İÇİNDEKİLER

Birinci bâb : Birinci halîfe emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” menâkıbı hakkındadır. [Bu bâbda 66 menâkıb vardır.] 7

İkinci bâb : İkinci halîfe emîr-ül mü’minîn Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü teâlâ anh” menâkıbı hakkındadır. [Bu bâbda 81 menâkıb vardır.] 99

Üçüncü bâb : Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü teâlâ anhümâ” menâkıbı. [Bu bâbda 23 menâkıb vardır.] 185

Dördüncü bâb : Üçüncü halîfe emîr-ül mü’minîn Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” menâkıbı hakkındadır. [Bu bâbda 55 menâkıb vardır.] 199

Beşinci bâb : Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü anhüm” menâkıbı. [Bu bâbda 19 menâkıb vardır.] 253

Altıncı bâb : Dördüncü halîfe emîr-ül mü’minîn Esedillahi Gâlib Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” menâkıbı hakkındadır. [Bu bâbda 101 menâkıb vardır.] 271

Yedinci bâb : Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” menâkıbı. [Bu bâbda 46 menâkıb vardır.] 409

Sekizinci bâb : Ebû Bekr-i Sıddîk ile Alî bin Ebî Tâlibin “radıyallahü anhümâ” münâzarası 527

Dokuzuncu bâb: Âşere-i Mübeşşerenin menâkıbı. [Bu bâbda 13 madde vardır] 533

Onuncu bâb : Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Ehl-i Beytinin menâkıbı. [Bu bâbda 17 menâkıb vardır.] 539

Onbirinci bâb : Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” menâkıbı. [Bu bâbda 8 menâkıb vardır.] 557

Onikinci bâb : Bu ümmetin üstünlükleri. [Bu bâbda 36 madde vardır.] 565

ÖNSÖZ

Bismillâhirrahmânirrahîm


İnsan için üç dürlü hayât vardır: Dünyâ, kabr, âhıret hayâtı. Dünyâda, beden rûh ile birlikdedir. İnsana hayât, canlılık veren rûhdur. Rûh bedenden ayrılınca, insan ölür. Beden mezârda çü- rüyüp, toprak olunca veyâ yanıp kül olunca, yâhud yırtıcı hay- van yiyip yok olunca rûh yok olmaz. Kabr hayâtı başlar. Kabr hayâtında his vardır, hareket yokdur. Kıyâmetde bir beden ya- ratılıp, rûh ile bu beden birlikde Cennetde veyâ Cehennemde sonsuz yaşarlar.

İnsanın dünyâda ve âhıretde mes’ûd olması için, müslimân olması lâzımdır. Dünyâda mes’ûd olmak, râhat yaşamak de- mekdir. Âhıretde mes’ûd olmak, Cennete gitmek demekdir. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, mes’ûd olmak yolunu, Peygamberler vâsıtası ile kullarına bildirmişdir. Çünki insanlar bu se’âdet yolunu, kendi aklları ile bulamazlar. Hiçbir Peygam- ber kendi aklından birşey söylememiş, hepsi, Allahü teâlânın bildirdiği şeyleri söylemişlerdir. Peygamberlerin söyledikleri se’âdet yoluna (Din) denir. Muhammed aleyhisselâmın bildir- diği dîne (İslâmiyyet) denir. Âdem aleyhisselâmdan beri bin- lerle Peygamber gelmişdir. Peygamberlerin sonuncusu Mu- hammed aleyhisselâmdır. Diğer Peygamberlerin bildirdikleri dinler, zemânla bozulmuşdur. Şimdi se’âdete kavuşmak için is- lâmiyyeti öğrenmekden başka çâre yokdur. İslâmiyyet, kalb ile inanılacak (Îmân) bilgileri ve beden ile yapılacak (Ahkâm-ı is-

lâmiyye) bilgileridir. Îmân ve ahkâm-ı islâmiyye ilmleri (Ehl-i sünnet âlimleri)nin kitâblarından öğrenilir. Câhillerin, sapıkla- rın bozuk kitâblarından öğrenilmez. Hicrî bin senesinden evvel, islâm memleketlerinde çok (Ehl-i sünnet âlimi) vardı. Şimdi hiç kalmadı. Bu âlimlerin yazdıkları arabî ve fârisî kitâblar ve bun- ların tercemeleri, dünyânın her yerinde, kütübhânelerde çok vardır. Hakîkat kitâbevinin bütün kitâbları, bu kaynaklardan alınmışdır. Se’âdete kavuşmak için, (Hakîkat kitâbevi)nin ki- tâblarını okuyunuz!

Aklın varsa eğer, islâmiyyete bağlan! İslâmiyyetin aslı, Hadîsdir ve Kur’ân!


Mîlâdî

Hicrî Şemsî

Hicrî Kamerî

2001

1380

1422

İSTİGFÂR DÜÂSI

Muhammed Ma’sûm hazretlerinin 2.ci cildi, 80.ci mektûbun- daki hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İstigfâr düâsına devâm ede- ni, Allahü teâlâ derdlerden kurtarır ve ummadığı yerden rızk- landırır). Bu fakîr, farz nemâzlardan sonra, üç kerre bu düâyı okuyorum.

Düâ budur: Estagfirullahel’azîm, ellezî lâ ilâhe illâ huv, el- hayyel kayyûme ve etûbü ileyh.

Bu düâyı okudukdan sonra, yalnız (Estagfirullah) okuyarak yetmişe temâmlıyorum. Ölümden başka, her derdden kurtarır. Eceli gelenin de, ağrısız, sıkıntısız ölmesine yardım eder.


image

TEVHÎD DÜÂSI

Yâ Allah, yâ Allah. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlul- lah. Yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ afüvvü yâ Kerîm, fa’fü annî ver- hamnî yâ erhamerrâhimîn! Teveffenî müslimen ve elhıknî bis- sâlihîn. Allahümmagfirlî ve li-âbâî ve ümmehâtî ve li âbâ-i ve ümmehât-i zevcetî ve li-ecdâdî ve ceddâtî ve li-ebnâî ve benâtî ve li-ihvetî ve ehavâtî ve li-a’mâmî ve ammâtî ve li-ahvâlî ve hâlâtî ve li-üstâzî Abdülhakîm-i Arvâsî ve li kâffetil mü’minî- ne vel-mü’minât. “Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în.”

BİRİNCİ BAB

MENÂKIB-I ÇİHÂR YÂR-İ GÜZÎN

(rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în)


BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM


Bütün hamd ve senâlar, sağlam dînin esâsının dört duvârını, Seyyidil mürselînin dört halîfesi ile sağlam ve kuvvetli kılan Al- lahü teâlâya mahsûsdur. Bu dört halîfenin her biri, Peygambe- rimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” teblîg etdiği dînin birer rüknüdür. Ömrü Onların sevgisi ile geçirmemek uygun değil- dir. Onların sevgisi olmadan, kurtuluş mümkin değildir. İslâm dîninde gayretli ve sünnet-i seniyyeye bağlı olan yakîn sâhibi din kardeşlerimiz açıkca bilirler ki, bu zemânda yazılacak ve öğrenilecek en mühim şey, Hulefâ-i râşidînin, ya’nî Peygambe- rimiz Muhammed aleyhisselâmın dört büyük halîfesinin güzel menkıbelerinin beyânıdır. O hidâyet imâmlarının üstün ma- kâmlarını açıklamakdır “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Böylece, dostların kalblerine safâ, gözlerine sürme ve cilâ olup, düşmânların kalblerine cefâ ve kötü gözlere belâ dikeni olur. Allahü teâlânın lütfu, sevdiklerine gölgelik ve yardım olsun. Onun lütf gölgesinde mihnet görmesinler. Düşmanların başın- dan kılınç, boyunlarından ip eksik olmasın. Bu abd-i âsî, istedi ki, O din serâyının mi’mârı, yakîn meydânının en büyüklerinin fazîletlerinden bir damla ile, susuz âşıkları suya kandırsın, gü- neş gibi kemâllerinden sâdıkların gönüllerini aydınlatsın. Alla- hü teâlâdan yardım dileyerek ve Lâ havle ve lâ kuvvete illâ bil- lah ve lâ ma’bûde illâ iyyâhu [ondan başkasına ibâdet etmeyiz] diyerek başlıyoruz.

Resûlü gören mü’mine,

(Sahâbî) adı verildi.

Hepsini bildirmek için,

(Eshâb-ı kirâm) denildi.

Peygamberi seven her kalb, nûrla dolardı bir ânda,

Ona sahâbî olanlar,

medh olundular Kur’ânda.

Hepsi Resûlullah için, mâlını, cânını verdi.

Sulhda ilm yayarlardı, harbde ise kükrerdi.

Hadîs-i şerîfde Eshâb, benzetildi yıldızlara.

Herhangi birine uyan, erer ışıklı yollara.

Eshâbı, çok sevişirdi, birbirini överdi.

Sonra gelen müslimânlar, hepsi böyle söylerdi.

Kur’ânı ve hadîsleri, Onlar bildirdi bizlere.

Kalblerin temizliği, güven verdi zihnlere.

Söğülse bunlardan biri, yaralanır İslâm dîni.

Sahâbîyi kötüliyen, çürütür Kur’ân-ı kerîmi.

Hakîkî müslimân isen, saygı göster herbirine,

Önce salât, selâm eyle, Resûlün Ehl-i beytine!

BİRİNCİ BÂB

Birinci halîfe emîr-ül mü’minîn hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” menâkıbı hakkındadır.


İslâm dîninin birinci göz bebeğidir. Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” refîkidir [arkadaşıdır]. Bu iki- sinden, ikincisidir. Hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” ism-i şerîfleri Abdüllahdır. Künyesi Ebû Bekrdir. Babasının adı, Osmândır. Babasının künyesi, Ebû Kuhâfedir. Arablar arasında künye ma’rûf ve meşhûr olduğundan, künye ile meşhûr olup, ne- sebi, Ebû Bekr Abdüllah bin Ebî Kuhâfe ibni Âmir bin Amr ib- ni Ka’b bin Sa’d bin Temîm bin Mürredir. Mürre, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerinin yedinci babasıdır. Şübhesiz o temîz neseb, yedinci atada cem’ olur (birleşir).

Ebû Bekrin “radıyallahü anh” ism-i şerîfleri, önceden Abdül- ka’be idi. Fahr-i âlem efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” Abdüllah koydular. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sel- lem” ilk değişdirdiği ism, Ebû Bekrin “radıyallahü anh” ismidir.

Birinci Menâkıb: Lakab-ı şerîflerinden biri, (Atîk)dir. Bunun sebebi şu idi. Hazret-i Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” mubârek yüzlerine nazar edip, (Bu, Cehennem ateşinden atîkdir) buyurdular. Ya’nî, Allahü teâlânın nârından [ateşinden] azadlı kuludur, demek olur. Bundan sonra, bu lakab ile şöhret buldu. Bir lakab-ı şerîfleri de (Sıddîk)dır. Ziyâde [çok fazla] inançlı demekdir. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerini tasdîk etdiği için, bu ism verilmişdir.

İkinci Menâkıb: Sıddîk kelimesi, lügatda üç ma’nâya gelir. Birinci ma’nâsı, gâyet doğru söyleyici demekdir. Bu ma’nâ, (Tâcül-islâm)da açıklanmışdır. Sûre-i Yûsüfde Sıddîk lafzı, bu ma’nâ ile tefsîr edilmişdir. İkinci ma’nâsı, kendi kavlini ameli ile [ya’nî yapdığı işi, sözü ile] doğrulamak demekdir. Üçüncü ma’nâsı, dâimî tasdîk demekdir. Bu iki ma’nâ (Sahîh-i Cevherî- ye) kitâbında açıklanmışdır. Emîr-ül-mü’minîn Ebû Bekr-i Sıd- dîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine Sıddîk söylenmesinde,

birinci ma’nâ düşünülse, o cihetle adlandırılır ki, gâyet doğru söyliyen idi. Demişlerdir ki, hazret-i emîr-ül-mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hadîs rivâyetini kimseden yemîn et- meksizin kabûl etmezdi. Ancak hazret-i Ebû Bekrden “radıyal- lahü teâlâ anh” kabûl ederdi. Eğer ikinci ma’nâ ile düşünülse, yine o cihetle adlandırılır ki, açıkdır. Eğer üçüncü ma’nâ düşü- nülse, o şeklde adlandırılır ki, O sultânı tasdîki devâmlı olup, yok olması, şübheye düşme ihtimâli yok idi.

Nitekim, bildirilmişdir ki, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine mi’râc müyesser oldu. O gecenin sabâhın- da, mi’râc kıssasını anlatıp, buyurdu ki, (Bu gece, Mekkeden Beyt-i Mukaddese gitdim. Orada, Enbiyânın rûhlarına imâm olup, iki rek’at nemâz kıldım. Oradan Arşın üzerine yükseldim. Allahü teâlâ ile konuşdum. Allahü teâlâ, ümmetime, bir gün bir gecede elli vakt nemâz farz etdi. Geri döndüm. Âsûmânda, haz- ret-i Mûsâ “aleyhisselâtü vesselâm” ile karşılaşdım. Beni geri gönderdi ki, elli vakt nemâza ümmetin tâkat getiremez. Allahü teâlâya teveccüh etdim. On vakt nemâz bağışladı. Geri Mûsâ aleyhisselâmın yanına geldim. Henüz çokdur, diye beni geri döndürdü. Tekrâr Allahü teâlâya teveccüh etdim. On vakt dahâ bağışladı. Velhâsıl, beş nöbetde, kırkbeş vakt nemâz bağışladı. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm yine dön, dedikde, dedim ki, Rab- bimden hayâ ederim. Ben bu beş vaktden râzıyım, dedim. Alla- hü teâlâdan nidâ geldi ki, bu beş vakt, elli vakte bedeldir. Son- ra, Beyt-ül-mukaddese gelip, gece içinde, Mekkeye geri dön- düm.) Hâl budur ki, bu gidip-gelmek, gâyet kısa zemânda oldu. Rivâyet edilir ki, geldikde, mubârek yatakları henüz sıcak idi. Kâfirler bu kıssayı işitince, inkâr edip, akla uygun değildir, dedi- ler. İnkâr eden o gurub, şimdi bununla Ebû Bekri susdurmak iyi olur, diyerek, yanına geldiler. Dediler; yâ Ebâ Bekr! Efendinin, nasıl bir konuyu da’vâ edindiğini işitdin mi? Efendin der ki, bu gece arşa gitdim, geldim. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” o durumda, duraklama ve tereddüd etmeksizin, tasdîk ve kabûl edip, böyle söyledi ise, gerçek söyler. Ondan yalan sâdır olmaz, buyurdular. Ondan dolayı Ona, (Sıddîk) denildi. Haz- ret-i imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh”, Ebû Bekr-i Sıddîk adı gökden inmişdir, diye yemîn etmişlerdir. Gâliba sebebi; meâl-i şerîfi (Doğru haberde gelen ve Onu tasdîk eden...) olan âyet-i

kerîmede, tefsîr erbâbı, doğru haberde gelenin Resûlullah “sal- lallahü aleyhi ve sellem”, Onu tasdîk edenin de Ebû Bekr-i Sıd- dîk olduğunu söylemiş olmalarıdır. İbrâhîm bin Hasen el-cevhe- rî el Hirevî rivâyet eder ki, hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki; (Ebû Bekr, anasından dünyâya geldi. Hak sübhânehü ve teâlâ, Cennete dedi ki, izzim celâlim hakkı için, sana yalnız Ebû Bekri sevenleri koyacağım!)

Üçüncü Menâkıb: Rivâyet edilir ki, hazret-i Ebû Bekrin “ra- dıyallahü teâlâ anh” annesi Ümmül hayr hâtunun doğan her oğ- lu, vefât ederdi. Ebû Bekr hazretlerini doğurdu. Kucağına alıp, Beyt-i şerîfe getirdi. Orada dedi ki, “Ey, Beyt-i harâmın Rabbi! Ey makâmı Mültezemin sâhibi. Senden ricâ ederim ki, yeni doğ- muş bu çocuğu bana bağışlayasın. Ma’mûr edesin. Birdenbire makâmdan [Beyt-i şerîfden] bir beyâz el çıkıp, Ebû Bekrin eline yapışdı. Bir ses işitildi ki, (Ey Allahın kulu olan kadın. Kucağın- daki çocuk kurtulacak. Allahü teâlânın Resûlünün dostu olacak. Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra halîfesi ola- cakdır) diyordu. Ümmül hayr, bunu işitip, şükr secdesi yapdı.

Dördüncü Menâkıb: (Meâliyil ferş-ilâ avâliyil arş) ismli ki- tâbda anlatılır. Kâdî Ebül Hasen, Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aley- him ecma’în” ile oturmuşlardı. Konuşma esnâsında, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Senin hakkın için ki, ömrümde hiç saneme [puta] secde etmiş değilim. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, niçin Resûlullah hakkı- na yemîn edersin. Bu kadar câhiliyye zemânımız geçdi, dedi. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” dedi ki, babam Ebû Kuhâ- fe, bir gün beni alıp, puthâneye götürdü. Bunlar senin ilâhındır, bunlara secde eyle, dedi. Beni oraya koyup, gitdi. Ben ileri var- dım. Saneme [puta], karnım açdır, bana yiyecek ver, dedim. Ce- vâb vermedi. Su istedim. Cevâb vermedi. Elbisem yok, bana el- bise ver, dedim. Cevâb vermedi. Elime bir taş alıp, bu taşı senin üzerine atarım, eğer ilâh isen mâni’ ol, dedim. Cevâb vermedi. Taşı atıp, saneme [puta] vurdum. Yüzü üzeri düşdü. Babam ge- lip, gördü. Bana dedi: Ey oğul. Niçin böyle edersin. Elimden tu- tup, eve götürdü. Anneme durumu anlatdı. Annem dedi ki, bu- nu kendi hâline koyalım. Bunun hakkında, Allahü teâlâ tarafın-

dan bana hitâb gelmişdir. Eseri zuhûr edecekdir. Sonra ben an- neme sordum. Benim için sana gelen hitâb ne idi. Annem dedi ki: Seni doğurmam yakın olduğu gece, ağrı tutup, ızdırâba düş- düm. Hâtıfdan bir ses geldi ki, Ey hâtun! Müjdeler olsun sana ki, senden bir vücûd zuhûra gelecekdir. Yerde adı (Atîk) ve semâ- da (Sıddîk) ve hazret-i Muhammede “sallallahü aleyhi ve sel- lem” yâr ve refîk olacakdır, dedi. Ebû Hüreyre “radıyallahü teâ- lâ anh” der ki, Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sözünü temâm- ladı. Cebrâîl aleyhisselâm nâzil olup, hazret-i Resûlullaha “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sâdık Ebû Bekr, dedi. Ya’nî Ebû Bekr gerçek söyler, diye üç kerre tekrâr etdi.

Beşinci Menâkıb: Ehl-i sünnet vel-cemâ’at müttefiklerdir ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” eshâbının en üstünü Ebû Bekr “radıyallahü anh”, ondan sonra hazret-i Ömerdir “ra- dıyallahü anh”. Ammâ, hazret-i Osmân ile hazret-i Alînin efda- liyyetlerinde ihtilâf etmişlerdir. Ehl-i sünnet vel-cemâ’atden bir tâife, hazret-i Alînin üstün olduğunu söylediler. (Buhârî) “rah- metullahi aleyh” nakl edip, Abdüllah bin Ömerden “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder ki, hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zemân-ı şerîflerinde eshâb birbirinden tercîh olunurlardı. Evvelâ Ebû Bekri, sonra Ömeri, ondan sonra Osmânı, sonra Alîyi üstün tutarlardı “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. İbni Münzir rivâyet eder ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Bu ümmetin Nebîsinden sonra hayrlısı, Ebû Bekr, sonra Ömer, ondan sonra Osmândır.)

Altıncı Menâkıb: Hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anh” ri- vâyet edilir. Evvelâ islâma gelen, Ebû Bekrdir “radıyallahü anh”. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile ilk önce kıbleye durup, nemâz kılan Ebû Bekrdir. Ebû Bekrin “ra- dıyallahü teâlâ anh” islâma geliş sebebi şöyle idi. Hazret-i Ebû Bekr önceleri tüccâr idi. Sefer ve ticâret yapardı. Ekserî Şâma giderdi. Seferde iken, bir gece rü’yâ gördü ki, gökden ay inip, kucağına girdi. Ebû Bekr, iki eliyle onu kucakladı ve sînesine basdı. Uyandı. Yemlîhâ adında meşhûr bir râhib var idi. Ona va- rıp, rü’yâsını ta’bîr etdirdi. Râhib dedi ki, sen nerelisin? Ebû Bekr dedi; Arz-ı Hicâzdanım. Tekrâr sordu: Ne iş yaparsın. Ebû Bekr, tüccârım, dedi. Râhib dedi ki, yâ Arabistanlı kişi. Bu rü’yâda, sana büyük müjdeler vardır. Ta’bîrini ister isen, ücreti-

ni ver, dedi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” oniki dînâr çıkarıp, verdi. Râhib dedi ki: O ay ki, gökden sana indi. Âhır zemân Pey- gamberidir. Yakınlarda zuhûr edecekdir. Sen Onun hayâtında iken vezîri olursun. Sonra halîfesi olursun. Yâ Arabistanlı kişi. Eğer ben sağ iken, Ona yetişir isen, bana haber ver. Ona varıp, buluşayım. Eğer ben dünyâdan gitmiş isem, selâmımı ona ulaş- dırırsın. Ben Onun dînine girdim ve ümmetinden oldum. Beni âhıretde şefâ’atinden unutmasın. Hazret-i Ebû Bekr “radıyalla- hü teâlâ anh”, bana bir mektûb ver, dedi. Râhib, oniki satır bir mektûb yazıp, Ebû Bekre “radıyallahü anh” verdi. O mektûbun mevzû’u şu idi. (Esselâmü aleyke yâ Muhammed bin Abdüllah el Mekkî el Medenî el tehamî, salevâtullahi teâlâ aleyke ve sel- leme. Hakîkaten sen âhır zemân Peygamberisin! Ve Rabbilâle- mînin Resûlisin. Bu mektûbu Ebû Bekr bin Ebû Kuhâfe ile sa- na gönderdim. Ma’lûm ola ki, ben sana îmân getirdim ve sana ümmet oldum. Ebû Bekr bana gelip, rü’yâsını ta’bîr etdirdi. O rü’yâ delâlet eder ki, Ebû Bekr senin vezîrin olur, sonra halîfen olur. Eğer ben sağ olup, hazretine yetişirsem, gelip önünde gâzâ ve cihâd ederim. Eğer yetişmezsem, âhıretde beni şefâ’atinden unutmayasın) diye mektûbu temâm etmişdir.

Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh”; ey rü’yâyı ta’bîr eden kişi. Eğer ta’bîr etdiğin gibi olursa, yüz altın dahî bende senin emânetin olsun, dedi. Şâm seferini bitirip, Mekkeye geldi. Bu hâdiseden oniki sene geçdi. Hak sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Muhammede “sallallahü aleyhi ve sellem” vahy eyledi. Bir ge- ce o büyük Peygamber, Ebû Kubeys dağına çıkıp, gece yarısın- da dedi ki: Allahü teâlâya da’vet edenin da’vetini kabûl ediniz. Lâ ilâhe illallah, deyiniz. Ebû Bekr, serîr üstünde yatıyordu. Söylenilenleri işitdi. Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü en- ne Muhammeden Resûlullah. Birkaç gün sonra, Mekke sokak- larında, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile buluşdu. Hazret-i Fahr-i âlem ona dedi ki: Ne olaydı, islâma geleydin. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Yâ Mu- hammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Peygamber isen mu’cize gösteresin. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sel- lem”, Ebû Bekrin göğsüne mubârek ellerini dayayıp, şöyle dı- vâra yaslayıp, dedi ki, sana o mu’cize yetmez mi ki, o rü’yâyı gördün. Yemlîhâ râhibe ta’bîr etdirdin. O zemândan on iki yıl

– 11 –

geçdi. Ta’bîr edene on iki dînâr verdin ve yüz dînâr dahâ va’d etdin. Rü’yâyı ta’bîr eden, on iki satır bir mektûb yazıp, sana emânet verdi. Bunları bir-bir görüp, muttalî olup, mektûbda ya- zılan şudur, şudur deyip, takrîr buyurdular. Ebû Bekr “radıyal- lahü teâlâ anh” işitip, parmak kaldırıp, (Eşhedü en lâ ilâhe illal- lah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah). Ya’nî sen, o Peygambersin ki, Yemlîhâ râhib senden haber verdi, dedi.

Yedinci Menâkıb: Huzeyfe ibni Yemân “radıyallahü anh” rivâyet eder. Bir gün hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” sabâh nemâzını kılıp, dönüp, Ebû Bekr-i Sıddîkı “radıyallahü anh” süâl etdi. Kimse cevâb vermedi. Hazret-i Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ayağa kalkıp, Ebû Bekr nerede, buyurdu. Ebû Bekr arka safdan, Lebbeyk (bura- dayım) yâ Resûlallah, dedi. Resûlullah emr buyurdu. Ebû Bek- re yol açdılar. Yanına gelip, hazret-i Fahr-i kâinât buyurdular ki, yâ Ebâ Bekr nerede idin. Birinci rek’atde bana yetişdin mi. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Yâ Resûlallah! Birin- ci safda sizinle tekbîr alıp, Fâtiha sûresini okumağa başlamış- dım. Sonra, abdestimde vesvese oldu. Abdest için dönüp, mes- cid kapısına geldim. Birdenbire bir ses işitdim. Ardıma bakdım, gördüm ki, altundan bir kab asılmış ve içi dolu su idi. O su, kar- dan beyâz ve baldan tatlı idi. Üstünde bir mendil örtülmüşdü. Üzerinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah Ebû Bekr-i Sıddîk) diye yazılmış idi. Mendili alıp, önüme koydum. Abdest alıp, mendili geri kabın üzerine koydum. Sonra gör- düm, kaybolmuş. Sonra gelip, evvel rek’atde size yetişdim, de- di. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Müjdeler olsun sana yâ Ebâ Bekr “radıyallahü anh”. Ben nemâzda kırâ’eti temâmladım ki, rükû’a gideyim. Dizlerim tutuldu. Sen gelmeyince, rükû edemedim. Sana ab- dest suyu veren Cebrâîl idi. Mendili tutan Mikâîl idi. Benim diz- lerimi tutan İsrâfîl idi “aleyhissalâtü vesselâm”.

Sekizinci Menâkıb: Hazret-i Muhammed Mustafâ “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” Allahü teâlânın emri ile Mekke-i mü- kerremeden hicret etmek dilediği zemân, benim ile bu yolda kim hemrâh [yol arkadaşı] olur. Cânına ve başına kim kıyar, de- diği zemân, herkesden önce hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” ileri atılıp, anam ve babam, mal ve cânım, cümlesi yoluna

– 12 –

fedâ olsun; yâ Resûlallah. Bu şerefli hizmete ben kulunu kabûl eyle diye ilticâ ve tazarru’ edince, hazret-i Fahr-i Enbiyâ “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” kabûl buyurdu. Gece ile berâber, mah [ay] ve keyvan [zuhâl yıldızı] gibi yola çıkdılar. Sıddîk “ra- dıyallahü teâlâ anh” o Resûl-i Rabbil âlemîn hazretlerini sakı- nıp, kâh ardına, kâh önüne, kâh sağına ve kâh soluna geçer ve kâh, mubârek ayağı parmakları üzerine basardı. Düşmânlar iz- lemesin diye. Bu esnâda Habîb-i Hudâ hazret-i Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, “Yâ Ebâ Bekr, ne ızdırâb çekersin. Kendi nefsin için mi korkarsın.” Cevâb buyurdular ki, (hâşâ, sümme hâşâ ki, Ebû Bekr bu yolda kendi cânını sakınıp, kayırsın.) Ve lâkin, yâ Resûlallah! Mubâ- rek cesedinin bir kılına halel gelir diye, korkarım ki, benim gibi binlerce kimsenin başı düşse yeridir. Sen din serâyının mi’mârı- sın. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, “Üzülme, Al- lahü teâlâ bizimledir!” buyurdu. Mağaraya geldiler. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Bir mikdâr sabr edin. O mağaraya ben kulun gireyim. Yılan, akreb cinsinden nesne var ise, zararı Ebû Bekre olsun! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” izin verdi. Mağara içine girince, ne kadar mahlûkat var ise, târûmâr olup, herbiri deliğine girdi. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sırtından mubârek gömleğini çıkarıp, parça-parça edip, parçalar ile, o deliklerin temâmını tı- kadı. O deliklerden biri açık kaldı. Ona parça yetişmedi. O de- liğe de, ayağının tabanını iyice tıkadı. O büyük sultâna, şimdi se’âdet ile, içeri buyurun diye hitâb eyledi. İki cihân serveri de, Besmele söyliyerek, mağara içine girdi. Sabâha kadar orada kaldılar. Sabâh oldu. Hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” gömleğini arkasında göremeyince, sebebini sordular. Haz- ret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, yâ Resûlallah! Yolunda, gömleğimi yırtıp, akrep ve yılan deliklerini tıkayıp, şerlerini def’ eyledim; dedikde, Resûl-i ekrem “sallallahü aley- hi ve sellem”, (Allahım! Ebû Bekri, kıyâmet günü, benim dere- cemde, benimle berâber bulundur!) buyurdu.

Dokuzuncu Menâkıb: Nakl edilmişdir ki, bu esnâda Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” mubârek yüzlerinde değişiklik gö- rüp, süâl etdikde, meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Mağarada

– 13 –

olan delikleri birbir tıkayıp, lâkin, cübbe parçası bir deliğe yet- medi. O delik de açık kalmasın diye tabanımı dayamışdım. Bir yılan, birkaç def’a tabanımı sokdu. Ayağımı delikden çekmeğe korkdum ki, o yılan delikden dışarı çıkıp, zât-ı şerîfine bir elem verip, ızdırâb eder, diye cevâb verdi. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” onunla benim aramı aç, bırak çıksın buyur- du. O an Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” mubârek ayağını delikden çekdi. İçeriden görünüşü hüzn ve gam veren zehirli bir yılan çıkdı. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”: Ey utanmaz yılan! Benim mağara arkadaşımı ve esrârıma vâkıf ola- nı, Allahü teâlâdan korkup, benden hayâ etmedin mi, ayağını sokarak eziyyet etdin, diyerek hitâb edip, azarlayınca, yılan ce- vâba kâdir olup, dedi ki, yâ Habîbi rahmân! Ey insanların ve cinnin Peygamberi! Senin âşıkın sâdece insanlar değildir. Belki hayvân zümresinden kuşlar, yılanlar, karıncalar, cemâline âşık- dır. Hattâ ben kulun, birçok yaşlı, gözü nemli, kendi cinsimiz olan büyüklerimizden yüksek vasflarınızı dinleyip, ışık saçan yüzünüzü görmeğe müştak ve hayrân ve kendinden geçmiş, şaş- kın şeklde ağlıyarak, mâl ve mülkümü terk edip, âşık divânen olmuşdum. Bu mağarayı şereflendireceğini öğrenmişdim. Onun için nice zemândan berî, bu sıkıntılı mağarada gece-gündüz de- meyip, yolunuzu bekliyordum. Böylece, sizin buraya teşrîfiniz ile, ayrılık acısına ve içimdeki derde merhem edeyim. Çünki, en mes’ûd bir zemânda, bu karanlık mağarada, arkadaşın [mağara- ya girince], sabâh güneşi gibi zâhir olup, devlet güneşim doğdu. Ammâ ne var ki, arkadaşın yine perde oldu. Bu sebeble, korku ve hayâ ben kulundan kalkıp, zarûrî olarak, bu küstahlık ben- den vâkı’ oldu; diye özr dileyince, Seyyid-üs-sekaleyn, dünyâ ve âhıretde bulunanların şefâ’atcisi, yılanın küstâhâne özrünü ka- bûl etdi. Hazret-i Ebû Bekrin yarasına, mubârek ağızlarının su- yundan sürdü. O ânda acısı şifâ buldu.

Onuncu Menâkıb: O mağarada bir müddet kaldılar. Orada Ebû Bekr “radıyallahü anh” hazretleri aşırı derecede susadı. Harâreti had safhâya gelince, Sultân-ı Enbiyâya arz etdi. Bu- yurdular ki, yâ Ebâ Bekr! Dışarıya çık. Mağaranın önünden akan nehrden murâdınca [doyasıya] iç. Yüksek emrleri üzerine dışarı çıkıp, gördü ki, bir ırmak akar. Kardan soğuk ve hem be- yâz. Baldan tatlı ve kokusu miskden güzel. Arzû etdiği kadar

içip, geri geldikde, dedi ki: Yâ Resûlallah! Bu ne hayât suyudur ki, bu dağın başında hâsıl olmuş ve yaratılanlardan bir fert gör- müş değildir. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” bu- yurdu: Allahü teâlâ hazretleri Cennet ırmağı ile vazîfeli olan meleğe, tâ Cennet-i firdevsden; akarsuyu getirip, bu mağara önünde akıtsın ve Ebû Bekr-i Sıddîk kulu, ondan murâdınca iç- sin diye emr etdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâ- lâ anh” bu sözleri işitdiği zemân çok neşelenip, dedi ki, babam ve anam sana fedâ olsun. Ebû Bekrin Hak sübhânehü ve teâlâ katında bu kadar mertebesi var mıdır ki, onun için, Mekke da- ğında, Cennetden ırmak akıtır. Hazret-i şefî’ül müznibîn Mu- hammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Evet, yâ Ebâ Bekr, Allahü teâlâ hazretleri katında dahâ ziyâde kadrin vardır. Beni hak Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sana buğz eden kimseler Cennete giremezler. Onla- rın yetmiş yıl kadar ameli olsa da!) buyurdular.

Onbirinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile Ebû Bekr “radıyallahü anh” o mağarada üç gün üç gece kaldılar. Ebû Bekr “radıyallahü anh” o mağaranın tava- nında bir kuş gördü ki, yerinden hareket etmeyip, birşey yimez ve su içmez. Ebû Bekr “radıyallahü anh” dedi ki, Yâ Resûlal- lah! Bu kuşa ben hayrânım. Zîrâ, biz bu mağaraya geleliden be- ri, bu kuş yerinden hareket etmedi. Bir nesne yimedi. Allahü teâlâ, kelâm-ı kadîminde [Kur’ân-ı kerîminde], (Allahü teâlâ- nın rızk vermediği, yeryüzünde bir mahlûk yokdur.) buyurmuş- dur. Ebû Bekr-i Sıddîk, böyle düşünürken, o hâlde hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm nâzil olup, havâda muallak durup, dedi ki, yâ Muhammed! Hak sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder. Ve buyurur ki, Ebû Bekrin hâtırına geleni bilirim. O kuşa emr eyledim ki, Ebû Bekr ile konuşsun. Ebû Bekre söyle ki, o kuş ile söyleşsin; dedi. Resûl-i ekrem hazretleri, Ebû Bekre, haz- ret-i Cebrâîlin sözünü açıkladıkda, Ebû Bekr “radıyallahü anh” sevinip, ileri vardı. Dedi ki, Ey mubârek kuş! Allahü teâ- lâ hazretlerinin izni şerîfiyle, bana söyle ki, yiyeceğin ve içece- ğin nedir. O kuş ağlayıp, bir zemân kendinden geçip, yere düş- dü. Sonra ayılıp, kalkdı. Tebessüm ederek dedi ki, yâ Ebâ Bekr! Bana bundan süâl etme! Bu bir sırdır. Hak sübhânehü ve teâlâ ile benim aramda olan sırrımı kimsenin bilmesini iste-

mem. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi: Ey mubârek kuş! Eğer bana söylemeğe me’mûr oldun ise, söyle. Kuş dedi. Ma’lû- mun olsun ki, hazret-i Âdem aleyhisselâm yaratılmazdan iki bin yıl evvel, Hak sübhânehü ve teâlâ beni halk etdi [yaratdı]. Yi- yeceğimi ve içeceğimi iki kelime eyledi. Aç olduğum zemân bi- risini söylerim; tok olurum. Susuz olduğum zemân birini söyle- rim; kanarım. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: O ke- lime nedir. Kuş dedi, o kelimenin biri budur ki, aç olduğum ze- mân, sana buğz edene la’net ederim; tok olurum. Susuz oldu- ğum zemân, sana muhabbet edene, istigfâr ederim, kanarım. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bu- nu işitip, ağladı. Ümmetinden ba’zıları şakâvet edip, hazret-i Ebû Bekre buğz edeceklerine mahzûn oldu.

