Osmân “ra- dıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin vak’asından sonra, o gün Sa-
hâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” istediler ki, Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri ile bî’at etsinler. Mugîre tebni
Şûbe dedi ki, sabr edelim. Bakalım hazret-i
Osmânın ka- nını taleb eden kim olur. O gün
bî’at te’hîr edildi. Ertesi gün, Mugîre,
hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı
şerîfine vardı. Dedi ki, dünkü tedbîr bî’atında
duraklamak hatâdır. Sür’at kazandırmak lâzımdır.
Abdüllah ibni Abbâs “radıyalla- hü teâlâ anhümâ”
hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” dedi ki,
Mugîre dünkü sözünden vaz geçdi. Hicretin
otuzbeşinci se-
– 356 –
nesinin Zilhicce ayının dokuzuncu gününde
hilâfet hazret-i Alî üzerine mukarrer oldu [ona
bî’at edildi]. Talha “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden bî’at taleb etdiler. Talha da
bî’at etdi. Hazret-i Alî hilâfet makâmına
oturdu. Ona nasîhat etdiler ki, hazret-i Osmânın
“radıyallahü teâlâ anh” âmillerini, husûsân
Mu’âviyeyi “radıyallahü teâlâ anh” azl
etmemesini söylediler. Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri buyurdu ki: (Ben, karşı
koyanları yardımcı edinmeyi üsûl edinmedim.
[Mu’âviyeyi “ra- dıyallahü anh” azl etdi. Yerine
Abdüllah ibni Abbâsı ta’yîn et- di. Abdüllah
kabûl etmedi. (Onu azl etme. Orada eski vâlîdir.
Fitneye sebeb olur) dedi. Bir sene sonra yine
azl etdi.]) Bu se- beble fitne zuhûra geldi.
Etrâfındakiler serkeşliğe başladılar. Mu’âviye
ve Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anhüm” ve
sâirleri hazret-i Osmânın kanını taleb etdiler.
Ma’lûm ola ki, bu şekl hâlleri nakl etmekden
nehy olunmuşuzdur. Bir müslimâna Es- hâb-ı kirâm
arasındaki çekişmeleri ve muhârebeleri
tafsilâtlı olarak nakl etmek halâl olmaz.
Sahâbe-i güzîn zikr olunduğu mahalde müslimân
olana lâzım olan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” demekdir. Sâir emrlerini Allahü
tebâreke ve teâlâ haz- retlerine tefvîz
etmekdir. [(Eshâb-ı
Kirâm) kitâbı,
120.ci sahîfe- sinde; Talhanın ve Zübeyrin
“radıyallahü anhümâ”, hazret-i Alîye
“radıyallahü anh” ilk bî’at edenler olduğu
yazılıdır.]
Elliikinci Menâkıb: (Şevâhid-ün nübüvve)de
nakl edilmiş- dir: Abdüllah rivâyet eyler ki,
İbrâhîm bin Sâlim Mahzûmî Me- dîne-i Münevverede
vâlî iken, her Cum’a, halkı minber ayağına
toplardı. Kendi minbere çıkıp, Aliyyül mürtedâ
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine dil uzatır,
kötülerdi. Bir Cum’a minber ayağında bana uyku
galebe geldi. Rü’yâmda gördüm ki, Resû- lullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin mubârek kabrleri açılıp, kâfurdan
elbiseler ile çıkıp, geldi. Bana hitâb edip,
buyurdu ki, yâ Abdüllah! Seni bu habîsin
kelimeleri üz- mez mi. Dedim ki, Evet üzer yâ
Resûlallah! Ammâ ne çâre, hâ- kimin hükmüne
itâ’at ediyorum. Buyurdu: Yâ Abdüllah! Alla- hü
teâlâ ona ne yapacak, bak, gör. Gözlerimi açıp,
bakdığımda, gördüm ki, minberden düşüp, helâk
oldu [öldü].
Elliüçüncü Menâkıb: Hazret-i
Molla Câmî “kuddise sirru- hussâmî” (Şevâhid-ün
nübüvve)de
rivâyet etmişdir. Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri, bir mubârek gün-
– 357 –
de, sabâh nemâzını cemâ’at ile kılıp, evrâd-ı
şerîflerini okuyup, hamdele, tasliye ve düâdan
sonra, mubârek arkalarını mihrâba döndürdü.
Eshâb ve sâir ahbâb yerli-yerinde sâkin oldukdan
sonra, hazret-i Alî cevher ve inciler saçan
güzel sözler söyleyip, buyurdular ki, ba’zı
şeyler vardır ki, gençlere söylenmeyip, o işle
alâkalı olan kişilere söylenir. O meclisde hâzır
olan tâze yi- ğitler kendi rızâları ile
mescidden dışarı çıkıp, gitdiler. Sonra Alî bin
Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
Eshâbdan birisine buyurdu ki, Kûfenin falan
mahallesinde ve falan soka- ğında, falan
mescidin yanında bir kapı vardır. Git o kapıya
vur. İçeriden bir erkek ile bir kadın
çıkacakdır. İkisini de alıp, be- nim huzûruma
getir. Onlara sözüm vardır. Sonra o şahs emre
itâat edip, gitdi. Araya araya hazret-i Alînin
buyurduğu alâ- metler ile o kapıyı bulup,
vurdukda, içeriden bir erkek ile bir kadın
çıkdı. Onlara dedi ki, Emîr-ül mü’minîn sizin
ikinizi de ister. Onlar da, gelen emri kabûl
edip, o kimse ile berâber Aliy- yül mürtedânın
huzûrlarına varıp, se’âdethânelerine yüzlerini
sürdüler. Hazret-i Alî teveccüh edip, kadına
dedi ki, sana bir süâlim vardır. Kat’iyyen inkâr
etmeyip, doğrusunu söyliyesin. Kadın da dedi ki,
yâ imâm! Ben başımdan ne geçmişse söyle- rim.
Hâşâ ki senden saklayıp, inkâr eylemem. Hazret-i
Alî “ra- dıyallahü teâlâ anh” kadını, yakınına
getirip, buyurdu ki, yâ âdem evlâdı!
Çocukluğunda bir amcan vefât etdi. Bir oğlunu
baban evinize getirdi ki, kimsesi yokdur; bir
öksüzdür. Evimiz- de oğlumuz gibi olsun, her
hizmeti görsün diye. O ümmîd ile amcan oğlunu
yanına alıp, besledi. Büyüyüp, yiğit oldukdan
sonra, bir gün seni hanımlığa istedi. Baban
huzûrsuz olup, sen benim evimde büyüyesin. Kızım
ile rızân ile kardeş olasın. Al- lahü teâlâdan
revâ değildir, dedi. O ânda amcan oğlunu kendi
hânesinden uzaklaşdırdı. Bir yerde gezerken
fırsat bulup, seni tutdu. Zorla tasarruf etdi ve
hâmile oldun. Herkesden sakla- dın. Düşürmeğe
çâre bulamadın. Bu sırrı Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri biliyordu. Bir de vâliden
biliyordu. Müddet te- mâm olup, bir gece gizlice
bir oğlan doğurdun. Annen ile bir bez parçasına
sarıp, onu katl de edemeyip, bir yüksek yere
koydunuz. Birkaç adım gitdiniz ki,bir köpek o
çocuğu kokla- mağa başladı. Annen bu köpeği
görünce, eline bir taş alıp, o köpeğe atdı.
Allahü teâlânın hikmeti, o atılan taş, o çocuğun
al- nına dokundu. Eyvâh kendi elimiz ile bu
bîçâre çocuğu katl et-
– 358 –
dik deyip, yanına vardıkda, baksa ki, çocuğun
alnında bir mik- dâr yara eseri, alnı kanamış.
Bir bez ile yara üzerini bağladı. O kimsesiz
bîçâre çocuğu, annen ile orada bırakıp, evinize
gitdi- niz. Bunu Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerinden başka kim- se bilmez. Siz oradan
gitdiğiniz gibi, o yoldan bir kervân gelip,
geçerken, orada bir çocuk sesi duydular. Ona
doğru vardılar ki, bir küçük bîçâre çocuğu sarıp
koymuşlar. Feryâd ile ağlayıp, yatar. O kervân
sâhibi de o çocuğun ne olduğunu sormayıp, zâ-
hirde bir çocukdur. Eğer terbiye olunup, ömrü
olur ise bir di- lâver yiğit olur diye, alıp,
gitdi. Vilâyetine götürdü. Bir nice müddet
terbiye edip, kemâle erişdi. Sonra efendisi olan
bezir- gân ile hacca gitdi. Takdîr-i Rabbânî o
bezirgân eceli gelip, Mekke-i mükerremede vefât
etdi. Defn etdikden sonra, bu yi- ğit efendisi
vefât etdiğinden, üzüntüden kurtulmak düşüncesi
ile seyâhate çıkdı. Dolaşıp, yolu Kûfe şehrine
uğradı. Vilâyetin eşrâfı arasına karışdı [Onlar
ile tanışdı]. Onsuz olmazlar idi. Netîcede bu
şehrde kalmak, bu şehrde yerleşmek istedi. Sonra
eşrâfın herbiri bir tarafa çekdiler. Hâsıl-ı
kelâm, seni bu [müsâ- fir gelen] gence nikâh
etdiler. Bu gece zifâfa koydular. Yâ ka- dın!
Sakın yalan söyleme; dediğimiz gibi olmadı mı.
Gerçek- den yâ Alî, buyurduğunuz gibidir ve
doğrudur. Yâ Halîfe-i Re- sûlallah! Bu hâllere,
benim bu sırrıma, Allahü Sübhânehü ve teâlâ ve
tekaddes hazretlerinden gayri ve annemden başka
ve hazretinizden gayri, bu âna gelinceye kadar
kimse vâkıf değil- dir. Ondan sonra hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh ve kerre- mallahü vecheh”
buyurdu ki; ey kadın! Bu [erkek], senin yola
bırakdığın oğlundur. O yiğide de, aç alnını
diyerek, işâret bu- yurdu. O da alnını açdıkda,
taş yeri henüz gitmemiş. Açıkca göründü. Kadın
hemen o yara izini gördü. Dedi, yâ Alî! Doğ- ru
söyledin. Bütün sözlerin doğrudur. Ondan sonra,
hazret-i Alî “radıyallahü anh” o yiğide sordu
ki, bu gecenin içinde olan ceng ve cidâlin
[kavga ve münâkaşanın] sebebi ne idi. Allahü
teâlânın izni ile bize ma’lûm olmuşdur. Lâkin bu
meclisde hâ- zır olanların da ma’lûmları olsun.
Onun için söyle. O yiğit dedi ki, yâ Alî! Allahü
teâlâ bilir. Ne zemân ki bu hâtuna el uzat- sam,
o sırada üzerime bir hınzır yavrusu hamle ederdi
ki, aklım başımdan giderdi.Hemen elimi çekerdim.
O görünen hınzır kaybolurdu. Belki hayâldir
diye, tekrâr elimi kaldırıp, kadına elimi
uzatmak istediğim zemân, yine o hınzır açığa
çıkıp, üzeri-
me hücûm ederdi. Elimi çekince kaybolurdu. Kadın
ise huzûr- suz olup, derdi ki, niçin cefâ
edersin. Benimle alay mı edersin. Elini kâh
uzatır, kâh çekersin. Sâir erkekler gibi elimi
alıp, er- kek ile kadın mu’âmelesi etmezsin.
Sabâha kadar bu kadın ile ceng ve cidâlimiz bu
idi. Hazret-i Aliyyül mürtedâ “radıyalla- hü
teâlâ anh” buyurdu ki, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri, kemâl-i lütfundan ve gayretinden
ana-oğul ile cimâ olmağa re- vâ görmediği için,
böyle hâl vâki’ oldu. Bunun emsâli ahvâl Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden zuhûra
gelmesi çok ol- muşdur. Zîrâ bu şeklde kemâlât
ve makâmât ve kerâmetlerine nihâyet yokdur.
Ellidördüncü Menâkıb: Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir gün Fırat nehri
kenârında seyr ederken boğulmuş bir kimse gördü.
O meyyitin yanına varıp, bakdıkda, gördü ki,
serçe par- mağında Yemen taşından yüzük var.
Hayret edip, meyyit ya- nında hâzır olan
cemâ’ate süâl etdi ki, bu meyyitin vefâtına se-
beb ne oldu. Allahü teâlânın emri ki, sultânımız
suya gark ol- muşdur. Hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdular ki, Yemen taşı taşıyanın
suda boğulmaması gerek idi. Bunun hik- meti
nedir, diye hayret deryâsına dalıp, tefekküre
vardılar. Al- lahü Sübhânehü ve teâlâ celle
celâlühü lutfundan ve ihsânın- dan, hazret-i
Alînin “radıyallahü teâlâ anh” bu ızdırâbının
geç- mesi ve bu elemden kurtulması için, o
meyyitin parmağında olan yüzük taşına dil verip,
hazret-i Alîye dedi ki: Yâ Alî! Ye- men taşında
buyurduğunuz o hassâ vardır. Lâkin ben Yemenî
değilim. Hind diyârının bir taşıyım. Bende o
hassâ yokdur. Haz- ret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” bunu işitmekle şâd olup, Alla- hü Sübhânehü
ve teâlâ ve tekaddes hazretlerine şükrler
eyledi. Hâzır olan cemâ’ate buyurdu ki, suda
boğulmakdan kurtulmak hâssası Allahü teâlânın
inâyeti ile Yemenî taşa mahsûsdur. Baş- ka
taşlarda yokdur. O zemândan beri Yemenî taş
i’tibâr bulup, parmakda yüzük kılındı. Bu hikâye
bir arabî menâkıbdan nakl olundu.
Ellibeşinci Menâkıb: Alî
“kerremallahü vecheh ve radıyal- lahü teâlâ anh”
hazretlerinin bütün fazîletlerinden, ilmi o
sevi- yede idi ki, bir gün minber basamaklarını
şereflendirdikde, bu- yurmuşdur ki, rûhum
kabza-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn
ederim ki, Zebûr ve Tevrât ve İncîl
konuşabilseler idi,
ben onların bütün esrârlarından haber
verebilirdim. Onlar da ittifâk ile beni tasdîk
ederler idi. İbâdeti o mertebede idi ki, her
gece yalnız olarak [gece halvetinde], farz ve
sünnet tekbîr- lerinden ayrı olarak bin tekbîr
işitilirdi. Hilmi o derecede idi ki, bir gün bir
kölesine yedi kerre çağırdı [seslendi]. Cevâb
ver- medi. Sebebini anlamak için çıkdı. Hücre
[ev] kapısında dur- muş idi. Niçin cevâb
vermediğini sordu. Yâ Efendi! İstedim ki, seni
gadablandırayım. Hazret-i Alî dedi ki, ey gâfil!
Allahü te- âlânın izni ile ben gadablanmam.
Fekat seni imtihâna teşvîk edeni kızdırayım.
Onun için o köleyi âzâd etdi. Ömrü oldukça
[yaşadığı müddetçe] ma’îşet için çalışdı.
Tevâzu’u o derecede idi ki, hilâfet zemânında
mülkü, doğuda Semerkanda kadar genişlemişdi. Çok
vakt yaya yürür, ata binmezdi. Bir gün ba’zı
ihtiyâclarını alıp, kendi götürür idi.
Hizmetçilerinden birisi de- di: Yâ Emîr-el
mü’minîn! Bu hizmet bizimdir, biz yapalım. Bu-
yurdu ki: (Âilenin ihtiyâcını te’mîne en çok
hakkı olan baba- dır.) Hizmetçi dedi ki, siz
zemânın halîfesi ve cihânın sultânısı- nız. Bu
hizmet cenâbınıza hafîflik verir. Buyurdu ki:
Iyâlinin [çoluk-çocuğunun] ihtiyâcını taşımakla
insan kemâlinden bir- şey kaybetmez. Sehâveti
[cömertliği] o mertebede idi ki; bir vaktde dört
dirheme mâlik idi. Bir dirhemini gizli, bir
dirhemi- ni âşikâre, bir dirhemini gündüz, bir
dirhemini gece tasadduk eyledi [sadaka] verdi.
Şânlarının büyüklüğü için meâl-i şerîfi, (Gece
ve gündüz, gizli ve açık, mallarını sarf
edenlerin mükâ- fâtlarını Rableri verecekdir..) olan
Bekara sûresinin 274.cü âyet-i kerîmesi nâzil
olup, bütün âleme yayıldı ve şöhret buldu.
Fakîr-fukarâya çok düşkün idi ki, bu husûsdaki
şânlarının bü- yüklüğü için, meâl-i şerîfi, (Onlar
kendileri arzû etdikleri hâl- de, yiyeceği,
yoksula, öksüze ve esîre yidirirler) olan,
Hel etâ [insan] sûresi 8.ci âyet-i kerîmesi
nâzil oldu. Kemâl derecede- ki ihsânı, meâl-i
şerîfi, (Sizin
dostunuz ancak Allahü teâlâ, Onun Peygamberi ve
nemâz kılan, rükû’ eden ve zekât veren
mü’minlerdir) olan
Mâide sûresi 55.ci âyet-i kerîmesi ile sâbit
olmuşdur.