Onikinci Menâkıb: Rivâyet olunur ki, hazret-i Resûl-i ekre- min amcası Ebû Tâlib hakkında bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Şübhesiz ki sen istediğin kimseyi hidâyete kavuşduramazsın. Ve lâkin, Allahü teâlâ dilediğini hidâyete kavuşdurur.) Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” o mahalde hâzır idi. Cebrâîl- den o da işitip, o bir zemân, kendinden geçdi. Sâlibî şöyle de- mişdir: Hazret-i Cebrâîlden vahyi, Ebû Bekr-i Sıddîkdan “radı- yallahü anh” gayri kimse işitmemişdir.

Onüçüncü Menâkıb: Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sel- lem” buyurmuşlardır ki, mi’râc gecesi, kardeşim Cebrâîle süâl etdim ki, kıyâmet gününde, ümmetimin cümlesine süâl olunur mu. Cevâb verdi ki, yâ Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem! Ümmetinin cümlesine hesâb vardır. Lâkin, Ebû Bekre yokdur. Ona kıyâmet gününde yürü sen hesâbsız Cennete var; denilir. O ise, dünyâda beni sevenler, benimle berâber Cenne- te girmeyince, ben Cennete girmem, der.

Ondördüncü Menâkıb: İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî “rahmetul- lahi aleyh” yazmışdır. Birgün sultân-ı kevneyn ve Resûl-i seka- leyn ve habîb-i Rabbilâlemîn Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine bir gümüş yüzük hediyye ge- tirdiler. Hazret-i Ebû Bekre verdi. Yâ Atîk. Var, bunu bir ku- yumcuya götür. Üzerine (Lâ ilâhe illallah), kazısın [ya’nî yaz- sın], buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr yüzüğü alıp, kuyumcuya gö- türdü. Dedi ki, bu yüzüğün üzerine (Lâ ilâhe illallah, Muham- medün Resûlullah) nakş eyle. Bunu Sultân-ı Enbiyâ emr etme-

mişdi. Lâkin, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, Alla- hü teâlânın ism-i şerîfinden, hazret-i Habîbi ekremin ism-i şerî- fi ayrı olmasını lâyık görmedi. Onun için, kuyumcuya böyle ıs- marladı. Kuyumcu da, emr-i şerîfleri mûcibince yüzüğün kaşı üzerine kazıyıp, tekrâr, Ebû Bekre teslîm eyledi. Onlar da mu- bârek yüzüğü eline alıp, Fahr-i kâinâta getirirken, Allahü teâlâ hazretleri, azamet ve kibriyâsı ile, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâ- ma emr eyledi ki, yâ Cebrâîl! Acele yetiş. Habîbimin yüzüğüne Ebû Bekrin adını yaz. Çünki, Ebû Bekr, benim ism-i şerîfim- den Habîbimin isminin ayrı olmasını lâyık görmedi. Ben de lâ- yık görmedim ki, Habîbimin isminden, Ebû Bekrin ismi ayrı ol- sun. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm derhâl yetişip, mubârek yü- zük Ebû Bekrin elinde iken ve haberi yok iken, yüzüğün üzeri- ne, hazret-i Ebû Bekrin ism-i şerîfini kazıdı. Sonra Ebû Bekr hazretleri o mubârek yüzüğü, sultân-ı Enbiyâya teslîm eyledi. Fahr-i kâinât hazretleri, yüzüğün kaşına nazar edip [bakıp], gördü ki, (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekr-i Sıddîk) kazılmış. Fahr-i kâinât, bunun hikmeti nedir, di- ye tefekküre vardı. Ondan sonra Ebû Bekre süâl etdi ki, yâ Sıd- dîk. Bu yüzüğün kaşına yalnız Lâ ilâhe illallah kazdır, diye si- pâriş olunmuş idi. Sen ziyâde kazdırmışsın. Sebebi nedir. Haz- ret-i Sıddîk hicâbından [utancından] mubârek başından ayağı- na varıncaya kadar terledi. Dahâ cevâb vermeden hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm gelip, dedi ki: Yâ Resûlallah! Hak sübhâ- nehü ve teâlâ hazretleri sana selâm eder. Ve buyurur ki, Ebû Bekrin kendi adının yüzüğün kaşında yazıldığından haberi yok- dur. Ben kazdırdım. Habîbim bundan dolayı huzûrsuz olmasın. Zîrâ Ebû Bekrin eline yüzüğü verdiğin vakt, yalnız Lâ ilâhe il- lallah kazdır, demişdin. Ebû Bekr benim ism-i şerîfimden, Ha- bîbimin ismi ayrı olmağı lâyık görmeyip, kendisi kuyumcuya kazdırdı. Ya’nî, Ebû Bekr senin adını, benim adımdan ayırma- dı. Ben de senin adından Ebû Bekrin adının ayrı olmasını revâ görmedim. Onun için, Cebrâîle emr edip, gönderdim. Senin adının yanına Ebû Bekrin adını yazdı. Şimdi, eğer âkıl-u dânâ (akllı ve ilm sâhibi) isen, hazret-i Ebû Bekrin, dergâh-ı izzetde ne denli mertebesi olduğunu bundan fehm eyle. Ayrıca, hak- kında bu kadar âyet-i kerîme nâzil olmuş ve hadîs-i şerîfler ri- vâyet olunmuşdur.

Onbeşinci Menâkıb: Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâ-

lâ aleyhi ve sellem” buyurur ki, arasat meydânında, Hak sübhâ- nehü ve teâlâ emr eyler ki, Cennetden mahşer yerine sarı yâ- kutdan bir taht getirirler. Eni ve uzunluğu yirmi mil mikdârı olur. Ondan sonra, o tahtın sağ tarafına bir taht dahâ koyarlar. Eni ve uzunluğu bunun misâli olur. Ondan sonra sol tarafına ak gümüşden bir taht dahâ koyarlar. Eni ve uzunluğu bunlar gibi- dir. Ondan sonra, sarı yâkutdan taht üzerine Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” oturur. Sağ tarafında olan altından taht üzerine bir güzel melek oturur. Sol tarafında olan gümüş taht üzerine de bir melek oturur. Sonra, sağ tarafında oturan melek, ayak üzere durup, yüksek ses ile seslenir ki, yâ mahşer meydâ- nındaki müslimânlar. Agâh olun ki, Cennet hazînedârı Rıdvân benim. Allahü teâlâ bana emr eyler ki, yâ Rıdvân! Cennet ka- pılarının anahtârlarını al. Habîbim Muhammed Mustafâ “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine götür ve benim selâ- mımı söyle. Habîbim kimden râzı ise, hesâbsız ve azâbsız Cen- nete alıp git. Ben de Cennetin anahtârlarını alıp, Habîbi Ekre- me “sallallahü aleyhi ve sellem” götürürüm. Allahü teâlânın emr-i şerîfi mûcibince ahvâli arz ederim. Server-i Enbiyâ buyu- rur ki; yâ Rıdvân! Anahtârları Ebû Bekre götür. Zîrâ, ben üm- metimin günâhkârlarının şefâ’atiyle vazîfeliyim. Bu hizmeti Ebû Bekr görsün. Bilmiş olunuz ki, hazret-i Ebû Bekre Cenne- tin anahtârlarını teslîm ederim ve de emrine mutî’ olurum. Her kimden ki, Ebû Bekr râzıdır, Cennete alıp, giderim. Kimden hoşnûd değildir, Cennete koymam; der. Ondan sonra sol taraf- da gümüş taht üzerine oturan Melek ayak üzerine durup, sesle- nir ki, Cehennem hazînedârı Mâlik benim. Allahü teâlâ hazret- leri bana hitâb eyler ki, yâ Mâlik! Cehennem kapılarının anah- târlarını habîbim Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine götür ve benden selâm söyle. Her kim- den ki, Habîbim hoşnûd değildir; Cehenneme alıp, götüresin. Ben de Cehennem kapılarının anahtârlarını alıp, Sultân-ı Enbi- yâya götürürüm. Allahü teâlâ hazretlerinin emr-i şerîfi üzere ahvâli açıklarım. Hazret-i Fahr-i kevneyn “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” buyurur ki, “Yâ Mâlik! Âsî ümmetin ahvâli ile meşgûlüm. Hemen anahtârları Ebû Bekre teslîm eyle. Bu hiz- meti onlar görsünler. Şimdi uyanık olun ki, Cehennemin anah- târlarını hazret-i Ebû Bekre teslîm ederim. Ben de emr-i şerîf- lerine mutî’ olurum. Her kimden ki Ebû Bekr-i Sıddîk memnûn

– 18 –

ve râzı değildir. Süâlsiz ve hesâbsız, Allahü teâlânın emri ile Ce- henneme alıp-götürürüm.

Onaltıncı Menâkıb: Birgün hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh”, hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muh- terem ve habîb-i mükerremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” huzûr-ı şerîflerinde, se’âdetle otururlarken; bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, ya- kışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba’zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se’âdetle ve devletle yerinden kalkıp, git- di. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” Sultân-ı Enbiyâ- nın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki: Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, sükût buyurup [su- sup], birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir. Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i saka- leyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Alla- hü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gi- dip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la’înin olduğu yerde, ben durmam. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş ko- yar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân dü- şünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çı- karıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mu- bârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat’î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.

Onyedinci Menâkıb: Birgün Fahr-i kevneyn ve Resûl-i saka- leyn habîb-i Rabbilâlemîn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Âişe-i Sıddîkanın “radıyallahü teâlâ anhâ” evlerine teş- rîf buyurdu. Buyurdu ki, yâ Âişe-i Sıddîka. Hiç yiyecekden bir nesnen var mıdır. Hazret-i Âişe latîfe ile dedi ki, Sultânım, bu ge- ce yatdığınız yerde, niçin tedârik etmediniz. [Oradan almadınız.]

– 19 –

Fahr-i kâinâtın mubârek gönüllerine bu hoş gelmedi. Huzûrsuz olup, odadan çıkdılar. Hazret-i Âişe, koşdu. Mubârek eteğine ya- pışdı; alakoyup, yapdığı latîfeden afv dilemek istedi. Sultân-ı En- biyâ mubârek eteğini çekip, dışarı çıkdı. Hazret-i Âişe anladı ki, Fahr-i âlem hazretleri incindi. Hemen başını secdeye koyup, Al- lahü teâlâ hazretlerine yalvarmağa başladı. Dedi ki: Yâ Rabbî! Benim şefî’im [hâlime acıyıp afv edecek] sensin. Senden başka benim hâlime acıyıp, yardım edecek yokdur. Allahü teâlâ hazret- lerine hem yalvarır ve hem mubârek gözlerinin yaşı ırmak gibi akar idi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri kemâl-i lütfundan, nihâyetsiz ihsânından, hazret-i Âişenin düâsını kabûl edip, haz- ret-i Cebrâîl aleyhisselâmı, Habîb-i Mükerrem hazretlerine gön- derdi. Sultân-ı Enbiyâ bir ayağını mescidin içine koyup ve diğer ayağını da koymadan, hazret-i Cebrâîl yetişip, dedi ki, yâ Mu- hammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”! Mescide girme ki, izn yokdur. Fahr-i kâinât hazretleri dedi ki, yâ kardeşim Cebrâîl! Sebebi nedir. Hazret-i Cebrâîl dedi: Hazret-i Âişenin gözü ırmak gibi akar. Hak Sübhânehü ve teâlâ der ki, varıp, Âişenin hâtırını tesellî edesin. Sultân-ı kevneyn, se’âdetle, hazret-i Âişenin evine geldi. Hazret-i Âişe karşılayıp, Sultân-ı kâinâtın mubârek ayağı- nın tozuna yüzünü sürüp, afv diledi. Resûlullah “sallallahü aley- hi ve sellem” afv buyurdu. Allahü tebâreke ve teâlâ, hazret-i Cebrâîle emr etdi ki, Habîbim ile Âişeyi ben araya girip, barışdır- dım. İkrâm da bizden olsun. Var Cennet ni’metlerinin çeşidlerin- den getirip, hazret-i Fahr-i âlem ile, hazret-i Âişenin önlerine koy. Sonra, Cebrâîl aleyhisselâm Cennetden ni’met getirip, önle- rine koydu. Hazret-i Âişe, bir lokma hazret-i Sultân-ı Enbiyânın mubârek ağzına koyardı ve bir lokma kendi yir idi. İki lokma ka- lınca, Fahr-i âlem buyurdu ki, yâ Âişe! Bu iki lokmayı baban Ebû Bekr için alıkoy. Zîrâ Sultân-ı kâinâtın Ebû Bekre o mertebe mu- habbeti vardı ki, bir lokmayı onsuz yimezdi. Bir an dahî onsuz ol- mazdı. Ebû Bekr-i Sıddîkın bu ni’metlerden hisse almamış olma- sını revâ görmedi. Onun için hazret-i Âişeye buyurdu ki, iki lok- mayı alakoysun. Bu esnâda kapı çalındı. Server-i Enbiyâ dedi ki, yâ Âişe! kapıya gelen Ebû Bekrdir. İçeri gelsin. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” Habîb-i mükerrem hazretlerinin, huzûr-ı âlîlerine yüz sürdükde, buyurdular ki, yâ Sıddîk! Bu iki lokma Cennet ta’âmlarındandır. Size hisse ayırdık. Hazret-i Ebû Bekr bu iki lokmayı eline alıp, birini Fahr-i kâinâta ve birini haz-

– 20 –

ret-i Âişeye verdi. Sultân-ı kevnevn buyurdular ki, yâ Ebâ Bekr! Niçin bu iki lokmayı kendin yimedin, bize verdin. Cevâb buyur- dular ki, yâ Habîballah! O Allahü teâlâ hakkı için ki, ondan gay- ri Allah yokdur. Sizin yidiğiniz bana kendim yimemden bin kat dahâ hayrlı gelir. Hazret-i Ebû Bekrin Fahr-i âlem hazretlerine bu kadar kuvvetli muhabbeti vardı. Fahr-i âlem hazretleri de ne mertebe riâyet edip, severlerdi ki, Cennet ni’metini Ebû Bekr-i Sıddîka hisse alıkoymayınca yalnız yimedi. Fahr-i âlem hazretle- ri bir ân Ebû Bekrsiz olmazdı ve her ne vakt Sultân-ı kâinât haz- retlerine buluşmak murâd-ı şerîfleri olsa, mülâkat ederler idi [gö- rüşürlerdi]. Server-i Enbiyâ, her ne müşâvere etmek isteseler, hazret-i Ebû Bekr ile ederdi. Hiçbir zemân Ebû Bekrden huzûr- suz olup, incinmedi. O dâimâ Sultân-ı kâinâtın emrine mutî’ ve itâ’at ederdi. Aksine bir şey olmamışdır. Belki, mubârek hâtırla- rına bile gelmemişdir.

Onsekizinci Menâkıb: Hazret-i Fahr-i Enbiyâ Habîb-i Hüdâ Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyu- rur ki, Allahü teâlâ, yerleri ve gökleri, ve arş-ı azîm ile kürsîyi ve levh ve kalemi ve Cennet ve Cehennemi ve insanları ve cin- nîleri halk etmezden evvel, benim rûhum ile Ebû Bekrin rûhu- nu güvercin sûretinde halk edip, aşk meydânında uçun diye emr eyledi. İleri uçup gideniniz Muhammed olsun, geride kalanınız Ebû Bekr olsun, buyurdu. Böylece ikimiz uçduk. Ben Ebû Bekrden, şehâdet parmak ile yanında olan orta parmak arasın- daki fark kadar ileri geçdim. Hazret-i Ebû Bekr, bu izzet ve bu şerefi, hep Habîbullah hurmetine bulmuşdur. Zîrâ hâlis ve muhlis dostu ve yâr-i gârı idi. [Mağara arkadaşı idi.]

Ondokuzuncu Menâkıb: (İrşâd-üs-sıddîk) kitâbının sâhibi zikr etmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdu ki, (Ebû Bekrin îmânı diğer mü’minlerin îmânı ile ölçülse, Ebû Bekrin îmânı ağır gelir.) Bir rivâyetde buyur- muşdur ki, (Rü’yâmda gördüm ki, kıyâmet kopmuş. Mahşerde terâzî kurulmuş. Bütün mü’minlerin îmânı tartıldı. Ebû Bekrin îmânı cümle ümmetin îmânından ağır geldi.)

Yirminci Menâkıb: Yine aynı kitâbda, ya’nî (İrşâd-üs-sıd- dîk) kitâbında bildirilmişdir. Enes bin Mâlik “radıyallahü teâ- lâ anh” rivâyet eder: Birgün gördüm ki, Server-i Enbiyâ “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “ra-

– 21 –

dıyallahü anh” ile müsâfehâ edip, buyurdu ki, müjdeler olsun sana yâ Ebâ Bekr. Hak Sübhânehü ve teâlâ, bütün mahlûkla- ra, umûmî olarak, tecellî eder. Ammâ, sana husûsî olarak tecel- lî eder. Nakl edilmişdir ki, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâ- lâ anh” rivâyet etmişdir: Câhiliyye zemânında bir gün, bir bü- yük ağacın altında otururken, bir dal başıma eğildi. Bir ses gel- di ki, yakın zemânda, Kâ’be-i şerîfede, Benî Hâşîmden, Abdül- muttalib oğullarından Muhammed adlı bir Peygamber zuhûr etse gerek. Böyle büyük ve şanlı Peygamber dahâ gelmemişdir ve de gelmiyecekdir. Hâtem-ül-enbiyâdır. Sen herkesden evvel Onun dînine gireceksin. Ona senden yakın kimse olmıyacak- dır. Ben de ağaca dedim ki, o Peygamber meydâna çıkdığı vakt bana haber ver. O ağaç ile anlaşdık. Ne zemân ki Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine Peygamber ol- duğu bildirildi, o ağaçdan ses geldi ki, ey Ebû Kuhâfe oğlu. Müjdeler olsun sana, o Peygamber zuhûr etdi. O vakt, hâzır ol, gayret eyle ki, onunla karşılaşıp dînine giresin ki, senden evvel onun dînine kimse girmez. Sabâhleyin sevinç ile kalkıp, Fahr-i âlem hazretlerinin basdığı toprağa yüz sürmek niyyeti ile gider- ken, Sultân-ı Enbiyâya rastgeldim. Bundan sonrası anlatılmış idi.

Yirmibirinci Menâkıb: Birgün Server-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mescidde oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisse- lâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ, hazret-i Cebrâîl ile söyleşirdi. Eshâb- ı kirâm mescide gelip, Seyyid-i kâinâtı meşgûl görüp, bildiler ki, hazret-i Cebrâîl ile söyleşir. Sükût edip, oturdular. O sırada haz- ret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” içeri girip, selâm verip, yerine oturdu. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” gelip, selâm ve- rip, yerine oturdu. Sonra Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ge- lip, selâm verdikde, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı Enbiyâ hazretleri de ayak üzerine kalkdı. Es- hâb-ı kirâm, Server-i kâinâtı ayak üzere kalkdığını görüp, hepsi ayağa kalkıp, hayret etdiler. Zîrâ Fahr-i âlem, Eshâb-ı güzînden kimseye ayak üzerine kalkmamışdır. Sonra bu husûsu, hazret-i Resûl-i ekremden sordular. Buyurdular ki: Ebû Bekr-i Sıddîk mescide girip, selâm verdiği zemân, Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîka ta’zîm için ayak üzerine kalkdı. Ben de ayak üze- rine kalkdım. Sonra, yâ kardeşim Cebrâîl, Ebû Bekre ne için ta’zîm etdiniz, diye sordum. Dedi ki: Yâ Resûlallah! Ebû Bekre

– 22 –

ta’zîm bana vâcibdir. Zîrâ Ebû Bekr benim hocamdır. Ben sor- dum, neden dolayı hocandır. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Hak Sübhânehü ve teâlâ, Âdem aleyhisselâtü vesselâmı yaratdığı zemân, meleklere, hazret-i Âdeme secde ediniz, diye emr etdi. Benim hâtırıma gel- di ki, secde etmiyeyim. Ben ondan efdalim. Zîrâ ki, o balçıkdan yaratılmışdır, dedim. Bunun üzerine olmağa niyyet eyledim. O zemân ki, Ebû Bekrin rûhu arş altında nûrdan bir kubbe [köşk] içinde idi. Köşkün kapısı açıldı, Ebû Bekrin rûhu çıkdı. Bana de- di ki, yâ Cebrâîl secde eyle. Sakın muhâlefet etme. Bunu üç ker- re tekrârladı. Arkama üç kerre eliyle vurdu. O sırada kalbimden kibr ve enâniyyet ve inâd gitdi. Âdeme secde eyledim. Benden kibr ve enâniyyet, iblîse intikâl edip, Âdeme secde etmedi. Ebe- dî tard edilip, mel’ûn oldu ve ben de ebedî se’âdete kavuşdum. Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Ebû Bekr bu şekl- de bana hoca olmuşdur, dedi.

Yirmiikinci Menâkıb: Birgün, hazret-i Fahr-i kâinâtın hu- zûr-u şerîflerinde, Cebrâîl aleyhisselâm bir tarafda oturur idi. Hazret-i Sultân-ı Enbiyâya, Cebrâîl aleyhisselâm geldiği zemân eshâb-ı güzînin hepsi “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ayak üzere dururlar idi. Fekat, hazret-i Ebû Bekr oturur idi. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” istigrâkda iken [ma’ne- vî dalmış hâlde iken] hazret-i Cebrâîl ile, hazret-i Ebû Bekr işâ- retleşip, birbirlerine bakışıp, tebessüm etdiler. Fahr-i âlem haz- retleri, hazret-i Cebrâîlin hazret-i Ebû Bekr ile işâretleşdiğini görüp, hazret-i Cebrâîle dedi ki: yâ kardeşim Cebrâîl. Ebû Bekr ile olan mu’âmelenize sebeb nedir. Hazret-i Cebrâîl dedi ki: yâ Resûlallah! Birşey yokdur. Fahr-i âlem hazretleri tekrâr sordu- lar. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ, yeri ve göğü, arşı, kürsî, Cennet ve Cehennemi yaratmazdan evvel, Cebrâîl nâmında yetmişbin melek yaratmış idi. Allahü teâlâ bunlara süâl ederdi ki, siz kimsiniz? Ben kimim? Bunlar cevâb vermemekle cümlesini helâk etdi. Sonra beni yaratıp, bana da süâl edince, ben de cevâb vermeyip, ben kulunu helâk etmek üzere iken, hazret-i Ebû Bekrin rûhu yanıma gelip, sen Hâlıksın, ben senin bir za’îf mahlûkunum, diye cevâb vermem için bana ta’lîm eyledi. Yâ Resûlallah! O Allah hakkı için ki, Ondan gay- ri Allah yokdur. Ben hazret-i Ebû Bekrin azâdlısıyım, dedi.

– 23 –

Yirmiüçüncü Menâkıb: Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâ- lâ anh” islâma geldiği vaktde, Hak Sübhânehü ve teâlâ aşkına ve Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” aşkına, seksenbin altın fakîrlere sadaka eyledi. Kırkbin altın gizli, kırkbin altın açıkdan vermişdi. O hâle geldi ki, giyecek elbisesi kalmamış idi. Sonra eski bir mutâf [keçi kılından dokunmuş elbise] eline geç- di. Mubârek arkasına aldı. Sonra nemâz vakti gelince, o mutâfı arkasına alıp, nemâz kılardı. Nemâz vakti hâricinde mubârek göğsüne kadar tennûr [tandır] içine girer. Arkasına mutâfı alır- dı. Bu hâl üzere üçgün se’âdethânesinde [evinde] oturup, Habî- bullah hazretlerinin huzûr-u se’âdetlerine gidemedi. Dördüncü gün oldukda, hazret-i Fahr-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, sabâh nemâzını kıldıkdan sonra, mubârek arkasını mih- râba verip, sahâbe-i kirâm hazretlerine teveccüh edip, buyurdu- lar ki: Üç gündür, Ebû Bekr-i Sıddîk mescide gelmedi. Acabâ mubârek hâtır-ı şerîfi nasıldır. Varalım, mubârek hâtırını sora- lım; diye söylerken, mubârek arkasına bir siyâh mutâf giymiş olarak Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Hazret-i Resûlullah, Cebrâîl aleyhisselâmı bu hâlde görünce, mubârek şekli değişdi. Yâ kar- deşim Cebrâîl; bu ne hâldir, diye sordu. Hazret-i Cebrâîl, dedi ki, yâ Resûlallah! Ma’lûmunuz olsun ki, yedi kat gökde, arş ve kürsîde olan bütün melekler, bütün Kerûbîyûn böyle mutâf giy- diler. Hazret-i Resûl-i ekrem, bu işin aslı nedir, yâ kardeşim, ba- na açıkla, dedi. Hazret-i Cebrâîl dedi ki, yâ Resûlallah! Hazret-i Ebû Bekr, Allahü teâlânın aşkına ve senin dînin uğruna seksen- bin altın sadaka verdi. Kırk bini gizli ve kırkbini açıkdan. Şimdi giyecek elbisesi kalmadığı için, üç günden beri mescide onun için gelemedi. Nemâzı evinde kıldı. Yâ Resûlallah! Hak Sübhânehü ve teâlâ sana selâm edip ve buyurdu ki, hazret-i Ebû Bekre esvâb [elbise] göndersin. Hazret-i Fahr-i Enbiyâ, Eshâb-ı güzîne bakıp, dedi ki, her kimin, bir fazla kaftanı varsa, Ebû Bekre versin ki, ben sevineyim. Hak Sübhânehü ve teâlâ karşılığında nice nice se- vâblar ve dereceler versin. Benimle firdevs-i a’lâda komşu olsun. Eshâb-ı kirâmın hepsi, aradılar. Hiçbirisinde bulunmadı. Buluna- mayınca; bir sahâbî varıp, bir başka kimsede bir hırka buldu. Hazret-i Ebû Bekre gönderdi. Hazret-i Ebû Bekr o sahâbîye düâlar edip, o kaftanı giydi. Hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” mubârek ayaklarının tozuna yüz sürmeden, ya’nî yanına gelmeden hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm yetişdi. De-

– 24 –

di ki: Yâ Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”! Allahü teâlâ sana selâm eder. Buyurdu ki, bütün sahâbîler ile Ebû Bek- ri ta’zîm ve tekrîm ile karşılayasın. Ondan sonra, server-i Enbiyâ, hazret-i Ebû Bekre karşı çıkıp, müsâfehâ etdi. Cenâb-ı Hakka müteveccih olup, düâlar etdi. Sonra bütün sahâbîler Ebû Bekr ile müsâfehâ etdiler. Gönülden Ebû Bekre düâlar eylediler “rıdvâ- nullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.

Yirmidördüncü Menâkıb: Bundan sonra, yukarıdakilere ilâ- ve olarak, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, yâ Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”! Hak Sübhânehü ve teâlâ sa- na selâm eder. Buyurur ki, Ebû Bekr kuluma benden selâm söyle! Bu fakîr hâliyle benden râzımıdır; sor? Hazret-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Ebû Bekr hazretlerine haber gönderip, beyân buyurduklarında; hazret-i Ebû Bekr, inleyip, bağırarak, feryâd ederek, dedi ki: “Ebû Bekr kimdir ki, kim oluyor ki, Rabbimden râzı olmıyayım. Ben herşeyi yaratan Rabbimden râzıyım, râzıyım”.

Yirmibeşinci Menâkıb: (Misbâh) kitâbında anlatılmakdadır. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” der ki; bir gün Resûl-i ek- rem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bize, askeri donatmak için, sadaka getirin diye, emr etdiler. Benim malımın çok olduğu bir zemân idi. Gönlümden geçdi ki, her zemânda, kardeşim Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sadaka husûsunda hepimizden faz- la sadaka verirdi. Ammâ bu def’a ben ondan fazla vereyim diye, malımın yarısını götürdüm. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, yâ Ömer! Ehl-i beytine [ev halkına] ne alı- koydun. Dedim ki, yâ Resûlallah! Bu kadarını [ya’nî yarısını] alı- koydum. Bu sırada Ebû Bekr “radıyallahü anh” cümle malını ge- tirip, koydu. Hazret-i Fahr-i Enbiyâ buyurdu ki, yâ Ebâ Bekr! Ehl-i beytine [ev halkına] ne alıkoydun? Ebû Bekr, yâ Resûlal- lah! Ehlime Allahü teâlâyı ve Resûlünü alıkoydum, deyince, (iki- nizin arasındaki fark, cevâbınız arasında olan fark gibidir) buyur- dular. Ondan sonra, Ebû Bekr-i Sıddîkın her bir işde, önüne geç- me ümmidimi kesdim. Rivâyet edilir ki, o zemân, hazret-i Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sadaka getirin diye emr edince, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” cümle malını ve giyeceklerini, sadaka verip, bir hırka giydi. O zemân Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Server-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel-

– 25 –

lem” gördü ki, Cebrâîl aleyhisselâm hırka giymiş. Ba’zı rivâyetde gelmişdir ki, bir gün hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı şerîflerine bir dilenci gelip, Allah için birşey verin dedik- de, vermeye birşeyi bulunmayıp, sırtındaki gömleği, kapı arka- sından dilenciye verdi. Kendisi bir eski şal örtündü. İbâdetle meş- gûl oldu. Allahü teâlânın emri ile Cebrâîl aleyhisselâm üzerine bir şal bürünüp, hazret-i Habîbullahın huzûruna geldi. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” dedi ki, yâ kardeşim Cebrâ- îl! Bu ne hâldir. Seni bu hâl üzere hiç görmemişdim. Yâ Muham- med “sallallahü aleyhi ve sellem”! Benim bu şekle girdiğimi acâ- ib karşılama, ki Hak Sübhânehü ve teâlâ bütün gök meleklerine bu sûrete girmeğe emr eylemişdir. Çünki, Ebû Bekr-i Sıddîk “ra- dıyallahü anh” şimdi bu şekldedir.

Yirmialtıncı Menâkıb: Hazret-i Ebû Bekr ile Ebüdderdâ “radıyallahü teâlâ anhümâ”, ikisi berâber giderken, bir dar yo- la geldiler. Ebüdderdâ önde, Ebû Bekr arkada, o darlıkda yü- rürken, o sırada, Sultân-ı Enbiyâ “sallallahü aleyhi ve sellem” karşıdan, parlak bir ay gibi, göründü. Hazret-i Ebüdderdâ, haz- ret-i Ebû Bekrin önüne geçmiş görünce hazret-i Fahr-i kâinât huzûrsuz olup, Ebüdderdâya hitâb eylediler ki, yâ Ebüdderdâ! Niçin Ebû Bekrin önünce yürürsün. Bilmez misin ki, Ebû Bekr senden evveldir. Senden büyük olan kimsenin önünde gitmek edebi terk değil midir. Hazret-i Ebüdderdâ hatâsını anlayıp, tevbe ve istigfâr eyledi. Şimdi ey mü’minler! Hazret-i Ebüdder- dâ gibi bir zât, bir ân hazret-i Ebû Bekrin önüne geçince, haz- ret-i Resûl-i ekrem huzûrsuz oldu. Fikr edin, ya’nî düşünün. Ayrı i’tikâd üzere olanlardan Allahü teâlâ korusun!

Yirmiyedinci Menâkıb: Birgün sahâbe-i güzînden “rıdvâ- nullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ba’zıları Fahr-i kâinâtın “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” yüksek huzûrlarına varıp, hazret-i Ebû Bekrden “radıyallahü anh” şikâyet eylediler. Dediler ki, yâ Resûlallah! Hazret-i Ebû Bekr bir oda içine girip, ciğer ke- babını yalnız yir. Kokusunu duyarız. Lâkin bizi da’vet eylemez. Sultân-ı Enbiyâ “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir dahâ böyle yapdığı vakt, bana haber veriniz; evine varalım.” Birgün yine hazret-i Ebû Bekr, bir odaya girdiğinde, ciğer ke- babının kokusunu duyan Sahâbîler, ciğer kebabı yir diyerek, varıp, haber verdiklerinde, Server-i Enbiyâ hazretleri, derhâl

– 26 –

kalkıp, hazret-i Ebû Bekrin olduğu odaya gitdi. İçeri girdikde, gördü ki, ne ateş var; ne kebab. Sonra süâl etdi ki, yâ Ebâ Bekr! Ciğer kebabını yalnız yir imişsin; revâ mıdır. Ebû Bekr dedi ki, yâ Resûlallah! Hâşâ ki ben ciğer kebabını yalnız yiye- yim. Pişen kendi ciğerimdir. Hayr-ül-beşer “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, sebebini sordular. Ebû Bekr “radıyallahü anh” cevâb verdi ki, yâ Habîballah! Dâimâ hâtırıma gelir ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ bana islâm dînini müyesser eyledi. Ve Habîbinin dostlarından eyledi. Husûsî olarak bütün sahâbe-i kirâm içinde bu şeklde şöhret buldum. Kıyâmet gününde; aca- bâ ahvâlim ne olur. Allahü teâlânın huzûrunda bu iltifâtı ve bu riâyeti [bu ni’metlerin şükrünü yerine getirir miyim] tekmîl eder miyim diye korkudan ciğerim kebab gibi pişdiğinin sebe- bi budur. Hemen o sâat Cebrâîl aleyhisselâm gelip; hazret-i Ebû Bekrin hakkında nice müjdeler getirdi. Ondan sonra Es- hâb-ı güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazret-i Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” muhabbetleri bir iken bin kat fazla oldu.

Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir gün mescid-i şerîfinde, Eshâb-ı gü- zîn arasında, oturuyordu. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ hazretlerine buyurdular ki, Ebû Bekrin bir sâ- at ibâdeti yetmiş yıllık ibâdet yerini tutar. Hazret-i Resûl-i ek- rem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bunlara cevâb verme- yip, hazret-i Bilâle emr etdi ki var, Ebû Bekri da’vet eyle. Haz- ret-i Bilâl, emri tâat kabûl edip, Ebû Bekrin kapısını çaldı. De- di ki, Ebû Bekr hazretlerini Sultân-ı kevneyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çağırır. Hemen o sâat hazret-i Ebû Bekr “ra- dıyallahü anh” yerinden kalkıp, Server-i kâinâtın bulunduğu yere gitdi. Sultân-ı kâinât karşılayıp, Ebû Bekr hazretlerini ya- nına aldı. Sonra süâl eyledi ki, yâ Sıddîk, hâlâ ne amel üzerin- de idin. Cevâb verdiler ki, yâ Habîballah! Hâtırıma şöyle geldi ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ iki ev halk etdi. Birinin adı Cennet ve birinin adı Cehennem. Elbette takdîr yerini bulup, ikisini de dolduracakdır. Birini yaramaz kulları ile, birini sâlih kulları ile. Yâ Resûlallah! Dedim ki, yâ Rabbî! Bu za’îf kulunun bedeni- ni büyültüp, Cehenneme koy ki, benim bedenim ile Cehennem dolsun. Senin emrin yerini bulsun. Bütün âlem, Cehennem korkusundan halâs olsun. Ondan sonra Eshâb-ı güzîn hazret-i

Ebû Bekrin böyle düâsına ve yüksek himmetlerine hayrân olup, cümlesi hayr düâ etdiler “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ec- ma’în”.

Yirmidokuzuncu Menâkıb: Birgün hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömer “radıyallahü anhümâ” bir husûs için, birbiriyle münâzea etdiler [çekişdiler]. Hattâ, hazret-i Ebû Bekr hazret-i Ömere bir mikdâr sert olarak söyledi. Biraz durdukdan sonra, hazret-i Ebû Bekr pişmân olup, hazret-i Ömerden özrler diledi. Hazret-i Ömer iltifât etmedi. Se’âdethânelerine [evine] gitdi. Hazret-i Ebû Bekr gördü ki, hazret-i Ömer afv etmedi. Bu üzüntü ile, hazret-i Habîbullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrlarına vardı. Habîb-i ekrem gördü ki, hazret-i Ebû Bekrin şekli değişmiş. Mubârek derisinde değişiklik var. Süâl buyurdu- lar ki, yâ Sıddîk sana ne oldu ki, böyle üzüntülüsün. Hazret-i Ebû Bekrin gözlerinden yaş akıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Bir husûs için hazret-i Ömer ile münâzea edip, bir mikdâr gadab ile, söylemişdim. Onun için hâtırı kırılmış [gücenmiş]. Sonra ha- tâmı bilip, afv diledim. Kabûl eylemedi. Yâ Resûlallah, huzûru- nuza geldim. Benim hâlim nice olur. Kıyâmet gününde eğer Ömer yakama yapışırsa, bana inâyet, hâlime rahm eyle; deyip ağladı. Hazret-i Fahri âlem üç kerre düâ eyledi ki, yâ Rabbî! Ebû Bekrin bütün günâhlarını afv eyle; Ömerin bile. [ya’nî haz- ret-i Ömerin günâhını da afv eyle!] Meğer hazret-i Ömer “radı- yallahü teâlâ anh” de hazret-i Ebû Bekrin ricâsını kabûl etme- diğine pişmân olmuşdu. Hazret-i Ebû Bekrin evleri tarafına git- di. Kapının önüne gelip, hazret-i Ebû Bekri sordu. Habîb-i ek- rem hazretlerine gitdi diye cevâb verdiler. Hazret-i Ömer de varıp, Server-i kâinâtın huzûr-ı şerîflerine yüz sürdükde, gördü ki, bir tarafda hazret-i Ebû Bekr oturur. Bir tarafında hazret-i Ebüdderdâ oturur. Ondan sonra Habîb-i ekrem hazretleri bu- yurdular ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri beni sizlere Peygamber gönderdi. Cümleniz tekzîb etdiniz [inanmadınız]. Ammâ Ebû Bekr-i Sıddîk tasdîk eyledi. Cân ve baş ve bütün mal ve menâl ile, ehliyle ve iyâliyle benim uğrumda kalben kı- yâm gösterip, bir ân ayrılmadı. Neden Ebû Bekrin kıymetini bilmeyip, rencîde edersiniz. İnsâf mıdır. Bilmez misiniz ki, Ebû Bekre olan riâyet ve hurmet bizedir. Onun hâtırını gözetmek, bizim hâtırımızı gözetmek gibidir. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” bu [azarlama şeklindeki] kelâmı işitdikden sonra, kalkıp,

Ebû Bekr tarafına gidip, hazret-i Ebû Bekr de karşılayıp, birbi- riyle müsâfeha edip, özr dilediler.

Otuzuncu Menâkıb: Ebûl Ferec el Cevherî, Hasen Basrîden rivâyet eder. O da îmâm-ı Hasen bin Alîden “radıyallahü anhü- mâ” rivâyet eder. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” bir gün hutbe okuyup, halkı gazâ ve cihâda teşvîk etdi. Bir şahs ayak üzere kalkıp, dedi ki, yâ imâm! Bana fî sebîlillah cihâdın ve ga- zâların sevâbından haber ver. Hazret-i Alî buyurdular ki, bir gün Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile gazâya gidiyorduk. Senin benden süâl etdiğin gibi, ben de hazret-i Resûl-i ekremden süâl etdim; dedim ki, yâ Resûlallah! Bize gazâ ve cihâdın sevâbından haber ver. Hazret-i Server-i kâinât buyurdular ki: Bir kavm gazâya niyyet eylese, Hak Süb- hânehü ve teâlâ onlar için Cehennemden kurtuluşuna berat ya- zar. Kaç kişi sefer için hâzırlansa, Allahü teâlâ onlar ile melek- lere öğünüp, buyurur ki, görün, benim kullarımı, benim yolum- da gazâya hâzırlanırlar. Ehline ve evlâdına vedâ’ eylerken, evi ve dıvârları onlar için ağlar. Ve günâhlarından temizlenip, ana- dan doğmuş gibi olurlar. Yılanın, derisinden çıkdığı gibi olurlar. Hak Sübhânehü ve teâlâ her adıma kırk bin melek verir. Dört tarafından hıfz ederler. İşledikleri her hasene ve her sevâb iki kat yazılır. Ona bin âbid ibâdeti sevâbı yazılır. Öyle âbid ki, bin yıl ibâdet etmiş olur. Harbe gitmek üzere yola girdiği zemân, Hak Sübhânehü ve teâlâ o kadar sevâb verir ki, dünyâdaki bü- tün insanlar kâtib olsalar, onun hesâbında âciz olurlar. Düşmâ- na karşı olup da, harbe başlasalar, melekler onları çevirip, üzer- lerine durup, nusret ve zafer için, düâ ederler. Arşın altından bir melek, (El-cennetü tahte zılâl-issuyuf) ya’nî Cennet kılıçların gölgesi altındadır diye, nidâ edip, çağırır. Kılınç dokunup, her şehîd olana, sıcak günde soğuk su içmiş gibi, lezzetli gelir. Her kılınç darbesi yiyip, atından yere düşmezden evvel, Hak teâlâ hûrî gönderir. Sağından ve solundan yetişip, müjde verirler. Hak Sübhânehü ve teâlânın onun için, Cennetde hâzır eylediği kerâ- mâtı (ikrâmları) ve sevâbı haber verirler ve müjdelerler. Ondan sonra yere düşse, bir ses gelip, der ki, “Merhâbâ ey temiz rûh! Temiz bedeninden çıkdın. Müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâ senin için Cennetinde o kadar sevâb ve ecrler ve mülk ve ni’met- ler hâzırlamışdır ki, ne gözler görmüşdür, ne kulaklar işitmişdir.

Ne de kimsenin hâtırına gelmişdir. Hazret-i Resûl-i Ekrem “sal- lallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, Allahü teâlâ o şehîd hak- kında buyurdu ki, onun ehline ve evlâdına halîfeyim. Her kim onu râzı eder, beni râzı eder. Her kim onu incitir, beni incitir. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, şehîdlerin rûhlarını yeşil kuşların kursağına koymuşdur. Cennete girip, yemişlerinden yirler. Şehîde Cennet-ül firdevsde yetmiş kasr verirler. Her iki kasrın arası San’a ile Tehâme arası mesâfe kadardır. O kasrların nûru şark ve garb [doğu-batı] arasını doldurur. Her kasrın yet- miş kapısı vardır. Altındandır. Her kapıda perde asılmışdır. Ka- pının üstünde bir köşk vardır. Her bir köşkün içinde yetmiş ça- dır vardır. Her çadırda yetmiş kanepe [serîr] vardır. Her serîrin ayakları inciden ve yâkutdan ve zeberceddendir. Her serîr üze- rinde kırk döşek vardır. Her döşeğin yüksekliği kırk arşındır. Her döşekde bir hûrî ayn ve her hûrî aynın kırk câriyesi vardır. Başlarında inciden tâclar ve boyunlarında mendiller ve ellerin- de murassa leğen ve ibrik tutarlar. Hazret-i Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” yemîn edip, buyurdu ki, kıyâmet gü- nünde, şehîdler yerlerinden kalkıp, mahşer yerine gelirken, yol- larında Enbiyâ aleyhimüsselâm olur. Onlar geldikde, ayak üze- rine kalkarlar. Şehîdler gelip, mücevherlerle süslü kürsîler üze- rine otururlar. Her şehîd evlâdından ve ehlinden ve akrabâsın- dan ve ahvâl ve ahbâbından yetmişbin kişiye şefâ’at edecekdir. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” der ki; hazret-i Server-i En- biyâ bunu böyle buyurdular.

Nevfel “radıyallahü anh” derler bir yiğit, iki oğlunu ve hâ- tununu yanında getirip dedi ki, Yâ Resûlallah “sallallahü aley- hi ve sellem”! Ben düâ edeyim, Siz âmîn deyiniz. Böylece dü- âm kabûl olsun. Hazret-i Server-i âlem, buyurdular ki, Sen söy- le, ben âmîn diyeyim. Nevfel “radıyallahü anh” el kaldırıp, de- di ki: Yâ Rabbel âlemîn! Nevfel kuluna şehâdet müyesser ey- le. Bu iki oğlunu yetîm eyle. Vâlidelerini dul eyle. Ondan son- ra varıp, silâhını kuşanıp, atına binip, düşmâna karşı çıkdı. Bir- çok kimseyi öldürüp, sonunda atını düşürdüler. Sonra kendini şehîd etdiler. Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” der ki, ben gelip Fahr-i kâinât hazretlerine Nevfelin şehâdetini bil- dirdim. Dedim ki, Allahü teâlâ gazânı Nevfel ile mubârek et- sin. Nevfel şehîd olup, kana bulanıp, yatar. Hazret-i Resûl-i ek-

– 30 –

rem ve Nebiyyi muhteremin mubârek gözleri yaş ile doldu. Sonra oradaki Eshâb-ı kirâm ile berâber geldiler. Sa’d bin Ebî Vakkas ok atıp, müşrikleri Nevfelin yanından dağıtdı. Resûlul- lah hazretleri gelip, başını dizi üzerine alıp, buyurdu ki: Allahü teâlâ sana rahmet etsin; yâ Nevfel! Şübhe yokdur ki, Hak Süb- hânehü ve teâlâ yarın kıyâmet gününde, nidâ edip, buyurur. Sen Arşın altından çıkarsın. Başın sağ elinde olur. Damarların- dan kan akar. Kokusu miskden güzel kokar. Süâlsiz, hesâbsız Cennete gidersin. Sonra Abdürrahmân bin Avf hazretlerine buyurdular. Örtü getirdiler. Sarıp, defn etdiler. Sonra Resûlul- lah hazretleri, kalkıp parmaklarının üzerinde yürür idi. Sonra süâl etdiler. O Resûl-i Hüdâ “sallallahü aleyhi ve sellem” bu- yurdular ki; Beni Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Nevfel üzerine o kadar melek nâzil oldu ki, melek- lerin çokluğundan ayağımı basacak yer bulamazdım. Bir melek gelip, kanadını ayağım altına döşedi. Ona basdım. Gazâ temâm olunca; hazret-i Resûl-i müctebâ “sallallahü aleyhi ve sellem”, hergün varıp, Nevfelin kabrini ziyâret ederdi.

Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder ki, sa- yısız ganîmetler ile; gazâdan döndük. Mensûr, muzaffer olarak, Medîne-i münevvereye yöneldik. Medîneye yaklaşdıkda; Medîne halkı hazret-i Resûl-i Ekremi karşılamaya çıkıp, hâtunlar ve kız- lar, def çalar, şi’r okur, hazret-i Serveri medh ve senâ ederler idi. Tebessüm edip; Ensârın hâtunları ne iyidir, derler idi. Ansızın Nevfelin hâtunu iki oğlu ile gelip, Server-i kâinât hazretlerine se- lâm verip, üzengilerine yüz sürüp, gazânız mubârek olsun, dedik- den sonra, dedi ki, yâ Resûlallah, Nevfelin hâli ne oldu. Hazret-i Fahr-i âlemin mubârek gözlerinden yaş revân olup, yanında olan- lar da ağladılar. Zübeyr bin Avvâm, Server-i kâinâtın “sallallahü aleyhi ve sellem” üzengisi yakınında yürürdü. Ona buyurdu ki, yâ Zübeyr! Yürü. Nevfelin haberini hâtununa söylemeye kim daya- nabilir ki, ben söyliyeyim. Mubârek eli ile ardına işâret edip, geç- di, gitdi. Ondan sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Ona da hâtun varıp dedi. Yâ Betûlün [hazret-i Fâtımânın] zevci. Nevfel ne oldu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ağlayıp, ya- nındakiler de ağladılar. Ammâr bin Yâser yanında yürür idi. Ona dedi ki; Nevfelin haberini hâtununa nasıl söyliyebilirim. Eli ile ar- dına işâret etdi; geçdi. Ondan sonra hazret-i Osmân “radıyallahü

– 31 –

teâlâ anh” geldi. Hâtun Ona varıp, sordu. Hazret-i Osmân ağla- yıp, yanında olanlar da ağladılar. O da eliyle işâret edip, geçdi, gitdi. Ondan sonra hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Hâtun ona da varıp sordu. Hazret-i Ömer de cevâb vermeyip, ge- riye işâret edip, geçdi, gitdi. Ondan sonra Ebû Bekr-i Sıddîk “ra- dıyallahü teâlâ anh” geldi. Mû’az bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” der ki: Ben hazret-i Ebû Bekrin, rikâbında [üzengisi karşı- sında] yürürdüm. Bana bakıp, tebessüm ederdi. Zübeyrden gayri geride kimse de kalmamışdı. Çünki, hâtun onlara da sordu. O yâr-i gârı Mustafâ [ya’nî Resûlün mağara arkadaşı], yüksek sırla- rın kaynağı olan Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” mu- bârek sakalını avucuna alıp, gönlü perîşân olarak, parmağını dişi- ne dokundurup, Hak sübhânehü ve teâlâ dergâhına teveccüh edip, dedi ki; yâ Rabbî! Bir gönül ki, yıkmakdan Habîbi ekremîn sakındı. Hazret-i Alî, hazret-i Osmân, hazret-i Ömer kaçındılar. Ben müşkil durumda kaldım. Eğer ifşâ edersem, ya’nî Nevfelin şehâdet haberini verirsem, Habîbine muhâlefet etmiş olurum. Eğer geri kaldı, geliyor desem, yalan söylerim. Doğru söylesem hâtırı [gönlü] yıkılır. Doğru söylemesem din yıkılır. Gönülden de- di ki, yâ Rabbî! Bana da bir söz ilhâm eyle; yâ müşkilimi sen çöz ki, miskînenin gönlü tesellî olsun deyip, Hakka bağlanıp, dergâha yüz tutup, (Yâ ALLAH) deyince, o ânda yaydan ok çıkar gibi, kı- lıncı elinde Nevfel sür’atle gelip, hazret-i Ebû Bekre selâm verdi. (Buyur) yâ Sıddîk, beni mi istersin, dedi. Mubârek elini açıp, Alî- ye “radıyallahü anh”, sonra Sahâbe-i güzîne yetişdi ve selâm ver- di. Bunlar bu hâli görüp, dehşet içinde kalıp, atlarından düşeyaz- dılar.

Zübeyr bin Avvâm hazretleri der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin âdet-i şerîfleri idi ki, sefer- den geldikde, mescide varıp, iki rek’at nemâz kılardı. Sefere git- miyenler gelip, selâm verip, tebrîk ederlerdi. Yine mescide var- dı. Otururken kapıda kalabalık oldu. Kalabalığı gördüler. Nev- fel içeri girip, selâm verdi. Resûl-i ekrem hazretleri Nevfeli kar- şılayıp, selâmını alıp, yerine oturtdukdan sonra, kendileri de oturdu. Buyurdu ki, sübhânallah! Bu bir âyetdir ki, Hak teâlâ açıkladı. Acabâ kimin eliyle zâhir oldu; derken, o ânda hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâ- lâ anh” der ki: Gözüm ile gördüm ve kulağım ile işitdim. Başın-

– 32 –

da Cebrâîlin imâmesi vardı. Yâ Muhammed! Şükr secdesi eyle ki, ümmetinde Allahü teâlâ, hazret-i Îsâ aleyhissalâtü vesselâm gibi, ölüyü dirilten kimse yaratdı. Allahü teâlâ sana selâm eder. Buyurur ki, benim Habîbim, eğer senin mağara arkadaşın Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” sakalı avucunda iken, bir ker- re dahâ (Yâ ALLAH) demiş olaydı, izzim-celâlim hakkı için, bütün şehîdleri, diriltirdim. Yâ Muhammed! Ebû Bekr kuluma söyle ki, ben ondan râzıyım. O da benden râzımıdır. Onun sö- zünü doğru çıkarmak için, Nevfeli diriltdim. Zîrâ o câhiliyye dö- neminde yalan söylememişdir. Bunun üzerine, Server-i Âlem, Ebû Bekrin sakalını öpüp, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâmın ver- diği müjde haberini söyleyip, buyurdular ki: Yâ Ebâ Bekr! Hak- dır ve lâyıkdır ki, Allahü teâlâ sana ikrâm etmişdir. Şükrler ol- sun o Allahü teâlâ hazretlerine ki, ben dünyâdan ayrılmadan evvel, ümmetimde hazret-i Îsâ aleyhisselâm gibi, Allahü teâlâ- nın izniyle ölüyü dirilten kimse yaratdı. Ondan sonra Ebû Bekr hazretleri imâmesini çıkarıp, başını açıp, dedi ki: Yâ Resûlallah! Hazretinden utanırım. Yoksa imâmemi [sarığımı] Cehennem ateşinin üzerine koyardım. Cehennemin ateşini ümmetinin bü- yük günâh işleyenlerinden men’ ederdim. Ondan sonra Nevfel nice yıllar ömr sürdü. Evvelki oğullarından gayri iki oğlu dahâ oldu. Sonra Yemâme cenginde şehîd oldu.

Ba’zı rivâyetde hanımı söylenmeyip, fakîr bir annesi olduğu söylenmişdir. Nevfel, silâhını kuşanıp, atına binip, muhârebeye katılmak üzere geldi. Annesi, ağlıya ağlıya feryâd ederek, Fahr-i kâinâta gelip, dedi ki: Yâ Habîballah! Benim gözümün yaşına merhamet eyle. Hayâtımda, görür gözüm ve tutan elim budur. Bundan gayri sığınacağım yokdur. Gâyet garîb ve fakî- rim. Benim oğlum gençdir. Harb ahvâlinden haberi yokdur. Naz ile büyümüşdür. Soğuğa ve sıcağa dayanamaz. Ben zelîl ka- lırım. Kimse benim hâlimi bilmez. Hazret-i Resûl-i ekrem o fa- kîrin göz yaşına acıdı. O civâna dedi ki, oğlum, ben sana kefîl olayım ki, gazâ sevâbını kazanasın. Şehîdlik mertebesine erişe- sin. Dertli annenin rızâsını gözet. Bunun yaşlılığı vaktinde, göz yaşını akıtdırma. Bu garîb bize şefâ’ate gelmiş iken, ayrılık ate- şiyle yakma. İbâdet meydânının pîri, ağlıyarak; Yâ Resûlallah! Beni men’ etme. İhtiyârım elde değildir. Hak yoluna gönlüm cân ve baş oynamak [koymak] diler. Nihâyet anneme bir düâ

edin ki, düânız sâyesinde, önce ona Allahü teâlâ sabr ihsân et- sin. Bunun üzerine Resûl-i ekrem Nevfelin vâlidesine dedi ki, gel bu yiğidi hayrlı yolundan men’ etme. Çileli annesi, Sultân-ı kâinâtın emrine muhâlefet etmedi. Dedi ki, Yâ Resûlallah! Oğlum, nev resîddir, Sefer ahvâlini bilmez ammâ, sana ısmar- ladım. Her hâlini gözetesin. Fahr-i âlem hazretleri, Allahü te- âlânın izni ile olur, buyurdu. Bir rivâyetde sâlim ve ganîmetler- le dönünce, annesi Resûl-i ekremin huzûruna varıp, o hidâyet şemsi nûr-i nübüvvet ile etrâfı aydınlatıp, sürûr ile geldiler. Fa- kîr kadın rikâb-ı hümâyûna yüz sürüp, iştiyakla, oğlunu sordu. O şefkat deryâsı, musîbet [kötü] haberi vermekle gönlü kırılır endîşesi ile çekinip, hüsn-i edeble cevâb verip, dedi ki, geride kaldı. Gelenlerden süâl edesin. O derd sâhibi [Nevfelin anne- si] bekledi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” se’âdetle gel- dikde, süâl etdi. Buyurdular ki, Habîbullahdan süâl etmedin mi? Miskîne [fakîr kadın] dedi ki, süâl etdim. Böyle cevâb bu- yurdular. Hazret-i Mürtedâ bildi ki, hazret-i Risâlet penâh, bu- nun gönlünü kırmamak için, musîbet haberini vermemişler. Sultân-ı kevneyne muhâlif söylemeyip, aynı şeklde cevâb verdi- ler. Sonra da hazret-i Osmân, hazret-i Ömer, böylece hazret-i Ebû Bekre erişdi “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.

Otuzbirinci Menâkıb: Hazret-i Bilâl-i Habeşî “radıyallahü teâlâ anh” bir kâfirin kölesi idi. Lâkin hazret-i Fahr-i âlemin mubârek ayağının toprağına yüz sürüp; kalbden müslimân ol- muşdu. Bir büyük kilise vardı. İçindeki putlara hizmet için, kâ- firler bir köylü ta’yin etmişlerdi. Birgün hazret-i Bilâl, o kiliseyi tenhâ buldu. İçeri girip, putların yüzlerini kirletdi. Acele ile dı- şarı çıkarken o hizmetci köylü, hazret-i Bilâl ile karşılaşıp, içeri girdi. Putları bu hâlde görünce, feryâd ederek, kâfirlerin otur- dukları yere doğru varıp, hazret-i Bilâlden şikâyet etdi. Putları- na yapılan durumu bunlara bildirince, kâfirler Bilâlin efendisi üzerine gitdiler. Bir kölenin, bizim putlarımıza böyle ihânet et- mesi uygun mudur. Elbette bu kulun [kölenin] hakkından gel- mek gerekdir; dediler. Efendisi de bunlara dedi ki; mâdem ki benim kölem böyle küstâhlık yapdı. Size verdim. Ne yapmak is- terseniz, öyle yapın. Onlar da Bilâli aldılar. Sıcak kum üzerine çıplak olarak koyup, mubârek karnı üzerine taş koydular. Son- ra iki ellerini ve iki ayağını bağladılar. Dediler ki, tâ ki hazret-i

Muhammedin dîninden dönmeyince seni bundan kurtarmayız. Bunun altında kalırsın. Hazret-i Bilâl bu taşın altında (Yâ Ehad) ismi şerîfini söylerdi. Allahü teâlânın hikmeti, Server-i Enbiyâ yoldan geçerken, hazret-i Bilâli bu azâbda yatar gördü. Hem de dili ile (Yâ Ehad) ismi şerîfini söyler. Hazret-i Fahr-i Kevneyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, buyurdu ki: (Yâ Ehad) ismi şerîfi seni kurtarır. Ondan sonra, se’âdetle devlethâ- nelerine gitdi. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” haz- ret-i Habîb-i Ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, ayağının tozuna yüz sürdü [ya’nî yanlarına vardı]. Hazret-i Bilâlin ahvâlini Ebû Bekr haz- retlerine anlatıp, buyurdular ki, yâ Ebâ Bekr! Bilâli kâfir elin- den, sen kurtarırsın. Yoksa bir başka kimse kurtaramaz. Zîrâ Ebû Bekr hazretlerinin dâimâ âdet-i şerîfleri bu idi ki, kâfirle- rin arasında yürürdü. Bir müslimân esîr görse, hesâbsız para ve- rip, satın alırdı. Aldığı gibi, Hak Sübhânehü ve teâlâ yoluna ve Habîb-i Ekrem aşkına azâd ederdi. Yine âdet-i şerîflerine binâ- en kâfirler arasına gitdi. Konuşma esnâsında, onlara dedi ki, Bi- lâle böyle azâb etmekden size ne fâide vardır. Gelin bana satın. Onlar dediler ki, biz Bilâli dünyâ ağırlığı akça da versen satma- yız. Eğer Âmir adındaki kölen ile değişdirirsen olur. O Âmir, Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sebebiyle, kıyâssız mal edin- mişdi. Metâ’ından, yâdigârından, davarından gayri nakid onbin filori vardı. Hazret-i Ebû Bekr derdi ki, yâ Âmir! Müslimân ol, bütün mâl ile azâd ol. Yanımda, kardeşim olasın. Mel’ûn râzı olmayıp, islâm dînini kabûl etmez idi. Müslimân olmadığı için, hazret-i Ebû Bekr de, huzûrsuz olup, azâd etmezdi. Ondan son- ra kâfirler dediler ki, kölen Âmir ile Bilâli değişiriz. Ebû Bekr hazretlerine gâyet hoş gelip, sevindiğinden, Âmiri, bütün malı ve davarı ile, hazret-i Bilâl için size verdim, deyince, kâfirler de, hazret-i Ebû Bekri aldatdık. Bu kadar mal ve Âmir gibi köle al- dık diye sevindiler. Bilâl için olanlardan mel’ûnların haberleri yok idi. Yoksa hazret-i Ebû Bekrin bütün malını isterlerdi. O da Allah hakkı için acımayıp, sâdece sultân-ı Kâinâtın emr-i şe- rîfleri yerine gelsin diye, verirdi. Ondan sonra hazret-i Ebû Bekr, Bilâl hazretlerini, evvelâ taşın altından kurtarıp, elini eli- ne alıp, hazret-i Habîb-i Ekremin huzûr-ı âlilerine getirip, ayak üzerine durup, buyurdular ki, yâ Resûlallah! Bilâli Allahü teâ- lâ aşkına bugün azâd eyledim. Fahr-i âlem hazretleri çok sevi-

nip, hazret-i Ebû Bekre düâlar etdi. O anda hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm gelip, hazret-i Ebû Bekr hakkında, meâl-i şerîfi, (O ateşden Ebû Bekr “radıyallahü anh” gibi, ziyâde müttekî olan sakınıp, kurtulur ki, Allahü teâlâ yanında temiz ve va’dine nâil olmak için, malını Allah yolunda hayrâta sarf eder) olan, Leyl sûresi 17 ve 18.ci âyet-i kerîmelerini getirdi.

Otuzikinci Menâkıb: Birgün hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anhümâ” mescidde oturuyorlardı. Bir kimse mescide girip, Server-i kâinât hazretleri ile, hazret-i Ebû Bekre selâm verdi. Sonra hazret-i Alîyi görünce, gâyet mahzûn olup, yüzü sarardı. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” o kim- senin bu hâline bakıp, te’accüb eyledi [hayret etdi]. Nemâz kıl- dıkdan sonra, hazret-i Alîye süâl eyledi ki, yâ Alî, bu kimse mescide girip, seni gördükde, gâyet elem çekip, mahzûn oldu. Benzi sarardı gitdi, hikmeti nedir? Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, bu kimse bana yirmibin akçe borçludur. Onun için elem çekdi. Hazret-i Ebû Bekr o kimseyi çağırıp, de- di ki, hazret-i Alîye borcun olan yirmi bin akçeyi niçin vermez- sin. Dedi ki; yâ Sıddîk! Allah hakkı için kudretim yokdur, ki ve- reyim. Yoksa bir gün te’hîr etmezdim. Hazret-i Ebû Bekr, Kur’ân-ı azîme riâyetinden ve kemâli sehâvetinden [ya’nî ke- mâl derecede cömertliğinden] o kimseye dedi ki, eğer sûre-i Fâ- tihayı yarısına kadar okuyup, sevâbını bana bağışlar isen, bor- cunu ben öderim. O kimse de kabûl edip, güzel ses ile Fâtihayı yarısına kadar okudu. Yine hazret-i Ebû Bekr buyurdu ki, eğer temâmını okursan, yirmibin akça dahâ vereyim. O kimse Fâti- ha sûresinin temâmını okuyup, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” da kırkbin akçeyi temâm verdi. Hem de az verdim diye özrler diledi. İşte Kur’ân-ı azîme ve Furkân-ı kerîme o ser- ver ve bütün Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ec- ma’în” böyle ta’zîm ve tekrîm ederlerdi. Şimdiki zemâne adam- ları ise, Kur’ân-ı kerîmin bir cüz’ine bir akçe veyâ iki akçe ta’yîn ederler. Bu iş ile güzel derdlenirler. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden ve Habîbullah hazretlerinden utanmadan, bu vakfı edersin ve eğer hayr ederim diye kasd edersen, belki hay- rından zararı fazla olur. Akllı olan kimse, buna râzı olmaz. Sul- tân Süleymân zemânında, Pervîz efendi derler bir kâdîasker vardı. Sâlih ve mütedeyyin ve müstekîm kimse idi. Birgün Bur-

sa kâdîsı bir arz gönderir. Mevzû’u bu ki, bir müslimân bir gü- ne dört akçe ayırmış. Günde bir kerre İnnâ a’tayna sûresini okuyup, sevâbını rûhuna bağışlıyalar. Pervîz efendi merhûm, bu arzı eline alıp, yanında bulunan müslimânlara gösterip, dedi ki, işte sahîh vakf. Bu vakf sâhibi, Kur’ân-ı azîmüşşânın bir mik- dâr kadrini bilmiş. Allahü teâlâ rahmet eylesin! Kur’ân-ı kerî- min tam kadrini bilmek, nerede müyesser olur. Ammâ hele hâ- line göre riâyet etmesine gayret eylemiş.

Otuzüçüncü Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de, sadaka bâbı fas- lında, hazret-i Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” nakl olunmuşdur. Server-i kâinât aleyhi efdalissalevât hazretleri bu- yurmuşlardır ki, bir kimse eşyâdan bir çift şeyi sadaka etse, fî- sebîlillah Cennet kapılarından da’vet olunur. Cennet için kapı- lar vardır. Her kim ki nemâz ehlindendir, nemâz kapısından da’vet olunur. Her kim ki cihâd ehlindendir, cihâd kapısından da’vet olunur. Her kimse ki sadaka ehlindendir, sadaka kapı- sından da’vet olunur. Her kimse ki oruc ehlindendir, reyyân ka- pısından da’vet olunur. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, yâ Resûlallah! Bu kapıların herbirinden çağrılanlara bir müşkilât yokdur. Lâkin, bu kapıların hepsinden çağrılan kimse var mıdır. Hazret-i Resûl-i Ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Evet ümîd ederim ki, sen o kimselerden olursun.) Bu hadîs-i şerîf, sahîh hadîs-i şerîfler- dendir. (Buhârî) ve (Müslim)de vardır. Müslim şerhinde beyân olunmuşdur ki, hadîs-i şerîfde bir çift sadaka etse, buyurdular. Bir çiftden murâd nedir. Ba’zıları iki at, iki köle, iki devedir de- di. Ba’zıları dedi ki, altın ile gümüş, yâ dirhem ile elbise, her- hangi iki şey olarak açıklanmışdır. Müslim şerhinde beyân olunmuş ki, hadîs-i şerîfde Cennet kapılarının, dörtden fazlası- nı beyân buyurmadılar. Hem nasıl olduğunu da açıklamadılar. Lâkin ma’lûmdur ki, Cennetin sekiz kapısı vardır. Dört kapısı- nın biri Tevbe kapısıdır. Biri gadabına hâkim olanlar ve insan- ları afv edenler kapısıdır. Biri rızâ gösterenler kapısıdır. Biri Eymen kapısıdır. Buhârî şârihi beyân etmiş ki, bir kimse bu hasletlerden bir haslet sâhibi olsa, o haslet kapısından çağrılsa, o kimseye bir müşkilât olmaz. Zîrâ, murâd Cennete girmekdir. Lâkin cümle kapılardan çağrılmak, ikrâmdır. İstediğinden gir- meğe serbestdir. Hangisinden istersen oradan gir, demekdir.

– 37 –

Zîrâ cümlesinden girmek muhâldir. Lâkin, adı geçen şerhde de- mişdir ki, ben derim, ihtimâl var ki, Cennet bir kal’a gibidir ki, onu sekiz sur ihâta eder [çevirir]. Ba’zısı ba’zısından içeri, her bir surun kapısı vardır. O kapıdan çağrılan o iki sûrun arasında kalır. İkinci kapıdan çağrılan, ikinci ile üçüncü arasında kalır. Tâ sekizinci kapıdan çağrılan Cennetin ortasına dâhil olmuş olur.

Otuzdördüncü Menâkıb: Yine adı geçen kitâbda [Mesâbîh- de] o bâbda, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerin- den, o hadîs-i şerîfin akabinde rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Bugün sizin içinizde oruclu olan var mıdır?) Hazret-i Ebû Bekr cevâb ver- diler ki, Ben orucluyum. Server-i âlem yine buyurdular ki, (Siz- den bugün kim cenâze hizmetinde bulundu.) Hazret-i Ebû Bekr cevâb verdiler ki, Ben bulundum. Mefhar-ı mevcûdât yi- ne süâl buyurdular ki, (Sizden bugün, bir fakîre kim yiyecek verdi.) Hazret-i Ebû Bekr, cevâb verdiler ki, Ben verdim. Yine Seyyid-i veled-i âdem süâl etdiler ki, (Sizden bugün, kim hasta ziyâretine gitdi.) Hazret-i Ebû Bekr cevâb verip, Ben gitdim, dedi. Bunun üzerine Resûl-i rabbil âlemin, buyurdular ki, (Bu hasletler bir kimsede bir arada olunca, o kimse Cennete girer.) Müslim şerhinde açıklanmışdır ki, Cennete girmekden murâd, hesâbsız ve kötü ameller üzerine olan cezâları görmeden Cen- nete dâhil olmakdır. Aslında sâdece îmân, Allahü teâlânın mer- hameti ile Cennete girmeğe sebebdir.

Otuzbeşinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de, kerâmetin sahîh olması bâbında beyân olunmuşdur. Abdürrahmân bin Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anhümâ” haber vermişler. Es- hâb-ı Soffa, fukarâ kimseler idi. Resûl-i ekrem “sallallahü aley- hi ve sellem” buyurdular ki, her kimin yanında iki kimseye ye- tecek kadar yiyeceği var ise, Eshâb-ı Soffadan aç olan bir kimse götürsün. Hazret-i Ebû Bekr üç kimseyi da’vet etdi. Resûl-i ek- rem “sallallahü aleyhi ve sellem” on kimse aldı. Hazret-i Ebû Bekrin âdet-i şerîfleri o idi ki, hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûrunda beklerdi. Berâber yatsıyı kı- larlar idi. Sonra se’âdethânelerine [evlerine] giderlerdi. O âdet- lerine binâen o üç kimseyi se’âdethânelerine gönderip, kendile- ri beklediler. Geceden bir mikdâr geçdikden sonra, se’âdethâ-

– 38 –

nelerine teşrîf buyurdular. Temîz hanımları, hazret-i Ebû Bekre söyledi ki, müsâfirlerinizin yanına gelmekden ne şey size mâni’ oldu. Hazret-i Ebû Bekr buyurdular ki, dahâ yemek vermediniz mi. Muhterem haremleri, cevâb verdiler ki, yemek verdik. Lâ- kin, kendileri Ebû Bekr gelmeyince yimeyiz, sabr ederiz, deyip, yimediler. Ebû Bekr, gadaba gelip, yemîn etdi ki, o yiyecekden ebedî yimem. Hâtunları da yimemeğe yemîn etdiler. Müsâfirler de yemîn etdiler ki, yimeyeler. Hemen Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, bu birbirine uymamak bize şeytândan- dır. Sonra yiyeceği götürüp, ortaya koyup, kendileri yimeğe baş- ladılar. Misâfirler de yimeğe başladılar. Bir lokma alırlardı. Onun yerine bir lokma meydâna gelirdi. Hazret-i Ebû Bekr “ra- dıyallahü teâlâ anh” yiyeceğin bu fazlalaşmasını görüp muhte- rem zevceleri Ümm-i Reyhâneye süâl buyurdular ki, bu yiyece- ğin hâli nedir. Onlar da buyurdular ki, gözümün nûru hakkı için, (Murâd-ı şerîfleri hazret-i Resûl-i ekrem hakkı için demek idi) bu yiyecek, evvelki hâlinin üç katı olmuşdur. Aslını bilemem de- di. Müsâfirler de doyuncaya kadar yiyip, hazret-i Resûl-i ekre- min huzûrlarına da gönderdiler. Böyle rivâyet olunmuş ki, Re- sûl-i ekrem hazretleri de, o yiyecekden yidiler.

Otuzaltıncı Menâkıb: Yine Muhyissünne imâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” (Mesâbîh-i şerîf)inde nakl etmişdir. Hazret-i Ebû Hüreyrenin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdi- ği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Bize her ni’meti veren ve iyilik eden kimseye karşılığını verdik. Ebû Bekrin iyilik ve ikrâmının kar- şılığını veremedik. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri kıyâ- metde ona karşılığını verir. Ebû Bekrin malının fâide verdiği gibi, bir kimsenin malı bana fâide vermedi. Eğer ben halîl [dost] ittihâz edici olsa idim [edinse idim], Ebû Bekri dost edi- nirdim. Lâkin bilmiş olun, sizin sâhibiniz, Allahü teâlâ hazret- lerinin dostudur.) Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu- yurdular ki, Ebû Bekr bizim seyyidimiz, hayrlımızdır ki, Ha- bîb-i Ekrem hazretlerine cümlemizden sevgilidir.