Rivâyet edilmişdir ki, bir gün hilâfet
zemânlarında, beyt-ül mâl hazînesine girip,
fazla mikdârda altın ve gümüşü görüp, de- di, ey
kırmızılar ve ey beyâzlar! Benden başkasına
cilve yapın ki, ben sizi dönüşü olmıyan bir
talâk ile boşamışım. Bir rivâyet-
de, sizi öyle terk etmiş ki, dönüşü mümkin
değildir. (Kıt’a):
Altın, güneş olsa da, onu gerdânlık diye takmam,
Gümüş ay olsa yine, güneş gibi hiç bakmam.
Müsâvîdir yanımda, kara toprak, ay ve güneş,
Altın ile gümüşe başka, toprağa başka bakmam.
Kerâmetlerinden biri de odur ki, mubârek ayağını
atının özengisine basarken, Kur’ân-ı kerîme
tilâvete başlar, öbür aya- ğını basıncıya kadar
hatm ederdi.
(Şevâhid-ün nübüvve)de
nakl edilmişdir. Esmâ binti Ümeys,
Fâtıma-tüz-zehrâdan “radıyallahü teâlâ anhâ”
nakl et- mişdir: Zifâf gecesinde onun [Alî
“radıyallahü anh”ın] yer ile konuşduğunu duydum.
Sabâh oldukda öğrenmek maksadı ile, o hâli
Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine arz etdikde, secde-i şükr edip,
buyurdu ki, (Ey
Fâtıma! Müjde- ler olsun sana ki, Allahü teâlâ;
zevcine se’âdet ve üstünlük ve- rip,
yeryüzündeki mahlûkların seçilmişlerinden
yapdı.)
Ellialtıncı Menâkıb: Yine (Şevâhid-ün
nübüvve)de
yazılıdır. Sıffîn harbine giderken askerler çok
susamışlar idi. Su aradılar. Rastladıkları bir
kilisenin râhibi, falan yerde bir çeşme vardır,
dedi. Askerler bulundukları yerden o istikâmete
gidiyorlardı. Şâh-ı Merdân Alî “radıyallahü
teâlâ anh” başka tarafa gitmeyi- niz, o tarafda
bir taş görüp, işâret edip, bunu kaldırınız
buyur- du. Bütün askerler, o taşı kaldırmakdan
âciz olup, kaldıramadı- lar. Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” o taşı kaldırdı. Altın-
dan, hoş ve güzel, kaynayan su çıkdı. Bütün
asker o sudan içip, kandıkdan sonra, yine o
kaynak üzerine o taşı koyup, kapatdı- lar.
Râhib, bu kerâmeti görüp, dedi ki, ey azîz! Sen
Resûl mü- sün? Alî “radıyallahü anh”, hâyır,
velâkin Resûlün vasîsiyim buyurdu. Râhib ihlâs
ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerine îmân getirip, müslimân
oldu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
müslimân olmasının sebebini süâl bu- yurdukda,
cevâb verdi ki: Yâ Ebâ Hasen [Hasenin babası].
Ön- ceki geçenlerimizden işitmişiz ve
kitâblarımızda yazılıdır ki, bu mevkî’de bir
çeşme var. Onun açığa çıkması Resûl veyâ Resû-
lün vasîsi olmadıkca, müyesser olmaz. [Ya’nî
onlar açığa çıka- rır.] Bugün ise sizden bu
kerâmet açığa çıkdı. Anladım ki, siz Resûlün
vasîsisiniz! İşitdiğim ve gördüğüm muhakkak
olup,
– 362 –
murâdıma erdim.
Nakl edilmişdir ki, dünyâyı terk edip, Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hizmetinde
bulunup, muhârebeye katılıp, şe- hîd oldu.
Hazret-i Mürtezânın “radıyallahü teâlâ anh”
güzel ah- lâkının vasflarından yazmak ve
anlatmak insan kudretinin dı- şındadır. Onun
hâllerini müşâhede imkânsızdır. [Herkes anlıya-
maz.] (Kıt’a):
Bir serverin ki, güzelliğini anlatmak kolay
değildir, Vasfı (Hel etâ) ola, medhi (İnnemâ).
Lâyık değil ki, onun zâtını vasf etmek, Eteğine
bulaşan Sühâ yıldızı ile.
Elliyedinci Menâkıb: Emîr-ül
mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri vasıyyet etdi ki, vefâtlarında,
mubârek be- denlerini benim yıkamamı emr
buyurdular. Her kim o hazretin cesed-i şerîfine
baksa, anlayışı ve hâfızası kuvvetli olur. Hattâ
emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh”
hazretlerinin di- ğerleri üzerine fehm [anlayış]
ve hıfzı [hâfızası] çokluğundan sordular.
Buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sel- lem” hazretlerini yıkadım. Gözünün
hânesinde bir mikdâr su kalmış gördüm. O suyu
dilim ile aldım ve içdim. Bu kuvvetli hâ- fıza,
o ser-çeşmenin bereketindendir. (Şevâhid-ün
nübüv- ve)den
alınmışdır.
Ellisekizinci Menâkıb: Ebûl
Esved Düeli demişdir ki, emîr- ül mü’minîn Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden işit-
dim. Buyurdu ki: Dışarı çıkdım, ayağımı atın
özengisine koy- dum. Abdüllah bin Selâm
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri çı- ka geldi.
Dedi ki, yâ Alî! Nereye gidiyorsun. Irâka
gidiyorum, dedim. Dikkatli ol ki, eğer sen Irâka
gider isen, başına kılınç dokunsa gerekdir.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yemîn etdi
ki, ben bu sözü, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sel- lem” hazretlerinden işitmişdim. (Şevâhid-ün
nübüvve)de
var- dır.
Ellidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir şahsa dedi ki,
benim haberimi Mu’âviyeye niçin götü- rürsün. O
şahs inkâr etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh”
– 363 –
yemîn eder misin, dedi. O şahs yemîn etdi.
Hazret-i Alî buyur- du ki, eğer yemîninde
yalancı isen, Allahü teâlâ senin gözlerini kör
eylesin. Bir hafta geçmeden gözleri kör oldu. (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Yine emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazret- leri Ruhbeden bir şahsa, bir şey
sordu. Doğru söylemedi. Haz- ret-i Alî, yalan
söylüyorsun, buyurdu. O şahs, yalan söylemi-
yorum, dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” dedi ki: Se- nin üzerine düâ ederim, eğer
yalan söylemiş isen, Allahü teâ- lâ seni kör
eylesin. O şahs Ruhbesine gitmeden kör oldu. (Şe-
vâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Yine hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir
gün mescidde hâzır olanlara and verdi.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden her kim (Beni
seven, Alîyi de sever) ha-
dîs-i şerîfini işitmiş ise, şehâdet versin.
Ensârdan on kişi hâzır olup, şehâdet etdiler.
Bir kişi de bu hadîs-i şerîfi işitmiş idi ve o
meclisde hâzır idi. Şehâdet etmedi. Hazret-i Alî
buyurdu ki, ey falan, niçin sen şehâdet etmezsin
ki, sen de o meclisde olup, ha- dîs-i şerîfi
işitmiş idin. O kişi dedi: Ben ihtiyârladım;
unutdum. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
düâ etdi ki, yâ Rabbî! Eğer bu şahs yalan
söylüyor ise, onun derisinde bir beyâzlık açığa
çı- kar ki, sarığı onu örtmesin. Rivâyet eden
der ki, vallahi ben o şahsı öyle gördüm ki, iki
gözünün ortasında beyâzlık meydâna geldi. Hattâ
Zeyd bin Erkam “radıyallahü teâlâ anh” demişdir
ki, ben de o meclisde veyâ onun gibi bir
meclisde hâzır idim. Ben de o hadîs-i şerîfi
işitenlerden idim. Ammâ şehâdet etme- dim.
Allahü teâlâ azze şânühü benim gözlerimin nûrunu
gider- di. Her zemân o şehâdet etmemenin
pişmânlığını çekerdi. Alla- hü Sübhânehü ve
teâlâ hazretlerinden magfiret taleb ederdi. (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Altmışıncı Menâkıb: Hazret-i
emîr-ül mü’minîn Alî “radı- yallahü teâlâ anh”
bir gün minbere çıkdı. Buyurdu ki: Ben Al- lahın
kulu, Resûlünün kardeşi, Cennet kadınlarının
seyyidesi- nin nikâhlısıyım. Her kim benden
gayri bu da’vâda bulunsa, Allahü teâlâ
hazretleri o kimseye belâ verir. O meclisde olan
bir kişi, dedi ki: Allahın kuluyum ve
Resûlullahın kardeşiyim sözü kimseye hoş gelmez,
bu söze kimse inanmaz. O şahs yerin-
– 364 –
den kalkmadan, aklını kaybedip, deli oldu. Onu,
ayağından ya- pışıp, mescidden dışarı sürüdüler.
Komşularından, ona dahâ evvel böyle bir şey
olmuş mu idi diye sordular. Dediler ki, ol-
mamışdı. Herkes bildiler ki, emîr-ül mü’minîn
Alîye “radıyalla- hü anh” ta’n sebebi ile oldu. (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmış- dır.
Altmışbirinci Menâkıb: Sıffîn
günlerinden bir gün, emîr-ül mü’minîn Alî
“radıyalahü teâlâ anh” seslendi ki, yâ Ebâ Müs-
lim neredesin. Muhammed bin Hanefiyye dedi ki:
Ebû Müslim arka saflardadır. Hazret-i Alî
buyurdu ki: Benim murâdım Ebû Müslim Havlânî
değildir. Maksadım şu Ebû Müslimdir ki, Ho-
râsanlıdır. Bu askerin sâhibi olacakdır. Doğu
tarafından siyâh bayraklar ile meydâna çıkar.
Muhâlifleri ile o kadar muhârebe ve mukâtele
eder ki, Allahü teâlâ onun vâsıtası ile, olacak
şey- leri merkezinde karâr etdirir. Ne mutlu
onunla berâber dîni yaymak için çalışan, dîni
yaymak için gayret edenlere. (Şevâ-
hid-ün nübüvve)den
alınmışdır.
Altmışikinci Menâkıb: Bir
gün Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, ne
olaydı, ne zemân öleceğimizi bilseydim. Hâzır
bulunanlar dedi ki, biz onun nasıl olacağını
bilmeyiz. Hazret-i Mu’âviye dedi ki: Ben onu
hazret-i Alîden öğrenirim. Onun bil- diği herşey
doğrudur. Dilinden çıkan şeyler doğrudur, bâtıl
de- ğildir. Kendinin güvendiği kimselerden üç
kişi çağırdı. Onlara dedi ki: Üçünüz berâber yol
arkadaşı olup, Kûfeye gidiniz. Kû- feye bir
menzil kalınca [yaklaşınca], birbirinizin
ardınca Kûfeye giriniz. Her biriniz benim
öldüğüm haberini veriniz. Lâkin her biriniz,
hastalığımda, ölüm günümde ve sâatinde ve
mahallinde ve nemâzımı kılan kimse hakkında ve
sâir husûsda birbirinize uygun söyleyiniz. O üç
kişi, Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” dediği
şeklde, Kûfeye gitdiler. Bir menzil kaldı.
Birisi Kû- feye girdi. Sordular, nereden
gelirsin. Dedi, Şâmdan gelirim. Dediler, ne
haber var. Dedi ki: Mu’âviye vefât etdi.
Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh”
huzûrlarına bu haberi iletdiler. Hazret-i
emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” aslâ
iltifât buyurmadılar. İkinci gün biri dahî
geldi. Yine Mu’âviye- nin “radıyallahü anh”
vefâtının haberini verdi. Yine hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” cevâb vermedi. Üçüncü
gün biri da- hî geldi. Evvelkilere muvâfık haber
verdi. Emîr-ül mü’minîn
Alî “radıyallahü anh” hazretlerine iletdiler.
Haber mütevâtir oldu. Sıhhatinde şübhe kalmadı.
Muhakkak Mu’âviye “radıyal- lahü anh” vefât
etmişdir, dediler. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn Alî
“radıyallahü anh” mubârek başını ve yüzünü
göstererek; (Bundan akan kan ile bu
bulaşmayınca, Mu’âviye vefât eder mi) buyurdu. O
üç kimse bu haberi Mu’âviyeye “radıyallahü anh”
iletdiler. Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh”
anladı ki, ken- disi Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden sonra kalacakdır ve hem de kazâ-i
ilâhî ile öyle oldu. (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Altmışüçüncü Menâkıb: Rivâyet
edilmişdir. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” Vedâ haccından dönerken, Ga-
dîrhum denilmekle ma’rûf menzilde nemâzdan
sonra, Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” hazretlerine dönüp buyurdular ki, (Ben
mü’minlere nefslerinden dahâ sevgili, dahâ yakın
değil miyim.) Orada
hâzır olanlar ittifâkla tasdîk edip, de- diler,
(Evet, yâ Resûlallah.) Sonra hazret-i Alînin
elinden tu- tup, buyurdu ki: (Ben
kimin mevlâsı isem, Alî onun mevlâsıdır.) [Beni
seven Alîyi sever.] (Yâ
Rabbî, ona düşmanlık edene düş- manlık et. Onun
ile dost olana dost ol. Onu hor tutanı hor tut.
Ona yardım edene yardımcı ol. Nerede olur ise
olsun, ona hak- kı, doğruyu bildir.)
(Kıt’a):
Gel ey Resûlün rızâsını isteyen, Onu seveni sev,
düâsını rehber et.
Sana ilâhî kılınç çekilmesin diyorsan, Allahın
arslanına buğz etme, muhabbet et!
Altmışdördüncü Menâkıb: Emîr-ül
mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”,
bir mikdâr henüz toprakdan ayrılma- mış altını
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazret- lerinin huzûrlarına getirdi. Hazret-i
Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü
aleyhi ve sellem” onu Necd ehline tak- sîm
eyledi. Kureyş ve ensâr dediler ki: Yâ
Resûlallah! Bizi bı- rakıp da Necd ehline taksîm
buyurdun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdu ki: (Bunu,
onun için onlara taksîm etdim ki, ehl-i islâm
ile ve müslimânlar ile ülfet etsin- ler!) Bu
sözleri söylediği sırada bir şahs çıka geldi.
Gözleri çu-
kurlaşmış, sakalı yüzünü bürümüş, vücûdunu
kıllar kapatmış- dı. Dedi ki: Yâ Muhammed!
Allahü teâlâ hazretlerinin emrini yerine getir.
Resûlullah hazretleri, (Eğer
ben, Allahü teâlânın emrlerini dinlemez isem,
kim dinler) buyurdu.
Hâlid bin Velîd “radıyallahü teâlâ anh” orada
hâzır idi. Dedi ki: Yâ Resûlallah! İzn ver, katl
edeyim. İzn vermedi. Sonra o şahs yüzünü dönüp,
gitdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdular ki, (Bunun
neslinden bir kavm zuhûra gelecekdir. Kur’ân-ı
azîm-üş-şânı okurlar. Ammâ boğazlarından aşağı
geç- mez. Ehl-i islâmı katl ederler. Okun yaydan
çıkdığı gibi, dîn-i islâmdan çıkarlar!) Hâricîler
o kavmdendir. O sebebden onla- ra (Mârikûn) derler.
Altmışbeşinci Menâkıb: Fahr-i
âlem ve Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri, emîr-ül mü’minîn
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine haber
vermiş idi ki, (Sen,
cemâ’atinden dinden çıkan hâricîler olacak,
onlar ile harb edeceksin. Onlar içinde bir şahs
olur ki, bir eli bir pâre et olur. Omuzu
başında, kadınlar memesi gibi nesne olur. O et
parçası- nın üzerinde fâre kuyruğu gibi nice
kıllar vardır.)
Rivâyet ederler ki, emîr-ül mü’minîn Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri hâricîler
üzerine zafer buldu. Onlardan çoğu helâk oldu.
Hazret-i Emîr-ül mü’minîn buyurdu, o şahsı
istedi- ler. Bir def’a aradılar, bulamadılar.
Hazret-i Emîr yemîn etdi ki, vallahi ben yalan
söylemem. Bana da söyliyen yalan söyleme-
mişdir. Bir def’a dahâ istediler. Kırk ölünün
altında, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinin Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinden nakl etdiği gi-
bi buldular.
Altmışaltıncı Menâkıb: Emîr-ül
mü’minîn Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”
islâm askeri ile hâricîlere karşı harb et- meğe
giderken, Nehrvân yolunda bir kilisede bulunan
bir râhib dedi ki; ey islâm askeri, emîriniz bu
tarafa gelsinler. Hazret-i Alîye arz olundukda,
hazret-i Emîr o tarafa doğru yönelip, ki- liseye
vardılar. Râhib dedi ki, ey müslimân
askerlerinin serdâ- rı! Bugün tâli’ yıldızı
müslimânların mağlûbiyyetini gösteriyor. Sabr
ediniz. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdu ki: Ey râhib! Bana yıldızlara
bakıp, hükm söyler-
– 367 –
sin. Falan settâreden [yıldızdan] bana haber
ver. Râhib dedi ki: Ben o yıldızı bilmiyorum.
Hazret-i Alî buyurdu ki: Ey râhib! Ma’lûm olsun
ki, gök ilmini [ilm-i nücûmu] bilmiyorsun. Yer
[arz] ilminden sorayım. Hâlen ayağının basdığı
yerin altında ne vardır. Râhib dedi ki:
Bilmiyorum. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh”, Ben sana söyliyeyim. Şu şeklde bir kab,
kabın için- de şu kadar, şu vasfda, nakşda, akçe
vardır, buyurdu. Râhib de- di, ey azîz! Bu
şeklde keşf etmek sana nereden hâsıl oldu. Bu-
yurdu ki: Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sel- lem” bana haber vermiş idi ki,
bir grub asker ile harb edesin ki, onların
askerinden, on kişiden azı kurtulur. Senin
askerinden ondan eksik şehîd olur. Râhib, hayret
edip, imtihân için ayağı altındaki yeri kazdı. O
ta’rîf edilen şeklde akçeler bulup, o ni- şân
ile çıkıp, o şeklde görünce, îmâna geldi.