Otuzyedinci Menâkıb: Rivâyet olundu ki, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” bütün mal ve mülkünü fîsebilillah sada- ka verip, bir hırka ile evinde otururken, bir kimse gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Ebû Bekr dışarı çıkıp, kapıda duran kimdir diye

– 39 –

bakdı. Ne istersin, dedi. O kimse, yâ Ebâ Bekr! Onikibin akça borcum var. Bugün vermemin son günü. Muhakkak vermem lâ- zım. Şimdi, lutf ve kerem edip, benim bu borcumu ödeyip, beni kurtar, dedi. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ mis- kin, görmez misin beni, bütün malımı, giyeceklerimi Allahü teâ- lâ yoluna verdim. Hattâ arkamdaki elbisemi de bir fakîre ver- dim. Şimdi bir hırka giyip, oturuyorum. Mal ve giyecek kalma- dı. Senin borcunu nereden ödeyeyim, dedi. O kişi dedi ki, bili- yorum ve işitdim ki, sende mal kaldı. Senin fadlından ümîd ede- rim ki, benim bu borcumu ödeyesin. Hazret-i Ebû Bekrin yapa- cak bir şeyi kalmadı. Bir yehûdîye vardı. Onikibin akçe istedi. Dedi ki, inşâallahü teâlâ yarın öğleden sonra malını vereyim. O yehûdî dedi: Yâ Ebâ Bekr, yarınki gün malımı bulup vermez isen, ne olur. Ebû Bekr hazretleri, eğer yarın öğleden sonra se- nin malını bulup, vermezsem, kendimi sana köle eyledim. Diler- sen satıp, parasını al, istersen beni köle gibi kullanırsın, dedi. Bu sözleşme üzerine o yehûdî çıkarıp, hazret-i Ebû Bekre onikibin akçe verdi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” da o akçeyi o borçlu fakîre verip, borcunu ver, dedi. Kendisi, oturup, Allahü teâlâ hazretlerine tevekkül eyledi. Yarın vaktinde ödemeği va’d etdiğim, bu borcu ben nereden alıp, ödeyeceğim, diye düşündü. Hiçbir çâre bulamadı. Varıp, o yehûdîye köle olayım diye kal- binden geçdi. Bu şeklde düşünürken, hazret-i Âişenin evine var- dı. Selâm verip, dedi ki, yâ kızım Âişe. Bilmiş ol ki, dün bir ye- hûdîden onikibin akçe alıp, bir fakîrin borcunu ödedim. Bugün öğleden sonra, akçeleri ödemem lâzım. Akçeleri bulup, öde- mezsem, kendi nefsimi o yehûdîye verdim [kendimi ona köle ey- ledim]. Şimdi vâcib oldu ki, kendimi o yehûdîye köle eyliyeyim. Yâ kızım, âhıret hakkını halâl eyle. Sağ ve âsân ol. Ben gidiyo- rum. Hazret-i Âişenin “radıyallahü teâlâ anhâ” kalbi mahzûn olup, ağladı. İkisi berâber ağladılar. Hazret-i Ebû Bekr kızının yanından ağlıya ağlıya çıkdı, gitdi.

Hazret-i Âişe annemiz ağlarken, mubârek gözünden bir damla yaş indi. Yere düşdü. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri- nin kudretinden bir nûrânî cevher halk oldu. Hazret-i Âişe bu cevheri görüp, sevindi. Babasını çağırdı. Hazret-i Ebû Bekr dö- nüp geldi. Dedi ki, ne dersin yâ kızım! Hazret-i Âişe dedi ki, Al- lahü teâlâ bana merhamet eyledi. Gözümün yaşından bir cevher

– 40 –

yaratdı. Şimdi var, bu cevheri alıp, pazara götür, satıp, borcunu edâ eyle. Ebû Bekr-i Sıddîk da o cevheri alıp, pazara gitdi. Hak Sübhânehü ve teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma emr eyledi ki, yâ Cebrâîl, Habîbim ve Resûlüm Muhammed Mustafânın zevcesi Âişenin göz yaşından kudretim ile bir cevher halk eyledim. Ku- lum Ebû Bekr o cevheri, pazara satmağa gidiyor. Şimdi çabuk var. Cennetde, kudret hazînemden yirmibin altın al. Bir nûrdan tabak içine koyup, Ebû Bekrin önüne var. O cevheri satın al. Bana getir ki, o cevher bana gerekdir. Arşıma o cevheri koya- yım ki, onun nûru arşımda ışık saçsın. Ve de mü’min kullarımın kabri o cevher ile münevver olsun [aydınlansın]. Cebrâîl aleyhis- selâm da yetişip, Cennetin hazînesinden yirmibin altını, bir nûr- dan tabak içine koydu. İnsan sûretinde, hazret-i Ebû Bekrin pa- zar içinde önüne geldi. Dedi ki, yâ Ebâ Bekr! Elindeki nedir, sa- tar mısın. Ebû Bekr dedi ki, satarım. Cebrâîl dedi, kaça verirsin. Ebû Bekr hazretleri dedi ki, onikibin akçaya veririm. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, bunun değeri onikibin akça değildir. Yir- mibin altın vereyim, dedi. Ebû Bekr hazretleri dedi, eğer o fiyâ- ta alır isen sen bilirsin. Hazret-i Cebrâîl dedi ki, şimdi aç eteği- ni. Ebû Bekr hazretleri eteğini açdı. Cebrâîl aleyhisselâm eteği- ne altınları dökdü. Hazret-i Ebû Bekr alıp, se’âdethânelerine [evlerine] geldi. Gördü ki, akça aldığı yehûdî kapı önüne gelmiş. Çağırıp der ki, yâ Ebâ Bekr, gel akçamı ver; yâhud kölemsin; se- ni hizmetde kullanırım. Ebû Bekr hazretleri, ardından varınca; o yehûdî ayak sesini duyup, arkasına bakdı. Gördü ki, gelen Ebû Bekrdir. Yehûdîye dedi ki, aç eteğini. Açdı. O yirmibin altını ye- hûdînin eteğine dökdü. Yehûdî dedi ki, bu altın nedir. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk buyurdu ki, yirmibin altındır. Borcuna tut. Yehûdî dedi ki, senin bana borcun onikibin akçadır. Hazret-i Ebû Bekr dedi ki, bu altın senin akçenin berekâtıdır. Sonra o ye- hûdî altının birini eline aldı. Gördü ki, bir yanında, (Lâ ilâhe il- lallah, Muhammedün resûlullah) yazılmış. Diğer tarafında (Kul- hüvallahü ehad sûresi.) yazılmış. Kudret kalemi ile yazı yazılmış. Yehûdînin kalbine bir hâl gelip, hidâyet-i rabbânî yetişdi. Dedi ki, yâ Ebâ Bekr! Bildim ki, senin dînin hakdır, gerçek evliyâsın. Muhammed aleyhisselâm da hak Peygamberdir. Şehâdet keli- mesi söyleyip, sadakatle müslimân oldu. O altını din aşkına cümle fakîrlere dağıtdı. Kendisi ehl-i havâsdan oldu “radıyalla- hü anh”. Ma’lûmdur ki, Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” haz-

– 41 –

retlerinin menâkıbı ve keşfi ve kerâmetleri nihâyetsizdir. Had ve hudûdu mümkin değildir.

Otuzsekizinci Menâkıb: Ebû Bekr Havrânîden rivâyet olu- nur. Bir gece Server-i âlem Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rü’yâmda gördüm. Dedim ki, yâ Resûlallah! Evliyânın yoluna yapışmak istiyorum. El- hamdülillah! Size yetişdim. Size bî’at edeyim. Bana tevbe etdi- rin. [Yol gösterin, mürşidim olun!] dedim. Resûl-i ekrem haz- retleri buyurdular ki, Ben senin Peygamberinim! Ebû Bekr-i Sıddîk senin gerçek mürşidindir. Var, Ebû Bekri mürşid edin, ona bî’at eyle. Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri de orada hâzırlar imiş. Fahr-i âlem hazretleri, Ebû Bekr hazretlerine işâret etdi- ler ki, yâ Ebâ Bekr, buna büyüklerin yolunu göster. Doğru yo- la irşâd eyle. Ben de Habîb-i ekremin işâretiyle, hazret-i Ebû Bekrin önüne vardım. Meşâyih âdeti üzerine, bana tevbe verip, düâ eyledi. Başıma külah ve arkama bir hırka giydirdi. Belime bir kuşak bağladı. Gövdemde çıbanlar ve sivilceler vardı. Mu- bârek eli ile arkamı sığadı. Düâ eyledi. Gövdemden sivilceler ve çıbanlar temâmen gitdi. Hazret-i Ebû Bekrin düâsı ve kerâme- ti bereketi ile uykudan uyandım. Gördüm, bedenim sıhhat bul- muş. O hırka ve kuşağı ve külahı önümde buldum. Bildim ve i’tikâd eyledim ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hazret- leri gerçek evliyâdır ve doğru mürşiddir.

Otuzdokuzuncu Menâkıb: Fahr-i enâm “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Arafat dağında, Kusvâ adlı devesine binmiş hâlde dururken, meâl-i şerîfi (Bugün dîninizi ikmâl etdim. Size verdiğim ni’metleri temâmladım. Din olarak size islâm dînini beğendim) olan, Mâide sûresi, 3. âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Sa- hâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sevindiler. Fekat, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ağladı. Dediler ki, yâ Ebâ Bekr! Bugün sevinmek günüdür. Bu sevinmek îcâb eden hâle niçin ağlarsın ki, islâm dîni kemâl buldu. Allahü teâlâ mü’min- ler üzerine ni’metini temâmladı; sevinmek yeridir, ağlamak yeri değildir. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ârif ve gâyet akllı bir sultân idi. Fahr-i âlem hazretlerine çok fazla muhabbeti olduğundan, dâimâ ahvâl-i şerîflerine dikkatli idi. Ne zemân ki, bu âyet-i ke- rîme okundu. Bildi ki, her kemâlin zevâli var olduğu, dünyâda muhakkakdır. Onun için ağladı. Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki, ar-

kadaşlar! Her kemâlin zevâli vardır. Her temâmın noksanı var- dır. Zîrâ, bir iş temâm olduğu zemân noksanı vardır. Temâm ol- du denildiğinde zevâli vardır buyuruldu ki, bu âyet-i kerîmede size dînin kemâli göründü. Ve lâkin bana Muhammed Mustafâ- nın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zevâli [sonu] göründü. Bir yapıcı, bir pâdişâh için, serây yapıp, dört duvârını temâm eylese ve üstünü örtse, kapılarını assa, o yapıcıya destûr verirler. Ya’nî artık işin bitdi, derler. Hazret-i Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yapıcı idi. Din serâyını yapmağa gelmiş idi. O serây din serâyıdır ki, beşdir. Birinci dıvârı nemâzdır. İkinci dıvârı zekâtdır. Üçüncü dıvârı orucdur. Dördüncü dıvârı hacdır. Kapısı gusldür. Aslı îmândır. Tavanı ihlâsdır. Aşağı eşiği tevâzu’dur. Üst eşiği yavaşlıkdır. Sağ kanadı tevekküldür. Sol kanadı temellukdur. Kilidi küfrdür. Anahtârı şehâdetdir. Dere- cesi rif’atdır. İçi se’âdetdir. Dışarısı şekâvetdir. Her kim ki şehâ- det miftâhı [anahtârı] ile islâm serâyı kapısından küfr kilidini kı- rarak, içeri girdi ise, se’âdet onundur. Her kim, Allahü teâlâ ko- rusun, küfr kilidini bu serây kapısına vurup, dışarıda kaldı ise, şekâvet onundur. Hazret-i Resûl-i ekrem ne zemân ki bu islâm serâyını yapıp, kemâline yetişdirdi. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu âyet-i kerîmenin ağırlığından, Server-i âlemin devesi çöküp, dizine kadar kuma batdı. O Server-i kâinât hazretleri vedâ hac- cı yapıp, Medîne-i Münevvereye se’âdetle geldikden sonra, sek- senüçgün dünyâda kaldı. Rivâyet ederler ki, evvel nâzil olan âyet-i kerîme İkra’ sûresidir. Ve son olarak yukarıda bildirilen âyet-i kerîme nâzil oldu.

Kırkıncı Menâkıb: (Tefsîr-i Beydâvî)de, Beydâvî hazretleri “rahimehullah” buyurmuşdur ki, bu âyet-i kerîme ki, meâlen (Biz insana, babasına ve anasına ihsân etmeği emr etdik ki, onun annesi, onu karnında zorluklara katlanarak taşımış, güç- lükle doğurmuşdur. Taşınması ve sütden kesilmesi otuz ay sü- rer. Sonunda erginlik çağına erince ve kırk yaşına varınca; Rab- bim! Bana ve anne ve babama verdiğin ni’mete şükr etmemi ve benim hoşnud olacağım fâideli bir amel yapmamı nasîb eyle. Bana verdiğin gibi soyuma da salâh ver. Sana döndüm, ben kendimi Senin yoluna adayanlardanım; demesi îcâb eder. İşte, işlediklerini en güzel şeklde kabûl etdiğimiz ve kötülüklerini magfiret etdiğimiz bu kimseler, Cennetlik olanlar ile berâber-

dir. Bu, verilen doğru bir sözdür) buyuruldu. Rivâyet olunmuş- dur ki, bu âyet-i kerîme Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hak- kında nâzil olmuşdur. Zîrâ Ebû Bekrden “radıyallahü teâlâ anh” başka, muhâcirden ve ensârdan kendisi ve babası ve ana- sı ve zevcesi ve evlâdı islâm nûru ile nûrlanan yokdur.

Kırkbirinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de, Ebû Bekrin “radı- yallahü teâlâ anh” menâkıbı bâbında, sahîh hadîs-i şerîflerde, hazret-i Âişeden “radıyallahü teâlâ anhâ” rivâyet olunmuşdur. Hazret-i Fahr-i kâinât “sallallahü aleyhi ve sellem”, son hastalı- ğında bana hitâben buyurdular ki, yâ Âişe, benim yanıma, baban Ebû Bekri ve kardeşin Abdürrahmânı da’vet eyle. Tâ ki, ben bir vasıyyet yazdırayım. Zîrâ, benden sonra, bir kimse çıkıp, söyle- meye ki, ben halîfe olayım. Hâlbuki, Hak Sübhânehü ve teâlâ ve mü’minler, Ebû Bekrden gayrisinin hilâfetini istemezler.

Kırkikinci Menâkıb: Ebûl’muîn el-Nesefî “rahimehullahü teâlâ”, (Temhîd-i akâid) adlı risâlesinde imâmet bahsinde beyân etmişdir ki, imâmet, nass ile sâbit olunmamışdır. [Ya’nî âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ile bildirilmemişdir.] Hazret-i Alîye “ker- remallahü vecheh” ve evlâdı kirâmlarına, râfizîlerin söyledikle- rinin aksine, nas olmadığına delîl şudur ki, eğer açıkca delîl olsa, sahâbe-i güzîn hazretleri, ona ittifâk ederlerdi. Onların ittifâkla- rı tâbi’îne, tâbi’înden de, tebe-i tâbi’îne, onlardan da sâlihine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, dahâ sonrakilere hattâ bi- ze ulaşırdı. Alîyül mürtedâ hazretlerine ve evlâd-ı kirâmına imâ- metin geçişi ile alâkalı bir haber yokdur ki, Onlar o haberin nak- lini gizli tutmuş olsunlar ve eksik bildirmiş olsunlar. Görülmez- mi ki, Eshâb-ı kirâm bize, naslardan ahkâm istinbâtı ve ahkâm-ı islâmiyyeden bir cüz’ü naklde eksik bildirmeyip, aynen nakl et- mişlerdir. Bu imâmlığı gizledikleri düşünülemez. Bunun üzerine o eserde bildirilir ki, hazret-i Server-i Enbiyâ “sallallahü aleyhi ve sellem” fânî dünyâdan ayrıldıkları zemân, sahâbe-i kirâm hazretleri Benî Sâidenin sofasında toplanıp, buyurdular ki, (biz işitdik ki, Fahr-i kâinât “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Bir kimse ölse, hâlbuki zemânının imâmını bilme- se, onun ölümü câhiliyye devrindeki ölüm gibidir.) O hâlde, bi- zim üzerimizden bir gün imâmsız geçmesi câiz olmaz. İmâmdan murâd halîfedir. Onun için, kendi zemânında mevcûd olan imâ- mı bilmemek büyük günâhdır. Zîrâ, dînin ahkâmından ba’zı şey-

lerin câiz olması imâm ile [halîfe ile] olur. Cum’a ve bayram ne- mâzları ve yetîmlerin nikâhı gibi. İmâmın lâzım olduğunu ve mevcûd olan Halîfeyi inkâr eden bir farzı inkâr etmiş gibidir. Farzı inkâr etmek küfrdür.) Ensârdan bir kimse kalkıp, muhâci- rine dedi ki, bizden bir emîr olsun ve sizden bir emîr olsun. Haz- ret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” ayak üzerine kalkıp, dedi ki, Muhakkak ben öyle zân ederim ki, hazret-i Alî “radıyallahü anh” buna lâyıkdır. Ben isterim ki ona bî’at edeyim. Hazret-i Alî ayağa kalkıp, buyurdu ki, kalk yâ Ebâ Bekr! Allahü teâlânın ve Resûlünün halîfesisin. Seni hazret-i Resûl-i ekrem takdîm etmiş- dir. Kim seni geride bırakabilir. Ben Resûlullah hazretlerinin huzûrunda idim. Bana emr edip, buyurdular ki, var Ebû Bekre söyle, nâsa imâm olup, nemâz kıldırsın! Resûl-i ekrem hazretle- rinin râzı olduğu bir kimseden, biz elbette râzı olduk. Resûlulla- hın “sallallahü aleyhi ve sellem” dînimizdeki bir işde râzı olduğu kimseden dünyâlık bir iş için râzı olmaz mıyız, dedi. Resûlulla- hın halîfesi diye tesmiye etdiklerine sebeb odur ki, hazret-i Re- sûl-i mükerrem, Ebû Bekr hazretlerini kendi makâm-ı şerîfleri- ne ki, imâmet makâmı idi, halîfe nasb etdiler. Ömrlerinin sonun- da nâsa [müslimânlara] imâmet edip [imâmlık yapıp], nemâz kıl- dırdı. Bir rivâyetde yedi gün ve bir rivâyetde üç gün imâmlık yapdı. Sahâbe-i kirâm hazretlerinin cümlesi Alîye “radıyallahü anh” muvafakat edip, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîka bî’at etdiler. Bî’at oldukdan sonra, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin defnine meşgûl oldular. Sonra va’z edip, buyurdu ki, ben sizin üzerinize vâlî kılındım. Hâlbuki, hayrlınız değil idim. Beni kabûl edin. Hemen yine hazret-i Alî kalkıp, bu- yurdular ki, biz seni ne kabûl ediciyiz ve ne kabûllük taleb edici- yiz. Hazret-i Resûl-i Muhterem seni takdîm etmişdir. Kim ola ki, te’hîr etsin [Ya’nî Resûlullahın geçirdiği makâmdan kim seni ge- ride bırakabilir.].

Bir gün gördüler ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk çarşıda bir ka- dına gömleğini satıp, ücreti ile yiyecek alır. Dediler ki, sana bey- tülmâldan nafaka ta’yîn edelim. Sen müslimânların işlerini gör. Hergünde veyâ ikigünde iki dirhem ta’yîn etdiler. Yine kendi bu- yurdular ki, ben za’îf bir kulum. Yevmiye iki dirhemlik amele kudretim yokdur. Öyle olunca, iki dirhem bana harâm olur. On- dan sonra bir dirhem ve iki dank, ta’yîn etdiler. Hazret-i Ebû

– 45 –

Bekr “radıyallahü anh” o bir dirhem ile iki dankı alıp, bir testiye koyardı. Yine gizliden mal satar kendisine harcardı. Vefâtları yaklaşdığı zemân, o testiyi istedi ve onda olan akçeyi dökdü. Ke- rîmeleri Âişe-i Sıddîka hazretlerine buyurdular ki, bu akçeyi Ömer bin Hattâb hazretlerine götür. De ki, bu mal müslimânla- rındır. Bunu müslimânlardan ihtiyâcı olanlarına versin. Âişe-i Sıddîka da o meblâğı hazret-i Ömer hilâfet makâmına geçdikde, huzûruna götürüp ve babasının vasiyyetlerini beyân etdiklerin- de, hazret-i Ömer, ağlayıp, (Ey Sıddîk! Bizi büyük zahmete bı- rakdın. Ne garîb Ebû Bekr ki, öldükden sonra yine adâlet etdin. Kim senin yolundan yürüyebilir,) deyip, mubârek gözlerinden yaş revân oldu. Rivâyet olunmuşdur ki, Resûl-i ekrem hazretle- rinin intikâlinden sonra [âhıreti şereflendirdikden sonra], Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, hilâfet müddetlerinde, günden güne za’îflediler. Za’îflikleri gün geçdikce artdı. Bir gün Âişe-i Sıddîka ona sordular ki, ey benim babam, sana ne oldu ki gün be gün za’îflersin. Cevâbında buyurdular ki, ey kızım, bilmiş ol ki, Muhammed Mustafâ hazretlerinin ayrılığı beni za’îf eyledi. Ey azîzler, bunu fikr edip, kıyâs edin ki, ne şeklde muhabbeti ol- mak gerek ki, bu şeklde za’îf olmağa sebeb olsun. Kalbinde böy- le bir Hakkın serverine, (Allahü teâlâ muhâfaza etsin) sûi’zannı olan kimseye yazıklar olsun! Allahü teâlâ hazretlerinden nasıl rahmet umarlar. Habîbullah hazretlerinden ne yüz ile şefâ’at ümîd ederler.

Kırküçüncü Menâkıb: Hazret-i Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” der ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk dünyâdan âhıre- te göç etdiler. Eshâb-ı kirâm hazretlerinin hepsi bu serveri ne- reye defn edelim, diye tereddüd etdiler. Hazret-i Âişe buyurdu ki, bu tereddüdün aşırı ızdırâbından uyumuşum. Kulağıma bir ses geldi. (Dostu dosta kavuşdurun!) diyordu. Uykudan uyanıp, bu hâdiseyi Eshâb-ı kirâma anlatdım. Onlar da biz de bu sesi işitdik; dediler. Mescid içinde nemâz kılanlar bile işitdik dedi- ler. Bundan sonra, müşâvereye ihtiyâc kalmayıp, şübheleri git- di. Sonra götürüp, Habîb-i Ekrem hazretlerinin yanına defn et- diler. (Şevâhid-ün-nübüvve)den terceme olunmuşdur.

Kırkdördüncü Menâkıb: Sahîh hadîs-i şerîf isnâdıyle, Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh” hazretlerinden rivâyet eyledi- ler. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” vefâtına yakın

– 46 –

vasıyyet etdi. (Ben vefât etdikden sonra, beni şu Beyt-i şerîfin kapısına götürün. Resûl-i ekrem hazretlerinin kabr-i şerîfleri oradadır. O kapıyı çalınız. Eğer o kapı size açılırsa, beni oraya defn ediniz.) Câbir “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, biz onu alıp, gitdik. O kapıyı çaldık, dedik ki, işte Ebû Bekr. İster ki, sizin ya- nınıza defn olunsun. O kapı açıldı. Biz o kapıyı kimin açdığını duymadık. İçeri giriniz, onu defn ediniz, sesini duyduk. Hâlbu- ki ne bir şahs, ne bir şey gördük.

Kırkbeşinci Menâkıb: Fahr-il kevneyn “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretleri, âhırete sefer etdikden sonra, münâfık- lar baş kaldırıp, arabların ekserîsi mürted oldular. İki vilâyetin ehâlisi islâmiyyetden ayrılmadılar. Mekke ve Medîne ehl-i islâ- mı sakladılar. Mürtedler ittifâk edip, zekât toplıyanları öldürdü- ler. İtâ’atden çıkdılar. Kadınlarının ellerine kına yakdılar. Re- sûl-i ekrem hazretleri âhırete sefer etdiği için, defler çaldılar. Nağme ile şi’rler okudular. Bu haber Eshâb-ı Güzîne geldi. Çok üzüldüler ve mahzûn oldular. Mescîde toplanıp, meşveret etdi- ler. Ondan sonra kalkıp, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın evinin ka- pısına geldiler. Dediler ki, yâ Ebâ Bekr! Hazret-i Resûl, sizi ye- rine halîfe ta’yîn etdi ki, cümle müslimânların hâline mukayyed olasınız [hâllerini gözetesiniz]. Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” âhırete sefer edeliden beri, dışarı çıkmadınız ve kimseye karışmadınız. Gece gündüz ağladınız. Lütf edip, şimdi- den sonra dışarı çıkıp, müslimânların işlerini görüp, mürtedlerin üzerine varmak için lâzım olan tedârîki bir gün evvel görmek lâ- zımdır. Hazret-i Ebû Bekr, Habîbullah hazretlerinin ayrılığın- dan o dereceye varmış idi ki, yürüyen meyyit olmuş idi. Lâkin ne çâre ki, din gayreti Onu yerinde koymadı. Bir münâdi ile seslen- dirdi ki, nemâza hâzır olun! Muhâcirin ve Ensârın temâmı bir araya geldiler. Emîr-ül-mü’minîn hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, minber üzerine çıkıp, hutbe okudu. Buyurdu ki, Ey mü’minler! Biliniz ki, her kim Muhammed aleyhisselâma taparsa, Muham- med aleyhisselâm âhıret âlemine göç etdi. Her kim Muhammed aleyhisselâmın Allahına taparsa, o Allah diridir, şerîki yokdur. Yine dedi ki, Ey müslimânlar! Biliniz ki, münâfıklar, açıkdan fit- ne çıkardılar. Allahü teâlâ ve Resûlünün zekât toplayıcılarını öl- dürdüler. Eğer biz bu işi basit tutarsak, onlar kuvvet bulur. İslâ- miyyet za’îf olur. Yemîn etdim ki, vallâhi, bugünden sonra onlar ile harb ederim. Onlar ile benim aramda kılınç vardır. Sonra

– 47 –

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, ayak üzerine kalkıp, dedi ki, Ey Allahü teâlânın Resûlünün halîfesi. Cümlemiz emri- ne mutîyiz. Lâkin Üsâmeye de haber gönderin. Cümle asker ile gelsin. Bu az iş değildir. Hazret-i Ebû Bekr buyurdu ki, Üsâme- ye ihtiyâcımız yokdur. Burada hâzır olan asker kâfî gelir. Alla- hü teâlâ hazretlerinin fadlı ile ve Habîbullah hazretlerinin mu’cizeleri ile mürtedlerin hakkından gelirler. Büyükler demiş- lerdir ki, sultân gönüllü olsa, hiç düşmân onun üzerine zafer bu- lamaz. Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, nice büyük sahâbîler ile minber dibinde oturmuşduk. Ceng niyyetine durduk. Herbirimiz Ebû Bekrin “radıyallahü anh” emri ile, yü- reklenip ve kuvvetlenip, arslan gibi şâhlandık. O sâat, gazâ da- vulları çalındı. Onbin asker silâhlanıp, hâzır oldular. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” Hâlid ibni Velîdi, hâzır edip, onbin askere kumandan ta’yîn edip, cümlesini Allahü teâlâ hazretleri- ne ısmarladı. Mürtedler üzerine gönderdi. Hâlid bin Velîd aske- ri ile varıp, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile, Resûl-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zekât toplı- yan me’mûrlarını şehîd eden tâifeyi, katl eyledi. Ondan sonra Hâlid bin Velîd “radıyallahü teâlâ anh”, hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin vefâtında elleri- ne kına yakan, defler çalan kadınları getirtdi. Ellerini kestirdi. Başlarını ateşe bırakdılar. Bunları siyâset için yapdılar. Ondan sonra bütün mürtedler gelip, pişmân olup, emân dilediler. Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna nâme yazdılar. Yanıl- dık, hatâ işledik. Nemâz kılalım, zekât verelim. Her ne buyurur isen yerine getirelim. Hemen Hâlid bin Velîdi üstümüzden kal- dır. Zîrâ, damarımızı kurutdu, kökümüzü kesdi, dediler. Ebû Bekr hazretleri “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, ben Pey- gamberimizin huzûrunda işitdim ki, (Hâlid, Allahü teâlâ hazret- lerinin kılıcıdır. Aslâ boş yere kan dökmez.) Mâdem ki emân di- lediler ve itâ’at gösterdiler, geri döndüler, îmâna geldiler, Hâlid bin Velîd onlara zarar vermez. Sonra onu geri çağırdı. Çok ik- râmlarda ve ihsânlarda bulundu. Bu haber, tevârihden (târîh ki- tâblarından) alınmışdır.

Kırkaltıncı Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahı teâlâ anh” buyurdu ki, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” bir ge- celik ameline veyâhud bir sâatlik ameline, bütün ömrümce işle- diğim amelleri mümkün olsa değişirim. Sordular ki, yâ Emîr-el

– 48 –

mü’minîn! Ebû Bekrin o günde bir gecelik ameli ne idi. Buyur- dular ki, o gece ki, Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerine hicret etmek emr oldu. Birçok Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” arasında Ebû Bekr, Fahr-i âlem hazretlerine yol arkadaşı ta’yîn olundu. Hak sübhânehü ve teâlâ huzûrunda ve Habîbullah katında mukarreb olup, merte- besi yüksek olmasa, bu se’âdete ve bu izzete vâsıl olmaz idi. Re- sûl-i ekrem hazretleri ile Mekke-i Mükerremeden, Medîne-i münevvereye teşrîf buyurdular. Bundan büyük devlet-i ebedî ve se’âdet-i sermedî bir kimseye müyesser olmamışdır. Bundan sonra da müyesser olmaz. Yine o günde bir sâatlik amel odur ki, Fahr-i âlem hazretleri âhırete sefer etdikde, arabların çoğu, mürted oldular. Ben vardım. Hazret-i Ebû Bekre dedim: Yâ Re- sûlallahın halîfesi. Mel’ûnlara bir kaçgün müddet verseniz câiz değil midir. Buyurdular ki, yâ Ömer! Muhakkak ki bu islâm dî- ni kemâl mertebe temâmlanıp, kuvvetlenmişdir. Şimdi geri dö- nüş yokdur. Nitekim Allahü teâlâ azze şânehü kelâm-ı kadîmin- de, Mâide sûresi, 3.cü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bugün dîni- nizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan ni’metimi temâmla- dım ve size din olarak islâmiyyeti vermekle râzı oldum) buyur- muşdur. Şimdi, o Allahü teâlâ hakkı için ki, ondan gayri ilâh yokdur. Bir an emân vermeyip, ben onlara kılıç çekip, mürted- ler ile kılıçdan gayri nesne ile söyleşmem, dedi. Ebû Bekr “radı- yallahü anh”, halîm, selîm tabî’atli, şefkat ve merhamet üzere iken, bunların hakkında böyle buyurdukları, îmânının kuvvetin- dendir ve yakîninin ziyâdeliğindendir. Bundan sonra dîn-i islâ- ma zevâl gelmiyeceğini, kuvvetinin azalmıyacağını bildiği için, böyle kat’î cevâb verdi. Kalb-i şerîfleri, Resûlullah hazretlerinin kalb-i şerîflerine uygun olup, îmânının kuvveti ve sıdkı, bu mer- tebe kemâl bulmuş idi ki, bir kimse bunun derecesine yetişme- mişdir. Şimdi, hazret-i Ömer gibi bir sultân-ı zîşân, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hakkında böyle şehâdet edince, kı- yâs eyle ki, hazret-i Ebû Bekrin derecesi, ne yüksek ve âlî, se’âdetli derecedir. Bunlara muhabbet edip, hâlis sevenler dün- yâda ve âhıretde inşâallah mahrûm kalmazlar.

Kırkyedinci Menâkıb: Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyalla- hü teâlâ anh” son hastalığında buyurdu ki; hilâfeti kime bıraka- cağım konusunda, tekrâr istihâre eyledim. Allahü teâlâdan dile-

– 49 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:4

dim ki, bana rızâsına uygun olanı versin. Bilirsiniz yalan söyle- mem. Hiçbir akllı kimse Allahü teâlâya kavuşma vaktinde [ya’nî ölüm ânında] kendine iftirâ yapılmasını arzû etmez ve müslimân- ları aldatmağı uygun bulmaz. Dediler ki, ey Resûlullahın halîfe- si. Hiç kimsenin doğruluğunuza şübhesi yokdur. Ne söyliyecek isen, söyle. Buyurdu ki, gecenin sonunda, uykum bana gâlib gel- di, uyudum. Resûl-i ekrem hazretlerini gördüm. İki beyâz kaftan giymiş. O kaftanların etrâfını [eteklerini] ben tutuyordum. Ne zemân ki o iki kaftan yeşil olmağa ve parlamağa başladı. Şöyle ki, bakanların gözlerini alırdı. Resûlullah hazretlerinin iki tara- fında, iki uzun boylu kimse vardı. Gâyet güzel yüzlü idiler. Elbi- seleri nûr gibi ve bakanlara sürûr verirdi. Hazret-i Resûl-i ekrem bana selâm verip, benimle müsâfehâ ederek, şereflendirdi. Mu- bârek elini benim göğsüme koydu. Bende olan ızdırâb geçdi. De- di ki, ey Ebû Bekr! Sana kavuşma arzûmuz artmışdır. Vakti gel- di ki, bizden yana gelesin. Ben uyku içinde o kadar ağlamışım ki, ehlim haberdâr olmuşlar. Bana sonra haber verdiler. Ben de de- dim, (Ben de sizi özledim, yâ Resûlallah!). Buyurdular ki, yerine, bu ümmet için ümmetin âdil ve sâdıkı, yerde ve gökde herkesin rızâsını kazanmış, zemânının temizi olan Ömer bin Hattâbı geçir. Bu iki kişi senin vezîrlerindir, dünyâda yardımcılarındır, vefâtın zemânında yardımcılarındır. Cennetde komşularındır. Ondan sonra bana haber verdiler ve dediler ki, fikr ve vehmden kurtul- dun ve sen Sıddîksın. Gökde melekler içinde Sıddîksın. Yerde halk içinde Sıddîksın. Dedim ki, yâ Resûlallah! Anam-babam sa- na fedâ olsun. Bu iki kişi kimlerdir ki, bunların benzerini görme- dim. Buyurdu ki, bu iki kişi Cebrâîl ve Mikâîldir. Sonra gitdiler. Ben uyandım. Yüzüm göz yaşından ıslanmış. Âile efrâdım başı- mın ucunda ağlaşırlardı.

Kırksekizinci Menâkıb: Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâ- lâ anh” son hastalığında, kendisinin evlâdını, hazret-i Âişe-i Sıddîkaya ısmarladı. İki oğlan iki kız vasıyyet eyledi. Hazret-i Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” der ki, hâlbuki, bir kız kardeşim var idi. Diğer kız kardeşim hangisidir, dedim. Hanımım hâmile- dir. Öyle zân ederim ki, doğurduğu kız olsa gerekdir. Sonra, do- ğum oldu. Kız evlâdı oldu.