Rivâyet edilir ki, o dörtbin hâricîden
üçbindokuzyüzdoksanbir adedi öldürülüp, dokuz
asker firâr etmişdir. İslâm askerinden dokuz
se’âdetli kimse şehâdet şerbetini içip, gerisi
sıhhat ve selâmet üzere kal- mışdır.
Altmışyedinci Menâkıb: İmâm-ı
Müstagfirî “rahimehullahi teâlâ” (Delâ-il-ün
nübüvve) adlı
kitâbında, Firâs bin Amrdan “radıyallahü teâlâ
anh” nakl eylemişdir. Ona Resûlullah “sal-
lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
zemân-ı şerîflerinde bir baş ağrısı ârız oldu.
Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” iki gözü ortasını tutdu. Mubârek
parmakları ile tutduğu yerden kirpi kılı gibi
kıl çıkdı. O ağrı ondan gitdi. Hâricîlerin
emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh”
üzerine hücûm etdikleri günde, Firâs de onlara
uydu. O vakt o kıllar alnından döküldü. O sırada
o ağrı tekrâr başladı. Ona de- diler ki, bu iş
sana hâricîlere uyduğun için hâsıl oldu. Tevbe
ve istigfâr etdi ki, o kıl alnında çıkıp, o ağrı
ondan temâmen gitdi. (Şevâhid-ün
nübüvve)den
alınmışdır.
Altmışsekizinci Menâkıb: Alî
bin Zeyd “rahimehullahü teâ- lâ” demişdir. Sa’îd
bin Museyyib “radıyallahü anh” bir şahsı bana
gösterdi ve dedi ki, var o şahsı gör. Dedim,
hâlini bana anlat. Benim görmeme ne lüzûm var.
Bu şahs Osmân ve Alînin “radıyallahü teâlâ
anhümâ” hakkında kötü sözler söyler idi. Ben
münâcat etdim, Allahü teâlâya ki, eğer senin
katında Os- mânın ve Alînin kıymetleri var ise;
bana bir nişân göster. Son-
– 368 –
ra o bedbahtın yüzü siyâh oldu. (Şevâhid-ün
nübüvve)den alın- mışdır.
Altmışdokuzuncu Menâkıb: Abdüllah
Muhammed bin Kay- yımil Cevzî (Kitâb-ür-rûh) kitâbında
nakl eyledi. O da Kurey- şin bir şahsından
rivâyet eyledi. Şâmda bir kişi gördüm ki, yü-
zünün bir tarafı kapkara idi. Onu dâimâ bir
nesne ile örterdi. Ondan bu durumunu sordum.
Dedi ki: Allahü teâlâya ahd ey- ledim ki, her
kim bu hâli benden sorarsa, ben ona hikâye ede-
yim. Ben, Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine buğz eder- dim. Hakkında uygunsuz
sözler söylerdim. Bir gece uykumda gördüm ki,
bir kişi geldi. Sen benim hakkımda uygunsuz
sözler söylersin, dedi. Yüzümün bir tarafına bir
nesne ile vurdu. Sabâh gördüm ki, yüzümün o
tarafı siyâh olmuş. (Şevâhid-ün
nübüv- ve)den
alınmışdır.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine sordular: Ebû Bekr ve Ömerin
“radıyallahü teâlâ anhümâ” zemân-ı şerîf-
lerinde, hilâfetleri çekişme, kavga, fitne ve
ihtilâflı değildi. Sizin ve Osmânın “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hilâfetlerinin zemânla- rı sıkıntı
ve değişiklik ve fitneden hâli olmadı. Hazret-i
Alî “ra- dıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Onun
sebebi şudur. Ben ve Osmân, Ebû Bekr ve Ömerin
mu’âvinleri idik. Sen ve senin emsâlin, benim ve
Osmânın yardımcımız oldunuz. Böyle oldu. (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Yetmişinci Menâkıb: Emîr-ül
mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” Yenbû
karyesinde hasta oldu. Ona dediler ki, niçin bu-
rada durursun. Eğer vefât edersen, hizmetlerini
görmezler. Me- dîneye gidersen, kardeşlerin
işini görürler. Alî “radıyallahü teâ- lâ anh”
buyurdu ki: Ben şimdi vefât etmem. Hazret-i
Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
bana haber vermişdir. Mubârek başını gösterip,
(buranın kanı), mubârek yüzünü gös- terip,
(burayı boyamayınca) ben vefât etmesem gerekdir. (Şe-
vâhid-ün nübüvve)den
alınmışdır.
Yetmişbirinci Menâkıb: Ammâr
bin Yâser “radıyallahü anh” bir gün Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdu ki:
Yâ Alî! Sana, insanların bedbahtlarından haber
vereyim mi! Bunlar; Sâlih aleyhisselâmın
devesini kılınçla vuranlar ve senin başına
kılınçla vurup, yüzünü kana boyayanlardır.
– 369 – Menâkıb-ı
Çihâr Yâr-i Güzîn - F:24
Yetmişikinci Menâkıb: Bir
gün emîr-ül mü’minîn Alî “radı- yallahü teâlâ
anh” Kûfe mescidinde, kendisini katl edecek olan
İbni Mülcem mel’ûnunu gördü. Ona hitâb edip,
buyurdular ki, ey Mülcem oğlu. Senin câhiliyye
zemânında ve çocukluk günle- rinde hiç lakabın
var mı idi. Dedi, bilmiyorum. Buyurdu ki: Sa-
na; (ey şakî, ey Sâlihin devesini kısırlaşdıran)
diyen, bir yehûdî hizmetciniz var mı idi. Evet
var idi, dedi. Emîr-ül mü’minîn bir- şey
söylemedi.
Yetmişüçüncü Menâkıb: Bir
gün emîr-ül mü’minîn Aliyyül mürtedâ, Zübeyr
“radıyallahü teâlâ anhüm” ile gizli söyleşirler
idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri bu- yurdu ki: (Yâ
Alî! Zübeyre gizli söylersin [sırrını
söylersin]. Hâlbuki o seninle mukâtele [harb] edecekdir.) Deve
vak’ası ol- duğu zemân, Alî “radıyallahü teâlâ
anh” bu hadîs-i şerîf ile Zü- beyri “radıyallahü
anh” andı. Zübeyr “radıyallahü teâlâ anh”
muhârebeden vaz geçdi. Dönüp gitdi. Bir şahs
ardından varıp, katl eyleyip, kılıncı hazret-i
Alîye “radıyallahü teâlâ anh” getir- di.
Hazret-i Alî buyurdular ki, (Hazret-i Zübeyrin
kâtiline, Ce- hennem ateşi müjdeler olsun!) (Şevâhid-ün
nübüvve)den
alın- mışdır.
Yetmişdördüncü Menâkıb: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
Hendek kazdıkları gün; Ammâr bin Yâserin,
mubârek eliyle arkasını sığadı. Buyurdu ki, (Seni
ehl-i bâgîden bir cemâ’at katl etse gerekdir!) Sonra
Sıffîn gün- lerinde harb şiddetlendi. Ammâr bin
Yâser, hazret-i Alînin ya- nında yemîn etdi ki,
bu o gündür ki, Resûlullah “sallallahü teâ- lâ
aleyhi ve sellem” hazretleri bana o günde
şehâdet va’d bu- yurmuşdur. Emîr-ül mü’minîn
hazretleri hiç cevâb vermedi. Üçüncü def’a yine
yemîn etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdu ki: Evet, bu gün o gündür. Hemen Ammâr
“ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretleri tekbîr
aldı. Hoş yeller esmeğe başladı. Yüzünü
Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” askerin- den
tarafına dönüp, muhârebe ile meşgûl oldu.
Mu’âviyenin “radıyallahü anh” askerinden ba’zı
behâdırlar bunu düşürdü. Bu esnâda susuzluk
galebe etdi. Su diledi. Süt ile karışmış bir
kadeh su verdiler. Ammâr onu gördü. Allahü
ekber! dedi. Son- ra ondan bir mikdâr içdi. Ve
dedi ki: Risâletpenâh “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” efendimiz hazretleri bana haber
vermiş-
– 370 –
dir ki, (Seni
ehl-i bâgîden bir kimse katl etse gerekdir.
Senin katlin hazret-i Cebrâîl ve Mikâîl
aleyhimesselâmın ortasında olur. Onun alâmeti o
olur ki, o vakt su isteyesin. Sana su ile ka-
rışmış süt verirler.) Hattâ
hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” Abdüllah bin Amr bin Âsa buyurmuşdur ki,
ey Abdüllah; Ammâr bin Yâserin kâtiline Cehennem
ateşi ile müjde veresin. O gün, Ammâr bin Yâseri
şehîd etdiler. İki bed- baht onun mubârek başını
Mu’âviyenin “radıyallahü anh” önü- ne götürüp,
çekişdiler. Biri dedi ki, ben katl etdim. Öbürü
dedi ki, ben katl etdim. Mu’âviye “radıyallahü
anh” dedi; her kim onu katl etmiş ise, ona bir
kese gümüş vereceğim. Bunun anla- şılması için
Abdüllah bin Amr bin Âsa emr etdi. Abdüllah bi-
rinden, nasıl katl etdiğini sordu. O kişi dedi
ki: Onun üzerine hamle etdim. Onu katl
mahallinde gördüm. Abdüllah dedi, sen katl
etmemişsin. Diğerinden de sordu. Diğeri dedi ki:
Birbiri- mize hamle etdik. Benim hamlem ona
te’sîr edip, atından düş- dü. Dizi üzerine
gelip, dedi ki: (Cebrâîl ve Mikâîl “aleyhimes-
selâm” ortasında bu işi yapan iflâh olmasın;
pişmân olacakdır.) Bunu söyleyip, sağına ve
soluna bakardı. Ondan sonra ben ile- ri varıp,
başını kesdim. Abdüllah hazretleri buyurdu: (Bu
bir kese dirhemi [gümüşü] tut ve sana Cehennem
ateşi müjde ol- sun!) O bedbaht dedi ki: Eğer
ölürsek vay bize, eğer öldürür- sek vay bize.
Keseyi bırakdı [yere atdı]. (İnnâ lillah ve innâ
...) dedi. Mu’âviye “radıyallahü anh” dedi, Ey
Abdüllah! Bunun gibi sözlerin mahalli midir?
Abdüllah hazretleri buyurdu ki, mescidi bina
etdikleri günde herkes bir taş getirdi. Ammâr
iki taş getirdi. Resûl-i ekrem ve Nebiyyi
muhterem “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden işitdim, buyurdular ki, (Ey
Ammâr! Seni ehl-i bâgîden bir cemâ’at katl
edeceklerdir.) Son-
ra buyurdular: (Ey
Abdüllah! Ammârı katl edeni Cehennem ateşi ile
müjdele!)
Yetmişbeşinci Menâkıb: Hazret-i
Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem”
bir gün buyurdu ki, (Yâ
Alî! Yakın zemân- da, seninle Âişe arasında bir
hâdise vâki’ olacakdır.) O
buyur- dukları Cemel harbine işâret idi.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâ- lâ anh” dedi: Yâ
Resûlallah! Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” hazretlerinin içinde, bu bana
mı mahsûsdur. Habîbullah hazretleri buyurdu: (Evet,
sana mahsûsdur.) Haz-
ret-i Alî dedi ki: Öyle olur ise ben Eshâbın en
bedbahtı olurum. Hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yok
öyle olmazsın. Velâkin, öyle bir hâdise vâki’
olduğu zemân, onun üzerine gâlib olursun. Onu
geri yerine, makâmına gönder!) Şübhesiz,
emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh”
Cemel vak’asında, Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ”
hazretle- rinin askeri üzerine zafer buldu. Âişe
hazretlerini ikrâm ve ihti- mâm ile Medîne-i
münevvereye gönderdi.
Yetmişaltıncı Menâkıb: İmâm-ı
Müstagfirî “rahimehullahü teâlâ” (Delâ-il-ün
nübüvve) kitâbında
bildirmişdir. Rûm kay- seri, emîr-ül mü’minîn
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretle- rinin
hilâfeti zemânında zor süâllerini yazdı. Tafsîli (Delâ-il-ün
nübüvve)de
vardır. O süâlleri Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine gönderdi. Hazret-i Ömer onu okudu.
Emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh”
önüne koydu. Haz- ret-i Alî onu okudu. Divit ve
kalem istedi. Onların cevâbını yazdı. Kâğıdı
katlayıp, kayserin elçisine verdi. Elçi, bu
cevâbı kim yazdı diye sordu. Hazret-i Ömer
buyurdu ki, hazret-i Re- sûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” amcası oğlu, dâ- mâdı ve
dostu hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
yazdı. Der- ler ki, yehûdîden ba’zıları
geldiler, dediler ki, ne oldu size ey müslimân
tâifesi. Peygamberinizin vefâtından sonra, bu
kısa zemânda ba’zınız ba’zınızın üzerine hücûm
edip, muhârebeye başladınız. Hazret-i Alî
“kerremallahü vecheh” buyurdu ki: (Ey yehûdî
tâifesi! Size ne oldu ki, henüz ayaklarınız
denizin ıs- laklığından kurumamış idi. Yâ Mûsâ!
Bize de başkalarının ilâhları olduğu gibi ilâh
yap, dediniz!) Bu cevâb ile yüzlerini kara edip,
cevâb veremiyecek hâle bırakdı.
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ”
buyur- muşdur ki, (Alîye ilmin on bölüğünden
dokuz bölüğü verildi. Vallahi geri kalan bir
bölüğünde de ortakdır.) Hattâ imâm-ı Ahmed bin
Hanbel “rahimehullahü teâlâ” buyurmuşdur ki,
Sahâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” hazretle- rinden bize hazret-i Alînin
hakkında o kadar fazîlet gelmişdir ki, Alîden
“radıyallahü teâlâ anh” başkası için
gelmemişdir. Seyyid-üt-tâife Cüneyd “kuddise
sirruhül’azîz” buyurmuşdur ki: Emîr-ül mü’minîn
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
muhâlifleri ile muhârebeden fırsat bulsa idi,
elbette ondan te-
savvuf ve hakâyık ilmi o kadar olurdu ki,
gönüller ona tâkat ge- tiremezdi. O, âriflerin
başıdır. Onun sözleri vardır ki, ondan evvel
kimse söylememişdir ve ondan sonra da kimse
mislini söylemeğe kâdir olmamışdır. Şu şekldedir
ki, bir gün minbere çıkmış idi. Buyurdu ki, bana
arşın altındakilerden sorunuz! Be- nim içim ilm
ile doludur. Bu ağzımdaki Resûlullahın
“sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek
ağzının suyudur. O şol nes- nedir ki, bana
bölük-bölük verdi. Onun içindir ki, benim nef-
sim onun yed-inde olan Allahü teâlâya yemîn
ederim ki, eğer izn olsa, Tevrâtın ve İncîlin
içinde olanları haber verirdim. Be- ni o ikisi
tasdîk ederlerdi. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn bu
kelâ- mı kerâmet eseri buyurdu. O meclisde
Da’leb Yemânî derler bir kişi var idi. Dedi ki:
bu kişi ne garîb da’vâda bulundu. El- bette ben
bunu imtihân ederim. Yerinden kalkıp, dedi, bir
süâ- lim vardır. Hazret-i Alî buyurdu ki,
öğrenmek ve bilmek için sor. Tecribe ve imtihân
için sorma. Da’leb, sen beni onun üze- rine
mecbûr etdin deyip, sordu, Rabbini gördün mü yâ
Alî! Hazret-i Alî buyurdu: (Görmediğim Rabbime
tapacak deği- lim.) Sonra, nasıl gördün, dedi.
Emîr-ül mü’minîn buyurdu: (O Hakkı, gözler
dünyâda gördükleri şeklde göremezler. Lâkin
gönüller bekâ hakîkatleri ile görür. Benim
Rabbim birdir. Şe- rîki yokdur. Benzeri
bulunmaz. İkincisi olmaz. Yer [me- kân]dan
münezzehdir. Üzerinden zemân geçmez. Akl ile
idrâk edilmez. Yaratdıkları ile kıyâs edilmez.)
Da’leb bu sözleri işi- tip, yüzü üzeri düşdü.
Bayıldı. Bir zemân sonra kendine geldi. Dedi ki;
Hak teâlâya söz verdim ki, kimseye imtihân
niyyeti ile süâl sormıyacağım. Hazret-i Emîr-ül
mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki,
(Eğer iş senin elinde olursa.)
Yetmişyedinci Menâkıb: İmâm-ı
Fahreddîn-i Râzî “rahime- hullahi teâlâ” (Tefsîr-i
kebîr)de
nakl etmişdir. Emîr-ül mü’mi- nîn Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
sevenlerinden bi- risi bir siyâh köle idi. Bir
gün onu hırsızlık yaparken tutup, haz- ret-i
Alîye getirdiler. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn
sordu ki, (Sen mi hırsızlık etdin.) Evet ben
hırsızlık yapdım, dedi. Elini kesdi. O siyâh
köle, hazret-i Emîrin meclisinden çıkıp, gitdi.
Yolda Selmân-ı Fârisî ve İbni Zekvâna
“radıyallahü teâlâ anhümâ” rastladı. İbni Zekvân
o siyâh köleye, elini kim kesdi, dedi. Siyâ- hî
dedi ki: Emîr-ül mü’minîn kesdi. İbni Zekvân
dedi: O senin
elini kesdi, sen onu medh ediyorsun. Dedi ki,
niçin medh etmi- yeyim ki, muhakkak elimi hak
üzerine kesdi ve beni Cehennem ateşinden halâs
eyledi. Selmân “radıyallahü teâlâ anh” bu sözü
siyâh köleden işitip, geldi, Alîye “radıyallahü
teâlâ anh” haber verdi. Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” o siyâh köleyi çağır-
dı. O kesilen elini yine bileği üzerine koydu.
Bir mendil ile ört- dü. Düâ etdi. Sonra bir ses
işitdik, gökden ki, hazret-i Emîre emr eyledi.
Örtüyü kaldır. Örtüyü aldı. Eli Allahü teâlânın
izni ile önceki durumuna gelmişdi.
Yetmişsekizinci Menâkıb: Kûfe
ehâlisi dediler ki: Yâ Emîr- el mü’minîn. Fırat
suyu bu sene azdı. Çok ekinleri zâyi’ eyledi. Ne
olur, Allahü teâlâ hazretlerinden dileyesin ki,
su az olsun. Hazret-i Alî “radıyallahü anh”
se’âdethânelerine girdi. Halk kapıda beklerler
idi. Sonra dışarı çıkdı. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin cübbesini
üzerine giymiş, mubârek sarığını başına koymuş,
asâsını eline almışdı. At iste- di. Ata bindi.
Orada olanlar ve çocuklar etrâfında olmak üzere,
Fıratın kenârına geldiler. Aşağı indi. İki
rek’at nemâz kıldı. Durdu. Asâyı mubârek eline
aldı, köprünün üstüne çıkdı. Ha- sen ve Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri de berâ-
ber çıkdılar. O asâ ile sudan tarafa bir def’a
işâret eyledi. Su bir mikdâr azaldı. Buyurdu ki,
bu kadar kifâyet eder mi. Hepsi de- diler, yâ
Emîr-el mü’minîn, kifâyet eder.
Yetmişdokuzuncu Menâkıb: Cündeb
bin Abdüllahil Ezdî diyor ki: Cemel ve Sıffîn
harblerinde; emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü
vecheh” hazretleri ile berâber idim. Benim hiç
şübhem yok idi ki, hak Emîr-ül mü’minîn
hazretleri tarafında- dır. Ne zemân ki, Nehrvâna
konduk. Benim gönlüme bir şüb- he düşdü. O
cemâ’ati katl etmek gâyet büyük işdir.
Sabâhleyin askerden ayrıldım. Yanımda bir matara
su var idi. Bir yerde kı- lıncımı yere dikdim.
Kalkanı üzerine asdım. Gölgesine otur- dum.
Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” yanıma çıka
geldi. Sordu, yanında hiç su var mıdır? O
matarayı önüne koydum. Aldı. O kadar uzağa gitdi
ki, görünmez oldu. Yine geri geldi. Abdest alıp,
kalkanın gölgesine oturdu. O sırada bir atlı
geldi. Emîri görmek istediğini söyledi. Hazret-i
Alî kabûl buyurdu. O atlı dedi ki: Ey Emîr-el
mü’minîn! Muhâlifler Fıratı geçdiler. Ve suyu
kesdiler. Buyurdu ki: Hâyır, onlar suyu
geçememişler-
– 374 –
dir. Bu sözü söylerken, bir şahs dahâ geldi.
Vallahi ben onların sancaklarını suyun öte
tarafında gördüm, dedi. Emîr-ül mü’mi- nîn Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu;
vallahi geç- mediler. Nasıl geçerler ki, onların
düşecek ve dökülecek yerle- ri buradadır. Ondan
sonra durdu. Ben de durdum. Kendi ken- dime
dedim; Elhamdülillah. Elime bir terâzî girdi ki,
bu kişinin hâli bundan belli olur. Yâ o yalancı
behâdırdır veyâ Allahü teâlâ hazretlerinden veyâ
Resûlullah hazretlerinden hücceti vardır. Buna
dayanarak bunu bilmişdir. Gönlümden dedim ki, yâ
Rabbî! Seninle ahd etdim. Eğer suyu geçmiş
olduklarını gö- rürsem, o kimse ile [Alî
“radıyallahü anh” ile] muhârebe eyle- yen ben
olacağım. Eğer geçmemiş iseler o muhâlif ile
muhâre- be ve mukâtele edeceğim. Askerin
arasından [saflardan] geç- dik. Gördük onların
bayrakları evvelki gibi yerlerinde durur.
Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ
anh” arkamı tut- du [sıvadı] ve işin ile meşgûl
ol, dedi. Ben de hamle edip, on- lardan birini
öldürdüm. Arkasından birini dahâ öldürdüm. Bi-
rine saldırdım. Ben ona vurdum. O da bana vurdu.
İkimiz de düşdük. Arkadaşlarım beni kaldırıp,
götürmüşler. O vakt ken- dime geldim. Hazret-i
Emîr muhârebeyi bitirmiş idi. Emîr-ül mü’minîn
bir şahsa durumundan haber verdi. Seni, falan
mev- ki’de, falan hurma ağacına assalar
gerekdir. Buyurduğu gibi vâki’ oldu.
Sekseninci Menâkıb: Haccâc-ı
Yûsüf “Allahü teâlâ müste- hâkını versin”,
Kümeyl bin Ziyâdı “radıyallahü teâlâ anh”, ça-
ğırdı. Kümeyl ondan kaçdı. Haccâc-ı zâlim,
Kümeylin akrâbala- rının vazîfelerine son verdi.
Kümeyl bunu işitdi ve dedi ki: Be- nim ömrüm
zâten bitmişdir [yaşlandım]. Benim sebebim ile,
kavmimin mahrûm olması lâyık değildir. Haccâcın
yanına var- dı. Haccâc dedi ki, isterim ki, seni
öldüreyim. Kümeyl dedi ki: Benim ömrüm az
kalmışdır. Ne diler isen onu yap. Bizim va’de-
miz yakındır. Benim ölümümden sonra hesâb
vereceksin. Bana emîr-ül mü’minîn Alî
“kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâ- lâ anh”
haber vermişdir ki, seni Haccâc öldürecekdir. O
zâlim onun boynunu vurdu.
Seksenbirinci Menâkıb: Haccâc
bir gün dedi ki, isterim Ebû Türâbın [Hazret-i
Alînin] eshâbından birini katl edeyim ki, Hak
Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine yaklaşayım.
Hazret-i Alî-
– 375 –
nin “radıyallahü anh”, kölesi Kanber ile sohbet
etmiş olduğunu hiç kimse bilmezdi. [Hazret-i
Alînin en çok sohbet etdiği kim- selerden idi.]
Haccâc, Kanberi çağırtdı ve dedi ki, Kanber sen
misin. Kanber, evet benim dedi. Haccâc, Alî ibni
Ebî Tâlib se- nin Mevlân mıdır, dedi. Kanber,
benim Mevlâm Allahü teâlâ hazretleridir. Emîr-ül
mü’minîn hazret-i Alî velîm ve sebeb-i
ni’metimdir, dedi. Haccâc dedi: Seni katl etmek
isterim. İhtiyâ- rınla nasıl katl olunmak
istersin. Kanber dedi: İhtiyâr senindir, her ne
vech ile katl edersen, ben de seni kıyâmetde
öyle katl ederim. Zâten bana emîr-ül mü’minîn
hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, ey Kanber,
seni zulm ile katl etseler gerekdir, diye haber
vermişdi. Sonra Haccâc Kanberi “radıyallahü
teâlâ anh” katl eyledi.
Seksenikinci Menâkıb: Emîr-ül
mü’minîn hazret-i Alî “radı- yallahü teâlâ anh”
Berâ’ bin Âzibe dedi ki, (Benim oğlum Hü- seyn
katl olunsa gerekdir. Sen o vaktde ona yardım
etmiyecek- sin.) Emîr-ül mü’minîn hazret-i
Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” şehîd oldu. Berâ’
bin Âzib, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
doğru söyledi. Hazret-i Hüseyn katl olundu. Ona
yardım yapa- madığıma pişmânım, dedi.
Seksenüçüncü Menâkıb: Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir seferinde
Kerbelâya uğradı. Sağına ve soluna bakdı.
Giryân-giryân [ağlıyarak] geçdi ve buyurdu ki:
(Vallahi onların develerinin çökeceği ve onların
katl olunacakları makâm bura- sıdır.) Eshâbı
dediler: Ey Emîr-el mü’minîn! Bu ne makâmdır.
Buyurdu ki: (Burası Kerbelâdır. Bu yerde, bir
kavm katl olun- sa gerekdir. Onlar hesâbsız
Cennete girerler.) Hiç kimse bu sözlerin
ma’nâsını hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ
anh” haz- retlerinin vak’ası oluncaya kadar
anlamadı.
Seksendördüncü Menâkıb: Emîr-ül
mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
Kûfeden asker istedi. Bir takım söz ve
hareketden sonra, asker gönderdiler. Gelmezden
evvel hazret-i Alî buyurdu ki: Kûfeden iki bin
er ve de bir kişi geliyor. Eshâb- dan biri, bu
sözü işitdim, o askerleri bir bir saydım,
buyurdukla- rından ne eksik, ne fazla idi, dedi.
Seksenbeşinci Menâkıb: Hayye-i
Arabî, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinin eshâbından idi. Dedi
– 376 –
ki: Hazret-i Mu’âviye ile muhârebe sırasında,
hazret-i Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh”
ile bir deryâ kenârında ko- nakladık. O sırada
bir kişi geldi. Dedi ki: Esselâmü aleyküm, yâ
Emîr-el mü’minîn! Hazret-i Emîr-ül mü’minîn, ve
aleyküm selâm, dedi. O kişi dedi: Ben Şem’ûn bin
Yuhannâyım, şu ki- lisenin sâhibiyim, diyerek
bir bina gösterdi. Bizim yanımızda bir kitâb
vardır. Bu kitâb mîrâs yolu ile Îsâ “alâ
nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” eshâbından
intikâl etmişdir. Eğer di- lersen, o kitâbı
tarafınıza okuyayım. Eğer dilersen, huzûr-ı şe-
rîfinize getireyim. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn
buyurdu ki; Oku. O kişi okumağa başladı.
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
şerefli vasflarından ve ümmetinin sıfatların-
dan yazıyordu. Sonunda okuduğu bir gün, (Bir
deryâ kenârı- na bir kişi konar. Peygambere
yakın olur, Zemânın ehlinden ve dinde,
Peygambere yakın olur. Müşrikleri dize getirir.
Mag- rib ehli ile savaşır,) yazısını okudu.
Ondan sonra o kişi dedi ki: (Peygamber çıkdı.
Ona îmân getirdim. Siz burada konakladı- nız.
Huzûrunuza geldim. Hayâtda olduğum müddetce
hizme- tinizde olayım.) Hazret-i Emîr-ül
mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” ve hâzır
olanlar ağladılar. Buyurdu ki: (Allahü teâlâya
hamd olsun ki, beni unutulmuşlardan kılmadı.
Kitâbında zikr etdi.) Rivâyet eden der ki,
Emîr-ül mü’minîn bana hitâb edip, buyurdu ki, ey
Hayye-i Arabî! Şem’ûnu sen yanında sakla [sa- na
emânet]. Her kuşluk ve akşam yemeklerinde onu
çağırırdı. Leyle-tül-harîrde, hazret-i Mu’âviye
ile ceng şiddetlendi. Şem’ûn şehîdlik se’âdetine
kavuşdu. Hazret-i Emîr-ül mü’mi- nîn, kabrine
kendisi koydu. (Bizim ehl-i beytden biridir) bu-
yurdu.
Seksenaltıncı Menâkıb: Hak
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, hazret-i Alî
“radıyallahü anh” için, iki kerre güneşi batıdan
ge- ri döndürdü. Birisi, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin
zemânlarında idi. Ümm-ü Seleme ve Esmâ binti
Ümeys ve Câbir bin Abdüllah-el Ensârî ve Ebû
Sa’îd-il Hudrî “radıyallahü teâlâ anhüm”
hazretleri rivâyet etmişlerdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
bir gün se’âdethânelerinde oturuyorlardı.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” da
huzûrlarında idi. O sırada Cebrâîl aleyhisselâm
vahy getirdi. Vahyin ağırlığından hazret-i
Alînin “radıyallahü
– 377 –
teâlâ anh” dizine mubârek başını koydu. Güneş
batıncaya ka- dar kaldırmadı. O sırada, güneş
batdı. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
ikindi nemâzını kılmamışdı. Resûlullah “sallal-
lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vahyden
sonra, önceki hâline geldi. Buyurdu ki, yâ Alî!
Senin ikindi nemâzı geçdi mi. Evet, yâ
Resûlallah! Kımıldayamadım, kaldım, dedi. Ancak
ne- mâzı îmâ ile kılmışdı. Hazret-i Habîbullah,
güneşe emr buyur- du. Güneş geri dağın üzerine
çıkıp, durdu. Hazret-i Alî, nemâ- zını kıldı.
Esmâ binti Ümeys der ki, gurûb vaktinde güneşden
buzağı sesi gibi bir ses geldi.
Resûl-i ekremden sonra, hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” Bâbile giderken, Fırat
nehrinin üzerinden geçmek istedi- ler. İkindi
nemâzının vakti idi. Eshâbdan bir cemâ’at ile
ken- dileri asr [ikindi] nemâzını kıldılar.
Diğer eshâb da hayvanla- rını sudan geçirmekle
meşgûl oldular. Güneş batdı. Nemâzla- rını
kılamadılar. Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî
“radıyallahü teâlâ anh” düâ eyledi. Allahü
Sübhânehü ve teâlâ güneşi yeri- ne getirdi.
Nemâz kılmıyanlar, nemâzlarını kıldılar. Güneş
yi- ne batdı. O esnâda güneşden bir korkulu ses
çıkdı. Eshâb korkdular. Şöyle ki, tehlîl, tesbîh
ve istigfâr ile meşgûl oldular. (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Seksenyedinci Menâkıb: Selmân-ı
Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
rivâyet etmişdir. Yağmurlu bir günde mescidde,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin hu- zûr-ı şerîflerinde, Eshâb-ı
güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ec- ma’în”
hazretlerinden bir cemâ’at ile oturmuşduk. O
sırada yüksek ses ile birisi, Esselâmü aleyküm,
dedi. Hepimiz sesi işit- dik. Ammâ selâm vereni
görmedik. Hazret-i Resûlullah “sallal- lahü
teâlâ aleyhi ve sellem” selâmı alıp, bize
buyurdu ki; (Cin tâifesinden kardeşiniz,
selâmını alınız!) Hepimiz, aleyküm se- lâm,
dedik. Fahr-i âlem hazretleri buyurdular ki,
(Sen kimsin!). Yâ Resûlallah! Köleniz, cin
tâifesinden Şemrah oğlu Arfetâ- yım. Hazret-i
Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
bu- yurdular ki, (Merhabâ
yâ Arfetâ! Allahü tebâreke ve teâlâ haz- retleri
sana rahmet eylesin. Kendi sûretin ile bize
görün!) O
ân bir kıllı kimse zâhir oldu ki, yüzünü saçı
bürümüş, iki gözleri bir tarafda, ağzı göğsünün
üzerinde ve fil dişleri gibi dişleri var ve
tırnak yerine kıymıkları var. Bu şeklde bunu
görünce, hepimiz
– 378 –
elimizde olmadan korkup, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine bakdık. O
şahs, hazret-i Sultân-ı Enbi- yâya hulûs ile
açıklayıp, dedi ki: Yâ Habîb-i Rabbil’âlemîn!
Kavmimi dîne da’vet için ben kulunuz ile bir
kimse gönder. Yi- ne sağ-sâlim inşâallahü teâlâ
getirip, huzûr-ı şerîfinize teslîm ederim. O
Fahr-i âlem ve seyyid-i âdem Resûl-i ekrem
“sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki, (Bu
hiz- mete bunun ile kim gider ise, ona Cennet
vâcib olur.) O
şahsın görünmesinden bir kimse cevâb vermeğe
cesâret edemedi. Hazret-i Resûl-i ekrem üç kerre
hitâb etdiler. Kimse cevâb ver- medi. Son emrde,
hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ayağa
kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Emr eyle, bu
hizmete ben kulun gideyim. Hazret-i Resûlallah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dönüp
Arfetâya buyurdu ki, (Bu
gece Harre adlı mevzi’de hâ- zır ol! Senin
yanına bir kimse vereyim ki, benim hükmüm ile
hükm eyler. Ve benim dilim ile söyler. Ve benden
cin tâifesine haberi doğru olarak iletir.)
Hazret-i Selmân “radıyallahü teâlâ anh” der ki,
Arfetâ gayb olup, akşam oldu. Sonra yatsı
nemâzını Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” ile edâ eyledik. Eshâbın hepsi
dağıldıkdan sonra, buyurdular ki: (Yâ Selmân! Yâ
Alî! Benim ile geliniz!) Biz de hizmetlerince
gitdik. O Harre adlı mevzi’e vardığımızda gördük
ki, koyun büyüklüğünde bir deveye Ar- fetâ
kendisi binmiş, at büyüklüğünde bir deveyi de,
elinde tut- muş. Hazret-i Habîbullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Alîyi o boş
deveye bindirdi. Beni de arkasına bindirdi.