Kırkdokuzuncu Menâkıb: Zemânının kutbu ve bir dânesi, seyyid Mahmûd nakşibendi el-umverî elmulakkab bi el’azîz

– 50 –

“kuddise sirruh” ilmi tecridde, kendi te’lîf etdiği (Güzîde) adlı nefîs risâlesinin yirmidokuzuncu bâbında, beyân buyurmuşdur. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri halîfe ol- dular. Yemâme vilâyetinde Müseyleme adında bir kezzab [ya- lancı] peygamberlik da’vâsında bulundu. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sahâbe-i kirâmı Yemâme vilâyetine ga- zâya gönderdi. Büyük savaş olup, Müseyleme-i kezzâbı öldür- düler. Târîhde şöyle beyân olunmuşdur: Müseyleme cenginde; Eshâb-ı kirâmın mubârek hâtırlarına korku geldi. Kur’ân-ı ke- rîm hâfızları katl olunduğu için, Kur’ân-ı kerîm yeryüzünden kalkacak diye korkdular. Allahü teâlâ hazretleri, hazret-i Öme- rin mubârek kalbine ilhâm eyledi ki, Kur’ân-ı azîmi bir araya toplayıp, bir mıshaf yazılsın. Hemen kalkıp, Ebû Bekrin “radı- yallahü teâlâ anh” huzûruna vardı. Durumu arz etdi. Hazret-i Sıddîk buyurdular ki, Ben bu işte fikr ve teemmüle [ya’nî etrâf- lıca düşünmeğe] muhtâcım. Zîrâ Habîb-i ekrem hazretleri, cem’ etmediler. Cem’ edin diye emr de buyurmadılar. O zemân Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin de mubârek kalbine Allahü teâlâ ilhâm buyurdu ki, hayr, Kur’ân-ı azîmi toplayıp, bir mushaf yazmakdadır. Zeyd bin Sâbit hazretleri bu- yurdular ki, bir gün hazret-i Ebû Bekr beni istemiş. Ben de hu- zûruna vardım. Gördüm ki, hazret-i Ömer de, hazret-i Ebû Bekr de, durumu açıklayıp, Kur’ân-ı azîmi cem’ etmeği bana teklîf etdiler. Bu iş dağlardan ağır geldi. Bir nice gün sonra, Al- lahü teâlâ hazretleri benim kalbime de ilhâm eyledi ki, hayr, Kur’ân-ı kerîmi cem’ etmekde, bir araya toplamakdadır. Ben ise hazret-i Peygamberin zemân-ı şerîflerinde vahy kâtibi idim. Cebrâîl-i emîn hazret-i Peygambere kırâet etdiklerinde, son kı- râetlerinde bile hâzır idim. Sonra Kur’ân-ı azîmi o tertîb üzere toplamağa teveccüh edip, tahtalarda ve kâğıdlarda, taşlarda ve ağaçlarda yazılanları ve Eshâb-ı kirâmın hâtırlarında mahfûz olanları toplayıp, Resûl-i ekrem hazretlerinden son zemânında dinlediğim tertîb üzere yazdım. Sûre-i Berâenin sonuna varın- ca; 127.ci âyet-i kerîmesinden sonra, sûre sonuna kadar hâtırım- dan gitdi. [Son iki âyet.] Ba’zı kimselere sordum. Sonra Huzey- metebni Sâbit el ensârî hazretlerinin yanında buldum. Yerine yazdım. Sonra Sûre-i Ahzâba kadar yazdım. Ahzâb sûresinin 23.cü âyetini hazret-i Resûl-i Ekremden işitmiş idim. Kaybet- dim. Onu taleb eyledim. Yine Huzeyme-i Ensârî hazretlerinin

yanında buldum. Yerine yazdım. Nihâyet Mushafı temâmla- dım. Halîfeye götürdüm. Ona (ilk Mushaf) diye ad koydular. Hazret-i Alî, hazret-i Ebû Bekr hakkında buyurdular ki, Haz- ret-i Ebû Bekr, insanlar arasında en büyük sevâba kavuşmuş- dur. Kur’ân-ı kerîmi, levhalardan toplu hâle ilk getiren odur. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın hilâfeti zemânında bu Mushaf, onun yanında kaldı. Hazret-i Sıddîk-ı ekber, âhırete göçdükden sonra, hazret-i Ömerin yanında durdu. Hazret-i Ömer âhırete göçdükden sonra, Resûlullah hazretlerinin muhterem zevcele- ri, hazret-i Ömerin kızı Hafsanın “radıyallahü teâlâ anhâ” ya- nında durdu. Hazret-i Ebû Bekrin hilâfet müddeti iki sene ol- du. Eksik ve fazla rivâyet de vardır. Ömrleri altmışüç senedir. Hicretin onüçünde, mubârek cemâzil evvelin yirmiikisinde ak- şam ile yatsı arasında vefât etdiler.

Ellinci Menâkıb: İmâm-ı Begavî, (Meâlimüttenzîl) adlı tefsî- rinde, Lokmân sûresinde, meâl-i şerîfi (Tevhîd ve tâ’atim yolu- na gidenlere tâbi’ ol ki, onlar Peygamber aleyhisselâm ve Eshâ- bıdır) olan, onbeşinci âyet-i kerîmenin tefsîrinde, Atâdan nakl buyurmuşlardır ve o ibni Abbâs hazretlerinden nakl etmişdir. Buyurdular ki, âyet-i kerîmedeki kimseden murâd Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü anh”. Bunun açıklaması odur ki, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” islâma geldiği vakt, hazret-i Os- mân, Talha ve Zübeyr ve Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” yanına geldiler. Dediler ki, Sen bu şeklde tasdîk edip, îmân getirdin mi. Evet. O doğru sözlüdür. Siz de îmân getirin, dedi. Sonra hepsini alıp, hazret-i Habîb-i ekremin huzûr-u şerîflerine götürdü. Müslimân oldular. Bunların müslimân olmaları hazret-i Ebû Bekrin irşâdı ile oldu. Allahü teâlâ onun medhinde buyurdu: (Bana dönen kimsenin yoluna tâbi’ ol.) Ya’nî Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” yoluna tâbi’ ol, demekdir.

Ellibirinci Menâkıb: (Ravda-tüş-şekâyık) kitâbında, Ömer bin Hattâbdan “radıyallahü anh” rivâyet olunmuşdur. Buyurdu- lar ki, hazret-i Resûl-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” âhıreti şereflendirdikleri zemân, hazret-i Ebû Bekr “radı- yallahü anh”, bir acâib rü’yâ gördü. Uykusunda öyle şiddet ile ağladı ki, kapısı önünden geçerken ağlamasını işitdim. Merâk edip, kapısını çaldım. Hazret-i Sıddîk uyandı. Kapıyı çalmam se-

bebi ile kalkıp, benim için kapıyı açdı. Gözlerinin yaşı, şakakla- rının üzerinden akardı. Sordum. Yâ Ebâ Bekr, niçin bu kadar ağladınız. Benim için Eshâb-ı Güzîni topla. Gördüğüm rü’yâyı onlara haber vereyim, dedi. Ben de Sahâbe-i kirâmı topladım. Cümlesi huzûrlarında hâzır oldular. Hazret-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, Gördüm ki, kıyâmet kopmuş. İnsanlar hesâb yerine sevk olunur. Bir bölük mevki’ sâhibleri gördüm. Minber üzerinde, yüzleri parlak, yaldız gibi parlar. Bir meleğe sordum. Bunlar kimlerdir. Dedi ki, bunlar Peygamberlerdir. Muhammed aleyhissalâtü vesselâm hazretlerine muntazırlardır [onu beklerler]. Zîrâ şefâ’at dizgini Muhammedin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yedindedir. Hazret-i Muhammed aley- hisselâm nerededir, diye sordum. Dedi ki, Arşın kenârındadır. Dedim ki, beni hazret-i Muhammed aleyhisselâmın huzûr-ı şe- rîflerine götür. Ben Onun hizmetcisi ve arkadaşıyım. Ben Ebû Bekr-i Sıddîkım. Melek beni Resûlullahın huzûruna götürdü. Gördüm ki, mubârek başı açık. İmâmesini [sarığını] arşın önüne koymuş. Rıdâsı ile belini bağlamış. Sağ eli arşın kenârında. Sol eli Cehennemin kapısının halkasında. İstigâse edip, derdi ki, yâ Rabbî! Ümmetime merhamet buyur. Ümmetim içinde ülemâ var, Evliyâ var. Sülehâ var. Mücâhidler var. Hâcılar var. Allahü teâlâdan nidâ geldi ki, yâ Muhammed! İtâ’at edenleri söylersin. Âsileri zikr etmezsin. Fâsıkları, şerâb içenleri ve zâlimleri, fâiz yiyenleri, zîna yapanları, kan dökücüleri zikr etmezsin. Muham- med aleyhisselâm, yâ Rabbî! Onlar Senin buyurduğun gibidir. Lâkin onlarda müşrik ve sana oğul isnad edici ve saneme ibâdet edici [puta tapan] ve tevhîdden dönücü yokdur. Ümmetim üze- rine şefâ’atimi kabûl et. Gözlerimden akan yaşlara acı, deyip, yalvarmağa başladı. Ben Habîbullah hazretlerine aşırı muhabbe- timden ve acıdığımdan, dedim ki, yâ Resûlallah! Niçin bu kadar ağlıyor ve yalvarıyorsunuz, kendinizi çok yoruyorsunuz. Mubâ- rek başını kaldırdı. Sol eli, Cehennemin kapısının halkasında idi. Cehennem kapısını bağlayıp, buyurdu ki, yâ Ebâ Bekr! Rabbim- den ümmetimi sordum. Yalvarmam aşırı olduğu için, Rabbim teâlâ şânına uygun olarak, ümmetimi bana bağışladı. Benim üm- metim üzerine üzüntümü kaldırdı. Ben irâde etdim ki, yâ Resû- lallah! Hak sübhânehü ve teâlâ sana ba’zısını mı, bağışladı, yok- sa hepsini mi diye söyliyecekdim. Sormadan önce sen kapıyı çal-

dın yâ Ömer. Uyandım. Hazret-i Ebû Bekr bu sözü söylediği ân- da, evin içinden, bir ses işitdik: (Hepsini, hepsini bağışladı yâ Ebâ Bekr. Yalnız bir mü’mini kasd ile öldürenleri bağışlamadı. Onlar Cehennemde sonsuz kalacaklardır,) buyurdu. Hepimiz kalkıp, Allahü teâlâ hazretlerine hamd etdik ki, böyle bir Peygamberin ümmetinden eyledi. Raûfdur, rahîmdir, şefâ’ati bizim hakkımız- da kabûl olundu. Böylece maksadına vâsıl oldu, kavuşdu.

Elliikinci Menâkıb: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetleri zemânında, Medîne-i Münevverede gezerken, bir evin kapısı önüne geldi. O evin içerisinden ağlama sesi işit- di. Bir kadın şi’r okuyup, gözünden yaş akıtır. O şi’rin ma’nâsı budur:

Ey ay yüzlüm, Sen aydan dahâ fazla güzelsin. Parlak ay yüzün ile, güneşi alt edersin.

Dâyem (Dadım) henüz ağzıma südü koymadan önce. Senin yâkut dudaklarını, hâtırlayıp, kan içdim.

Bu şi’rin okunuşu, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın mubârek ku- laklarına te’sîr etdi. Kapıyı çaldı. Ev sâhibi dışarı çıkdı. Ondan süâl buyurdular ki, hür müsün, rakîkmisin [köle misin]. Bu beyti kimin için okursun. Kimin için ağlıyorsun. Kadın dedi ki, yâ Re- sûlullahın halîfesi. O ravda-i münevvere hakkı için, bunu benden sorma. Buyurdular ki, gönlün sırrını duymayınca bu makâmdan adımımı atmam. Câriye, içden bir âh çekerek, Benî Hâşim genç- lerinden birisini söyledi. Sıddîk hazretleri mescide vardı. O câri- yenin sâhibini bulup, parasını ödeyip aldı ve âzâd etdi. Sevdiği gence nikâh etdi veyâ bağışladı. Hazret-i Molla Câmî (Bahâris- tân) kitâbında, bu hikâyeyi rivâyet buyurmuşlar ve bu şi’ri söyle- mişlerdir: (Ey gönül! Cihânın bütün maksadlarını bir tarafa bı- rakmış olan kimseden başkası, seni sevdiğin ile birleşdiremez. İş, maksad [arzû] derdi ile hâsıl olur. Eğer derdin yoksa, inle ki, bir gönül ehli sana acısın da murâdına kavuşdursun!)

Elliüçüncü Menâkıb: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” için bildirilen âyet-i kerîmeler hakkındadır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra, hak üzere halîfe Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazret- leri olduğu icmâ’ ile sâbit olmuşdur.

1– Yukarıda zikr olunduğu minvâl üzere, Hak sübhânehü ve

teâlâ hazretleri Kur’ân-ı azîmde haber vermişdir ve buyurmuş- dur: (Sizden îmân edip de, sâlih amel işleyenlere, Allahü teâlâ şöyle va’d buyurdu: Yemîn olsun ki, kendilerinden evvel gelen İsrâil oğullarını nasıl kâfirlerin yerine getirdi ise, onları da kâ- firlerin arâzîsine getirecek (hâkim kılacak), onlara kendileri için seçdiği islâmı kuvvetlendirip, icrâ imkânı verecek, onları korkularının arkasından muhakkak emniyyete kavuşduracak- dır. Allah, müslimânların düşmanlarını helâk edecekdir. Böyle- ce bana hiçbir şeyi ortak koşmıyarak, hep bana ibâdet edecek- lerdir. Kim bundan sonra nankörlük ederse, işte onlar asıl fâsık- lardır.) [Nûr sûresi ellibeşinci âyet-i kerîme meâli.]

Âlimler buyurdular ki: Allahü teâlâ, îmân getirip, iyi ameller işleyen kimselere va’d etmişdir ki, onlardan elbette yeryüzünde halîfeler yapar. Nitekim o kimseler ki, onlardan evvel de halîfe oldular. Ya’nî benî İsrâilin dinleri ki, beğenilmişdir. Onlara elbet- te bedel verir. Onlara korkudan sonra emînliği verir. Tâ ki ibâdet ederler, Allahü teâlâya hiç birşeyi şerîk eylemezler. Her kim ki bir ni’mete ondan sonra küfrân getirirse, onlar fâsıklardır.

Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ve Eshâb-ı kirâm Mekke-i mükerremede müşriklerden korkuda idiler. Medîne-i münevvereye gitdikden sonra, yine korku fazla idi. O vakt emîn oldular ki, Allahü teâlâ dînini her yere yaydı ve onları düşmân üzerine gâlib getirdi. Bu âyet-i kerîmede; Ebû Bekr “radıyallahü anh” hazretlerinin ve diğer halîfelerin hilâ- fetlerinin doğruluğuna delîl vardır. “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Ondan dolayı ki, Allahü teâlâ hazretlerinin, va’din- den dönmek ihtimâli yokdur.

2– (Dîni kuvvetli, malı çok olanlar, fakîr akrabâsına, Allah yolunda hicret edenlere mal vermemeğe yemîn etmesin. Onla- rın kusûrlarını afv edip, bağışlasınlar. Böylece, Allahü teâlânın sizi afv etmesini istemez misiniz. Allahü teâlâ gafûrürrahîmdir.) [Nûr sûresi yirmiikinci âyet-i kerîmesinin meâli.] Bu âyet-i kerî- menin nüzûl sebebi şu idi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, Mıstaha nafaka vermemeğe yemîn etdi. Çünki o, hazret-i Âişe hakkında yakışıksız sözler söylemiş idi. Bu Mıstah fakîr bir kim- se idi. Muhâcir idi. Ehl-i Bedr cümlesinden idi. Ebû Bekr-i Sıd- dîkin teyzesi oğlu idi. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Hazret-i Ha- bîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bu âyet-i kerîme-

yi okuyunca, hazret-i Sıddîk “radıyallahü anh” (Allahü teâlâ bu âyet-i kerîme ile nafaka vermediğim için beni bildiriyor. Bundan sonra kimsenin nafakasını kesmiyeceğim,) buyurdu.

3– (Ey îmân edenler! Sizden kim dîninden dönerse, Allahü teâlâ, başka bir kavm getirir. Allahü teâlâ onları sever. Onlar da Allahü teâlâyı severler. Mü’minlere tevâzû’ ederler. Kâfirlere karşı şiddetlidirler. Allah yolunda cihâd ederler. Ayblanmak- dan çekinmezler. Bu Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Dilediği kul- larına verir. Allahü teâlânın fadlı çok genişdir, bu fadla lâyık olanları bilir.) [Mâide sûresi ellidördüncü âyet-i kerîmesinin meâli.] Bu âyet-i kerîme de Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” şânı hakkındadır.

4– (Emr ve yasaklarda Allahü teâlâya ve Resûline itâ’at edenler, Allahü teâlânın kendilerine ni’met verdiği Peygamber- ler, Sıddîkler, şehîdler ve sâlihlerle berâberdir. Onlar ne güzel arkadaşdır. Bu üstünlük Allahü teâlâ tarafından verilir. Allahü teâlâ üstün kullarına mükafât verilmesini bilir.) [Nisâ sûresi 69 ve 70.ci âyet-i kerîmelerin meâli.] Bu âyet-i kerîmelerde delîl vardır ki, hazret-i Habîbullah ile hazret-i Ebû Bekrin arasında vâsıta yokdur. Bütün müslimânlar Ebû Bekr hazretlerine Sıddîk derler. Bir şehâdetde, yarısı ile âdil, yarısı ile zâlim olmak lâyık olmaz. Vâcib odur ki, Resûlullah hazretlerinin derecesi ile haz- ret-i Ebû Bekrin derecesi arasında başka bir derece yokdur. Râ- fizîlerin söyledikleri yanlışdır. Hem bu âyet-i kerîmelerde delîl vardır ki, Allahü teâlâ hazretlerinin ni’meti bu tâife üzerine ken- di fadlındandır. Yoksa onlar bu ni’mete, ibâdetleri ile kavuşmuş değillerdir. Kaderiyye fırkasının kavlinin aksine, Allahü teâlâ (Bu Allahü teâlânın fadlındandır) buyurduğunu görmez misiniz. Bu âyet-i kerîmelerde açıklandı ki, Râfizîlerin bâtıllığı imâmet bâbında, Kaderiyyenin bâtıllığı inâyet bâbındadır.

5– (Ey îmân edenler! Allahü teâlâya ve Resûlüne ve Sizden olan emîrlere itâ’at ediniz!) [Nisâ sûresi ellidokuzuncu âyet-i kerîmesinin meâli.] İkrime “radıyallahü anh” hazretleri der ki, Ülül-emrden murâd, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül-Fârûk haz- retleridir. Ondan dolayıdır ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” buyurdu; (Benden sonra, Ebû Bekr ve Ömere tâ- bi’ olunuz. Onlar benim yanımda, vücûdda baş gibidir.)

6– (Eğer siz harbe gitmiyerek Resûlüme yardım etmezseniz, Allahü teâlâ ona yardım eder. Allahın Resûlünü kâfirler Mekke- den çıkardıkları zemân, onun yanında Ebû Bekrden başka kim- se yokdu. İkisi mağarada berâberdiler. Resûl-i ekrem, arkadaşı Ebû Bekre, mahzûn olma, Allahü teâlânın yardımı bizim ile be- râberdir, derdi. Allahü teâlâ ona [hazret-i Ebû Bekre] kalblere rahâtlık veren sekînesini indirdi. Sizin görmediğiniz ordu ile onu kuvvetlendirdi. [Ya’nî melekler ile onu korudu.] Kâfirlerin küf- re da’vetini veyâ şirki alçak kıldı. Tevhîdi veyâ dînine da’veti yüksek oldu. Allahü teâlâ Azîz ve Hakîmdir.) [Tevbe sûresi kır- kıncı âyet-i kerîme meâli.] Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hazretlerinin o mağarada endîşesi, kendi üzerine korkusundan değildi. Lâkin ümmet üzerine şefkatinden idi. Zîrâ, hazret-i Pey- gamber-i zîşâna dedi ki, eğer beni öldürürlerse, ne olur. Bir adam öldürmüş olurlar. Ammâ, eğer mubârek cism-i latîfinize bir elem erişir ise, ümmet helâk olur. Hazret-i Resûlullah buyur- dular ki, (Niçin düşünürsün o iki kimsenin hâlini ki, onların üçüncüleri, Allahü teâlâ hazretleridir.) Üç gün mağarada durdu- lar. Hazret-i Ebû Bekrin birkaç koyunu vardı. Âmir bin Fühey- re güderdi. Hergün o koyunları, o mağara yanına götürürdü. On- lardan süt içerlerdi. Resûlullah hazretleri mağaradan çıkmak niyyet etdi. Abdürrahmân bin Ebû Bekr-i Sıddîk, iki deve getir- di. Binip gitdiler. Dört kişi oldular. Hazret-i Resûl-i ekrem, Ebû Bekr-i Sıddîk, Âmir bin Füheyre, Abdüllah bin Âmir bin Abdül- leys. Sonraki ahvâlleri dahâ önce anlatılmışdır.

7– (... Allahü teâlâdan ancak âlim kulları korkar. Şübhesiz ki, Allahü teâlâ azîzdir ve gafûrdur.) [Fâtır sûresi yirmisekizin- ci âyet-i kerîmesinin meâli.] İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahme- tullahi aleyh”, Allah lafzının (h)sini ötüre ile, ulemâ kelimesi- nin hemzesini üstün ile okudu. Allahü teâlâ hazretlerinin haş- yeti, burada ilm ma’nâsına olur. Ma’nâsı böyle olur ki, ilm ehli- nin hâtırını ancak Allahü teâlâ bilir. Bu âyet-i kerîmenin nüzû- lü o oldu ki, Ebû Bekr hazretlerinde bir korku hâsıl olmuş idi. Mubârek yüzünde belirtisi anlaşılırdı. Hazret-i Server-i kâinât, hazret-i Ebû Bekr ile bu konuda konuşurdu. Allahü teâlâ haz- retleri bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu.

8– (Muhâcirin ve ensârdan, en önce îmân edenlerden ve on- lara iyilikde tâbi’ olanlardan Allahü teâlâ râzıdır. Onlar da Al-

lahü teâlâdan râzıdır. Onlar için Allahü teâlâ Cennetler hâzır- lamışdır. Altından ırmaklar akar. Orada ebedî kalırlar. Bu çok büyük bir kurtuluşdur.) [Tevbe sûresi 100.cü âyet-i kerîmesinin meâli.] Resûlullah hazretlerine önce îmân getiren kimse hak- kında müfessîrin ihtilâf etmişdir. Bir kısmı dediler ki, en önce îmân getiren Hadîce-i kübrâdır “radıyallahü teâlâ anhâ”. Bir kısmı dediler ki, hazret-i Ebû Bekrdir “radıyallahü teâlâ anh”. Bu kavl dahâ kuvvetlidir. Zîrâ hazret-i Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Eğer Ebû Bekrin îmânı, bütün mü’minlerin îmânları toplamı ile tartılsa, Ebû Bekrin îmânı ağır gelir.) Ondan dolayıdır ki, bir kimse, iyi bir iş işlese, bir başka kimse de, o işledikden sonra o işi işlese, bu ikincinin ecri evvel- ki kişinin terâzîsine konur. İkinci kişinin ecrinden bir nesne ek- silmez. Yine Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Ebû Bekrin sizin üzerinize üstünlüğü, nemâz ve orucunun çokluğu ile değildir. Onun sizin üzerinize üstünlüğü, onun gönlünde olan şey iledir.) Devâmlı üstünlük, Allahü teâ- lâ hazretlerinin ma’rifetinden dolayıdır. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ma’rifetullah ciheti ile hepsinden üstündür. Bir baş- kası, ma’rifetullahda Ebû Bekr-i Sıddîkdan üstün olsa idi, üs- tünlük onun hakkı olurdu.

9– (Ey îmân edenler! Allahü teâlânın râzı olmadığı işlerden sakınınız ve sâdıklar ile berâber bulununuz!) [Tevbe sûresi 119.cu âyet-i kerîmesinin meâli.] Sa’îd bin Cübeyr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurur ki, bu âyet-i kerîmedeki sâdıklar- dan murâd Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhüm” haz- retleridir. Hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü anh” Ensâr üzerine fazîletini bu âyet-i kerîme ile istidlâl etdiler. Ensâr muhâcirine dediler ki, bizden bir imâm olsun, sizden bir imâm olsun. Haz- ret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” minbere çıkdı. Hak sübhâne- hü ve teâlâ hazretlerine senâ etdi. Buyurdu ki, ey Ensâr! Mü’minlersiniz. Allahü teâlâ hazretleri bize sıdk vermişdir o yerde ki, diyerek, meâl-i şerîfi (... onlar [muhâcirler], Allahü te- âlâdan fadl ve rızâ talebi ile ve Allahü teâlânın dînine ve Resû- line nusret ile mülklerinden ve memleketlerinden ihrâc olundu- lar. O muhâcirler kavl ve fi’l ile dîni islâmda sâdıkdırlar) olan, Haşr sûresi 8.ci âyet-i kerîmesini okudu. Ensârın temâmı kabûl edip, kendilerinden bir halîfe olması da’vâsından vazgeçdiler.

10– (Doğruyu (Kur’ânı) getiren (Peygamber aleyhisselâm) ve onu tasdîk eden (mü’minler) ise, işte bunlar takvâ sâhibi kim- selerdir.) [Zümer sûresi, 33. âyet-i kerîmesi meâli.] Alî bin Ebî Tâlib hazretleri buyurdu ki, Sıdk ile gelen kimse hazret-i Mu- hammed aleyhisselâtü vesselâm ve onu tasdîk eden, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ anh”.

11– (Mekke-i mükerremenin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye, fethden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden dahâ büyük derece vardır. Allahü teâlâ hepsine Cen- neti va’d etdi.) [Hadîd sûresi 10.cu âyet-i kerîmesi meâli.] Kele- bî, bu âyet-i kerîmenin Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” hakkında indiğini ve onun üstün olduğunu açıkca bildirdiğini söylemişdir. Hazret-i Sıddîkın fazîleti gayrilerden üstündür. En önce o müslimân oldu. Haberde gelmişdir ki, Ebû Emâme, Amr bin Enis hazretlerine dedi ki, niçin kuvvetli müslimân ol- duğunu iddia edersin. Amr dedi ki, bunun sebebi şudur: Ben halkı dalâletde gördüm. Bunlarda hak üzere hiç kimse görme- dim. İşitdim ki, Mekke-i mükerremede bir zât Peygamberlik da’vâsı eder. Vardım, gördüm ki, kavmi Onun üzerine gâlib, kendi mağlûb, O mert kimseye dedim ki, sen nesin. Dedi ki, Nebîyim. Dedim, Nebî nedir. Dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri- nin Resûlüdür. Seni niye göndermiş, dedim. Dedi ki, Onun bir- liğini bilmek, şerîk getirmemek, putlara tapınmamak, sıla-ı rahm etmek için gönderdi. Dedim ki, senin ile kim var. Bunun üzerine dedi ki, bir hür, bir köle. Bakdım, Ebû Bekr ile Bilâl idi. Ben de müslimân oldum. Onun için ki, üçüncü müslimân ol- dum. Abdüllah bin Mes’ûd hazretleri buyurur ki, kılıcı ile müs- limânlığı ilk açığa çıkaran, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ anh”. Haz- ret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurur, İslâmda herkesden evvel olan Resûlullahdır “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, ikinci Ebû Bekrdir “radıyallahü anh”, üçüncü Ömerdir “radı- yallahü anh”. Yine buyurdu; bir kimse ki, beni Ebû Bekr ve Ömerden “radıyallahü anhüm” üstün gösterir ise, ona had ce- zâsı vururum. Ve şâhidliğini kabûl etmem.

12– (Onlar için nedir ki, Rablerine da’vet olundukda, icâbet edip, emr ve nehyinde itâ’at ederler. Nemâzı şartları ve erkânı ile devâmlı kılarlar. Emrlerinde meşveret ederler. Verdiğimiz rızk-

dan fakîrlere ve hayra verirler.) [Şûrâ sûresi 38.ci âyet-i kerîme meâli.] Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şânını bildirmek için nâzil olmuşdur. Zîrâ bü- tün malını fakîrlere dağıtdı. Ne kadar, kötülediler. Kötüliyenlere iltifât etmedi. Bu hükm bütün mü’minler hakkında müşterekdir.

13– (Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Hudey- biyeden geri dönenlere de ki, siz, şiddetli cengci bir kavm ile harbe da’vet olunursunuz ki, tâ, onlar islâma gelinceye kadar veyâ onlardan cizye kabûl olununcaya kadar muharebe olunur. Onlar müşrikler veyâ Peygamber aleyhisselâmdan sonra mür- ted olanlardır. Eğer siz o cengde hulûs ile harb ederseniz, Alla- hü teâlâ size dünyâda ganîmet ve âhıretde Cennet verir. Eğer bundan önce Hudeybiyede i’râz etdiğiniz gibi, o muhârabede de i’râz ederseniz, Allahü teâlâ sizi şiddetli azâb ile azâblandı- rır. İş bu i’râz hakkında olan va’d ve azâbı müslimânların za’îf ve âcizleri işitdikde, bizim hâlimiz nice olur derler.) [Feth sûre- si 16. cı âyet-i kerîme meâli.] Râfi’ bin Hadic “radıyallahü teâlâ anh” der ki: Biz bu âyet-i kerîmeyi dâimâ okurduk. Fekat bu vak’anın ne zemân olacağını bilmezdik. Ebû Bekr-i Sıddîk “ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretleri müslimânları; Yemâmede Mü- seylemetülkezzâbın eshâbı, benî hanîfe üzerine harbe gönderdi. Anladık ki, kasd edilen onlardır. Bu âyet-i kerîmede mülhidler ve mübtedi’ler üzerine iki hüccet meydâna çıkmışdır. Birincisi, mülhidler üzerinedir. Bu âyet-i kerîmede gaybdan haber vardır. Bir zemân sonra bu haber meydâna gelmişdir. Mülhidlerin kav- linin hilâfına, bu mu’cize meydâna çıkmışdır. Bu âyet-i kerîme- de mübtedi’ler için de tenbîh vardır. Ebû Bekr-i Sıddîk “radı- yallahü teâlâ anh” hazretlerinin halîfeliğinin doğruluğuna delîl vardır. Bundan dolayıdır ki, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurdu ki, (Da’vet olunursunuz!) ya’nî yakın zemânda, siz da’vet olunursunuz bir gürûha ki, be’s-i şedîd sâhibidir. Eğer o da’vet ediciye itâ’at ederseniz, size ecr verilir. O da’vet ediciye itâ’ati vâcib kıldı. Onları, şiddetli zarar sâhibi olan kavm üzeri- ne da’vet eden Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ anh”. Onları acem ve rûm harbine o koydu. Bütün müfessirlerin kavl- leri üzerine, bu kavm, bu iki gürûhdan hâli değildir. Eğer Benî hanîfe olursa, O da’vet eden Ebû Bekr hazretleri olur. Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” imâmeti [halîfeliği] doğrulukda,

hazret-i Ömerin de “radıyallahü teâlâ anh” imâmetinin [halîfe- liğinin] doğruluğu olur. Eğer maksad pers [İrân] ve rûm [Bizans] olur ise, hazret-i Ömer olur. İmâmlığın hak olduğuna delîl olur. Onun imâmeti doğrulukda hazret-i Ebû Bekrin de imâmeti sâ- bit olur. Bu iki şeklden başka dürlü söyliyen azdır. Gaybdan ha- ber veren açık bir delîlin doğruluğu bu âyet-i kerîme ile açığa çıkdı. Orada buyurdu ki, (Da’vet olunursunuz!). Her iki halîfe için buyrulan öyle vâki’ oldu. Zîrâ Kur’ân-ı azîmüşşânın îcâzı vechlerindendir ki, gaybdan haber verir. Tafsîli ile habere mutâ- bık ve muvâfık vâkı’ olur. Allahü teâlâ hazretleri o kimseye ba- sîret verir ise, bunu bilmeğe muktedîr olur.

14– (O kimse ki, malından Allah için harcar, şirk ve isyân- dan sakınıp ve ihsân olan kelîme-i şehâdeti, yâhud infâk etdiği malın mukâbili va’d-i ilâhiyi tasdîk ede. Biz ona âsân ve râhata sebeb olucu ve Cennete girmeğe sebeb olan yolunu kolaylaşdı- rırız.) [Leyl sûresi 5, 6, 7.ci âyet-i kerîme meâli.] Demişlerdir ki, bu âyet-i kerîme Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” şânı hakkında nâzil olmuşdur. Her ne eline geçse halka dağıtırdı. Bunda da Allahü teâlânın buyurduğu üzere iş yapmasından do- layı onu medh buyurdular. Demişlerdir ki, Hüsnâ, Hak sübhâ- nehü ve teâlâ hazretlerinin sevâb vermeği va’d etmesidir.

15– (O ateşden [Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” gibi] ziyâ- de müttekî olan ictinâb edip, kurtulur ki, Allahü teâlâ yanında temîz ve va’dine nâil olmak için, malını Allah yolunda hayrâta sarf eder.) [Leyl sûresi 17., 18.ci âyet-i kerîme meâli.] Hişâm; babası Urveden rivâyet eder: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” yedi köle satın alıp, azâd etdi. Müşrikler onlara müs- limân oldukları için azâb ederler idi. Birisi Bilâl “radıyallahü anh” hazretleridir. Dahâ önce anlatılmışdır. Biri Âmir bin Fü- heyre ve onun kızı Hindiyye idi. Müslimân oldu ve a’mâ oldu. Müşrikler dedi ki, lât ve uzza, görmesini ondan geri aldı. O de- di ki, ben lât ve uzzaya inanmam. Allahü teâlâ tekrâr görmesi- ni nasîb etdi. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” oradan geçerken, o değirmen çekerdi. O evin hanımı olan kişi, ona de- di ki, “ben seni, senin bu sâhiblerin azâd etmeyince azâd et- mem.” Hazret-i Ebû Bekr bunu işitip, buyurdular ki, bu câriye- yi kaça satarsın. O dedi, bu kadar gümüş. Hazret-i Sıddîk, dedi- ğin akçaya aldım, buyurdu. Abdüllah bin Zübeyr “radıyallahü

– 61 –

teâlâ anh” minber üzerinde dedi ki, Ebû Bekr “radıyallahü teâ- lâ anh” hazretleri, za’îf kulları [köleleri] satın alıp, azâd ederdi. Babası ona dedi ki, niçin kuvvetli köle satın almazsın. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, za’îf kö- leleri satın alıp, azâd ederim ki, Allahü teâlâ bu za’îf kulunu Ce- hennemden azâd etsin. Hak sübhânehü ve teâlâ; meâl-i şerîfi, (Şirk ve günâhlardan sakınan kimseler, Cehennemden uzaklaş- mış olurlar) olan [Leyl sûresi 17.ci] âyet-i kerîmeyi gönderdi. Sûrenin sonuna kadar hep, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hazretlerine işâretdir. Mü’minler, Ebû Bekre “radıyallahü anh” halîfe dedi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” halîfe dedi ve buyurdu ki, (Ebû Bekr, Allahın dîni üzerine be- nim halîfemdir). Allahü teâlâ ona halîfe dedi. (... onları yer yü- züne halef kılacağına....) buyurdu. Râfizîler la’net etdiler. Ken- dileri la’nete müstehâk oldular. Allahü teâlâ ve Resûlü ve mü’minler ona halîfe diyorlar. Râfizîler muhâlefet etmiş oluyor- lar. Allahü teâlâ hazretleri; Nisâ sûresinin yüzondördüncü âye- tinde meâlen, (Kendisine tevhîd ve doğru yol bildirildikden sonra, Resûlullahın doğru yolundan sapan ve i’tikâd ve amelde mü’minlerden ayrılan kimseyi, âhıretde kâfirler ile birlikde Ce- henneme sokarız.) buyurdu. Allahü teâlâ hazretlerine ve Resû- lüne, râfizîler gibi muhâlefet eden yokdur. Allahü teâlâ buyu- rur; Ebû Bekr dînin büyüğüdür. Râfizîler, hâşâ münkir idi, di- yor. Allahü teâlâ; fâdıl idi, buyuruyor. Râfizîler bâtıl idi diyor. Allahü teâlâ münfık [malını dağıtan] idi buyuruyor. Râfizîler, Allahü teâlâ muhâfaza etsin, münâfık idi, diyor. Haberde gel- mişdir ki, bir gün hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin yanında oturmuş idi. Ebû Bekr-i Sıddîk için Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, bizim yanımızda Ebû Bekr, yerdekiler yanından dahâ meşhûrdur. O senin hayâtda vezîrin, vefâtından sonra halîfendir.

Nükte: Eshâb-ı Kehfin köpeği, o civânmert olan Eshâb-ı Kehf ile dünyâda birkaç adım yürüdüğü için, mağarada onlar ile berâber oldu. Yatmakda onlar ile oldu. Kıyâmetde ve Cen- netde onlar ile olur. Acâib olan odur ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “ra- dıyallahü teâlâ anh”hazretleri, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, sohbetinde bulundu. Mih- netde Onun ile oldu. Da’vetde Onun ile oldu. Seferde Onun ile

oldu. Hazarda Onun ile oldu. Mağarada Onun ile oldu. Yolda ve hicretde, cân ve mal vermekde Onunla oldu. Kabrde, şe- fâ’atde, Onunla olur. Makâm-ı Mahmûdda, Cennetde, Allahü teâlâyı görmekde, Onunla olur. Zikr olunan âyet-i kerîme ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın şânı ile alâkalı olduğunu tefsîrde gördük, işitdik ve yazdık. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hakkında nasıl kötü düşünülebilir? [Eshâb-ı Kehfin köpeği, o mertler ile birkaç adım gitmekle kıymetleniyor da; Ömrü Resû- lullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yanında geçenler kıymetlenmez mi?]