Benim belimi hazret-i Alînin beline bağladı.
Gözlerimi sarığın ucu ile bağlayıp, buyurdu ki,
(Yâ Selmân! Sakın Alî gözünü aç demeyince,
gözlerini açma. Deveden in demeyince deveden
inme. Allahü teâlânın ismi ile meşgûl ol.
İşitdiklerinden kork- ma!) Dönüp, hazret-i Alîye
de vasıyyet etdi. (.... Lâ havle ve lâ kuvvete
illâ billah.) buyurdular. Sonra vedâ edip,
Arfetâ önü- müzce delîl olup, sür’atle yola
koyulduk. Sabâh oldu. Hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” bana in, dedi. Ben de indim. Gözü- mü
açdım. Gördüm ki, otsuz, susuz, ağaçsız, taşlık
bir yere gel- mişiz. Hazret-i imâm-ı Alî
“radıyallahü anh” imâm olup, ben ve Arfetâ ona
uyup, sabâh nemâzını kıldık. Ortalık aydınlan-
– 379 –
dıkda gördük ki, etrâfımızı cin askerleri
çevirmişdi. Şöyle ki, her birinin gözleri
meş’âle gibi ışık çıkarır. Heybetli şekllerde
sağ ve sol tarafımızda dururlar idi. Hazret-i
Alî aslâ bunlara il- tifât etmeyip, âdet-i
şerîfleri üzere çeşidli düâlar ile meşgûl ol-
dular. Güneş doğup, yükselene kadar, Allahü
teâlâ hazretleri- ne münâcât ve ibâdet ve tâ’at
eylediler. Ondan sonra, ayağa kalkıp, Allahü
teâlâya hamd ve senâ etdikden sonra, cin tâife-
sini islâma da’vet eyledi. İçlerinden biri
inadcı ve kendi başına büyümüş ifrit i’tirâz
edip, dedi ki, yâ Alî! Âbâ ve ecdâdımızın dîni
bize bâtıl mıdır, demek istersin. Bu dediğin
olmaz deyip, inâd eyledikde, hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh”: (Biz doğ- ru yoldayız.
Sen, Allahü teâlânın âyetlerini tasdîk etmiyor,
in- kâr ediyorsun) buyurup, mubârek yüzünü gök
yüzüne döndü- rüp, İsm-i a’zam ve düâ okuyup,
Kehf ve Tâ-sin ve Yasîn ve Nûn ve Kalem sûreleri
üzere yemîn edip, (Ey yardım edicile- rin en
hayrlısı olan Allahım! Bunların üzerine ateş
yağdır. Bunların kötü fi’ller işleyenleri ve
inâd edenleri helâk olsun) diye düâ ve tazarru’
ve niyâz eyledi. Hazret-i Selmân “radıyal- lahü
teâlâ anh” der ki, o ânda gördüm ki, bir zelzele
olup, gök- den ateş yağmağa başladı. Cinnîler
bunu görünce hepsi, yüz üzerine düşdüler. Ben de
kendimden geçmişim. Bir zemândan sonra, kendime
geldim. Gördüm ki, bir takım cinnîleri semâ- dan
gelen ateş yakmış. Üzerlerini dumân kaplamış.
Bir zemân sonra dumân üzerlerinden gitdi.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâ- lâ anh” sağ
olanlarına seslenip, buyurdu ki, Ey cin kavmi,
ba- şınızı kaldırın. Muhakkak, Allahü teâlâ ve
tekaddes hazretleri zâlim ve mütekebbir olanları
helâk etdi. Tekrâr da’vete meş- gûl olup, (Yâ
cin kavmi ve Şemrâh oğulları, Berrâr sâkinleri!
Biliniz ve âgâh olunuz ki, şimdi Muhammed
Mustafâ “sallalla- hü aleyhi ve sellem”
devridir. Hâtem-ül enbiyâ devridir. Yer- yüzü
başdan başa zulm ile dolmuş iken, îmân ve adâlet
ile dol- sa gerekdir,) deyip, Habîb-i ekremi
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” medh edip,
apaçık mu’cizelerinden beyân etdi. Onu anlatan
işâretlerinden anlatdıkdan sonra, cin tâifesinin
kurtu- lanları hazret-i Alînin ilm ve kemâlinden
hayret edip, Hakka boyun büküp, Resûlüne ittiba’
edip, (Allaha, Allahın Resûlü- ne ve Resûlünün
elçisine inandık. Sözleri doğrudur. Seni ya-
lanlamıyoruz!) deyip, îmânlarını sağlam
eylediler. Hazret-i
– 380 –
Selmân “radıyallahü anh” buyurdular ki: Bu
esnâda gece oldu. Yine o deveye binip, Arfetâ
önümüzce, sabâh olmadan Harre denilen yere bizi
ulaşdırdı. Deveden inip, sabâh nemâzını Re-
sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri ile edâ et- dikden sonra, bizi görüp,
Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ etdi.
Buyurdu ki, (Yâ Alî! Cin kavmini ne hâlde
[nasıl] buldun!) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” cevâb verdi ki, yâ Resûlallah! Hayrlı
düânız bereketi ile, Elhamdülillah, Alla- hü
teâlâ hazretlerine îmân getirip ve Resûlüne
ittibâ’ edip, îmân nûru ile münevver oldular.
Ammâ hakkı kabûl etmiyen- leri, semâdan Allahü
teâlânın izni ile ateş inip, helâk oldukla- rını
beyân etdikde, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sel- lem” hazretleri, buyurdular ki,
(Elhamdülillah! Onlardan kı- yâmete kadar korku
gitmez.)
Seksensekizinci Menâkıb: Ebû
Hüreyre “radıyallahü anh” hazretlerinden rivâyet
edilmişdir. Bir gün Resûlullah “sallalla- hü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı
şerîflerine var- dım. Meğer önlerinde bir tabak
içinde hurma var imiş. Mubâ- rek avuçları ile bu
bendenize bir avuç hurma ihsân etdiler. Say- dım
yetmişüç adet hurma geldi. Sonra hazret-i Alînin
“radıyal- lahü teâlâ anh” huzûr-ı şerîflerine
vardım. Onların da önlerin- de bir tabak hurma
var idi. Yüzüme bakdı. Tebessüm edip, bir avuç
hurma verdiler. Bunu da saydım. Temâmı yetmişüç
adet hurma geldi. Hayretimi bildirmek için,
hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” huzûr-ı şerîflerine geldim. Bu
hayretimi söyledim. Buyurdular ki; (Yâ Ebâ
Hüreyre! Bilmez misin ki, Alînin yedi benim
yedimdir. Adâletde berâberdir.)
Rivâyet edilmişdir ki, bir gün emîr-ül mü’minîn
hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” kapılarının
önünde bir cemâ’at görüp, Kanbere sordu ki,
bunlar kimlerdir. Kanber cevâb verdi ki, yâ
Emîr-el mü’minîn! Bunlar sizi sevenlerdir. Alî
“radıyallahü anh” hazretleri buyurdular ki, yâ,
hayret! Bunlarda bizi seven- lerin simâları
görünmez. Kanber dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn!
Sizin ahbâblarınızın simâları [görünüşleri]
nasıldır. Buyurdular ki: Bizi sevenlerin simâsı
[görünüşü], mi’deleri boş olmakdır. Bedenleri
etsiz ve yağsız, za’îf olup, dudakları
susuzlukdan ağarmış olmakdır.
– 381 –
Seksendokuzuncu Menâkıb: Enes
bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet edilmişdir. Bir gün Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini
bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” hazretleri ile ihâta edip [çevirip],
oturmuş idik. O sırada hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” içeri girdi. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı güzînin nûrlu
yüzlerine, kim yer verecek diye bakdılar. Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri, Resûl-i ekrem hazretlerinin sağ
tarafında oturmuş idi. Yerinden kalkıp, hazret-i
Alîye yer verdi. Hazret-i Alî oturdukda, Habîb-i
Rab- bil’âlemîn hazretlerinin mubârek yüzünde,
sürûr ve sevinç mü- şâhede olunup, Ebû Bekr-i
Sıddîk hazretlerine teveccüh edip, buyurdular
ki, (Yâ Ebâ Bekr! Fazîlet sâhibini, ancak
fazîlet sâ- hibi bilir!)
Doksanıncı Menâkıb: Fadl
bin Sâlim “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
rivâyet etmişdir. Bir gün emîr-ül mü’minîn haz-
ret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” pazara varıp,
bir gömlek satın aldı. Terziye bunun yenleri
[kol uçları] uzundur, kes dedi. Ter- zi, dedi
ki: Kesmem, zîrâ kusûrlu olur. Hazret-i Alî;
aybı benim, sen kes diye emr buyurup, kesdirdi.
Terzi, hazret-i Alînin kim olduğunu bilmez idi.
Hey, görün bu kişi mecnûn olmuş dedi. Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitdikde, şâd
ve han- dân olup, Elhamdülillahi teâlâ, dedi.
Sordular, yâ Emîr-el mü’minîn! Bu beyhûde ve
ma’kül olmıyan söze niçin hamd et- diniz.
Buyurdular ki, bir gün, Fahr-i âlem “sallallahü
teâlâ aley- hi ve sellem” hazretlerinden
işitdim, buyurdular ki: (Bir
kimse- ye deli denilmedikçe îmânı temâm olmaz!) Niçin
hamd etmiye- yim ki, bu kimse benim îmânıma
şehâdet etdi.
Amr bin Kays “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
eder. Bir gün emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinin el- bisesinde bir çok
yerinde yama görüp, dediler ki, yâ halîfe-i Re-
sûlillah! Bu kadar hazîneler elinde iken, yamalı
elbise giymek size revâ değildir. Cevâb verdiler
ki: Mü’minler bize uysunlar. Kalblerinde huşû ve
inkisâr hâsıl olsun. Bize yamalı giymek de uygun
olur.
Doksanbirinci Menâkıb: Bir
gün Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri, hazret-i Alînin rikâbını
[atı-
– 382 –
nın özengisini] tutana, buyurdu ki; (Aliyyül
Mürtedâ senin elinde şehîd olsa gerekdir.) O
kimse işitip, çok üzüldü. Ağlıya- rak Aliyyül
Mürtedânın huzûruna geldi. Tedarru’ ve niyâz
edip, dedi ki, yâ Alî! Kanım sana halâl olsun.
Beni hemen bu ân katl eyle. Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, sebeb nedir
ki, bu sözü söylersin. Utanarak dedi ki,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
bana buyurdular ki, Alînin şehâdeti senin elinde
olsa gerekdir. Bu yüz karalığı benden vâ- ki’
olmadan dilerim ki, ben senin zülfikârın ile
öleyim de, dün- yâda ve âhıretde yüzü siyâh
olmıyayım. Hazret-i Alî “radıyal- lahü teâlâ
anh” buyurdu ki, bir nesneyi ki, Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretleri ezelde takdîr etmiş olsun,
onu değişdirmek mümkin olur mu? Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretleri bana şe- hîdlik mertebesi
müyesser etmiş olsun. Ben o şehîdlik elbisesi-
ni giymek istemez miyim. Bu kıssayı Server-i
kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri bana senden evvel haber ver- mişdi.
Bu işe gönlüm hoşdur. Sen de gönlünü hoş tut. Bu
sırrı gizli tut. Kimseye açma. Ben sana evvelki
iltifâtımdan dahâ çok iltifât ederim.
Doksanikinci Menâkıb: Hazret-i
Alînin “radıyallahü teâlâ anh” şehâdeti
beyânındadır. (Lübâb-ül-elbâb) adlı
kitâbda ya- zılıdır. Muhammed bin Cerîr Taberî
der ki, emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî
“kerremallahü vecheh” Nehrvân cenginden dön- dü.
Abdürrahmân bin Mülcem ve Pîrek bin Abdüllah ve
Amr bin Ebî Bekr; her üçü hâricîlerden idiler.
Ric’at mezhebini tu- tarlar idi. O muhârebeden,
çok insan katl olunduğu için kork- muşlardı. Üçü
aralarında, Mu’âviye, Alî ve Amr bin Âs “radı-
yallahü teâlâ anhüm” hazretlerini katl
etmeyince, âlem, fitne ve fesâd ve muhârebeden
kurtulmaz. İslâm kuvvetli olmaz. Eğer biz de
katl olunursak, yine sevâb kazanırız. Zîrâ büyük
fitneyi def’ etmek hayrlı işdir, diye
andlaşdılar. Abdürrahmân bin Mülcem dedi; ben
Alîye kâfi gelirim. Amr bin Ebî Bekr de- di; ben
Amr bin Âsa kifâyet ederim. Pîrek dedi, ben
Mu’âviye- ye kâfi gelirim. Her üçü tedbîr
aldılar ki, aynı günde ve aynı sâ- atde bu işi
işleyeler. Abdürrahmân bin Mülcem; hazret-i
Alîye “kerremallahü vecheh” vardı. Pîrek;
hazret-i Mu’âviye tarafına gitdi. Amr bin Ebî
Bekr, Mısra Amr bin Âs tarafına gitdi. Her biri
bin dirheme bir kılınç almışdı ve zehr ile su
vermişlerdi.
– 383 –
Hazret-i Mu’âviye nemâza geldi. Pîrek o kılınç
ile ona vurdu. Mu’âviye düşdü. Halk toplanıp,
Pîreki tutdular. Hazret-i Mu’âviye dedi, bu işi
niçin yapdın. Pîrek hâdisenin temâmını, üçünün
arasında olanları haber verdi. Hazret-i Mu’âviye
emr etdi, onu öldürdüler. Tabîb getirdiler.
Tabîb gelip, Mu’âviyeyi gördü. Dedi ki, yâ
Mu’âviye, sizin yaranız, zehrli kılınç yarası-
dır. Üç şey arasında muhayyersin. Yâ ölümü
istersin. Yâ sabr edersin, yarayı dağlarım. Yâ
sana bir şerbet veririm ki, içdik- den sonra
aslâ çocuğun olmaz. Hazret-i Mu’âviye dedi ki:
Ölü- mü istiyemem. Ateşe [dağlamağaya] da
dayanamam. Ammâ bir evlâdım var. Ona kanâat
ederim, deyip, şerbeti içdi. İyi ol- du.
Hazret-i Mu’âviye ondan sonra buyurdu; Cum’a
mescidin- de bir maksûre yapdılar. Bu maksûre
âdetini hazret-i Mu’âvi- ye koydu ki, halîfeler
düşmanların hîlelerinden uzak olsunlar. Amr bin
Ebî Bekr; karârlaşdırılan vaktde Amr bin Âsın
yanı- na vardı. Amr bin Âsın yüreği tutmuşdu,
ya’nî râhatsızlanmış- dı. O gece nemâza
çıkamadı. Sehl Amirîyi yerine nâib gönder- di.
Amr bin Ebî Bekr, kılıncını ona vurdu. Onu
öldürdü. Amr bin Ebî Bekri tutdular. Amr bin
Âsın huzûr-u şerîflerine getir- diler. Amr bin
Âs hazretleri emr buyurdu. O fâsık ve münâfığı
öldürdüler.
Ba’zı âlimler dediler ki, Emîr-ül mü’minînin
şehâdet sebebi o idi ki, Nehrvân harbi yapıldı.
Hâricîler dörtbin er idiler. Te- mâmı
öldürüldüler. Dokuz er kurtulup, Kûfe tarafına
doğru fîrâr etdiler. Kûfe şehrine vardılar. Kûfe
şehrini feryâd-ı figân kapladı. Abdürrahmân bin
Mülcem yoldan geçerken, öldürü- lenlerin birinin
evinden ağlama sesleri işitdi. Kutâm adında genç
bir kadının babası ve kardeşleri o harbde katl
olunmuş- lardı. İbni Mülcem o kadının ardınca
gitdi. Dedi ki, eğer erin [kocan] yoksa; senin,
vasfları şu şeklde olan biri, erin olmak is-
ter, râzı olur musun. Kadın dedi, niçin râzı
olmıyayım. Lâkin, benim velîlerim ve akrabâlarım
vardır. Onlara danışmam lâ- zım. İbni Mülcem
dedi, ma’kûldür. Kadın gitdi. İbni Mülcem izince
[ardından] gitdi. Kadın bir eve girdi. İbni
Mülceme de- di ki, sen burada dur. Seni
çağırdığım zemân içeri gir. O kadın içeri girip,
kendini süsledi. Kokular süründü. Pâk [güzel,
te- miz] elbise giydi. Gâyet cemâl ve kemâlde
oldu. Evdekilere dedi ki, bir kerre bana
bakdıkda perdeyi salınız. Sonra İbni
Mülceme, içeri gel, dedi. Abdürrahmân bin Mülcem
içeri gi- rip, o şekliyle bir kerre ona bakdı.
Hemen ona âşık oldu. Ka- dını istedi. Kadın
dedi, sen benim mehrime ta’kat getiremez- sin. O
dedi ki, ne mikdâr istersin. Kadın dedi, üçbin
dirhem sâ- fî gümüş. İki çalgıcı câriye ve Alî
bin Ebî Tâlibin katli. İbni Mülcem dedi ki:
Gümüş ve câriye kolaydır, ammâ, Alînin kat- li
mümkin olmaz ki, ben Alînin sirâclarındanım.
Bunu nasıl yapabilirim. Eğer beni ister isen,
muhakkak bunu yapmalısın. Gümüş ve câriye için
fikrini yorma. İbni Mülcem dedi ki: Bir darbeye
kanâat edersen, kabûl ediyorum. Bir kılınç
getir. Ka- dın, zehrli su verilmiş kılınç
getirdi. Ramezân-ı şerîfin onüçü idi. Emîr-ül
mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” oturdu. Ha-
sen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ”
hazretlerine bu- yurdu ki, bugün Ramezân-ı
şerîfin kaçıncı günüdür. Dediler, onüçüncü
günüdür. Buyurdu ki: Kaç gün kaldı. Dediler,
onye- di gün kaldı. Buyurdu ki: Muhakkak, yüzüm
başımın kanı ile boyanacakdır. Abdürrahmân bin
Mülcem için dedi ki, (Ben onun yaşamasını
istiyorum. O benim öldürülmemi istiyor.)
Abdürrahmân bunu işitdi. Emîrin huzûruna vardı.
Dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn! İşte elim, işte
boynum. İster isen elimi kes, ister isen boynumu
vur. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri buyurdu ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri,
bana nişân vermişdir ki, seni (Be- nî Murâd)dan
bir kimse öldürse gerekdir. Ben günâh etmemi- şe
karşılık yapmam. Ramezân ayının yirmiüçü oldu.
Bu la’în evinde yatmışdı. Sabâh oldu. Emîr-ül
mü’minîn, nemâza git- mek için kalkdı. Serâyda
[evinde] bir kaz vardı. Çağırdı, [ba- ğırmağa
başladı]. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
buyur- du ki: (Bağırmaları, ağlamalar ta’kîb
eder.) Hasen “radıyalla- hü teâlâ anh”
hazretleri dedi: (Yâ babacığım! Bu ne sözdür!)
Buyurdular ki: Bu söz odur ki, gönlüm şehâdet
olacağımı ha- ber verir. Ben bu ayda katl
olunurum. Sonra serâyın [evinin] kapısını açdı.
Bir çivi kaftanına takılıp, yırtdı. Hazret-i
Emîrin gönlü daraldı. Mescide vardı ve (Allah
yolunda mücâhede eden, bir olan Allahdan
başkasına ibâdet etmiyen mü’mine yol açın) diye
halkı uyardı. Abdürrahmân bin Mülcem o ze- mân
kadın ile berâber idi. O zemân müezzinin sesini
işitdiler. Kadın dedi ki, kalk işini iyi gör.
Gönlün şâd olarak geri dön. Ben işitdim, Alî bin
Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazret-
lerinden ki; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” haz- retleri buyurdular ki; (Önce
gelenlerin en şakîsi, Sâlih aleyhis- selâmın
devesini öldürenler, sonra gelenlerin en şakîsi
de Alî- nin kâtilidir.)
İbni Mülcem kalkdı. Kılıncını kuşandı. Kendisini
uyuyan- lar arasında gizledi. Emîr-ül mü’minîn
Alî “radıyallahü teâlâ anh” mihrâba geçdi. O
la’în bedbaht iki secde arasında, haz- ret-i
Emîr-ül mü’minînin mubârek başına bir kılınç
vurdu. Ka- zâ-i ilâhî ile o kılınç darbesi,
Ahzâb harbinde, Amr bin Abdûd hazret-i Alînin
mubârek başına vurmuşdu; oraya rast geldi.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” aklı
başından gidip, kalk- dı. Elini bir direğe
vurdu. Mubârek parmakları taş direkde iz etdi.
Hasen “radıyallahü teâlâ anh” imâmete geçdi.
Nemâzı sür’atle kıldılar. Bir kavlde hazret-i
Emîr Cu’de bin Cübeyre imâm ol diye buyurdu.
Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyalla- hü teâlâ
anh” düşdü. Halk kalkdı, kâtili aramağa
gitdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdu ki: Ne ararsınız. Beni vuran kimse,
şimdi filan kapıdan içeri girer. Bütün yollar
İbni Mülcem üzerine bağlandı. Geri döndü.
Hazret-i Emîr-ül mü’minînin işâret buyurduğu
kapıdan girdi. Hayrân ve der- mande bir kimse
ona dedi ki: Sana ne olmuşdur, meğer Emîr- ül
mü’minîni vuran sensin. O inkâr etmek istedi.
Sonra ikrâr etdi. Onu tutup, hazret-i Emîrin
huzûruna getirdiler. Hazret-i Emîr buyurdu ki:
Ey bîçâre. Niçin bu işi yapdın. Evlâdlarımı
yetîm etdin. Mü’minlerin gönüllerini gamlı
etdin. İslâm aske- rinin belini kırdın. İbni
Mülcem durdu. Birşey demedi. Emîr- ül mü’minîn
buyurdu: Vefât edinceye kadar bunu zindâna ko-
yun. Hasen ve Hüseyn ve Muhammed bin Hanefiyye
“radı- yallahü teâlâ anhüm” hazretlerini
huzûrlarına getirip, vasıyyet etdi. Buyurdu ki:
Her zemân esîrlerinize yiyecek veriniz. Aç
koymayınız. Hazret-i Alînin kerîmeleri Ümm-ü
Gülsüm zin- dâna vardı. Ağlıyarak, İbni Mülceme
dedi ki: Ey bedbaht. Emîr-ül mü’minîn bugün
iyidir. Yarın seni öldürürler. İbni Mülcem dedi
ki: O iyi olmaz. O kılınç zehr ile sulanmışdır.
Eğer iyi olsa, sen niçin ağlarsın. Ümm-ü Gülsüm
“radıyallahü anhâ” hazretleri ona kızıp, dışarı
geldi. Ramezânın yirmiye- dinci günü oldu.
Emîr-ül mü’minîn, Ümm-ü Gülsüm hazretle- rine
buyurdu ki, evden dışarı çık. Evin kapısını
bağla. Çıkıp
– 386 –
kapıyı kapadı. Hasen “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri orada oturdu. Evin içerisinden bir
ses işitdi ki, meâl-i şerîfi, (Âyetle-
rimizi inkâr edenler bize gizli değildir.
Kıyâmet gününde ate- şe atılan mı, güven içinde
gelen kimse mi dahâ iyidir. Diledi- ğinizi
işleyin. Doğrusu o yapdığınızı görendir) olan
Fussîlet sûresinin 40.cı âyet-i kerîmesini
okuyordu. Ondan sonra şu se- si işitdiler ki,
(Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
vefât etdi. Ebû Bekr vefât etdi. Ömer, Osmân ve
Alî “radıyal- lahü teâlâ anhüm” katl edildi
[şehîd edildi].) Hasen “radıyal- lahü anh”
hazretleri anladı ki, hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” vefât etdi. Evin kapısını açdı. Gördü
ki, dünyâdan göç etmiş. Hasen ve Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretle- ri
yıkadılar. Muhammed bin Hanefiyye su dökdü. O
Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden arta ka- lan hanûtu mubârek
bedenine saçdılar ve defn etdiler. Kûfe
mescidinin ortasında defn edildi. Ertesi günü
İbni Mülcemi katl etmek için getirdiler. Dedi
ki, beni öldürmeyin. Gidip, Mu’âviyeyi
öldüreyim. Yemîn ederim ki, yine geri gelirim.
Hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh”, hâyır,
senin öyle bir ma’rifetin olamaz, öldürün bu
mel’ûnu buyurdu. Onu öldür- düler. İmâmın
şehâdet mertebesine kavuşduğu gün, Rame- zân-ı
şerîfin yirmiyedisi idi. Ba’zıları demişler ki,
yirmiüçü idi. Ba’zıları ellisekiz yaşında idi,
dedi. [63 yaşında idi.] Dört sene on ay hilâfet
etdi. Dokuz hanımı nikâh ile almış idi. Hazret-i
Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ”
hayâtda iken hiç hanım nikâh etmedi. Fâtıma
“radıyallahü anhâ” hazretlerin- den üç oğlu
oldu. Hasen, Hüseyn ve Muhsin. Muhsin çocuk iken
vefât etdi. Ba’zı âlimler ve eshâb-ı hadîs
rivâyet eylemiş- dir ki, hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” bütün gazâlarda
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri ile be- râber bulunmuşdur. Tebük
gazâsında, onikinci menkıbede tafsîli geçdi.
Annesi Fâtıma binti Esed bin Hâşim olup, müsli-
mân olmuşdu. Mekke-i mükerremeden Medîne-i
münevvere- ye hicret edip, orada vefât etdi.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri cenâze nemâzını kılıp, defn etdik-
de, buyurdu ki, (Bu benim anamdır). Nemâzını
kıymetli evlâ- dı hazret-i Hasen “radıyallahü
teâlâ anh” kıldırdı. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin yaşında ve
– 387 –
Ebû Bekr ve Ömerin “radıyallahü teâlâ anhümâ”
yaşında idi. Yüzüğünde; (Allahü melik-ül hakk-ül
mübîn) yazılı idi. Kâti- bi Abdüllah bin Râfi’i
idi.
Doksanüçüncü Menâkıb: Emîr-ül
mü’minîn Alî “radıyalla- hü anh” hazretlerinin
âdet-i şerîfleri bu idi ki, nemâza dursa, âlem
alt-üst olsa, hiç haberi olmazdı. Hattâ rivâyet
ederler ki, bir cengde, mubârek ayağına ok
dokunup, demir kısmı kemiğe girmiş idi.
Çıkmayıp, kemikde kaldı. Cerrâha gösterdiler.
Cer- râh dedi ki, sana bayıltıcı bir ilâc
içirmek îcâb eder. Aklın gitsin [bayılasın].
Ondan sonra demiri çıkarmak lâzımdır. Yoksa, bu-
nun ağrısına tehammül edemezsin. Emîr-ül
mü’minîn “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretleri,
buyurdu: İlâca ne lüzûm var. Sabr eyle. Nemâz
vakti gelsin. Nemâza durdukdan sonra çıkar. Ne-
mâz vakti geldi. Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri nemâza durdu. Cerrâh da, mubârek
ayağını yarıp, kemik arasından de- miri çıkardı.
Cerâhat yerini sardı. Hazret-i Alî nemâzı
bitirdi ve cerrâha sordu ki, çıkardın mı. Dedi,
evet çıkardım. Fekat, haz- ret-i Alî, ben bu
demiri çıkardığını duymadım, buyurdu. Ne gü- zel
Alî ki, ne güzel nemâzı o kılmışdır. İbni Mülcem
o mubâre- ğin bu ahvâline muttâli olduğu için,
gözetip, nemâzda vurmuş- dur [şehîd etmişdir].
Doksandördüncü Menâkıb: Rivâyet
ederler ki, Allahü Süb- hânehü ve teâlâ azze
şânühü hazretleri Nûh alâ nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü vesselâma gemi yap, diye buyurdu.
O da gemiyi yapdı. Temâmladıkda, üç tahta artdı.
Nûh aleyhisselâm buyur- du ki: Yâ Rabbel’âlemîn!
Bu üç tahtayı ne yapayım. Allahü te- bâreke ve
teâlâ buyurdu ki, yâ Nûh! Benim bir dostum
vardır. Ona Alî derler. Âhır zemânda gelir. Bu
tahtalar ona tabut ol- makdan gayri işe yaramaz.
Bu tahtaları filan yere iletin. Orada bir kabr
kazın. Bu tabutu o kabre defn edin. Meleklere
emr edeyim. O kabri dostum o kabre varıncaya
kadar [o zemâna ka- dar] ziyâret etsinler.
Rivâyet ederler ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sel- lem” hazretleri, Alî “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerine buyur- du ki; (Yâ Alî!
Benim yanımda bir sır vardır. Bana Cebrâîl aley-
hisselâm bildirmişdir. Sana bu sırrı açıklayayım
ki, senin kabrin Nûh aleyhisselâm zemânında bir
yerde kazılmışdır. Ben o yeri
– 388 –
bilmiyorum. Halkdan da bir kimse bilmez. Ecelin
yaklaşdığı sı- rada, Hasen ve Hüseyne vasıyyet
eyleyip, de ki: Ben öldüğüm vakt, yıkayın ve
kefene sarın. Tabuta koyup, nemâzımı kılınız.
Âlem-i gaybdan bir deve gelip önünüzde çöker.
Beni o devenin üzerine koyun. Benim ardımca Kûfe
kapısına kadar gelin. On- dan sonra beni koyun.
Siz geri dönün.) O hazret [hazret-i Alî] de,
hazret-i Hasene ve hazret-i Hüseyne bu vasıyyeti
buyurdu- lar. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anhü- mâ” dediler ki, yâ
babamız bize destûr ver. Cenâzenin ardınca
varılacak yere kadar gidelim. O hazret [hazret-i
Alî], buyurdu ki, destûr yokdur. Böyle varınız
ve hemen kapıdan geriye dönü- nüz. O iki sultân
da, o mahalde vasıyyeti gözleyip dururken,
bakdılar, bir deve gelip, huzûrlarında çökdü.
Cenâzeyi üzerine yüklediler. Kûfe kapısına kadar
vardılar. Deve gitdi. Bunlar da geri döndüler.
Sabâh olunca, Kûfe ehli toplandılar. Emîr-ül
mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini
niçin çıkarmazsı- nız ki, techîz ve tekfîn işini
görelim, dediler. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü
teâlâ anhümâ” buyurdu ki, bu işler bu gece
yapıl- dı. Yâ bize niçin haber vermediniz,
dediklerinde, hazret-i Hü- seyn buyurdular ki,
dedemiz, şöyle şöyle vasıyyet etmiş idi. Biz de
o vasıyyeti sakladık. Kıssayı başlangıcından
sonuna kadar haber verdiler.
Doksanbeşinci Menâkıb: Emîr-ül
mü’minîn Alî “kerremal- lahü vecheh”
hazretlerinin kabr-i şerîfleri yeryüzü ile
berâber olup [düz olup], örtülü idi. Bir gün
Hârûn-ür-reşîd (Arneyn) ta- rafında avlanıyordu.
Ahûlar [ceylânlar] da oraya gelmişdi. On- ların
üzerine, doğan [kuşu] salıp ve av köpeği
gönderdiler ise de, geri dönerler idi. O yerin
yaşlılarını getirip, bunun sırrı ne- dir, diye
sordular. Dediler ki: Atalarımızdan bize böyle
erişmiş- dir ki, emîr-ül mü’minîn Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri- nin kabr-i
şerîfi buradadır. Hârûn-ür-reşîd o sözü kabûl
eyledi [doğrudur dedi]. Hayâtda olduğu müddetçe
her sene gelir, o makâmı ziyâret ederdi.
Doksanaltıncı Menâkıb: Bir
gün emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdu ki, dün gece Risâletpenâh
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini
rü’yâda gördüm. Dedim ki: Yâ Resûlallah!
Ümmetinden bana gelen bu mihnet- ler ve
husûmetler nedendir. Buyurdu ki, (Onlar
üzerine düâ ey-
– 389 –
le!) Dedim
ki: Yâ Rabbî! Bana onlardan iyi karşılık ver.
Onla- rın üzerine benden dahâ az fâideli olanı
getir. Hemen o günde düâsı müstecâb olup, şehîd
oldu.
Doksanyedinci Menâkıb: Emîr-ül
mü’minîn Hasen “radı- yallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet ederler. Emîr-ül mü’minîn
hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve
kerremallahü vecheh” vefât etdi. Dışarı gidiniz
diye bir ses işitdik. Bu Hüdâ- nın bendesini
[kulunu] yalnız bırakınız, diyordu. Biz de
dışarı çıkdık. Evin içinden bir ses geldi:
Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri vefât etdi. Onun vasîsi şehîd oldu.
Ümmetin hâfızı [koruyucusu] kim olsa gerekdir,
dedi. Birisi de cevâb verdi: Her kim onların
sırrını tutar ve onların izinden gi- derse,
ümmetin bekçisi olur. Ses kesildi. İçeri girdik.
Onu gasl olunmuş ve kefen sarılmış bulduk.
Nemâzını kılıp, defn eyle- dik.
Doksansekizinci Menâkıb: Emîr-ül
mü’minîn hazret-i Alî, oğulları Hasen ve Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anhüm” hazret- lerine
vasıyyet etmişdi: Ben vefât etdiğim zemân, beni
tabutun üzerine koyunuz. Dışarı çıkarınız.
Arneyn tarafına götürünüz. Orada bir beyâz taş
görürsünüz. Ondan her tarafa ışık saç- makdadır.
O yeri kazınız. Orada güşâde makâm bulursunuz.
Beni oraya defn ediniz. Her ne şeklde vasıyyet
eyledi ise yeri- ne getirdiler. O yeri buldular. (Şevâhid-ün
nübüvve)den
alın- mışdır.
Doksandokuzuncu Menâkıb: Hazret-i
emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh”
âhırete sefer etdikde, Hasen ve Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri merkad-ı
şerîfi- ne [mezârına] defn etdiler. Geri
dönerken, yolda bir fakîre rast geldiler. Hazîn
ses ile figân ediyordu. Hâlini sorduklarında,
ce- vâb verdi ki: Ey azîzler! Ayrı düşmüş bir
garîbim. Mihnetim çok. Gamımı paylaşacak kimse
yok. Dediler: Yâ bu âna kadar gamını kim ile
paylaşırdın. Dedi ki: Bir seneden beri, hergün
bu şehrden bir şahs gelip, benim ile, ünsiyet
eder, alâkalanırdı. Bütün ihtiyâclarımı te’mîn
edip, giderdi. İsmi nedir, dediler. İs- mini
bilmiyorum. Sordum, cevâb vermedi ve benim
merhame- tim Hak içindir, dünyâ şöhreti için
değildir. Sûreti [yüzü] ve hey’eti [vücûdu]
nasıldı, dediler. Dedi ki: Ben a’mâyım. Am-
mâ, bu kadar bilirim ki, iki gündür yanıma
uğrayıp, ahvâlimi sormuyor. Dediler:
Davranışları nasıldır. Dedi ki: Meşgûliyye- ti
tesbîh ve tehlîl ile idi. Hattâ, tesbîh ve
tehlîline meleklerden cevâb işitdim. Belki, kapı
ve dıvârların ta’zîm etdiğini de his ederdim.