Ellidördüncü Menâkıb: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâ- lâ anh” için haber verilen hadîs-i şerîfler hakkındadır:

1– Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ ve an ebîhâ” bu- yurdular ki; Bir gece benim nöbetim idi. Seyyid-i âlem hazret- leri benim hücreme [odama] geldi. Ben dedim: Bana, babam Ebû Bekr-i Sıddîk hakkında birşey söyle. Buyurdular ki: Yâ Âi- şe. Bana Cebrâîl aleyhisselâm Allahü teâlâdan haber verdi ki; Allahü teâlâ rûhları yaratdı. Cümle rûhlar arasından Ebû Bek- rin rûhunu, Peygamberler ve mürsellerden sonra seçdi. Topra- ğı Cennetdendir. Suyu âb-ı hayâtdandır. Allahü teâlâ Cennet- de, Ebû Bekr “radıyallahü anh” için, yâkutdan bir köşk halk ey- ledi. O köşk (kasr) içinde, inciden çok serâylar halk etdi. Alla- hü teâlâ onun hakkındaki düâlarımı kabûl etmişdir. Ondan ma’siyyet [kötülük] meydâna getirmez. Tâatlar kapısını üzerine bağlamaz. Kabrde komşum ve benden sonra halîfem Ebû Bekrdir. Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselâm Ebû Bekrin hilâfe- tine berâberce bî’at ederler. Gökler ehli ve yerler ehli, şeytân- lardan ba’zısı, bir mikdâr cinnîler onu bilirler. Bu kadar meşhûr Ebû Bekri “radıyallahü teâlâ anh” bilmeyen ve hurmet etmiyen benden değildir. Ben de ondan değilim.

2– Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu. Bir kimse vardır ki, Cennete girdiği zemân, köşkler- de, serâylarda, odalarda bulunan herkes ona merhabâ, merha- bâ derler. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” dedi ki, biz o kimseyi, o kasrlarda görür müyüz! Resûlullah aleyhisselâm bu- yurdu ki, Evet, yâ Ebâ Bekr, o mert sensin.

3– Esâd bin Zürâh “radıyallahü teâlâ anh” diyor ki: Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini hutbe okur- ken gördüm. Ebû Bekre iltifât edici şeyler söyledi. Nerede Ebû Bekr, buyurdu. Cebrâîl aleyhisselâm bana şimdi haber verdi ki, Ümmetin hayrlısı, Senden sonra Ebû Bekrdir “radıyallahü teâ- lâ anh”.

4– Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûrunda, Ebû Bekr-i Sıddîk zikr olundu. Hazret-i Server-i âlem buyurdu- lar ki, Ebû Bekrin misli gibi kimse olamaz. İnsanlar beni tekzîb ederken, ya’nî yalanlarken o beni tasdîk etdi ve bana îmân getir- di. Herkes benden kaçarken, o bana kızını tezvîc etdi. Malını ba- na fedâ etdi. Benimle zor kaldığımız sâatde ve gecede berâber mücâhede etdi. Âgâh olun ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” kıyâmet gününde Cennet develerinden bir deveye binmiş olarak gelir. Eğeri yeşil zebercedden, yuları inciden, ken- disi de sündüs ve istebrakdan yeşil iki elbise giymiş olduğu hâlde, bana anlatır, ben de ona anlatırım. Kıyâmet ehli derler ki, bunlar kimlerdir. Allahü teâlânın Resûlü Muhammed aleyhisselâm ve Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ anh”, diyeler.

5– Hazret-i Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdu- lar ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- nin son hastalığında ağrısı artdı. Buyurdular ki: Ebû Bekre emr edin, nâsa imâm olup, nemâz kıldırsın. Ben dedim ki, yâ Resû- lallah! Ebû Bekr sizin makâmınıza geçince, ağlamasından sesini kimse işitmez. Ömer bin Hattâbı emr edin, kavme imâmet eyle- sin. Resûlullah hazretleri yine buyurdu ki, Ebû Bekre söyleyin, kavme imâmet eylesin. Yine ben dedim, yâ Resûlullah! Ebû Bekr, sizin makâmınızda durmağa tâkat getiremez. Yine buyur- du ki, Ebû Bekre söyleyin. Kavme imâmet eylesin. Âişe hazret- leri yine buyurdu ki, Hafsaya varıp, dedim ki, sen Resûlullah hazretlerine söyle ki, babam Ebû Bekr imâmet makâmında du- rursa, ağlamakdan kimse sesini işitmez. Hafsa “radıyallahü teâ- lâ anhâ” da söyledi. Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki; Ebû Bekre söyleyin, kavme imâmet ey- lesin. Siz kardeşim Yûsüf aleyhisselâmı sıkıntıya düşüren kimse- ler değil misiniz. Ben Ebû Bekr diyorum. Siz Ömer diyorsunuz. Hafsa “radıyallahü teâlâ anhâ” üzülüp, Âişeye “radıyallahü teâ-

lâ anhâ”, beni mahzûn etdin diyerek gitdi.

6– Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu: (İzâcâ’e) sûresi nâzil olduğu vaktde, hazret-i Abbâs, hazret-i Alî- nin yanına geldi. Dedi ki, yâ Alî! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin vefâtlarını haber veren âyet gel- mişdir. Bizler bilmeyiz, kendilerinden sonra kim halîfe olur, han- gi kimsede karâr verir? Varalım Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna süâl edelim. Eğer bu işi bize tevdî bu- yurursa, Kureyşin bizim ile düşmânlığı olmaz. Eğer bizden gay- riye buyurur ise, ricâ ederiz ki, o kimseye, bizim hakkımıza riâ- yet etmesi için vasiyyet buyursun. Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- lerinin huzûr-ı şerîflerine vardı. Süâl etdi; yâ Resûlallah! Sizden sonra kim halîfe olur. Cevâb buyurdular ki, yâ Abbâs! Yâ Resû- lallahın amcası. Allahü teâlâ, benim halîfeliğimi Ebû Bekre ver- mişdir. Din üzerine kendi vahy eyledi. Benden sonra halîfe Ebû Bekr olur. Ebû Bekrin her söylediğini kabûl edin, necât ve felâh bulursunuz. Ona mutî’ olun, doğru yolu bulursunuz. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” dedi ki, Onlar Ebû Bekr hazretlerine mutî’ oldular; doğru yolu buldular. Her kim ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” hilâfetini hak bilip, bütün sa- hâbe-i kirâmı dost tutar, doğru yolu bulur ve emîn olur.

7– Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bu- yurdular ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retlerinin huzûr-ı şerîflerinde idik. Kays kabîlesinden bir gürûh geldi. İleri-geri ba’zı sözler söyleyip, sorular sordular. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine müteveccih olup, buyurdular ki, söylediklerini, duydun mu? Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” duydum, yâ Resûlallah! dedi. Şimdi, o hâlde onlara cevâb ver, buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr onlara gâ- yet güzel cevâblar verdi. Resûlullah hazretleri buyurdular ki, “Yâ Ebâ Bekr, Allahü tebâreke ve teâlâ sana Rıdvân-ı Ekber versin.” Sahâbe-i güzînden birisi dedi ki, Yâ Resûlallah! Rıd- vân-ı Ekber nedir? Buyurdular ki; Allahü teâlâ âhıretde cümle kullarına umûmî tecellî eder. Ebû Bekre “radıyallahü anh” hu- sûsî tecellî eder.

8– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki; Ceb-

râîl aleyhisselâm, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine geldi. Çok zemân yanında kaldı. Vahy söyledi. O esnâda Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” geldi, geçdi. Resûl-i ekrem hazretleri, Cebrâîl aleyhisselâma buyurdu ki, yâ Cebrâîl, siz semâda Ebû Bekri bilir misiniz? Cebrâîl aleyhisse- lâm dedi ki, evet. Seni halka Peygamber gönderen Allahü te- âlâya yemîn ederim ki, Ebû Bekr gökde yerdekinden dahâ çok meşhûrdur. Göklerdeki adı Halîmdir.

9– Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet eder. Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular: Beni mi’râca götürdükle- ri gece, Allahü teâlânın huzûrunda durdum. Bana buyurdu. Yâ Ahmed! Ehlini kime ısmarladın. Dedim, Ebû Bekr-i Sıddîka. Allahü teâlâ buyurdu: O benim kullarımın, senden sonra, en sevgilisidir. Benden ona selâm götür.

10– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder: Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: Ben, mi’râ- ca çıkdığımda, Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonra halîfe, Alî ibni Ebî Tâlib olsun. Melekler muzdarib olup, dediler: Al- lahü teâlâ dilediğini yapar. Halîfe senden sonra Ebû Bekr-i Sıd- dîkdır “radıyallahü teâlâ anh”.

11– Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder: Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: Her kim rü’yâda beni görmüşdür. Muhakkak beni görmüşdür. Zîrâ şeytân benim sûretimde görünmez. Her kim, Ebû Bekri uyku- da görür. Ebû Bekri görmüşdür. Zîrâ şeytân Ebû Bekrin sûre- tinde de görünmez.

12– Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” dedi. Resûlul- lahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” işitdim, buyurdu: Se- mâya yükseldiğim gece [Mi’râc gecesi], Rabbim azze ve celle bana Ebû Bekrin sesi ile hitâb buyurdu. Benim gönlümden geç- di ki, bu ses Ebû Bekrindir. Hak sübhânehü ve teâlâ kalbimden geçen endîşeyi bilip, buyurdu: “Yâ Ahmed! Mûsâ bin İmrân ile konuşurken, onun gönlünü gördüm ki, kavminin hepsinden Hârûnu dahâ çok sever. Ona Hârûnun sesi ile hitâb etdim. Se- nin gönlünü gördüm ki, Ebû Bekri çok seversin. Sana Ebû Bek- rin sesi ile hitâb etdim.”

– 66 –

13– Rivâyet edilmişdir ki, bir gün öğle nemâzından sonra, Cebrâîl aleyhisselâm yetmişbin melek ile gelerek, En’âm sûresi- ni getirdi. Resûlullah hazretleri o gece bütün Eshâb-ı kirâmı Âi- şe “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinin evinde topladı. Çırağ yakıp, Sûre-i En’âmı okudular. Çırağ ışıksız oldu. Resûlullah hazretleri Ebû Bekr hazretlerine buyurdular ki, yâ Ebâ Bekr, çı- rağı ışıklandır. Bir sâat sonra yine karardı. Hazret-i Resûl-i ek- rem yine buyurdu. Yâ Ebâ Bekr, çırağı rûşen et. Hazret-i Ebû Bekr, çırağı [kandili] rûşen etmek [ışığını çoğaltmak] için kalkdı. Bakdı ki kandilin yağı tükenmiş. Dedi ki, yâ Resûlallah! Kandil- de yağ kalmamış. Bu gece yağ almak imkânımız da yokdur. Kan- dil bize lâzımdır, kelâm-ı Rabbilâlemîni okuyalım. Hazret-i Re- sûlullah buyurdular ki, bir mikdâr kendi ağzının tükrüğünden kandile damlat. Âişe-i Sıddika hazretleri buyurur ki, babam bir mikdâr ağzının suyunu, Resûlullah hazretlerinin emr-i şerîfi ile kandile damlatdı. Kandilin ışığı çoğaldı. Allahü tebâreke ve teâ- lâ hazretlerinin emr ve fermânı ile şiddetli bir ışık oldu ki, Es- hâb-ı kirâmın gözlerini kamaşdırdı. Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: Bu kandili söndür- meyiniz! Kırk gün kırk gece o kandil, Âişe-i Sıddîka hazretleri- nin evinde yandı. Bir münâfık hazret-i Âişenin evine geldi. O kandili gördü. Ne acâib kandil, kırkgün kırk gecedir sönmez, de- di. O sâatde o kandil söndü. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi: Yâ Muhammed! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurur: Ben çeşm-i bed [fenâ bakışlı] kullar da yaratdım. Eğer o münâ- fıkın gözü olmasaydı, kıyâmete kadar o kandil; Ebû Bekrin “ra- dıyallahü teâlâ anh” ağzının suyunun bereketi ile sönmez idi.

14– Nakl eylemişlerdir ki, bir gün Cebrâîl aleyhisselâm gel- di ve dedi: Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana selâm söyler. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ yetmiş dünyâ büyüklüğünde bir âlem halk etmişdir. Onun zemîni beyâz misk ile döşelidir. Orası, arş- dan bir iğne atsan, zemîne düşmiyecek şeklde melekler ile do- ludur. Allahü teâlâ o melekleri yaratdığı günden beri, tesbîh ve tehlîl ederler. Sevâbını Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin muhiblerine (sevenlerine) bağışlarlar.

15– Doğru rivâyet ile rivâyet olunmuşdur: Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, buyurdu: Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri annesinden doğduğu gün, göklere bir şenlik

geldi. Allahü tebâreke ve teâlâ, Adn Cennetine nidâ buyurdu ki, izzim ve celâlim hakkı için, sana yalnız Ebû Bekri sevenleri koyarım. Cehenneme nidâ buyurdu ki, izzim ve celâlim hakkı için, sende Ebû Bekrin düşmânlarından ziyâde kimseye azâb etmem. Kıyâmet kopup, nidâ gelir ki, Yâ Ebâ Bekr! Ben ki Cebbâr-ı âlemim. Senin dostlarını, senin istediğin yere koyaca- ğım. Bu rivâyet onun üzerine delîl olur. Her kim ki, Ebû Bekr hazretlerini düşmân bilirse, onun îmânı onun ile pâyidâr olmaz [devâm etmez]. Her kim ki, hazret-i Ebû Bekri dost tutar. Onun küfrü onunla pâyidâr olmaz [devâm etmez].

16– Enes bin Mâlik ve Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ an- hümâ”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- rinden rivâyet ederler. Buyurdular ki: Allahü teâlâ hazretlerin- den dünyâya veyâ âhırete âid bir isteği olan kimse, gece kalkıp, gusl edip veyâ abdest alıp, iki rek’at nemâz kılsa, her rek’atinde bir Fâtiha ve üç kerre sûre-i İhlâs okusa, selâmdan sonra başını secdeye koyup, Yâ Rabbî, benim isteğimi Ebû Bekr-i Sıddîk “ra- dıyallahü anh” hurmetine yerine getir, diye düâ etse; Allahü teâ- lâ, Ebû Bekr-i Sıddîk hurmetine isteğini verir.

17– Doğru rivâyet ile, Fahr-i âlem hazretlerinden gelmişdir. Buyurdular ki: Beni Mi’râca götürdükleri gece, Cennet-i a’lâda karşıma gelen bir hûrî gördüm. Cebrâîl aleyhisselâm da yanım- da idi. Cebrâîl elini gözü üzerine koydu. Yâ Cebrâîl, niçin elini gözünün üzerine koydun ve yüzünü bu hûrîden döndün, dedim. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, yâ Resûlallah! Bana destûr [izn] yokdur, o hûrîye bakayım. Hûrî benim yanıma geldi ve bana se- lâm verdi. Cevâb verdim. Bana dedi ki, yâ Resûlallah! Benim hâcem [efendim] nasıldır. Ben dedim ki, senin efendin kimdir. Dedi ki: Benim efendim o kimsedir ki, sana evvel îmân getiren o oldu. Sonra malını ve cânını sana fedâ etdi. O Ebû Bekr-i Sıd- dîkdır. Ben dedim ki, yâ hûrî, sen Ebû Bekr-i Sıddîk için misin. Evet yâ Resûlallah, dedi. Sen Ebû Bekr-i gördün mü? Evet gör- düm, eğer istersen şimdi de onu sana göstereyim, dedi. Göster, dedim. O sâat elinin ayâsını açdı. Ayâsında hazret-i Ebû Bek- rin sûretini gördüm “radıyallahü teâlâ anh”.

18– Ömer-ibnül-Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Beş kimseden başkası için ayağa kalkmayınız. Anne-

ye, babaya, size Kur’ân-ı azîmüşşân ta’lîm eden hocaya, âlime, ki ilme hürmet için. Şerefleri dolayısı ile seyyidlere ve adlinden dolayı âdil sultâna.) Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh” der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu hadîs-i şerîfi buyurduğu zemân, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” mec- lis-i se’âdete geldi. Peygamber hazretleri onun için ayağa kalk- dı. Hazret-i Ebû Bekr oturmayınca, kendileri de oturmadılar. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri dediler ki, yâ Resûlallah! Bize buyurdunuz ki, bu beş kimseden başkası için ayağa kalkmayınız. Siz Ebû Bekr için ayağa kalkdınız. Bu- yurdular ki, Cebrâîl aleyhisselâm gelip, önümde oturmuş idi. O sırada Ebû Bekr mescide girdi. Hazret-i Cebrâîl dedi ki, Yâ Muhammed! Ebû Bekr geldi. Ben dedim, yâ Cebrâîl! Ebû Bek- ri tanır mısın. Dedi ki, yâ Muhammed! Ebû Bekr, melekler ya- nında meşhûrdur ki, senin yeryüzünde tanıdığın gibi, onu tanır- lar. Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîk önünde ayağa kalk- dı. Ben de kalkdım. Yâ Ömer, bir yerde ki, Cebrâîl aleyhisse- lâm ayağa kalkar, ben kalkmaz mıyım! Ebû Bekre hürmetin- den ötürü, hazret-i Ebû Bekr oturmayınca, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm oturmadı. Ben de oturmadım.

19– Doğru rivâyet ile gelmişdir. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” buyurdu: Allahü teâlâ hazretleri, beni ken- di nûrundan halk etdi. Ebû Bekri benim nûrumdan halk etdi. Âişeyi Ebû Bekrin nûrundan halk etdi. Mü’mine hâtunları, Âi- şenin nûrundan yaratdı. Her kim ki, bu büyükleri sever. Alla- hü teâlâ o kimsede bir nûr halk eder ki, onun ışığında, kabrin ve kıyâmetin karanlığından o kimseye necât verir. O ışık ile, Cennât-i Adna gider. Her kim ki, onları sevmez. Allahü teâlâ hazretleri o kimsede asla nûr halk etmez. [Allahü teâlâ bir kim- seye nûr vermezse, o münevver olamaz.]

20– Hazret-i Enes “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir vakt hastalandı. Hastalığı uzadı. Bir sabâh hazret-i Ebû Bekr-i Sıd- dîk, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ziyâretine gitmiş idi. Zîrâ, her işi herkesden evvel yapmağı se- verdi. Bu âdet-i şerîfesi idi. Varıp gördü ki, Resûlullah hazretle- ri evinde yatmış, mubârek başını Dıhye-i Kelbînin “radıyallahü teâlâ anh” dizine koymuşdu. Hazret-i Ebû Bekr, Dıhye-i Kelbî-

– 69 –

ye selâm verip, Resûl-i ekremin hâli nasıldır, dedi. Dedi ki, hayrdır ey halîfe-i Resûlillah! Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki; Allahü teâlâ sana hayr versin. İyi karşılıklar versin. Bu müjdeyi bana verdin. Dıhye “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Ebâ Bekr! O Allahü teâlâ hakkı için ki, Ondan gayri Allah yokdur, ben seni gayrilerden, herkesin sevdiğinden çok severim. Senin benim ya- nımda hediyyelerin vardır, Sana ulaşdırayım. Sen Allahü teâlâ- nın Resûlünün halîfesisin. Enbiyâ ve Mürsellerden sonra, Âde- moğullarının seyyidisin “aleyhissalâtü vesselâm”. Sana tâbi’ olan ve seni seven felâh bulur. Arâbî lugatında, bütün hayrlar, iyilikler, felâh kelimesinde toplanmışdır. Felâh; dünyâ ve âhıre- te âid isteklerin yerine gelmesine derler. Denilmişdir ki, felâh dört şeydir: Bir bekâ ki, fenâsı olmıya. Bir gınâ [zenginlik] ki, fa- kîrliği olmıya. Bir izzet ki, zelîlliği olmıya. Bir ilm ki, cehli olmı- ya. Seni sevmiyen ve sana uymayan ziyân etdi. Her kim ki seni dost tutar, Resûlullah hazretlerinin dostluğu ile dost tutar. Her kim sana buğz eder. Resûlullah hazretlerine buğzu olmak sebe- bi ile sana buğz eder. Senin dostun hakîkatde Allahü teâlâ haz- retlerinin ve Resûlünün dostudur. Senin düşmânın, hakîkatde Allahü teâlâ ve Resûlünün düşmânıdır. Her kim ki, seni düş- mân tutar. Muhammed Mustafânın şefâ’ati o kimseye vâsıl ol- maz. Her kim ki, Muhammed Mustafânın şefâ’atinden mahrûm olur. O kimse Allahü teâlânın rahmetinden de mahrûm kalır. Yâ Ebâ Bekr, sen bunun için iyi ve azîzsin; yakın gel. Yakın gel- diği ânda, Dıhye gayboldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” de uykudan uyandı. Buyurdu ki, yâ Ebâ Bekr! Bu sü- âl-cevâb şeklindeki konuşma nedir? Ebû Bekr hazretleri de Dıhye ile yapdığı musâhabatı haber verdi. Resûlullah aleyhissa- lâtü vesselâm, buyurdu ki, yâ Ebâ Bekr! O Dıhye değil idi. O Cebrâîl-i emîn idi. Sana haber verdi o ismlerden ki, Allahü teâ- lâ ve tekaddes hazretleri onları sana tesmiye etdi [sana verdi]. Cebrâîl, senin muhabbetini mü’minlerin kalbine saldı. Buğzu da, kâfirlerin kalbine saldı.

21– Ebû Sa’îdil Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ri- vâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri buyurdular: Kıyâmet günü olunca, Allahü tebâreke ve teâlânın emri ile arş önünde kırmızı altından üç kürsî konulur. Mahşer meydânı onların nûru ile nûrlanır, aydınlanır. Biri bir

– 70 –

kenârda, biri öbür kenârda, biri ortada kurulur. İbrâhîm aley- hisselâm gelip, Allahü teâlânın emri ile bir kenârdaki minber üzerine oturur. Ben de (Muhammed aleyhisselâmım); öbür ke- nârdaki minber üzerine otururum. Orta yerde olan minber boş kalır. Bir münâdî, seslenir ki, Ebû Bekr-i Sıddîk nerededir. Ebû Bekr-i Sıddîkı durduğu yerden ta’zîm ile getirirler. Ortadaki minber üzerine oturturlar. Sonra bir münâdî seslenir ve der ki, Halîl ve Habîb arasında Sıddîkın bulunması ne hoşdur, ne gü- zeldir. Sonra Allahü teâlâ hazretleri üçünden hicâbı kaldırıp, tecellî eder, dîdârını gösterir. Ben, baş gözü ile, Allahü teâlâyı müşâhede ederim. İbrâhîm de müşâhede eder, Ebû Bekr de müşâhede eder.

22– Ebû Ubeyde bin Cerrâh “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Mi’râc gecesi, Arşa vardığım zemân, bir nidâ edi- ci, Arş-ı a’lâdan, yâ Muhammed, yâ Muhammed, diye nidâ etdi. Ben dedim ki, buyur, buyur yâ Rabbî. İkinci kerre, yâ Muham- med, yâ Muhammed, Ebû Bekre muhabbet eyle ki, Ebû Bekr-i Sıddîkı ben severim, diye seslendi. Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek elini Ebû Bekr-i Sıddîk “radı- yallahü teâlâ anh” hazretlerinin omuzuna koyarak, buyurdu ki: Yâ Ebâ Bekr! Kullar, Allahü teâlâ hazretlerinin huzûruna dağ- lar misilli günâh ile çıksalar, kalblerinde senin muhabbetin olsa, Allahü teâlâ onların günâhlarını afv eder.

23– Haberde gelmişdir ki, Bedr gazâsında, Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve hazret-i Ebû Bekr “radıyalla- hü teâlâ anh” çadır gibi bir arşın altında gölgelenip, oturmuşlar- dı. Müslimânlar kâfirler ile mukâtele [muhârebe] ederlerdi. Bir arab, muharebe meydânından arşın (çadırın) kapısına geldi. Dedi ki, yâ Ebâ Bekr! Kalk dışarı gel, muhârebe eyle ki, eshâ- bın bir bölüğü şehîd oldular. Resûlullah hazretleri o araba mâ- ni’ olup, buyurdu ki, (Allahü teâlâ, Ebû Bekri, Resûli için enîs, dost, vezîr, arkadaş eylemişdir.) Arab, döndü ve (Hâlin ne hoş- dur, ey Ebû Bekr) dedi.

24– Diğer bir haberde gelmişdir. İslâm askeri Tebük gazâ- sında idiler. Şiddetli gazâ oluyordu. İki tarafın da askerleri kuv- vetli idi. Temmuzun sıcağında öğle vakti, toz cihânı kaplamış idi. İslâm askeri ile, küffâr birbirine girmişdi. Şiddetli muhâre-

– 71 –

be ile meşgûl idiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” yedi yâri ile ki, Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Ebû Zer, Talha, Sa’d, Sa’îd “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleridir, berâber kumanda mevki’inde oturmuşlar idi. Muhârebe şiddet- lendi. İslâm askeri bir mikdâr za’îf oldular. Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” Sa’d ve Sa’îde buyurdular ki, imdâda varınız. İkisi de kalkıp, muhârebeye gitdiler. Sonra, Ebû Zer ile Talhaya buyurdular ki, siz de varınız. Onlar da vardılar. Sonra, Ömer ve Osmân hazretlerine buyurdular ki, siz de imdâda va- rınız. Onlar da vardılar. Bir sâat geçdi. Hazret-i Ebû Bekre de muhârebeye gitmek şevki gâlib oldu. Kılınç çekip, atının dizgi- nini çekdiği gibi, Resûlullah ”sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Sıddîkin bileğinden tutdu. Buyurdu ki; (Sen savaşa gitme yâ Ebâ Bekr), ya’nî, yâ Ebâ Bekr, senin işin mu- hârebe etmekde değil, buradadır. Sen burada, gönlümüzü ve gözümüzü cemâlin müşâhedesi ile şâdümân [ziyâde sevinçli] tut. Yâ Ebâ Bekr, dünyâda her eziyyet ve derd ki, bedenime ve kalbime erişiyor. O eziyyet ve derd, senin cemâlinin müşâhede- si ile, benim üzerimden kalkıyor.

Bu habere benzeyen başka da bir haber gelmişdir. Bedr gazâ- sında, Ramezân-ı mubârekin onyedinci Cum’a günü idi. Bu ha- berin râvisi, Abdüllah bin Mes’ûddur “radıyallahü teâlâ anh”. Der ki, o gazâda ben de hâzır idim. Benden âciz kimse yokdu. Lâkin Ebû Cehlin başını ben kesdim, getirdim. İki asker birbiri- ne erişdi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini, Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hu- zûr-u şerîfinde gördük. Hazret-i Sıddîk kendi oğlunu kâfirler sa- fında gördü. Gayret ve hamiyyet-i dîniyyesi galebe gelip, din gay- reti ile ortaya çıkıp, yâ Resûlallah bana izn ver, tâ kâfirler ile mu- hârebe edeyim. Onların kalblerine vurayım. Oğlumun başını kendi elim ile keseyim, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sel- lem”, yâ Ebâ Bekr! Harbe katılma. Benim yanımda, gözüm ve kulağım gibi olduğunu bilmiyor musun, buyurup, hazret-i Ebû Bekri; Allahü teâlânın selâmını ve kelâmını işiten mubârek ku- laklarına ve Allahü teâlâyı bilmediğimiz şeklde gören mubârek gözlerine benzetdiler. Server-i âlem Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek başlarından ka- dem-i şerîflerine kadar herbir a’zâsı güzel idi. Velâkin mubârek

– 72 –

gözleri ve kulakları cümle a’zâlarından dahâ güzel idi. Doğudan- batıya bütün müslimânlar, muvâfık ve muhâlif hepsi bilirler ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çok kerre, kulağın- dan ve gözünden dolayı düâ buyurmuşdur. (Ey benim Allahım! Beni kulağım ve gözüm ile fâidelendir. Benim gözümü ve kula- ğımı benden sonra ümmetime mîrâs bırak.) Allahü teâlâ bu iki düâya icâbet etmişdir. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini hayâtda Ebû Bekr ile fâidelendirmişdir. Ve- fâtlarından sonra, Ebû Bekri mîrâs tutucu halîfe etmişdir. Bu iki düâ, o iki düâya benzer ki, Ebû Bekr hazretlerine buyurmuşlar idi: (Allahü teâlâ, sana, hayâtımda ve vefâtımdan sonra, benim tarafımdan en iyi karşılıklar versin!) Bu düâların temâmını Alla- hü teâlâ kabûl buyurmuşdur. Zîrâ, islâm dîni önce ve sonra, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ile karâr tutdu. Mâlik bin Enes, Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyur- muşdur: (Eğer Ebû Bekr olmasa idi, Allahü teâlâ hazretlerine ibâdet olunmaz idi.) Önce kimse müslimânlığa gelmezdi. Sonra da kimse müslimânlık üzere kalmaz idi. Her kim ki, o islâm dîni- ne geldi; ki Allahü teâlânın tevfîki ile geliyordu. Lâkin Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin islâma gelmesi bunlara se- beb idi. İyi düşünürsen, istersen, bu sözlerin doğru olduğunu an- larsın, bilirsin.

25– Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, son hastalığında, vefâtları yaklaşdı. Cümle halk [ya’nî Eshâb-ı kirâm] hüzünlü ve telâşlı idiler ve muzdarib oldular. Lâkin Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, temâm ilmi, sekînesi ve hilmi ve fadlı, aklı ve tedbîri sebebi ile, o fitnelerde ve âfatlarda, hilâf ve ihtilâflarda, halka dermân olurdu. Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât etdiler. İhtilâf oldu. Hazret-i Server-i âlem, dâr-ı bekâya [âhırete] irtihâl etdikde [göçdükde], bir kısm dedi ki, vefât etdi, bir kısm dedi ki vefât etmedi. Her iki kısm toplanıp, kılınçlar çekildi. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, hücre-i se’âdete girdi. Rıfk ve karârlılık ile, Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, yasdı- ğı yanına geldi. Mubârek yüzünü kıble tarafına yöneltip, üzeri- ne bir çarşaf örtmüşler idi. Mubârek yüzünden örtüyü açıp, bakdı ki, dünyâ âleminden, âhırete göçüp, yok olmıyan mukad-

des rûhlarının Allahü teâlâ katına ulaşdığını anladı. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” böyle gördükde, durduğu yerden dizle- ri üzerine düşdü. Bir sâat mikdârı, yüzünü, gözünü Resûlullah hazretlerinin mubârek eline ve ayağına, yüzüne sürdü. Nûrlu yüzüne bakarak, gözyaşlarını nisân yağmuru gibi dökdü. Bu- yurdu ki, anam-babam sana fedâ olsun. Allahü teâlâ ve tekad- des hazretlerinin sana yazdığı ölümden acı çekdin ve şiddeti tat- dın. Bundan sonra acı çekmezsin. Hiç mihnet dahî bulmazsın. Kalkıp evden dışarı geldi. Minbere çıkdı. Elhamdülillah, Vessa- lâtü... okudukdan sonra, Yâ kavm! Her kim, sizden hazret-i Muhammede “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” taparsa, haz- ret-i Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât etmiş- dir. Her kim sizden Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine tapar- sa, Allahü sübhânehü ve teâlâ ölmez, dedi. Eshâb-ı kirâm ara- sındaki ihtilâf kalkdı. Sâkin ve râhat oldular. Sonra da, hangi mekâna defn edelim diye ihtilâf etdiler. Muhâcirler dediler ki, Mekke-i Mükerremeye götürelim. Ensâr dediler, Medîne-i mü- nevverede defn edelim. Bir kısmı dedi, Şâma götürelim. Bir kavm dedi ki, Yemene götürelim. Söz uzadı. Husûmet zuhûra gelecek idi. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyur- dular ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- rinden işitdim. Buyurdular ki: (Peygamberler, rûhları kabz olundukları mekâna defn olunurlar!) Bütün sahâbîler, bu kav- le râzı olup, sâkin oldular.

Bir kerre de, hilâfet ahvâli için ihtilâf etdiler. Muhâcirler de- diler, halîfe bizden olsun. Ensâr dediler, halîfe bizden olsun. Bir kısm da dedi, halîfe iki olsun. Biri Ensârdan olsun, biri muhâ- cirden olsun. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, minbere çıkdı. Hamd, senâ ve salât ve selâm etdikden sonra, buyurdu ki, (imâmet ve hilâfet işi şirketle olmaz. Zîrâ iki kılınç bir kında olmaz. Bir evde iki sâhib olmaz. Bir mescidde iki muhtelif kıble doğru olmaz. İmâm Kureyşden olur. Her kim Kureyşden değildir, imâmlığı [halîfeliği] olmaz. Bunları Resû- lullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” işitdim.) Muhâcir ve Ensâr, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri- nin sözünü işitdiler ve hepsi kabûl etdiler. İhtilâf kalkdı “rıdvâ- nullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.

Bir de Üsâme “radıyallahü teâlâ anh” hakkında ihtilâf etdi-

ler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri hayât- larında, sekizbin yiğit kimseyi, Şâm tarafına gönderip, Üsâme- yi “radıyallahü teâlâ anh” onların üzerine emîr ta’yîn buyur- muşdu. Kendi mubârek eli ile Üsâmeye bir alem [bayrak] ver- mişlerdi. Onlar ile meşgûl olmakdan kurtulmuşlar idi. Lâkin, Üsâme hazretleri Medîneden çıkmadan, Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” âhıret âlemine göçdüler. Muhâcir ve Ensâr ittifâk etdiler ki; o askeri Şâm tarafına göndermiye- ler. Böyle bir zemânda yehûdîler ve hıristiyanlar bir yandan, mürtedler ve münâfıklar bir yandan rencîde ederlerdi. Eğer bu zemânda, bu kadar askeri kendimizden uzak tutarsak, son- ra bizim hâlimiz nice olur. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâ- lâ anh” hazretleri buyurdular ki, o Allahü teâlâ hakkı için ki, ondan başka Allah yokdur, eğer kırlardaki kurtlar gelseler, ortalık boş olduğu için, evlâd ve ıyâllerimizi evlerimizden dı- şarı çekseler de, o alemi [bayrağı] ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mubârek eli ile bağlamışdır, geri döndürmem. O sâatde Üsâmeyi askeri ile Şâm tarafına gönderdi. Yehûdîler ve diğerleri bunu gördüler. Kalblerine korku düşdü. Düşündüler ki, eğer islâm dîni doğru olmasa idi, böyle zemânda, bu kadar askeri kendilerinden uzağa gönder- mezlerdi. Bundan dolayı, Ebû Zer ve Ebû Hüreyre “radıyal- lahü teâlâ anhüm” ve imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, imâm-ı Mâ- lik, imâm-ı Şâfi’î gibi imâmlar dediler ki: Eğer Ebû Bekr-i Sıd- dîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri olmasa idi, kimse önce îmâna gelmezdi. Eğer Ebû Bekr hazretleri olmasa idi, sonun- da kimse islâm dîni üzere kalmazdı.

Doğru rivâyet ile gelmişdir: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, ikisi Mekke-i Mükerremeden hicret buyurdular. Her ikisi birbirine refîk, şefîk, musâhib oldular. Medîne-i münevvereye yaklaşdı- lar. Yolun sağ tarafına doğru bir mikdâr döndüler. Tâ Benî Âmir ve Benî Avf hurmalığı yanına geldiler. Develerden indi- ler. Develerin dizlerini bağladılar, oturdular. Haber Medîneye erişdi. Halk sürûr ve ferâhla ziyârete geldiler. Hizmet-i şerîfle- rine erişdiler. Gördüler ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Ebû Bekr-i Sıddîk, iki ay ve güneş gibi, hilye-i şe- rîfleri [görünüşleri] birbirine benziyen iki zât gibi gördüler.

– 75 –

Hangisinin Resûlullah olduğunu bilemediler. Ebû Bekre selâm verdiler. Medh ve senâ etdiler. Hizmetinde ayak üzere durdu- lar. Süâl sormağı edebsizlik kabûl etdiler. Ebû Bekr “radıyalla- hü teâlâ anh” nas [insanlar] ile söyleşmekde, nasihât vermekde, hizmet etmekde iken, Resûlullah hazretleri, vekâr ile sessiz oturuyordu. Lâkin kimse ikisini birbirinden fark edemezlerdi. Tâ ki, güneşin harâreti hazret-i Resûlullahın üzerine geldi. Hazret-i Ebû Bekr kalkıp, ridâsını çıkarıp, eli ile Resûlullah hazretleri üzerine gölgelik etdi. O zemân Medîne ehli, Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bildiler.