(Miskîn miskîn ile garîb garîb ile oturur)
buyururdu. Şeyhzâdeler bu haberden giryân olup,
dediler ki, ey dervîş: bu dediğin nişânlar, Alî
bin Ebî Tâlibin nişânlarıdır. Dedi ki: Ey
mahdûmlar [oğullar]. Ona ne oldu. Dediler, bir
bedbaht onu şehîd etdi. Biz onun kabrinden
geliriz. Dervîş o haberden muz- darib olup
[üzülüp], figâna başladı. Dedi ki: Ey
şeyhzâdeler. Büyük ceddiniz hürmeti için olsun,
beni o serverin mezârı ya- nına götürün.
Şeyhzâdeler [Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâ-
lâ anhümâ”] merhamet edip, bir elini hazret-i
Hasen ve bir eli- ni hazret-i Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anhümâ” tutup, emîr-ül
mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh” kabr-i
şerîfine götür- düler. O dervîş, kabr üzerine
düşüp, dedi ki: Ey Allahım! Bu kabr sâhibinin
hurmeti için, ben fakîri, hor ve zelîl, kimsesiz
bı- rakma. Bu dertlerime ortak olana kavuşdur.
Düâsı Allahü te- âlânın kazâ hükmüne uygun olup,
o ân rûhunu teslîm etdi. Beyt:
Katre [damla] deryâya [denize] kavuşdu,
Zerre hurşîde [güneşe] intikâl
etdi [kavuşdu].
Şeyhzâdeler o dervîşin techîz ve tekfînini
yapıp, nemâzını kı- lıp, o mevki’de defn
etdiler.
Yüzüncü Menâkıb: Hazret-i
Hüseynin menâkıbıdır. Haz- ret-i Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anh” Kerbelâda, evlâd ve
eshâ- bı şehâdet şerbetini içip, yalnız
kaldıkdan sonra, Zeynel’âbidîn hazretlerini
huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Dedesinden ve
babasın- dan vedî’a bırakılan emânetleri ona
verdi. Hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ
anhâ” Mushaf-ı şerîfini ve kimseye nasîb ol-
mıyan ilmleri ona teslîm etdi. Kendisini
Vâcib-ül vücûd hazret- lerinin hükmüne bırakdı.
Beyt:
Safâ zülâli [suyu] bir
bağdan-bir bağa akdı, Nûr, bir çırâğdan bir
çırâğa akdı.
Emânetleri teslîm etdikden sonra, Cennet
ziyâfetine gide- ceğini anlayıp, karâr kılıp,
dostlar düğününe giderken süslen-
mek âdetdir, deyip, saçlarının ve yüzünün
tozlarını giderip, kıymetli kumaşdan yeni
elbiselerini giydi. Resûlullah “sallalla- hü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sarığının
sargılarını ye- niledi. Şehîdlerin seyyidi
hazret-i Hamzanın “radıyallahü teâlâ anh”
kalkanını omuzuna alıp, Alî Mürtedâ “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinin Zülfikârını kuşandı.
Resûl-i ekrem hazretle- rinin Zül-cenâh ismli
burak gibi giden atına bindi. Mubârek eline
ejderhâ gibi bir mızrak alıp, zînetlerini
temâmlıyarak, ehl-i beytine [çoluk çocuğuna]
vedâ edip, meâl-i şerîfi (Seni,
Allahü teâlânın görmesi kâfidir) olan
âyet-i kerîmeyi yâd edip, harb meydânına girdi.
Yezîdin askerleri hazret-i Hüseynin üze- rine
hücûm edip, ok yağmuruna tutdular. Hazret-i İmâm
bu hâli görüp, hamle etmek üzere iken, bir toz
bulutu hâsıl olup, her taraf karanlık oldu. Bu
hâlde iken, acâib kılıklı, heybetli bir şahs
göründü. Başı merkep başı gibi idi. Ayakları
aslana ben- zerdi. Hazret-i Sultân-ı Kerbelânın
hizmeti ile müşerref olup, ceddine, babana,
selâm olsun, deyip, hazret-i Hüseynin bindiği
atın tırnağını öpdü. Hazret-i Hüseyn de onun
selâmına cevâb verip, dedi ki: Ey bahtlı kimse.
Sen kimsin. Bu tenhâ yerde ga- rîb olarak ne
yaparsın. Dedi ki: Yâ Resûlallahın torunu! Bu
di- yârda bulunan cinnîlerin serveri
[efendisi]yim. Bana (Za’fer) cinnî derler. Temiz
ceddinin şerefli zemânında müslimân ol- muşdum.
Azîz babanın âzâdlısıyım. Senin kemter kölenim.
Efendimsin, efendim oğlu efendimsin. Geldim ki,
hizmetinde bulunayım. İzn veresin ki, sana sitem
edenlere amellerinin ne- tîcesini, onlara
göstereyim. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ
anh” ona buyurdu ki, Benim babam ne zemân senin
ile bulun- muşdur. Za’fer dedi ki; müslimân
oldukdan sonra, kâfir cinnî- ler ile harb
ederken, gâlib geldiler. Beni askerim ile
berâber helâk edecekleri sırada çâresiz kalıp,
kimseden de yardım ihti- mâli kalmamış idi.
Zarûrî olarak, yüzümü yerlere sürüp, Rab- bimin
dergâhına münâcat edip ve ceddin Muhammed Musta-
fâyı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
şefâ’atcı yapıp, dedim ki; Yâ Rabbî! Bu kadar
mü’min ve muvahhid kullarını müşrik- lere
kırdırır mısın diye ağlayıp, sızladım. Hâtıfdan
bir nidâ gel- di ki, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- nin
Eshâbından birisi Basrâ şehrine gitmişdir. Onu
çağır dedi. Ben de kim olduğunu bilmiyordum.
Hemen sesli olarak üç ker- re çağırdım: Ey
Resûlullahın sahâbesi, Allahü teâlânın izni ile
gel dedim. O hâl içinde gördüm ki, bir şânı
yüksek Sultân zu- hûr edip, yetişdi. Hiç fırsat
vermeyip, kâfir cinnîleri kırıp, he- lâk etdi.
Ben âcizi onların ellerinden kurtardı. Sonra
yanına va- rıp, mubârek ayaklarına yüzümü sürüp,
dedim ki, Sultânım, sen kimsin! Buyurdu ki,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin eshâbından Alî bin Ebî Tâlibim.
Ondan sonra yine se’âdetle ve devletle Basrâ
şehrine vardılar.
Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu
ki: Yâ Za’fer! Hüsn-i i’tikâdına ve vefâkâr yâr
olduğuna memnûn ol- duk. Lâkin insan şekline
girmeğe eğer kudretin var ise, muhâ- rebeye
girmene izn veririz. Za’fer, dedi ki: İnsan
şekline girme- ğe izn yokdur. Hazret-i Hüseyn
buyurdu ki: İnsan şekline gir- meğe izn yok ise,
muhârebeye girmeğe izn yokdur. Erlik değil- dir,
bu heybetin ile bu kadar insanı sana kırdırmak;
hoş değil- dir. Yâ Za’fer, tam hizmet mahallinde
yetişdin. Allahü teâlâ senden râzı olsun. Za’fer
de ağlıyarak vedâ edip, gitdi.
(Diğer rivâyet): (Hadîka) kitâbında
nakl edilen rivâyet de şöyledir. Hazret-i Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Za’fer!
Siz latîf cismsiniz. Sizin insanlar ile muhârebe
etme- niz insâf olmaz. Zîrâ bu zulm olur. Ben
zulmü revâ görmem. Za’fer dedi ki: Yâ İmâm!
İnsan sûretine girip, ceng edelim. Ni- tekim
Bedr muhârebesinde melekler insan sûretine
girip, Resû- lullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” yardımcı oldular. Hazret-i Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Za’fer!
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine Bedr muhârebesinde şehâdet va’d
olunmamışdı. Kurtulması için yar- dım olunması
lâzım idi. Allahü teâlâ meleklere yardım emri
ver- di. Hâlbuki ben ilm-i ilâhîde görmüşüm ve
bilmişim ki, bugün şehîd olup, Rabbime
kavuşurum. Bu dünyâdan öbür âleme göç ederim. Bu
bir sâat için dostlarımı zahmete salmak münâsib
de- ğildir. Za’fer, muhârebeye girmek için izn
alamadı. Vedâ edip, ağlıya ağlıya geri döndü.
Gayret sâhibinin gayreti gidince, zul- met
ortaya çıkar. Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri meydâna çıkdı. Bu hikâyeden ma’lûm
olur ki, Hüseyn “radıyal- lahü teâlâ anh”
hazretlerinin lutf ve keremlerine nihâyet yok-
dur. Zîrâ, bu cümleden anlaşılıyor ki, eğer
karşı tarafdan inti- kâm almak istese idi,
cinnîler askerine emr eyler, bir an içinde o
zâlimleri kırıp, târumâr ederlerdi. Kendileri de
o tehlikeden
kurtulmak imkânı bulurdu “radıyallahü teâlâ
anh”.
Yüzbirinci Menâkıb: Nazm
şeklinde (Siyer)den
nakl olun- muşdur:
Vaktidir ey bülbül-i gâfil uyan, Bir nazar kıl
aç gözün, ola ıyân.
Kim senin bağın değildir, işbu yer, Her kimi kim
besler ise, iş bu yir.
İşte gel kim var, gülistânın senin, Cân ilinde
tâze bostânın senin.
Sa’y kıl kim eresin ol gülşene, Himmetini
bağlama sen bu külhâna.
Cîfedir bu, cîfeye aldanma sakın,
Sen seni bu yerde devâmlı kalır, sanma sakın.
Ey perîşân dil (gönül), oturma dilfikâr, Söyle
bu söz, senden ola, yâdigâr.
Sîreti ol kim rivâyet eyledi, Bunu bu resme
hikâyet eyledi.
Râvî ider, bir yehûdî var idi, Askeri çok, ismi
Dâvüd-i Şa’yâ idi.
Var idi bir kal’ası, yuvarlak büyük,
Kim iki kat, yüksek yerde, muhkem yapılı.
Seng-i hârâ idi, ak taşdır yeri, Burcları yüce,
düzenli her biri.
İki kat dıvârlı idi her biri, Yedi arşın idi,
dıvârının eni.
Hendeği var idi ki, enli ve derin, Kim içi su
idi ki, dolu ve derin.
Bir kaya üstünde muhkem yapılı, İçi-dışı asker
ile dopdolu.
Râvî der ki, ona benzer üstüvar [muhkem],
Ol Hicâz ilinde, yokdur bir hisâr.
Çün işitdi Dâ’vüd-ı Şa’yâ bunu,
Hep döküldü, merhabü meyser kanı.
Katî hışm etdi kakdı ol la’în, Pes çağırdı
askeri derdi hemîn.
Atına bindi o, oldu süvâr,
O la’în, gürbüz er idi, nâmdar.
Bindi asker, kaldırıp sancak ve alem, Çaldılar
zurna ve nakkâre zil hem.
Bir kabîle var idi, ânda yakın,
Ki müslimânlardı, onlar ehl-i din.
(Beni Zühre) kabîlesi idi, bu mü’min kabîle, O
mel’ûnun askeri döndü dedi;
O Benî Zühre iline varalım, Vuralım o ili,
halkın kıralım.
Kim Muhammed da’vetin onlar kabûl, Eylemişler,
aldatmış onları ol.
Âbâ-ı ecdâd dînin terk etmişler, Muhammed ile
ahd-i berk eylemişler.
Onların erlerinin hepsini kıralım, Kadın ve
çocuklarını, ne varsa alalım.
Yehûdîlere ne kim etdi ise ol, Biz edelim onlara
hem dahî bol.
O Muhammed görsün acı nicedir, Uyku görmez
gözlerim, kaç gecedir.
Bu sözüyle ılgâr idip, gitdiler, Gâfil iken il
içine yetdiler.
Erkeğinin ulusunu kırdılar, Küçüğü ile dişisini
sürdüler.
Aldılar hem, malların, davârların, Kırdılar hem,
bulduğu adamların.
Bir iş oldu onlara kim her giz ol, Kimseye öyle
belâ olmuş değil.
Arabın Şikâyeti
Bu yakada bir gün o sultân-ı din, Fahr-i âlem
rahmeten lil âlemîn.
Mescid içre otururdu o imâm, Geldi Câbir,
kapıdan verdi selâm.
Yâ Resûlallah dedi, bostânımız,
Hoş yetişdi tâze nahlistânımız [Nahle:
Hurma].
Dilerim zahmet buyurup, gelesin Sen, Ki bostâna
gelince şâd olam ben.
Ayağın tozunu bostânıma sal, Mubârek ola,
nahlistânıma sal.
Kabûl eder, Resûlullah dururlar, Sahâbe ile o
bostâna varırlar.
Direrler, tâze tâze hurma yirler, Ne tatlı
tâzedir bu hurma derler.
Hemandem karşıdan bir toz göründü, Gelir tutmuş
yolu düp-düz göründü.
Toz yarıldı, çıka geldi bir arab, Bir eğersiz
ata binmiş ki, acib.
Gövdesi başdan ayağa kara kan, Kan içinde sanki,
gark olmuş heman.
Geldi Peygamber katında ağladı, Şöyle kim yaşı
gözünde çağladı.
Yaşını sildi arab, hem söyledi, Hizmetinde
geldik, îmâna dedi.
Allah birdir, hem Resûlsün mutlaka, Emrin ile
kulluk ederdik Hakka.
Gâfil iken bir gece biz nâgehân, Dâvüd-ı Şa’yâ
çerîsi ile nihân.
Geldi, çarpdı, bizi gâret eyledi, Halkı kırdı,
çok hasârat eyledi.
Er kişisini kırdı, dökdü kanını, Aldı malın,
avretini, oğlanını.
Oğlumuz, kızlarımız oldu esîr, Sen meded eyle
bize ey dest-gîr.
Bunu dedi, hay hay ağladı, Cümle ol halkın
yüreğin dağladı.
Hem Sahâbe dahî giryân oldular, Ol kişiye çok
merhamet kıldılar.
Ol Resûlün hem mubârek gözüne,
Geldi yaş, rahm etdi [acıdı] onun
sözüne.
Tetimme
Hem bu söz için geldi Cebrâîl,
Hak selâm verdi, sana kim şöyle bil.
Hem buyurdu size, ta’cîl edesiz, Ol la’înin
üstüne siz gidesiz.
Kal’asının üstüne sen gidesin, Hak sana nusret
verir seyr edesin.
Döndü andan pes Resûlullah eve, Mescide vardı
hemen ive ive [acele].
Pes buyurdu kim Bilâl etdi nidâ! Mescide geldi
kamu mîr ve gedâ.
Mescid içi-dışı doldu mü’minîn, Minbere çıkdı
Resûlullah hemen.
Okudu hutbe, Hakka hamd eyledi,
Döndü hem Eshâbına da pend [nasîhat] eyledi.
Sonra dedi, dinleyin ey Hak askeri, O Benî
Zühredeki kardeşleri.
Onları kâfir nice kırmış hemân, Gâfil iken
onları vurmuş hemân.
Hak buyurdu, kim, ona biz varalım, Kıralım
onları, boynun vuralım.
Siz ne dersiniz, maslahat ne görelim, Varalım mı
üstüne, yâ duralım.
Dediler, yâ Resûlallah kamûmuz [hepimiz],
Senin fermânın altıdır özümüz.
Tutarız Hak emrini biz cân ile, Oynayalım, baş
yolunda cân ile.
Hak teâlâ düşmanın öldürelim,
O yehûdînin tomarın [defterin] dürelim.
Pes düâ kıldı Resûl, dedi durun, İmdi, bugün hep
hâzırlıklar görün.
Hak emrin tutmağı bilin ganîmet, Bugün ki tân [şafak]la
ideriz azîmet.
Sem’an ve tâan [baş
üstüne] deyip,
dağıldılar, Her birisi cenk hâzırlığın kıldılar.
Ertesi gün oldukda asker fevc-fevc, Her biri
gitdi geyimli fevc-fevc.
Pehlivânlar bindiler çapan süvar, Kim dokuz bin
er ata oldu süvar.
Çağırdı Mikdâdı çünki geldi o, Bir alem evvel
ona verdi Resûl.
Sen mukaddem ol dedi, önce yürü, Bin kişi koşdu,
behâdır, her biri.
Sonra Resûlullah dedi, hani Alî! Geldi dahî
dediler, ol dem Velî.
Çağırdı Selmânı, dedi var ona, Muntazırım der
Resûlullah sana.
Vardı Selmân, gördü giyinmiş Alî! Ceng silâhın
hep kuşanmış ol Velî.
Fâtıma tutmuş eteğini komaz,
O çekinir gitmeğe ki, onu komaz.
Dedi, Selmân; yâ Emîr olgıl suvâr, Kim
Resûlullah durubdur intizâr.
Sem’an ve tâan [baş
üstüne] deyip,
bindi atına, Dedi, geldi o Resûlün katına.
Hem Zübeyr bin Avvâm o şir-i ner, Yaralı idi,
yatar idi meğer.
Gazâ sırasında yimişdi nice ok, Hem de taşlar
dokunmuş idi çok.
Çün işitdi ki, Resûl cenge gider, Kalkdı
yerinden hemen o şir-i ner.
Dedi hâtunu; mecâlin yokdurur, Durma gel kim
cenge hâlin yokdurur.
Sözünü hâtununun dinlemedi, Kim yaram var diye
hiç eğilmedi.
Bindi, Peygamber katına geldi ol,
Bir alem [bayrak] de
ona verdi Resûl.
Bin kişi de ona verdi ıyân,
Sağ yanımca gel dedi yâ Pehlivân.
Bir alem kaldırdı kim adı ikab, Âl senindir yâ
Alî dedi ikab.
Bin kişi koşdu ona da dilîr [yiğit],
Askerin ardınca gel der yâ Emîr.
Gece gündüz yürüdüler gitdiler, Çün Kureyzâ
kal’asına yetdiler.
Kâfire oldu haber, kim çok çeri,
Geldi, yetdi üşde islâm leşkeri [askeri].
Dört yakadan ili varın sürdüler, Asker hep,
kal’a içre girdiler.
Burcların üstüne oklar kurdular, Kendiler kal’a
içine girdiler.
Yetdi nâgah, erdi islâm leşkeri, Önce Mikdâd
emrindeki bin çeri.
Çünki kal’a yakınına yetdiler, Görünce Mikdâdı
onlar bildiler.
Askerini tanzîm edip, durdu la’în, Arkasını
kal’asına verdi hemîn.
Gördüler kim kopdu bir toz nâgehân, Bin kişi ile
Zübeyr geldi hemân.
Geldi pes koşum-koşum oldem çeri, Fahr-i âlem
Enbiyâlar Serveri.
Hoş düzenli, hem müzeyyen her biri, Yahşî
ulular, teçhizâtlı askeri.
Râvî der: Ehl-i islâm ol zemân, Ki düzenli idi,
bilgili bî gümân.
Şebde [gecede] yıldızlar
gibi saf saf gelür, Kim giyimli toz içinde berk
vurur.
Çün yehûdîler bakar onu görür, Kim, bu asker
böyle düzenli durur.
Bu tertîb, bu envâr ve bu zînet, Yehûdî gönlüne
saldı hezîmet.
Dilediler dönüp kaçmak hisâra,
Ona da etmediler cesâre [Ona
da cesâret edemediler].
Çün işitdi, Dâvüd-ı Şa’yâ bunu,
Kim dönerse, boynuna dedi, kanı [boynunu
vururum].
Korkmayınız ben olayım size dımân, Öldürürüm de
vermezem emân.
İşbu denli bâgîye de ne cevâb, Yalnız kim
vereyim buna cevâb.
Olmadı ceng ol gün akşam oldu der, Kondu
askerler yerlerini aldılar.
Müslimânlar sabâha dek kıldı nemâz. Etdiler
Allaha çok, dürlü niyâz.
Çün sabâh oldukda etdiler nidâ, O ezândan
göklere erdi sadâ!
Korkdu kâfirler kamu andan hemîn, Çünki kıldılar
nemâzı mü’minîn.
Durdu, bindi her birisi atına, Geldi ulular
Resûlün katına.
Yâsadılar [yerleşdirdiler] askeri
hoş meymene [sağ
kanat], Meysere [sol
kanat] kalbu
cenâh durdu yine.
Meymene ucunda Ammârı koydu, Pes Alîye ortada
dur sen dedi.
Kendisi birkaç sahâbi ile bile, Bir yüce yerde
durdular bile.
Askerini yerleşdirdi kâfir de, Dizdiler sağın
solun onlar da.
Çün iki asker karşılıklı geldiler hemân,
Çıkdı islâm askerinden nâgehân [bir
asker çıkdı].
Dedi bir er girdi cevelân eyledi, Bî tekellüf
kasd-ı meydân eyledi.
Adı Dırâr idi hem hâs-ı Resûl, Pehlivân-ı gürbüz
idi gâyet de ol.
Pes yehûdî askerinden çıkdı dîr [asker],
Adı Hüssan bin Kârin bir dilîr [cesûr
kimse].
Girdi cevlân etdi [meydânda
dolandı], cenge durdular, Birbirine çün
kılınçlar vurdular.
Vurdu bir darbe ona Dırâr Pehlivân, Ki, iki pare
olup, düşdü hemân.
Verdi cânın tamuya düşdü la’în, Durdu Dırâr
diledi er pes hemîn.
Bir mübâriz [cengci] girdi,
adı Danyâl, Etdi, Dırâr ile çok ceng ve cidâl.
Çok oyunlar geçdi, o hîleci, ona, Âkıbet fırsat
bulup, Dırâr ona.
Şöyle sapladı göğsüne ol pehlivân,
Düşdü tamu inlerine [yerlere
serilerek] verdi
cân.
Girdi Heyyâc adlı bir er pes hemân, Cenge girdi,
vermedi dahî emân.
Hayli ceng eyledi Dırâr ile ol, Ceng uzadı,
Dırâr oldu pes, melûl.
Nâra atdı, vurdu ağzından onu, Cânı gitdi,
tamuya düşdü teni.
Durdu Dırâr yine cevlân eyledi, Er diledi, döndü
devrân eyledi.
Dâvüd-ı Şa’yâ kalkdı negahân, Depdi atın girdi
meydâna hemân.
Zırhlı Dâvüd ileri yaşında hod, Kılıcı elinde
sanki yanar od [ateş].
Nâra atdı, heybet idüb haykırır, Girdi meydân
içine cevelân urur.
Bildi Dırâr, tanıdı onu hemân, Hamle kıldı,
vermedi bir dem emân.
Nîzesi [mızrağı] göğsüne
idi yakîn, Çaldı kılınç ile onu ol la’în.
Bâkisin Dırâr bırakdı, hemîn, Kılıncına
yapışınca ol la’în.
Urdu tiz destlik edip, bir darb ona, İki pâre
kıldı kaldılar dona.
Düşdü Dırâr, orada oldu şehîd, Nâra atdı, mağrûr
oldu ol pelîd.
Oldu Dırâr için cümle mü’minler melûl, Gürbüz
idi, hem melûl oldu Resûl.
Çıkdı islâm askerinden bir civân, Mürre tebnî
Dârî adlı pehlivân.
Ol la’în onu dahî kıldı şehîd,
Katî mağrûr oldu, o mel’ûn pelîd.
Kimse girmedi dahî meydâna, Askerin depdi hemen
sağ yanına.
Döndü ondan, sol yana depdi la’în,
Çıkdı ândan kalbe değdi [merkeze
geldi] ol
la’în.
Birbirine vurdu şöyle leşkeri [askeri],
Oka tutdular, hemen döndü geri.
Durdu meydân içre cevlân eyledi,
Yâ Muhammed, nerde Senin askerin dedi.
Var ise bir pehlivân gelsin bugün, Pehlivân
kimdir, bu halk görsün bu gün.
Dedi, Hâzin oğlu Sa’di pes hemân, Hoş mübâriz
pehlivân idi civân.
Hamle kıldı dahî vermedi emân, Kâfir ile cenge
durdu bir zemân.
Gördü kâfir Sa’di kim key erdürür, Hamlesini
def’ eder, darbeler vurur.
Hîle düzdü, onda bir mekr eyledi,
Yâ yiğit, ben bir acâiblik gördüm, dedi.
Düşdü çaldım atının bir ayağını, Üç ayağı ile
durur ol bayağı.
Sandı, gerçek; geri bakdı hemîn, Bir kılınç
vurdu hemân dem o la’în.
Kim, ikiye biçdi kıldı onu şehîd, Düşdü atından
hemen dem o yiğit.
Ziyâde oldu, mel’ûnun gurûru, Çağırıp, haykırır,
ider sürûru.
Kimse girmez dahî çün girdi la’în, Depdi
askerden yana, sürdü hemîn.
Bir iki adam yaraladı yine,
Döndü andan, yürüdü asker kalbine [ortasına].
Ok yağmuruna tutdular o kâfiri, Korkdu ondan
yine ol döndü geri.
Durdu meydân içre, cevlân eyledi, Yâ Muhammed,
hanî ensârın dedi.
Hanî Kays ve ne oldu Mikdâdın hani, Korkdu,
benzer pehlivânların hani.
Ger onlar korkdu ise, hanî ol dilîr [yiğit],
Şol Alî adlı behâdır nerre şir [erkek
arslan].
Şâh-ı merdân diyü ad almışdır, Şimdi niçin
geride kalmışdır.
Kendini bir sınasın gelsin beri, Ger gelirse
dahî sağ varmaz geri.
Pes Resûlullah dedi, Haydar hani, Zahr-i islâm
fethi o server hani.
Hâzır idi, dedi, lebbeyk, şâh hemân, Yâ
Resûlallah, buyur dedi revân.
Varayım ben onu bîcan edeyim,
Kan ile toprakda galtan [yuvarlanıcı] edeyim.
Pes Resûlullah dedi, var yâ Alî, Kim, sana
nusret yakındır yâ Velî.
Bil ki Allah, hem Resûlullah sana, Kim, meded
edicidir önden sona.
Şâh-ı Merdân kasdı meydân eyledi, Girdi, hoş,
şâhâne cevlân eyledi.
Dâvüd-ı Şa’yâ onu gördü hemân, Hamle kıldı,
ya’nî kim vermez emân.
Kâfirin çün hamlesini gördü imâm, Çekdi kınından
kılıncını temâm.
Nâra atıp, şöyle haykırdı ona, Aklı gitdi
kâfirin, kaldı dona.
Titredi a’zâları pes ol la’în, Atını ardına
sıçratdı hemîn.
Pes, çekildi bir yere, durdu geri, Kim, dağılmış
aklını derdi geri.
Hem dedi kim, yâ yiğit nedir adın, Kim bu resme
havf ve heybet eyledin.
Şâh-ı Merdân dedi adımdır, Alî, Dedi kâfir, seni
isterim belî.
Nâra atdı, çekdi kılıncın la’în,
Şâh-ı Merdân üstüne sürdü hemîn.
Şâh onu gördü ki, bir hoş pehlivân, Pes, mudâra
etdi onunla hemân.
Ya’nî, kim tutam idem dedi esîr, Tâ müslimân
ola, bir rükn ola dîr.
Nâgehân bir kılınç vurdu o la’în, Şâh-ı Merdân
başına erdi hemîn.
Aldı kalkana hem ol dem şâh onu, Çün, müslimân
olmaz ol bildi onu.
Pes, kalkdı, nâra atdı ol Emîr,
Bir kılınç vurdu ona ol nerre şîr [erkek
arslan].
Sağ yanında şöyle kim çaldı onu, Sol yanından ol
iki böldü onu.
Düşdü ondan iki pâre ol la’în, Kan ile toprağa
bulandı hemîn.
Şâh-ı Merdân yine cevlân eyledi, Bir mübâriz var
mıdır, gelsin dedi.
Çünki onu öyle gördüler yehûd, İ’timâd ederdi
ona çün cehûd.
Orada öyle olduğunu gördüler, Kaçdılar kal’a
içine girdiler.
Yapdılar kapıyı, burçda durdular, Atdılar ok,
mancınıklar kurdular.
Müslimânlar ol işi çün gördüler, Ok ile bunlar
da cenge durdular.
Kuşatdılar yirmibeş gün hisârı, Ki ceng idi kamu
leylü nehârı.
Pes Resûlullah buyurdu siz dahî, Mancınık düzün
atalım biz dahî.
Durdu bir er İbni Amr idi adı, Yâ Resûlallah
düzerim ben dedi.
Lâkin ağaç yok, bu ağaçlar kamu, Hem yemiş
ağaçlarıdır cümle bu.
Bunu böyle söyleyince o hemîn, Geldi gökden indi
Cebrâîl Emîn.
Dedi, Hak teâlânın selâmı var, Buyurdu; bu âyeti
Resûlüme ver:
(Hurma ağaçlarından kesmeniz veyâ aslı üzere
terk etmeniz Allahü teâlânın izni iledir.
Böylece, bu iznle kâfirler rüsvay olurlar.) [Haşr
sûresi 5.ci âyet-i kerîmesi meâli.]
Pes Resûlullah buyurdu: Hak teâlâ, Bu ağaçları
bize kıldı halâl.
Çünki bu vakt ona muhtâç olmuşuz, Başka ağaç
yok, nâçar kalmışız.
Pes, ağaçdan yetdikçe kırdılar, Düzdüler tiz,
mancınığı kurdular.
Atdılar bir taşı bârû üstüne,
Düşdü sankim burcu yıkmak kasdına.
Bir de atdılar içeri düşdü ol, Kâfir cânibine
korku düşdü bol.
Bu resme cengle çün erdi akşam, Müslimânlar
varıp kıldılar, ârâm.
Müslimânlar bülend tekbîr ederler, Kamûsu
onlarını bir ederler.
Müslimânlar sabâha dek nemâzı, Kılıp etdiler,
Allaha niyâzı.
Kimi tesbîh, kimi Kur’ân okudu, Uyumadı biri
çün, sabâha erdi.
Ezân okundu, kıldılar nemâzı, Düâ kıldılar
etdiler, niyâzı.
Hemân dem kal’aya karşı berâber, Koşup
bağladılar, şöyle serâser.
Pes getirdi pehlivânlar her biri, Mancınığa
komağa, bir taş iri.
Getirdi ânda taşı ol Ammâr, Dilâver pehlivânlar
başı Ammâr.
Koyuben mancınığa ol atdı, Havadan kal’anın
içine yetdi.
Düşüp bir yere vîrân eyledi ol, Dokuz kişiyi
bîcan eyledi ol.
Onun ardınca Mikdâd atdı bir taş, Dokundu dört
eve, ol kıldı hışhaş.
Onun ardınca Sa’d bin Ubâde, Ki Hazrec ulusu
şeyh Suâde.
Atar çünki havâya çıkdı ol taş, İnip bir kubbeyi
o kıldı hışhâş.
Pes getirdi şâh-ı Merdân ol Alî, Mancınığa koydu
bir taş, ol Velî.
Râvî der: Pehlivânlar her biri, Mancınığa koydu,
bir taş iri.
Atdılar herbiri bir iş eyledi, Kâfirin cânibine
teşvîş eyledi.
Ol arada dahî bir taş kalmadı, Kim ki vardı taş
aradı, bulmadı.
Çünki, taş arandı, bulunmadı, Taş bitince
Resûlullah üzüldü.
Çünki başka taş bulunmadı, Resûl, Ol mubârek
hâtırı oldu melûl.
Hak teâlâdan getirdi ol selâm, Dedi, çünki taş
bulunmaz yâ imâm.
Hak teâlâ şöyle fermân eyledi, Mancınığa girsin
aslanım dedi.
Varsın ol içine düşsün kal’anın, Kim, onun fethi
elindedir Anın.
Pes, Resûlullah dedi, kim yâ Alî! Cebrâîl geldi,
dedi kim yâ Velî!
Kim, koyam bu mancınığa ben seni, Bu hisâra
atayım, ey Hak aslanı.
Hiç ziyân erişmez sana uş ben dımân [kefîl],
Feth eden bu kal’ayı sensin hemân.
Şâh-ı Merdân dedi, yüzüm üstüne, Her ne emr
olunduysa, gözüm üstüne.
Yoluna olsun fedâ cânım benim, Hâtırıma geldi bu
mâni’ benim.
Kim beni kal’aya atınız dedim,
Yine dedim iş Hakdır, ben ne diyem.
Pes, Resûlullah dedi kim Enbiyâ! Her ne endîşe
ede yâ Evliyâ.
Düşe Hakkın işine ol mutâbık, Muhâlif olmaz,
olur ol muvâfık.
Kim anların hemîşe gönlü hâzır, Hakkın
yanındadır, Hak ona nâzır.
Aldı kalkanın kılıncın pes Alî, Geldi girdi
mancınığa ol Velî.
Tutdu bile ol nebîler Serveri, Atdılar gitdi
havâya Haydarı.
Çün havâya çıkdı ol Hak aslanı, Kakdı kılınç
arkasıyla kalkanı.
Nâra vurdu, şöyle haykırdı emîn, Sanki gök
gürledi, sarsıldı zemîn.
Çünki kâfirler görür bu heybeti, Hep kurudu,
güçleri ve kuvveti.
Çün Alî idi havâdan gördüler, Kaçdılar evli
evine girdiler.
Bağlayıp kapıların oturdular, Canlarından ümîdi
götürdüler.
Belleri kurudu, tutmaz elleri, Gözleri görmez
tutuldu dilleri.
Şâh-ı Merdân pes, kapıya yürüdü, Çekdi kopardı,
kapıyı sürüdü.
Geldi mü’minler hisâra girdiler, Kâfiri yerli
yerinde kırdılar.
Kırdılar erkek, koymadılar diri, Gâret etdiler
dişisin herbirini.
Aldılar malını esîrin tutdular, Sağ selâmet
evlerine gitdiler.
Sağlığıyla o Medîne şehrine, Geldiler anda
Resûlüyle bile.
Ol Resûlün hizmetinde şâdgâm, Oldu bu kıssa,
burada hem temâm.
Mustafânın yüzü-suyu hurmeti, Cümlemize müyesser
kıl rahmeti.