Ellibeşinci Menâkıb: Ey azîzler. Hazret-i Ebû Bekrin “radı- yallahü teâlâ anh” hidâyet ve riâyeti, evvelki menâkıblarda anla- tıldı, işitdiniz. Sonra da kifâyet ve inâyeti, sonraki menkıbelerde anlatıldı, işitdiniz. Ebû Bekr-i Sıddîkın fadl ve kadrinden, şeref ve fahrinden ve cemâl ve câhinden önce ve sonra söylenenleri işitmişsinizdir. Tatlı ve şirin ibâre ile bir de benden işitiniz.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Cebrâîl aleyhisselâmı ilk gördüğü esnâda, ondan birşey işitmedi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm kırmızı yâkutdan bir taht üzerin- de Hirâ dağında göründü. Hazret-i Habîbullah onu görünce korkdu. Hemen oradan acele ile geri dönüp, hazret-i Hadîcenin “radıyallahü teâlâ anhâ” se’âdethânesine geldi. Buyurdu ki: Yâ Hadîce! Ben bilmem ki bana ne oldu. Çabuk Ebû Bekri bulup, yanıma getirin. Gördüğüm nesneyi Ebû Bekre söyliyeyim. Biraz sükûnet ve râhatlık bulayım. Hazret-i Hadîce varıp, hazret-i Ebû Bekri çağırdı. Dedi ki, yâ Ebâ Bekr, Muhammed, seni ister. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, geldi. Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Sana ne oldu ki, sen kendi hâlinde değilsin, sende değişiklik olmuş, dedi. Hazret-i Resûl-i ekrem buyurdular ki, yâ Ebâ Bekr! Ben Hirâ dağının başında idim. Ha- vada yâkut kürsî üzerinde oturan bir şahs gördüm. Melek mi, cinnî mi, insanoğlu mu bilmedim. Hazret-i Ebû Bekr “radıyalla- hü teâlâ anh” bir müddet düşündü. Sonra dedi ki, yâ Muham- med “aleyhisselâm”, ben eve gidiyorum. Sen Hadîceyi yanına çağır. Yanında otursun. O görünen her kim ise, yine evvelki gi- bi gelip, görünür. Siz onu gördüğünüzde, o vakt, Hadîceye bu- yur, başını açsın. Eğer o kimse, Hadîcenin başının saçına bakar- sa, bil ki, İblîsdir. Eğer bakmaz ise, bil ki, Cebrâîldir.

– 76 –

Ey müslimânlar işidin ve fikr edin. O vakt ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri de, kendi işinde sâ- kin olmamış idi. Ebû Bekr-i Sıddîk, hazret-i Server-i kâinâta sü- kûnet verdi. La’net ve toprak o la’înlerin başına olsun ki, haz- ret-i Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anh” çirkin şeyler söylerler. Bunun benzeri o haber, Emîr-ül mü’minin Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyeti ile oldu. Bedir günü idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri kendi eshâbının azlığını gördü ki, üçyüzonüç kimse idiler. Küffârın çokluğunu gördüler, bin kişiye yakın idi. Mubâ- rek yüzünü kıble tarafına dönüp ve iki ellerini yukarı kaldırıp, (İlâhî! Bize va’d etdiğin zaferi nasîb et. Yâ ilâhî! Eğer, küffâr bugün müslimânlar üzerine gâlip olsalar ve bu kavmimi burada helâk etseler, bir dahâ kıyâmete dek, dünyâda kimse Seni bir bilip, birliğini zikr etmez) buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyal- lahü teâlâ anh” öteden gelip, Resûlullah hazretlerine mülâze- met edip, dedi ki, yâ Resûlallah! Bundan sonra, Allahü teâlâ hazretlerine, bu derece korkarak, kendinizi üzerek düâ etmeyi- niz. Zîrâ, Allahü tebâreke ve teâlâ va’dinde durup, Size zafer nasîb eder, küffârın şerrini Sizden uzaklaşdırır. Hemen Cebrâîl aleyhisselâm nâzil olup, beşbin melek, kendisi ile berâber kâfir- ler ile harb etmek üzere geldi. Dedi ki, yâ Muhammed! Ebû Bekrin bu sözleri söylemesi üzerine, biz silâhlarımız ile geldik ki, senden bu şerri def’ edelim, buna kâfiyiz.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Ha- dîcenin “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinin se’âdethânesin- de üzüntülü iken, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” Cebrâîl aleyhisselâmın yol göstermesi ile müjde verdi. Resûlul- lah aleyhisselâtü vesselâm Bedr gazâsında ağlardı. Ebû Bekr hazretleri ona, Hak Sübhânehü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin yardımı ile zafer bulacağı müjdesini verdi. Bu cümleyi onun için söylerim ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullah hazretleri- ne, kulak ve göz menzilesinde olmuşdur. Zîrâ, bedenin bütün organlarından önce, bir sesi kulak işitir. Görülecek bir şeyi, be- denin bütün organlarından evvel göz görür. Cebrâîl aleyhisse- lâm, Hadîce “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinin se’âdethâ- nesine bir dahâ gelince, hazret-i Hadîce mubârek başını açdı. Hazret-i Cebrâîl yüzünü döndürdü. Ebû Bekr “radıyallahü teâ-

– 77 –

lâ anh” dedi ki, Yâ Muhammed! Bu o nâmûsu ekberdir. Ya’nî Cebrâîl aleyhisselâmdır. Hazret-i Âdem aleyhissalâtü vesselâm vaktinde hazret-i Âdeme, hazret-i Mûsâ aleyhissalâtü vesselâm vaktinde, hazret-i Mûsâya geldi.

(İşâret): O Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ki, Hadîcenin başının saçını, hazret-i Cebrâîlin mubârek gözünden korudu. Çirkin iftirâya tutulan Âişeyi, kullarından muhâfaza edemez mi idi ki, muhâfaza etdi.

(Nükte): İnsan vücûdunda başdan ayağa dek, hiçbir uzv, ku- lakdan ve gözden fazîletli değildir. Bütün Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ümmeti arasında da Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden üstün ve fazîletli kimse yokdur.

Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri pazara vardı. Dükkânını açdı. Şaşırmış olarak, âşık ve başı dönük, şaşkın beklerdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Hirâ dağına gitdi. Cebrâîl aleyhis- selâmı bekliyor idi. Cebrâîl aleyhisselâm İKRA’ sûresini getirdi. Dedi ki, hemen şimdi, geri dön ve halkı dîne da’vet eyle! Yâ Mu- hammed! Eğer bu sâatde bir kimse müslimân olursa, kıyâmete kadar dünyâ selâmetde kalır. Eğer bu sâat, insanların ileri gelen- lerinden bir kimse müslimân olmaz ise, geri gel, seni kanadım üzerine alıp, Kabe kavseyne götüreyim. Tekrâr gelip, yer ehlini helâk edip, intikâm alayım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Hirâ dağından geri, Mekke-i Mükerremeye geldi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” da Mekke-i Mükerremeden çıkıp, Hirâ dağına doğru gitmeğe baş- ladı. Yolda birbiri ile karşılaşdılar. Muhabbet ile sarıldılar. Ser- ver-i âlem buyurdu ki, yâ Ebâ Bekr, nereye gidiyorsun. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Sizin huzûr-ı şerîfinize geliyordum, yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, Siz nereye gidiyorsu- nuz, dedi. Sultân-ı Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu- yurdular: Senin yanına geliyordum. Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki: Hangi maksad için geliyordunuz. Resûlullah, buyurdular ki: Ben Allahü tebâreke ve teâlânın Resûlüyüm. Ebû Bekr “radıyallahü anh” dedi ki: Delîlin nedir. Resûlullah buyurdu: O vâkı’a [rü’yâ] ile ki, sen onu Şâmda gördün. Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki; Doğru söyledin, şimdi ne buyurursun. Resûlullah buyurdu: Onu derim ki, müslimân olmalısın. Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki, müslimân ol- dum. Ne buyurursun. Resûlullah oradan hemen Hirâ dağına var-

dı. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmı gördü. Dedi ki; Yâ Cebrâîl! Müjdeler olsun sana ki, Ebû Bekr müslimân oldu. Hazret-i Ceb- râîl aleyhisselâm da dedi: Yâ Muhammed! Sana da müjdeler ol- sun ki, dünyâ; kıyâmete kadar helâk olmakdan ve zevâlden emîn oldu [kurtuldu.]. Yâ Muhammed! Kıyâmete kadar her kim dirlik bulur, o Ebû Bekrin dirliği bereketi iledir. Kıyâmete kadar her kim müslimân olursa, o da Ebû Bekrin islâmı bereketi iledir. Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü tebâreke ve teâlâ hazretleri kıyâmet gününde emr eder, mahlûkların evvelinden sonuna kadar hepsi- ni Arasat meydânına toplarlar. İyi olanları Arşın sağ tarafında dururlar. Bedbaht olanları sol tarafında dururlar. Ondan sonra, Allahü teâlâ hazretleri, bana, buyurur, senin elini tutup, Arşın üstüne götürürüm. Sonra Ebû Bekr-i Sıddîkın da elini tutup, Ar- şın üstüne götürürüm. Sonra, onsekiz bin âlemin halkı ve yüzyir- midört binden ziyâde olan ümmet arasında, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi kimse yokdur diye, seslenirim.

Ellialtıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdu: Allahü tebâreke ve teâlâ o günde, İsrâfîl aleyhis- selâm hazretlerine, sûra üflemesi için emr eder. İsrâfîl aleyhisse- lâm, ayakları yerde, başı Arş-ı a’lâda bir melekdir. Allahü teâlâ- nın onu yaratdığı günden beri, sûru ağzına almış, bir ayağı ileri, bir ayağı geri, gözlerini Arş tarafına dikip, emre hâzır beklemek- dedir. Ne zemân sûra üfürmek için emr olunur ise, o zemân sû- ra üfürür. İsrâfîl aleyhisselâm sûra üflemeye başlayıp, nefesi sû- ru dolduruncaya kadar kırk yıl geçer. O sûr bir borudur. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin yaratdığı canlıların adedince, o sûrda delik vardır. Her canlının rûhu, kendine mahsûs delikler- den dışarı gelip, kendi kalıbına [bedenine] girer. Hiç yanlış yola gitmez. Eğer bir bedenin başı doğuda ve ayağı batıda olsa, Alla- hü tebâreke ve teâlânın emri ile, hâzır olup, toplanırlar. Rûhla- rın temâmı yanılmadan sûrdan çıkıp, kendi bedenine girer. Fe- kat, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin mu- kaddes rûhu sûrdan dışarı gelmez. İsrâfîl aleyhisselâm içeride rûh var diye bir kerre dahâ üfürür. Yine Ebû Bekr-i Sıddîkın rû- hu sûrdan çıkmaz. Allahü teâlâdan hitâb gelir: Yâ İsrâfîl, sen sâ- kin ol. Ben onun ile konuşayım. Hüdâ-i azze ve celle nidâ buyu- rur ki, (Ey, mutma’inne olan nefs! Sen Rabbinden râzı olduğun hâlde, Rabbin de senden râzı olduğu hâlde, Rabbine dön. Benim

sâlih kullarımın yanına ve Cennete gir.) [Fecr sûresi 27, 28, 29,

30. âyet-i kerîmelerinin meâli.] Hemen Ebû Bekr hazretlerinin nefs-i mutma’innesi [rûhu] dışarı gelir. Görür ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” merkad-ı mubârekelerinden [asl yerlerinden] gelip, hâzır durur.

Nükte: Eğer, kıyâmet günü mevtâların kabrlerinden nasıl çıkdıklarını bilmek istersen, behâr mevsiminde kırlara git. Bitki- ler Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emr-i şerîfi ile, nice yerleri yarıp, toprakdan dışarı çıkdıklarını gör. Bir mikdâr top- rak da başı üzerinde kalmışdır. Böylece, kıyâmet günü mevtâlar da kabrden dışarı gelirler. Herkes, başı üzerindeki toprağını sil- kerek kalkar. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” kabr- den dışarı geldiği gibi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerini kabr üzerinde durmuş görür. Der ki, yâ Resû- lallah, bugün ne gündür. Resûlullah hazretleri buyurur: Yâ Ebâ Bekr! Bugün Arz günüdür. Ebû Bekrin elini tutup, Arş önüne kadar, berâber giderler. O vakt, Allahü tebâreke ve teâlâ haz- retlerinden nidâ eder. Nûrdan üç kürsî getirirler. Birisini arşın sağına koyarlar. Birisini arşın önüne koyarlar. Birisini arşın so- luna koyarlar. Nidâ eder ki, İbrâhîm Halîli, Muhammed Habîbi, Ebû Bekr-i Sıddîkı getirin. Melekler, İbrâhîm aleyhisselâm haz- retlerini, elbise giymiş, başına tâc konmuş olarak getirirler. Arş karşısında durdururlar. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini de elbise giymiş ve tâc başında olarak getirirler. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” haz- retlerini getirirler. Başında örülü tâc vardır. Hitâb-ı izzet gelir: İbrâhîm Halîli arşın sağında oturtun. Cenneti de arşın sağında tutun. Yine hitâb-ı izzet gelir: Mustafâ Habîbi arşın solunda oturtun. Cehennemi de arşın solunda tutun. Ebû Bekri arşın önünde oturtun. Melekler hayret ederler. Yâ ilâhel âlemin. Biz böyle bilirdik ki, hazret-i Muhammed Mustafâ senin katında İb- râhîm Halîlden azîzdir, üstündür. Muhammed Mustafâ “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” seyyid-i Enbiyâdır. İbrâhîm aleyhisse- lâmı, arşın sağına Cennet tarafında buyurdun, Muhammed Mus- tafâ hazretlerini arşın soluna Cehennem tarafına buyurdun. Ni- dâ gelir ki, İbrâhîm benim Halîlimdir. Muhammed Mustafâ be- nim Habîbimdir, seyyidil evvelin vel âhırîndir. Bugün onun her dileğini ben de dilerim. Bugün o gündür ki, İbrâhîmin şefâ’ati ol-

maz. İbrâhîmi arşın sağında tutun. Ümmet-i Muhammedden afv etdiklerimi, Cennete gönderirim. Cennete giderken onu görsün. Muhammed arabîyi arşın sol tarafında tutun ki, onun ümmetin- den, Cehenneme gönderdiklerime, o şefâ’at eder. Onun ümme- tinin ba’zısını rahmetimle afv ederim. Ba’zısını Onun şefâ’ati ile afv ederim. Sonra: (Merhabâ Halîl, Habîb, Sıddîk) diye nidâ-i izzet gelir. İbrâhîm aleyhisselâm, (Gökleri ve yeri; aydınlık ve karanlığı yaratan Allahü teâlâya hamd olsun!) buyurur. Mu- hammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurur: (Bizden üzüntüyü gideren Allahü teâlâya hamd olsun. Rabbimiz elbette şükr edilen ve afv edicidir.) Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” buyurur: (Bize, va’dinde sâdık olan Allahü teâlâya hamd olsun!)

Halîl ve Habîb “aleyhimessalâtü vesselâm” ve Sıddîk “radı- yallahü teâlâ anh” hamd etmeleri ile halk birbirine girerler. Ni- tekim dünyâda koyun kuzudan ayrılıp, geri karışır. Feryâd ve fi- gân halkdan kalkar. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” halkın ürkmesini ve feryâdını görüp, minber üzerine çı- kar. Mahşer tarafına bakar. Bir melek görür. Yediyüzbin başı vardır. Her başında yediyüzbin dili vardır. Her dil bir lügat ile Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini tesbîh eder. Hiç bir lügât birbirine benzemez. Allahü teâlâ hazretlerinin kudreti ile onun burnundan bir duman çıkar. Mahşer halkının etrâfını çevirir. Mahşer halkı ondan korkarlar. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu hâli görüp, mûbarek başını sec- deye koyup, der ki (Yâ Rabbî, selâmet ver!). O melek, o hey- betiyle, Resûlullahın huzûruna gelir. Selâm verir ve der ki, yâ Muhammed, beni tanır mısın. Sultân-ı Enbiyâ buyurur ki, bil- miyorum. Der ki, Cehennem meleğiyim. (Mâlikim.) Allahü te- bâreke ve teâlâ bana emr etdi ki, Cehennemi azâblar ile Arasat meydânına koy. Ben de koydum. Buyurdu ki, Cehennemin ye- di kapısını bağla. Ben de bağladım. Buyurdu ki, Cehennemin anahtârlarını Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” önüne götür. O da Ebû Bekr-i Sıddîka versin. Sen Cehennem kapısında otur. Ebû Bekr-i Sıddîk kimi gönderir ise, onu Cehenneme al. Ondan sonra Resûlullah buyurur: Yâ Ebâ Bekr-i Sıddîk! Cehennemin anahtârlarını al. O da alır. Mâlik, Cehenneme geri döner. Bir melek de sağ tarafından gelir. O

melekden [Mâlikden] bin kat büyük, aydan ve güneşden nûrlu, misk ve kâfûrdan ziyâde kokulu, tesbîh ederek; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîfle- rine gelir. Der ki, Esselâmü aleyke yâ Muhammed! Beni tanır mısın. Habîbullah hazretleri buyurur: Hâyır tanımıyorum! O der ki, ben Cennet Rıdvânıyım. Allahü teâlâ bana emr etdi ki, Cenneti Arasata getir. Bütün ni’metleri ile berâber, ben de ara- sata getiririm. Emr eder ki, Cennetin anahtârlarını Muhammed Mustafânın huzûruna getir. Tâ ki, Ebû Bekr-i Sıddîka versin. Sen Cennetde yerine otur, buyurur. Ebû Bekr-i Sıddîk kimi di- ler ise, Cennete göndersin. Sonra, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana buyurur. Al, Cennetin anah- târlarını Ebû Bekre ver. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” haz- retleri de, anahtârları alır. Cennet Rıdvânı geri döner.

Bir melek dahâ zuhûra gelir. Resûlullah hazretlerine selâm verir. Otuz basamaklı kürsî üzerine çıkar. Yüzünü mahşer hal- kına döndürür. Der ki; yâ mahşer ehli. Ben sizin Rabbinizin el- çisiyim. Hak sübhânehü ve teâlâ buyurur: Biliniz yâ dostlar ve düşmânlar ki, bu günde ev ikidir. Biri Cennet, ve biri Cehen- nem. Benim de hükmüm ikidir. Biri adl, biri fadl. Adl düşmân- lara ve fadl dostlaradır. Fadl evi, ebedî Cennetdir. Adl evi, ebe- dî Cehennemdir. Biliniz yâ dostlar ve düşmânlar ki, Cennetin ve Cehennemin anahtârlarını Ebû Bekr-i Sıddîka verdim. Sizden bir kimse, yerden göğe kadar günâh işlemiş olsa [îmânı ehl-i sünnet i’tikâdına uygun ise] ve o kimse Ebû Bekri severse, Al- lahü teâlâ onun cümle günâhlarını Ebû Bekr-i Sıddîk için afv eder. Onun huzûruna varın ve onun ile Cennete dâhil olun. Hu- dâ-i azze şânehü Cehennemi Ebû Bekr-i Sıddîkın dostlarına ha- râm etmişdir. Her kim ki sizden çok ibâdet etmiş olsa, o kimse Ebû Bekr-i Sıddîka buğz ederse [îmânı ehl-i sünnet i’tikâdına uygun değilse], Allahü teâlâ o kimseden bîzârdır. Onun makâ- mı Cehennemdir ve nârdır. Allahü teâlâ hazretleri Cenneti ona harâm etmişdir. Bir nidâ gelir ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkı götürün. Yediyüzbin saf melek Arş önünde durmuş olurlar. Her safın uzunluğu meşrıkdan magribe kadar, genişliği de o ka- dardır. Cümlesi Ebû Bekr-i Sıddîkın huzûruna gelirler. Minber- den alıp, burak üzerine bindirirler, götürürler ve derler ki (Ebû Bekri karşılayın!) Arş altına kadar varır. Allahü teâlâ hazretle-

rinden nidâ gelir ki, (Yâ Ebâ Bekr! Bana yaklaş.) Ya’nî bana yakın ol. Bir kerre dahâ nidâ gelir ve üçüncü kerre de (İleri gel, ileri gel) diye, nidâ gelir.

Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdu ki, o kadar yaklaşdırırlar ki, Arşa yakın olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden nidâ gelir ki, yâ Ebâ Bekr-i Sıddîk! Eli- ni arşın üzerine uzat. Kendi defterini al. İstersen oku. İstersen okuma. Bugün evvelîn ve âhırîn halkı [bütün insanlar] onu ta- leb ederler ki, bugün senin sevdiklerin için ne istersen yaparım. Sonra emr eder ki, Ebû Bekr-i Sıddîkı Cennet tarafına götürür- ler. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” nidâyı işitir. Bu- rakdan aşağı iner. Başını secdeye koyar. Der ki: Yâ Rabbî! İz- zetin ve celâlin hakkı için, bugün, tâ ki, mahşer yerinde bulunan bütün beni sevenleri, bu kuluna bağışlayıncaya kadar ayağımı Cennete koymam. Nidâ gelir ki, Ebû Bekri, dostları ile ve mu- hibleri ile Cennete iletiniz. Emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr-i Sıd- dîk ve emîr-ül mü’minîn Ömer-ül Fârûk ve emîr-ül-mü’minîn Osmân-i zinnûreyn ve emîr-ül-mü’minîn Alî-yül Mürtedâ “rıd- vânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Cennete girerler. Dostları ve muhibleri, onların ardınca Cennete girerler. Beyâz incîden bir köşk getirirler. Ebû Bekr-i Sıddîk, bu beyâz incîden köşkde oturur. O köşkün yetmiş kapısı vardır. İstediği her kapıdan Al- lahü teâlâyı bilinmeyen bir şeklde müşâhede eder.

Elliyedinci Menâkıb: Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ an- hâ” hazretleri rivâyet eder: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bir gece mubârek başını, benim yanıma koymuşdu. Mubârek gözlerini yıldızlara dikmişdi. Ben aya bak- dım ki, Resûlullah hazretlerinin mubârek yüzü aydan güzel idi. Bir damla su [gözyaşı] benim gözümden mubârek yüzü üzerine düşdü. Benden tarafa bakıp, buyurdu ki: Yâ Âişe, ne oldu sana. Dedim: Ben senin yüzüne ve aya bakdım. Senin yüzün aydan dahâ nûrlu olduğunu gördüm. Vay o kimseye ki [ya’nî o kimse- ye acınır ki], kıyâmet günü senin yüzünü görmesin ve senin şe- fâ’atinden mahrûm kalsın. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, yâ Âişe! Hüdâ-i azze ve celle güneşin ve ayın nûrunu benim nûrumdan yaratdı. Niçin teaccüb edersin [hayret edersin], benim yüzümün nûruna ki, yıldızları ve levhi ve kalemi ve onsekizbin âlemi benim nûrumdan yaratdı. Ben

– 83 –

dedim; Yâ Resûlallah! Sen yıldızlara niçin bakardın. Buyurdu ki, yâ Âişe! Benim Eshâbım arasında, bir recül [mevki’ sâhibi] vardır ki, hergün yıldızlar adedince, onun tâ’atini göğe götürür- ler. Ben yıldızlara bakdım ki, adedini Allahü teâlâ hazretlerin- den başka bir ferd bilmek ihtimâli yokdur. Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” zan etdi ki, benim babamı murâd ederler. Dedi ki, yâ Resûlallah! O recül [mevki’ sâhibi] kimdir. Buyurdular: O Ömer bin Hattâbdır “radıyallahü teâlâ anh”. Ömer bin Hattâ- bın “radıyallahü teâlâ anh” tâ’ati ise babanın tâ’ati yanında, deryâdan bir damla gibidir.

Haberde gelmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerine buyurdu- lar ki: Bana Ömer bin Hattâbın fazîletlerinden haber ver. Ceb- râîl aleyhisselâm buyurdu ki: Yâ Muhammed! Nûh aleyhisselâ- mın Peygamberliği müddeti olan dokuzyüzelli sene seninle otursam, Ömer bin Hattâbın fazîletlerini beyân etsem, bir cüz’ünü beyâna kâdir olamam. Ömerin fazîleti [üstünlüğü], Ebû Bekrin fazîleti yanında, yıldızlar arasında bir yıldız gibidir.

Âlimlerden ba’zısı derler, her kim ki, hazret-i Bilâlin fazîlet- lerini anlatırım der ise, anlatamaz. Hâlbuki Bilâl-i Habeşî, Ebû Bekr-i Sıddîkın azâdlısı idi. Bendenin [kölenin] fazîleti bu kadar olur ise, hâcenin [efendinin] fazîleti ne kadar olur, düşünmek ge- rek. Haberde gelmişdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, Mi’râca vardığım gece, Cebrâîl aleyhisselâm ile arş altında, bir na’lın sesi işitdik. Cebrâîl aleyhis- selâm dedi ki, bu Bilâl-i Habeşînin “radıyallahü teâlâ anh” na’lı- nı sesidir ki, seher vaktinde onun ile mescide gider.

Ellisekizinci Menâkıb: (Allahü tebâreke ve teâlâ şânühû haz- retlerinin üstün kulları ol kimselerdir ki, yer yüzünde tevâzu’ ile yürürler. Tâ ki, canlı karıncayı incitmeyeler.) [Furkân sûresi 63. âyet-i kerîmesinin meâli.] Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” yolda yürür iken bir canlıyı ezmemek için, ayağı önüne ba- kardı. Bir vakt yolda yürürken, yol üzerinde karınca gördü. Aya- ğı ile üzerine basmamak istedi. Bir mert (genç) geldi. Hazret-i Sıddîkı söz ile meşgûl etdi. Unutup, ayağını o karınca üzerine ba- sıp öldürdü. Sonra, hazret-i Sıddîk bakıp, onu gördü. Üzüldü. Ne yapacağını düşünmeye başladı. Tam o sâat, Allahü teâlâ o karın- caya hayât verdi ve konuşmağa başladı: Esselâmü aleyke yâ ha-

– 84 –

lîfe-i Resûlillah! O sâat beni öldürüp, üzüldünüz. Sizin üzülme sebebinizden dolayı, Allahü teâlâ ben za’îf kulunu diriltdi. Ko- nuşdurdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyur- dular ki, yâ Ebâ Bekr, sana halîfe diyen kimse karıncadır. Sana buğz eden ve düşmân olan kimseler karıncadan âdi olur.

Ellidokuzuncu Menâkıb: Doğru haberlerde gelmişdir. Cebrâîl aleyhisselâm dedi: Yâ Rabbel âlemîn! Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin dostluğu Ebû Bekrin gönlünde ne mikdâr ve ne kadar olduğunu bilmek isterim. Bayram günü idi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” kıymetli ve gösterişli elbise giymiş ve otuz altınlık bir şal omuzuna almış idi. Cebrâîl aleyhisselâm a’mâ sûretinde gelip, yol üzerinde oturdu. Oraya Ebû Bekr-i Sıddîk geldi. Ona yaklaşdı. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, Allahü tebâreke ve teâlâ afv etsin o kimseyi ki, Muhammed Mustafâ dostluğuna [onun hâtırına] bana birşey versin. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” o sözü işitdi. Mubârek omuzundan ridâsı- nı [şalını] çıkarıp, ona verdi. Buyurdu ki, bir def’a dahâ söyle. Bir def’a dahâ söyledi. Ebû Bekr-i Sıddîk kaftanını çıkarıp, ona verdi. Dördüncüde, setr-i avretini örten elbiseden başka, bütün elbisele- rini ona verdi. Beşincide na’lınını çıkarıp ona verdi. Sonunda ar- tık elbisesi kalmadı. Bilâli “radıyallahü anh” çağırdı ve Ona bu- yurdu: Yâ Bilâl. Âişenin evine var. Birşey getir. Bilâl “radıyalla- hü teâlâ anh” giderken, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerine rast gelip, buyurdular ki, nereye gidersin, yâ Bi- lâl! Sen mi söylersin, ben mi söyliyeyim. Bilâl “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah, siz buyurun. Buyurdular ki: Yâ Bilâl! Bil ki, o a’mâ Cebrâîl-i emîndir. Allahü tebâreke ve teâlâ onu bu şeklde gönderdi ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın bana muhabbeti ne ka- dardır anlasın. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” Bilâli bekler idi. Hazret-i Bilâl elbise getirdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıd- dîk o elbiseyi giydi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine gelip, dedi ki, yâ Muhammed! Ebû Bekr-i Sıddîkı tecrübe ederdim. Elbiseler be- nim işime yaramaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Ceb- râîl aleyhisselâmın getirdiği elbiseleri Ebû Bekr-i Sıddîka getirdi. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”: Bir nesneyi ki senin dostluğun uğruna vermiş olayım, artık o bana gerekmez. Nereye uygun bu- lursanız, oraya tasarruf ediniz, dedi.

Altmışıncı Menâkıb: Hadîce-i Kübrâ “radıyallahü teâlâ an- hâ” hazretlerini, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine verecekleri zemân [evlenecekleri zemân], hazret-i Hadîce, bir şahsı gizlice Server-i kâinâtın huzûruna gönderdi. O kişi gelip, dedi: Müşrikler bize ta’n ederler ki, kendi şöhretli hâ- linle, bir fakîre varıp, zevceliği kabûl etdin. Şimdi bir mikdâr çe- yiz gönderin, az da olsa, ben onu çoğaltıp, halka gösteririm. Ayblıyanların ayblaması, kötüliyenlerin kötülemesi def’ olur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri müte- fekkir ve mütereddid kalkıp, gitdi. Ben kimden borç isteyeyim ki, bana borç verir, diyordu. Yine kendi kendine, bâri vefâkâr Ebû Bekrin dükkânına varayım deyip, pazara geldi. Hulle-i şerî- fi omuzunda çekerek ve göklerin melekleri nazar ederek gider- ken, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” uzakdan gördü ki, Sultân-ı kâinât hazretleri, se’âdet ve izzetle teşrîf buyurur. Se- vincinden şaşırmış olarak kendi kendine dedi ki, eğer benim dükkânıma teşrîf ederse, her ne ister ise vereyim. Hazret-i risâ- letpenâh “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” doğru Ebû Bekr-i Sıddîkın dükkânına geldi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyal- lahü anh” da karşılayıp, dedi ki, yâ Muhammedül-emîn! Babam ve anam sana fedâ olsun. Niçin üzüntülüsün. Fahr-i âlem buyur- dular ki, yâ Atîk, yâ hakîm-i Kureyş. Bana bir mikdâr şey gerek ki, Hadîceye ceyiz götüreyim. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Muhammedül-emîn! Yetmiş devem, Şâma ticârete gitmişdi. Bugün müjde getirdiler ki, sâlim ve ganîmet ile geldiler. Kerem edip, karşılayın. Kervân başı olan şahsa durumu bildirin. O kervânın başındaki şahsa sağ ve sâlim geldiğinde, azâd edeceğimi, yüz altın vereceğimi, Ebû Bekrin bunu va’d et- miş olduğunu söyleyin. Hazret-i Muhammed Mustafâ “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem”, çok sevinip, kervânın önüne geldi. O kervân başı şahsa [kula] dedi ki: Efendin Ebû Bekr-i Sıddîk bu develeri yükleri ile, eşyâları ile bana hibe etdi. Sana nişân vere- yim dedikde, kervanbaşı kul, ben senden nişân istemem. Ben ve develer, sana fedâdır deyip, develeri Hadîce-i kübrâ hazretleri- nin serâyı tarafına sürdüler. Pazar ortasına vardılar. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bir kimse gönderdi ki, Muhammedül-emîn hazretlerine söyle, develeri getirip, bu ara- dan geçirsinler. Getirdiler. Dedi ki, yâ Muhammedül-emîn, bir mikdâr durun. Hizmetci gönderip, kendi se’âdethânesinden

renkli-ipekli kaftanlar getirtip, herbirini bir devenin yükü üzeri- ne çekdiler. Renkli ipekli kumaşlar ile çeyizleri iletirler. Tâ ki, Muhammedül-emîn hazretlerini kötüleyenler, zemmedenler, hased edenler; üzüntülü, gamlı olsunlar. Bütün Mekke-i müker- reme ehline ma’lûmdur ki, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin malı yokdur. Ebû Bekr-i Sıddîk “radı- yallahü teâlâ anh” malını ve mülkünü hazret-i Muhammede “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” fedâ etmişdir. O develeri, üzerlerinde ipekli-renkli kumaşlar ile örtülü olarak, sesli olarak Mekke-i mükerremeyi dolaşdırarak, Hadîcenin “radıyallahü teâlâ anhâ” se’âdethânesine iletdiler. Cümleye ma’lûm oldu ki, bu hazret-i Hadîcenin çeyizidir. Muhammedül-emîn getirmişdir. Sıddîk-ı Ekberin bunun gibi, hizmet-i şerîfleri ve i’âne-i hasene- leri, sayısızdır “radıyallahü teâlâ anh”.

Altmışbirinci Menâkıb: Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” rivâyet edip, buyurdular ki; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” o kadar üstünlüğünü işitdim ki, hayretde kaldım. Server-i âlem hazretleri, bu dünyâdan, öbür âleme göç etdiler. Bir gece Sul- tân-ı Enbiyâyı rü’yâda gördüm. Önüne bir tabak hurma koy- muşlar. (Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü ve teâlânın sana verdi- ği o nesneden bana da ver!) dedim. Bana bir hurma verdi. De- dim, (Yâ Resûlallah! İhsânınızı artdırınız). Böyle böyle dokuz hurma verdi. Yine yâ Resûlallah, tekrar ver dedim. Uykudan uyandım. Bakdım, dokuz hurmayı elimde buldum. Bilâlin “ra- dıyallahü teâlâ anh” ezân sesini işitdim. Abdest alıp, mescide geldim. Sabâh nemâzını Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” haz- retlerinin arkasında kıldım. Nemâzdan sonra bir sâat başımı önüme salıp, tesbîh çekdim. Başımı kaldırdım. Hazret-i Sıddîkı gördüm. Mubârek arkasını mihrâba vermiş. O rü’yâmda, Resû- lullah hazretlerinin önünde gördüğüm hurma tabağını şimdi, hazret-i Sıddîkın önünde konulmuş gördüm. Dedim ki: Yâ ha- lîfe-i Resûlillah! Allahü teâlânın sana verdiği ni’metlerden ba- na da ver. Bana bir hurma verdi. Dedim, artdır. Bir hurma da- hâ verdi. Dokuz hurmaya dek bana verdi. Ben dedim: Yâ halî- fe-i Resûlillah, artdır. Buyurdu ki: Yâ Enes! Eğer gece Resûlul- lah hazretleri ziyâde verse idi, ben de ziyâde verirdim.

Altmışikinci Menâkıb: Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ

– 87 –

anh” buyurur ki; Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini gördüm. Dilini parmağı ile tutup ovar idi. Dedim: Yâ halîfe-i Resûlillah, ne yapıyorsun! Buyurdu ki; bu beni çok işlere uğratmışdır. Hem bir büyük kimseden işitdim ki, Ebû Bekr hazretleri yedi dirhem ağırlığındaki bir taşı, yedi sene ağ- zında tutdu. Bir söz söyliyeceği zemân, eğer o söz, Allahü tebâ- reke ve teâlâ hazretlerinin zikrinden gayri olsa idi, sol eli ile di- lini tutup, sağ eli ile o taşı dili üzerine sürerdi. Der idi ki: Ey dil. Bir dahâ söylemiyesin o sözü ki, Allahü teâlâ hazretlerinin mar- dîsi olmıya [sevdiği şey olmıya].

Hüccet-ül-islâm İmâm-ı Gazâlî “rahimehullahü teâlâ” (Kimyâ-i se’âdet) adlı kitâbında bildirmişdir: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” yedi lokma ta’am yir idi. Fazla arzû eder ise, dokuz lokma yir idi. Şimdi, yüzbin rahmet olsun, haz- ret-i Sıddîk üzerine ki, bütün işleri bu yol üzerine idi. O pâk din ve doğru i’tikâd senin üzerine olsun ki [ya’nî doğru i’tikâdlı ola- sın ki], Ebû Bekr hazretlerini, Ömer ve Osmân ve Alî hazretle- ri ile “radıyallahü teâlâ anhüm” berâber sevesin. La’net ve ga- dab o mübtedi’ ve râfizî üzerine olsun ki, bu din büyüklerine ve bu yer ve gök ehlinin güzîdelerine çirkin söz söylerler.

Nükte: Hudâ-i azze ve celle kâfiri düşmân tutdu. [Kâfirler Allahü teâlânın düşmânıdır.] Allahü tebâreke ve teâlâ hazretle- rinin dostluğunu da’vâ etdiler. [Ya’nî biz Allahü teâlânın dostu- yuz dediler.] O kimse, Allahü teâlânın dostunu düşmân tutdu. Allahü teâlâ hazretlerinin dostluğu o kimsenin küfr içinde ol- masına fâide vermedi. Belki, içinde bulundukları durumu haber verdi. Allahü teâlâ buyurdu, Ben Ebû Bekri severim. (O onları sever, onlar da onu severler). Râfizî, Allahü tebâreke ve teâlâ- nın ve Resûlünün, dostluğunu da’vâ etdi ve Ebû Bekr-i Sıddîkı düşmân tutdu. Hak sübhânehü ve teâlânın dostunu düşmân tut- du. Allahü teâlâ hazretlerinin dostluğu fâide vermedi. Belki, râ- fizînin kötü hâlini haber verdi.

Altmışüçüncü Menâkıb: Haberde gelmişdir ki, Kûfede bir râfizî var idi. Adı Abdülmecîd bin Abdülgaffâr idi. Ca’fer-i Sâ- dık “kuddise sirruh” hazretlerinin huzûruna vardı. Dedi ki, Es- selâmü aleyke yâ Resûlullahın torunu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra en üstün olan kim- dir. Ca’fer-i Sâdık buyurdu ki: Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyalla-

– 88 –

hü teâlâ anh”.

Râfizî: Böyle olduğunu nereden biliyorsun.

Ca’fer-i Sâdık: Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri ona, Re- sûlullahdan sonra, ikinci buyurdu. Üçüncüleri Allahü teâlâ olan iki kişiden, ikincisi olmak kadar şeref olamaz (Bundan üstün şeref olmaz).

Râfizî: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin döşeğinde, kâfirler- den korkmadan yatmadı mı?

Ca’fer-i Sâdık: Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullah hazretleri ile mağaraya girmedi mi?

Râfizî: Eğer korkmasa idi, girmezdi. Allahü teâlâ Resûlulla- ha haber verdi ki, Ebû Bekre korkma, dedi.

Ca’fer-i Sâdık: Onun korkusu, ondan idi ki, kâfirler onların nerede olduğu hakkında bir haber duyup, gelirler. Resûl-i ekre- mi üzerler. Görmezmisiniz Ebû Bekr-i Sıddîk, kendi ayağını, mağarada bir deliğe koydu. Hattâ yılan onu kaç def’a ısırdı. O acıya katlandı. Ayağını kaldırmadı. Resûlullahı uyandırmamak için, hiç ses de çıkarmadı. Kendinden korksaydı, zehrlenerek, cânını Resûle fedâ etmezdi.

Râfizî: Mâide sûresinde, (Rükû’da iken sadaka verirler)

meâlindeki ellisekizinci âyet-i kerîme ile medh olunan Alîdir.

Ca’fer-i Sâdık: Bu âyetden önce, bir âyet-i kerîme vardır ki tahsîs rakamı ondan ziyâdedir. O Sıddîk şânındadır. (Allahü teâlâ, mürtedler ile cihâd eden bir kavm getirir. Allahü teâlâ bunları sever) meâlindeki âyet-i kerîme, Ebû Bekr-i Sıddîk içindir ve dahâ çok yükseltmekdedir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, öbür âleme göçmelerin- den sonra, arablar, dedi ki, biz nemâz kılarız. Ammâ zekât ver- meyiz. Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu ki, Resûlullah haz- retlerine edâ etdikleri zekât malından bir deve dizinin bağını vermeseler ve ondan eksik verseler, ben onlar ile toprak ve kum sayısınca olsalar da muhârebe ederim.

Râfizî: Yâ Ca’fer. Hazret-i Alînin şânı için, meâl-i şerîfi, (Mallarını, gece-gündüz, gizli ve gözönünde verenler) olan Be- kara sûresinin ikiyüzyetmişdördüncü âyeti gelmemiş mi?

Ca’fer-i Sâdık: (Sûre-i Velleyl), Ebû Bekr-i Sıddîkın şânında nâzil olmuşdur. Şânını çok yükseltmekdedir. Zîrâ Ebû Bekr-i Sıddîk kırkbin altın verdi. Kendisine bırakmadı. Bir kilime sa- rındı. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki, Allahü teâlâ buyur- du ki, ben Ebû Bekrden râzıyım. O benden râzı mıdır? Ebû Bekr-i Sıddîk, ben Allahü teâlâdan râzıyım, râzıyım, râzıyım, dedi.

Râfizî: Meâli şerîfi (Hâcılara su vermeği ve Mescid-i Harâ- mı binâ etmeği, îmân etmekle ve Allah yolunda cihâd etmekle bir mi tutuyorsunuz. Hâyır, böyle değildir) olan Tevbe sûresi- nin yirminci âyet-i kerîmesi hazret-i Alînin şânını bildirmek için nâzil olmadı mı?

Ca’fer-i Sâdık: Meâl-i şerîfi (Mekkenin fethinden önce, sa- daka verip, cihâd eden ile, fethden sonra veren ve cihâd eden bir değildir. Önce olanın derecesi dahâ yüksekdir) olan Hadîd sûresinin onuncu âyet-i kerîmesi ile Ebû Bekr-i Sıddîk medh olunuyor. Ebû Bekrin muhârebe etmesi önce idi ki, Ebû Cehl, Resûlullah hazretlerine vurmak istedi. Ebû Bekr-i Sıddîk, Ebû Cehle mâni’ oldu.

Râfizî: Alî, hiç kâfir olmadı.

Ca’fer-i Sâdık: Öyledir, lâkin, Allahü tebâreke ve teâlâ hiç kimsenin, îmânını, Ebû Bekrin îmânı gibi medh etmedi. Meâl-i şerîfi (Muhâcir ve Ensârın önce gelenlerinden Allahü teâlâ râ- zıdır. Onlara Cennetde sonsuz ni’metler vardır) olan Tevbe sûresi yüzbirinci âyetinde ve meâl-i şerîfi (Doğru haber ile ge- len ve Ona inanan için Cennetde istedikleri herşey vardır) olan Zümer sûresi otuzüçüncü âyetinde, Allahü teâlâ, Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” îmânını medh etmek- dedir. Her ne vakt ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vahy ile bir haber verse idi, kureyş, yalan söylüyorsun derdi. Ebû Bekr-i Sıddîk hemen yetişip, doğru söylüyorsun yâ Resûlallah, derdi.

Râfizî: Meâl-i şerîfi (Uhud gazâsında, şeytâna uyup, dağılan- lar) olan Âl-i İmrân sûresi yüzellibeşinci âyetinde, Allahü teâlâ şikâyet etmiyor mu?

Ca’fer-i Sâdık: Âyet-i kerîmenin sonunu oku. Meâlen (On- ların bu kusûrlarını afv etdim) buyuruyor.

Râfizî: Hazret-i Alînin dostluğu farzdır. [Hazret-i Alîyi sev- mek farzdır.] Kur’ân-ı azîmüşşânda, Şûrâ sûresinde, yirmiüçün- cü âyetinde meâlen (Size islâmiyyeti bildirdiğim ve Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız yakınım olanları seviniz) buyuruldu ki, bunlar, Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyndir.

Ca’fer-i Sâdık: Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” düâ et- mek ve Onun dostluğu [Onu sevmek] farzdır. Allahü teâlâ, Haşr sûresinde onuncu âyetinde meâlen (Muhâcirlerden ve En- sârdan sonra, kıyâmete kadar gelen mü’minler, yâ Rabbî! Bizi afv et ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi [ya’nî Eshâb-ı ki- râmı] afv et derler) buyuruyor. Hüseynî tefsîrinde diyor ki; (Âlimler buyurdu ki, Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ an- hüm ecma’în” birini sevmiyen kimse, bu âyetde bildirilen mü’minlerden olmaz. Bu düâdan mahrûm olur).

Râfizî: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Hasen ve Hüseyn, Cennet gençlerinin üstünüdür. Babaları dahâ üs- tündür) buyurmadı mı?

Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü teâlâ anh”: Ebû Bekr-i Sıddîk hakkında bundan iyisini buyurdu. Babam Muhammed Bâkır- dan işitdim. Ceddim İmâm-ı Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyur- du ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûrun- da idim. Başka kimse yok idi. Ebû Bekr ile Ömer “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” geldi. Server-i âlem ve Seyyid-i veledi âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”: (Yâ Alî! Bu ikisi, Pey- gamberlerden başka, Cennet erkeklerinin en üstünüdür.)

Râfizî dedi: Yâ Ca’fer! Âişe mi üstündür. Fâtıma mı üstün- dür?

Ca’fer-i Sâdık: Âişe “radıyallahü anhâ” Resûlullah hazretle- rinin zevcesi idi. Onunla berâber olur. Fâtıma “radıyallahü teâ- lâ anhâ” hazret-i Alînin zevcesi idi. Onunla berâber olur. Alla- hü teâlâ hazretlerinin gadabı ve la’neti o râfizî ve mübtedi’ üze- rine olsun ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retlerinin, mü’minlerin annesi olan ezvâc-ı tâhirâtına “rıdvânul- lahi teâlâ aleyhinnâ ecma’în” ta’n eyler.

Râfizî: Âişe Alî ile muhârebe etdi. Cennete girer mi?

Ca’fer-i Sâdık: Allahü teâlâ Ahzâb sûresi, elliüçüncü âyetin-

– 91 –

de meâlen; (Resûlullahı incitmeyiniz. Ondan sonra, zevcelerini nikâh ile hiç almayınız. Bunların ikisi de büyük günâhdır.) bu- yuruyor. Beydâvî ve Hüseynî tefsîrlerinde diyor ki, bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” vefât etdikden sonra da, ona saygı göstermek için, zevce- lerine saygı lâzımdır.

Râfizî: Ebû Bekrin hilâfetini, Kur’ân-ı azîmüşşânda bana göstermeğe kâdir misin?

Ca’fer-i Sâdık: Gösteririm. Hem Kur’ân-ı kerîmde, hem Tevrâtda ve hem de İncîlde gösterebilirim. Kur’ân-ı kerîmde olan şudur: En’âm sûresi yüzaltmışbeşinci âyetinde meâlen; (Allahü teâlâ sizi yeryüzünde halîfe yapdı) buyuruldu. Nûr sû- resi ellibeşinci âyetinde meâlen; (Îmân eden ve emrlerimi ya- panlarınızı, yeryüzüne hâkim kılacağımı söz veriyorum. İsrâîlo- ğullarını halîfe yapdığım gibi, sizi de birbiriniz ardı-sıra halîfe yapacağım) buyuruldu. Beydâvî ve Hüseynî diyor ki, bu âyet-i kerîme gaybdan haber verip, Kur’ân-ı kerîmin, Allahü teâlânın kelâmı olduğunu ve dört halîfesinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” meşrû; haklı olduğunu göstermekdedir. Tevrâtda ve İncîlde, Feth sûresinin son âyetinde meâlen, (Resûlullah ve onunla birlikde olanlar, birbirlerini her zemân ve çok severler ve her zemân kâfirlere düşmân olurlar!) bütün Eshâb bildiril- mekde ve Ebû Bekrin şerefine işâret edilmekdedir. Bu âyetin sonunda meâlen, (Eshâbının misâlleri Tevrâtda ve İncîlde bildi- rildi) buyuruyor. Babam, ceddim Alî bin Ebî Tâlibden “radıyal- lahü anh” ve onun da Resûlullah hazretlerinden bildirdiği ha- dîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, hiçbir Peygamberine vermediği ke- râmetleri bana verir. Kıyâmetde mezârdan önce kalkarım. Alla- hü teâlâ dört halîfeni çağır, buyurur. Onlar kimdir, yâ Rabbî, derim. Ebû Bekrdir, buyurur. Yer yarılıp, herkesden önce Ebû Bekr mezârdan çıkar. Sonra Ömer, sonra Osmân, sonra Alî kal- kar) buyuruldu. Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdu: Ben yer şak olup, dışarı gelenlerin evveli olurum. Allahü teâlâ bana kerâmetlerden verir. O nesne ki benden ön- ce Nebîlerin bir ferdine vermemişdir. Sonra Allahü teâlâ buyu- rur. Yâ Muhammed, yakın getir o halîfeleri ki, senden sonra geldiler. Ben dedim, onlar kimlerdir. Buyurur, Ebû Bekr-i Sıd- dîk. Benden sonra yer şak olup, Ebû Bekr kabrden dışarı gelen-

– 92 –

lerin evveli olur. İki hulle giydirirler. Tâ gelip, Arş önünde du- rur. Ve hesâbın az görürler. Ve arş önünde ayak üzerine durur- lar. Ondan bir münâdî seslenir; Ömer bin Hattâb ”radıyallahü teâlâ anh” nerededir. Onu getirirler. Cerâhetden kan revân ol- duğu hâlde gelir. Diye ki, yâ Ömer, bunu sana kim etmişdir. Mu- gîre bin Şûbenin kölesi yapmışdır, der. Ona da buyururlar. Arş önünde durur. Hesâbını görürler. İki yeşil hulle giydirirler. Son- ra Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini getirirler. Damar- larından kan revân olduğu hâlde gelir. Derler ki, bunu sana kim yapdı. Der ki, filân yapdı. Arş önünde durmasını buyururlar. Hesâbı da kolay olur. İki yeşil hulle giydirirler.

Râfizî bunları işitince, yâ Ca’fer, bunlar Kur’ân-ı azîmde var mıdır. Ca’fer-i Sâdık, buyurur, evet, okumadın mı, Allahü teâlâ onlardan haber verdi. (Peygamberler ve bunların şâhidleri, he- sâb için getirilir!) buyuruldu. [Zümer sûresi 69.cu âyet-i kerîme- si meâli]. Yâhud şehîdleri getirilir, denildi. Ya’nî Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alîyi “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” getirirler.

Râfizî dedi ki, yâ Ca’fer! Bu zemâna kadar ben onları sev- miyor idim. Şimdi pişmân oldum. Eğer tevbe edersem, Allahü teâlâ kabûl eder mi?

Ca’fer-i Sâdık “kuddise sirrehül’azîz” buyurdu ki, çabuk tev- be et ki, se’âdetin alâmeti olsun. Eğer, Allahü teâlâ korusun, o i’tikâd üzere dünyâdan gitmiş olsaydın, senin dînin boşa giderdi.

Altmışdördüncü Menâkıb: (Tenbîh-ül gâfilin) kitâbında Ebülleys “rahimehullahü teâlâ”, Zeyd bin Erkamdan “radıyal- lahü anh” haber vermişdir. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radı- yallahü anh” hazretlerinin bir kölesi vardı. Ömrünün sonların- da her akşam iftâr vaktinde yemek getirirdi. Âdet-i şerîfleri öy- le idi ki, nereden ve nasıl aldığını, kimden satın aldığını, onun san’atı ve mesleği ne olduğunu o köleden sormayınca o yemek- den bir lokma ağzına koymazdı. Bu köle bir gece yine yemek getirdi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” süâl etme- den, mubârek elini uzatıp, bir lokma yemekden aldılar. Köle dedi ki: Ey Efendi. Ne oldu ki, bu akşam sormadan yemeğe el uzatdınız. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hazretlerinin mubârek gözleri yaş ile dolup, buyurdu: Yâ Gulâm. Açlık bana

– 93 –

sıkıntı verip, sabırsızlandırdı. Böylece bu hâl başıma geldi. Şim- di bana haber ver ki, bu akşam yemeği nereden getirdin. Köle dedi ki: Câhiliyye vaktinde, raks ve oyun oynardım. Bir gruba raks etdim. Onlara hoş geldi. Bana dediler ki, şimdi bir nesne- miz yokdur. Va’d etmişlerdi ki, elimize birşey geçdikde sana iyi- lik ederiz. Ben bugün gördüm ki, onların elleri doludur. Ben va’dlerini hâtırlatdım. Yiyeceği bana verdiler. Ebû Bekr-i Sıd- dîk “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitdi. Çok üzüldü. Ağladı. Yemeği önünden atdı. Parmağını boğazına o kadar sokdu ki, kay’ etdi. O lokma karnından dışarı geldi. Kendine eziyyet ver- di. Mubârek yüzü göğerdi ve karardı. Mubârek yüzünün şekli- nin değişikliğini görenler, bir mikdâr su içmesini ve bu üzüntü- den halâs olacağını söylediler. Sıcak su getirdiler. İçdi, bir ker- re dahâ kay’ etdi. Rahâtsız oldu. İnceledi ki, karnında bir şey kalmadı. Dediler ki, yâ Sıddîk, bu kadar kendinize sıkıntı ve zahmet, bir lokmadan dolayı mıdır. Buyurdu ki, evet. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim. Buyurdular ki, (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, yidiği ha- râm olan kimselere Cenneti harâm etmişdir.) Sonra başını yu- karı kaldırıp, Yâ ilâhel âlemîn! Yidiğim lokma için elimden ge- leni yapdım. O lokmaları kay’ etdim. O lokmadan damarlarım- da birşey kaldı ise afv et. Bu za’îf kulun, Cehennem azâbına da- yanamam diye, düâ buyurdu. Bu o Ebû Bekrdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, (Ebû Bekr benim gözüm ve kulağım gibidir) buyurdu.

Süâl: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hazretleri, niçin fîsebîlillah malının temâmını verdi. Ömer-ül Fârûk “radıyalla- hü teâlâ anh” niçin malının yarısını verdi.

Cevâb: Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” adâleti temsîl ediyordu. Adâlet eşitliği muhâfaza etmekdir. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” sıdkı temsîl ediyordu. Sıdk odur ki, elin- de ne var ise hepsini vermelisin. Eğer, hazret-i Ömer, malının te- mâmını verip, çoluk-çocuğuna bırakmasa idi, âdil olamazdı. Haz- ret-i Ebû Bekr malının yarısını verip, yarısını bıraksa idi, sâdık olamazdı. Hazret-i Ebû Bekr için adl, hazret-i Ömer için de sıdk var idi. Lâkin birisinde sıdk cibillidir. Ve birisinde adl hâldir. Adl, hazret-i Ömerin hâlidir. Bir sıfat kişinin cibillisinde var ise, hâlinde de vardır. Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki: Cümle malını ver.

– 94 –

Hiç bir şeyi koyma. Eğer halâl ise onun hesâbından kurtulursun. Eğer harâm ise azâbından kurtulursun. Hazret-i Ömerin adli de- di ki, malının yarısını dağıt. Yarısını ehl-i ıyâline bırak. Hazret-i Ebû Bekr bütün malını verdiği için, hazret-i Ömer ne kadar mal verirse de, hazret-i Ebû Bekre uymuş olur.

Altmışbeşinci Menâkıb: Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” anlatır: Bir bedevî a’râbî, bir kırmızı deve üzerinde, hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” huzûruna gelip, deveden inip, dedi ki: Esselâmü aleyke, yâ emîr- el mü’minîn! Çabuk bana haber ver, Ebû Bekrden ki, o Cennet- de midir. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bundan dolayı üzülüp, buyurdu ki, yâ a’râbî, keşki, anan seni doğurmamış olsa idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hayâtında ve vefâtlarından sonra, bu sözü hiç kimse söylemedi. Sen söyledin. Muhâcirîn ve Ensâr “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” arasında, şübhe yokdur ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hayâtında vezîri idi. Vefâtından sonra ha- lîfesi idi. Ondan sonra her kimin i’tikâdı bunun üzerine olmaz ise, o dalâletdedir. Ey a’râbî! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Ebû Bekr-i Sıddîkı babası yerinde tutardı. Hazret-i Ebû Bekr Cennet ehlini, tıpkı, gökyüzündeki bir yıldı- zın, yeryüzünün ehlini aydınlatdığı gibi aydınlatır. Ebû Bekr Cennetde, bir köşkden bir köşke, bir kasrdan bir kasra gider. Cennetde hiçbir kasr ve bir serây, bir oda, bir bağçe, bostân ol- maz ki, illâ hazret-i Ebû Bekrin nûrundan aydınlanmasın. Cen- net ehli köşklerden başlarını çıkarıp, derler ki, yâ Rıdvân! Bu nûr nedir? Rıdvân der ki; Bu Ebû Bekrin yüzünün nûrudur ki, kasrdan kasra ve odadan odaya gider.

Alî “radıyallahü anh” sözüne devâmla dedi ki: Yâ a’râbî! Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri, vefâtı ânında bana dedi ki, benim cânım, benim gözümün nûru ve benim dostum ve benim azîzim. Benim vefâtım yakınlaşdı. Ömrüm sonuna yaklaşdı. Beni o, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini yıka- dığın mubârek ellerin ile yıka. Kefene sar ve tabut üzerine koy. Cenâzemi Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- lerinin Ravda-i mukaddeselerinin kapısına koy. Ve de ki, yâ Resûlallah! Ebû Bekr kapıdadır. İçeri girmek için izn ister.

– 95 –

Eğer kilit anahtarsız açılırsa, beni Seyyid-i âlemin mubârek ar- kası yanına defn edin. Eğer kilit açılmaz ise, beni Bakî’ kabris- tanına götürüp, garîbler kabristanına defn edin. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ a’râbî, o halîfe-i Resû- lullah olan Ebû Bekr-i Sıddîk dünyâdan göçdü. Vasiyyetini ye- rine getirip, techîz eyledim. Ravda-i mukaddese kapısına gö- türdüm. İzn istedim. O sâat kilit kendiliğinden açılıp, bir ses işitdim ki, (Habîbi habîbe kavuşdurun. Habîbini çok özlemiş- dir) diyordu.

Altmışaltıncı Menâkıb: Emîr-ül-mü’minîn Alî bin Ebî Tâli- bin “radıyallahü teâlâ anh”, Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” vefâtı sırasında söylediği sözler şöyle rivâyet olun- muşdur.

Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” bu fânî âlemden, bâki âleme göç etdiler. Mubârek yüzünü ve bedenini bir çarşaf ile örtdüler. Medîne-i Münevvere; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, öbür âleme göç etdikleri gibi, inleme ve ağlama sesleri ile dolmuş idi. Hazret-i Alî “radıyalla- hü teâlâ anh” işitip, ağlıyarak, (İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn) diyerek geldi. Söylediği sözlerin ma’nâsı budur: Nübüvvet hilâ- feti bugün bitdi. Geldi, o evin kapısında durdu. Ebû Bekr-i Sıd- dîk hazretleri odada idi. Buyurdu: Yâ Ebâ Bekr. Sen Resûlul- lahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dostu ve musâhibi ve mûni- si ve sırdaşı ve müşâviri idin. En evvel islâmı sen kabûl etdin. Senin îmânın cümle kavmin îmânından kuvvetli ve güzel oldu. Senin yakînin dahâ kuvvetli, Allahü azîmüşşân hazretlerinden korkun büyük oldu. Herkesden zengin, herkesden dahâ cö- merd, sen idin. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” üzerine en şefkatli, en yardımcı sen idin. Senin Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile sohbetin, hepimizin sohbetin- den dahâ iyi idi. Hayr sâhiblerinin birincisi sensin. Senin iyilik- lerin, hepimizinkinden çokdur. Her iyilikde ileridesin. Hazret-i Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hu- zûr-ı şerîflerinde, senin derecen en yüksek oldu. Ona en yakın sen oldun. İkrâmda, ihsânda, güzel huylarda, boyda, yaşda, başda, ona en çok benziyen sen oldun. Allahü teâlâ sana, çok mükâfât versin ki, Resûlullaha herkes yalancı derken, sen, doğ- ru söylüyorsun, inandım, dedin. Sen onun kulağı ve gözü gibi

– 96 –

idin. Allahü teâlâ seni, Kur’ân-ı kerîmde (sıdk) ile şereflendir- di. Resûlullaha en sıkıntılı zemânlarında yardımcı oldun. Her- kes Ondan kaçarken, sen Onun ile sohbet etdin. Seferlerde ve sıkıntılı yerlerde halîfesi idin. Onun ümmetinin halîfesi ve dîni- nin koruyucusu oldun. Câhiller dinden çıkarken, sen dîn-i islâ- ma kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zemân sen kükremiş arslan gibi ortaya çıkdın. Herkes dağılırken, sen Muhammed Musta- fânın yolunu tutdun. Eshâbın az konuşanı ve en belîği, edîbi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temiz idi. Gön- lün herkesden kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu önceden görür, geri kalmışları islâma sokarak ay- dınlatırdın. Mü’minlere şefkatli, afv edici baba idin. İslâmın ağır yükünü taşıdın. İslâmın hakkını herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgârların oynatamıyacağı bir dağ gi- bi idin. İşin doğruluk idi, ilm idi. Sözün mertçe doğruyu bildir- mek idi. Gerici düşüncelerin ve bozuk inançların kökünü kazı- dın. Hak dînin ağacını dikdin. Müşkilleri, müslimânlara kolay- laşdırdın. Küfr ve mürtedlik ateşini söndürdün. Rahmânın dî- nini sen doğrultdun. İslâma, îmâna sen kuvvet oldun. Gökler- de, melekler arasında senin derecen çok büyükdür. Senin ölüm musîbetin ve yeryüzünde, muhâcirîn ve ensâr arasında, senden ayrılık yarası çok derindir, dedi. “İnnâ lillah...” okuyarak çok ağladı. Mubârek gözlerinden kanlı yaş akdı. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin her kazâsına râzı olduk. Verdiği elemleri ka- bûl etdik. Yâ Ebâ Bekr! Müslimânlara, Resûlullahın “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” ayrılık acısından sonra, hiç senin ay- rılık acın gibi bir acı vâki’ olmadı. Sen mü’minlere sığınak ve dayanak ve gölge idin. Münâfıklar üzerine çok sert ve ateşli idin. Allahü teâlâ hazretleri, seni Muhammed Mustafânın “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna kavuşdursun. Bizi se- nin ecrinden ve bereketinden mahrûm eylemesin. Senden son- ra bizi azgın hâle koymasın. Sahâbe-i güzînin “rıdvânullahi teâ- lâ aleyhim ecma’în” hepsi sessizce dinlemişler idi. Hazret-i Alî- nin “radıyallahü teâlâ anh” kelâmı bitdi. Cümle yer ehli ve gök ehli ağlamağa başladılar. Doğru söyledin yâ Resûlallahın da- mâdı, dediler.

Muhammed bin Cerîr-i Taberî, Tefsîrinin, Ankebût sûresini tefsîrinde buyurmuşdur ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâ-

– 97 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:7

lâ anh” hazretlerine zehr verdiler. O zehr sebebi ile vefât etmiş- dir. Açıklaması budur ki, hazret-i Sıddîk-ı ekberin hilâfeti gün- lerinde, Hayber yehûdîlerinden bir yehûdî, Ebû Bekr “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretlerini, kendi evine da’vet etmişdi. Hâris bin Kelde adlı arab tabîb de hazret-i Sıddîk ile berâber idi. Bir tabak pişmiş pirinci sofra üzerine koydular. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” Hârise buyurdu ki, ileri gel. Kendileri el uzatıp, bir lokma alıp, mubârek ağızlarına koyup, yidiler. Son- ra Hâris de el uzatıp, bir lokma alıp, ağzına koyduğu gibi lok- mayı dışarı atdı ve dedi ki, bu yiyecek zehrlidir. Bu zehr bir yıl- dan sonra insanı öldürür. Te’sîrini bir yılda gösteren zehr katıl- mışdır. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” işi- tip, üzüldü. Kendi kendi ile, bundan böyle âhıret azığını gördü. Hilâfetde ayık ve uyanık olup, nefsini ölmüş bilip, göz açıp ka- payıncaya kadar Allahü teâlâ hazretlerinin tâ’atından ve zikrin- den hâli olmadı [ihmâl etmedi]. Dâimâ ağlar idi. Ve der idi: Al- lahümme ente veli fiddünyâ vel âhıreti teveffenî müslimen ve elhıknî bissâlihîn. [Yâ Rabbî! Sen benim, dünyâda ve âhıretde velîmsin, sâhibimsin. Bana müslimân olarak ölmeği nasîb et ve sâlih kullarının arasında bulundur.] Bir sene temâm oldu. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” o bir lokma zehrli yemek- den hasta olup, onbeşgün yatdı. Dünyâdan âhırete göç etdi. Ce- mâziyilâhirin yedinci pazartesi günü idi. O gün Abbab bin Es’ed de Mekke-i Mükerremede vefât etdi. Mekke-i mükerre- menin emîri idi. Hazret-i Resûl-i ekrem onu emîr dikmiş idi. Ona da zehr vermişlerdi.

Ülemâdan ba’zıları derler ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyalla- hü teâlâ anh” vasıyyet etdi ki, beni, benim ehlim Esmâ binti Amr yıkasın. Oğlum su döksün. Bana eski bir peştemâl ve eski (köhne) bir kefen sarın. Zinhâr (sakın) bana yeni kefen sarma- yın. Yeni elbise diriye lâyıkdır ki, onun ile ibâdet etsin. Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki: Eğer ben bil- seydim ki, hâtunlar erlerini yıkaması revâdır [câizdir], Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bir gayri kim- seye vermeyip, gasl ederdim. [65.ci menâkıbda; Alî “radıyalla- hü anh” hazretlerinin yıkadığı yazılıdır. Burada hanımına vasıy- yeti yazılıdır. Bu vasıyyetini değişdirmiş veyâ ictihâdı değişmiş olduğu anlaşılmakdadır.]

– 98 –

İKİNCİ BÂB

İkinci Halîfe Emîr-ül mü’minîn Ömer-ül-Fârûkun “radıyal- lahü teâlâ anh” menâkıbı hakkındadır.


Künyesi Ebül Hafs, neseb-i şerîfleri Ömer bin Hattâb bin Nüfeyl bin Abdül’uzza bin Rabah bin Abdüllah bin Revâh bin Adî bin Ka’bdır. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerine dokuzuncu dedesinde birleşir ki, o da Ka’bdır. Hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekrden “radıyallahü an- hümâ” Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir dere- ce yakındır. Zîrâ hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk Mürrede birleşir. Mürre Ka’bın oğludur. Hazret-i Resûl-i ekrem hazret-i Ömer- den onüç yaş büyükdür. Vâlideleri Halîmedir. Ebû Cehlin kız kardeşidir ve Hîşamın kızıdır. Otuziki yaşında islâma geldi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” îmâna geldiğinde, meş- hûr rivâyet üzere mü’minler, ricâlden [erkeklerden] otuzdokuz idi. Bunun ile kırk temâm oldu. O gün bu âyet-i kerîme nâzil ol- du: (Ey Peygamberim “aleyhisselâm”! Sana yardımcı olarak Allahü teâlâ ve mü’minlerden sana tâbi’ olanlar yetişir.) [Enfâl sûresi altmışdördüncü âyet-i kerîme meâli.]

Birinci Menâkıb: Hazret-i Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhte- rem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Ömere, Fârûk lakabı- nı takmışlar idi. Sebebi o idi ki, hakkı bâtıldan fark etdi [ayırdı]. Dîn-i islâmı kabûl etdi. Din onlar ile kuvvet buldu. Fârûk lakabı almasına bir başka sebeb de budur: Bir münâfık ile bir yehûdî, bir husûsda anlaşamadı. Yehûdî da’vâyı hâlletmek için, Sultân-ı Enbiyâ hazretlerinin meclis-i şerîflerine gelmek istedi. Münâfık da yehûdîlerin re’îsi Ka’b bin Eşrefe gitmek istedi. Sonunda, Re- sûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” katına geldiler. Da’vâyı yehûdîye hükm buyurdular. Münâfık o hükme râzı ol- mayıp, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna da’vâ- yı halletmesi için geldiler. Yehûdî, mâcerâ ve da’vâyı hazret-i Resûlullahın huzûruna varıp, Resûlullah hazretlerinin kendisine hükm eylediğini, münâfıkın ise buna râzı olmadığını anlatdı.

Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o münâfıkdan, anlaşmaz- lığı süâl buyurdular ki, bu yehûdînin anlatdığı gibi midir. Münâ- fık, evet, öyledir. Ammâ ben Peygamberin hükmüne râzı olma- yıp, geldim ki, sen hükm edesin, dedi. Hazret-i Ömer “radıyalla- hü teâlâ anh” buyurdu: Siz yerinizde durunuz. Gelip, sizin için hükm edeceğim. Varıp, evlerinden kılıncını aldı. Geldi ve münâ- fıkın boynunu vurdu. Buyurdu ki: Allahü teâlânın ve Resûlünün hükmüne râzı olmıyan kimseye ben böyle hükm eylerim. O vakt, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm âyet ile gelip, hazret-i Öme- re “radıyallahü teâlâ anh” hak ile bâtıl arasını ayırt etdi demek olan Fârûk tesmiye olundu. [Bu lakab verildi.] Âyet-i kerîme budur: (Şu kimseleri görmezmisin, sana ve senden öncekilere indirilen kitâblara inandıklarını zan ederler. Muhâkeme olun- mak için tâgûta [Ka’b bin Eşrefe] gitmek isterler..) [Nisâ sûresi 59.cu âyet-i kerîme meâli.] Tâgûtdan murâd Ka’b bin Eşrefdir. Kezâ, Tefsîr-i Kâdî Beydâvîde şu şi’r yazılıdır.

İkinci sevgili Ömer-i âdil,

Bâtılı mahv edici, doğrunun koruyucusu. Hakkı bâtıldan ayırmış idi Fârûk, Sancağının ucu ermişdi ayyûka.

İkinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin islâma geliş sebebini anla- tır: Rivâyet edilir ki, bir perşembe gecesi, Habîb-i ekrem “sal- lallahü aleyhi ve sellem”, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hak- kında düâ etdi. Düâsı kabûl oldu. Buyurdular ki, (Yâ Rabbî! Şu iki kişiden hangisi sana sevgili ise dîn-i islâmı onun ile azîz eyle. Ömer bin Hattâb veyâ Amr bin Hişâm.) Ertesi gün, Ku- reyşin büyükleri Haremde toplandılar. İşbu Ebû Tâlibin yetîmi Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zuhûr edip, âbâ ve ecdâdımızın dînini ibtâl etdi. Putlarımız için, fâide ve zarar vermez diye kötüledi. Gayretine dokunmuyor mu ki, yâ Ömer, bu denli kudret ve heybetin, izzet ve satvetin var iken, putlara yardım etmeyi, onu öldürmeği düşünmüyor mu- sun, diye tahrîk etdiler. Hazret-i Ömerin câhiliyye damarı kalkdı. Sonu kötü olan bir gayretle, kılıncını takındı. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini öldürmeğe giderken, Benî Zühreden Nu’aym “radıyallahü teâlâ anh” haz- retlerine rastladı. Yâ Ömer, nereye gidersin dedikde, cevâb ve-

rip, şu Kureyşin büyüklerine ahmak diyen ve putlarımıza bâtıl diyen, Muhammedi katl etmeğe gidiyorum, dedi. Nu’aym “ra- dıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Ömer! Hayret edilecek bir işe yeltenirsin. Başa çıkamıyacağın sevdâya düşmüşsün. Eğer bu işi başarırsan, Benî Hâşim ve Benî Zühre seni sağ koyacaklarını mı sanıyorsun. Yürü var, işine git, deyince, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Nu’aym! Yoksa sende mi, Muhammedin dînine girdin. Eğer öyle ise, evvelâ seni katl edeyim. Nu’aym hazretleri dedi: Muhammedin dînine sâdece ben mi girdim, sa- nırsın. Kız kardeşin ve enişten de girmişlerdir. Ömer, bu habe- ri işitince, gadabı dahâ fazla olup, nereden ma’lûm onların müs- limân oldukları, dedi. Nu’aym dedi: Eğer inanmaz isen, kız kar- deşinin evine var. Bir koyunu kendi elin ile boğazla, pişirsinler. Onlar senin boğazladığın koyunu yimezler ise, o zemân bilmiş olasın ki, onlar islâm dînine girmişlerdir.

Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o tehevvür ile gidip, kapılarına vardı. İçeriden kulağına bir ses geldi. Dikkat ile din- ledi. Anladı ki, okudukları kelâm, hiç insan sözüne benzemez. Meğer o vakt Tâhâ sûresi nâzil olup; hazret-i Fahr-i kâinât aley- hi efdalüttehıyyât, muhâcirînden Habbâbı “radıyallahü anh” onlara göndermişdi. Onlara, o sûrenin âyetlerini ta’lîm ediyor- du. O vakt, bunlar hazret-i Ömerin korkusundan, kapıyı bağla- mışlardı. Ta’lîm ile meşgûl iken, hazret-i Ömer kapı ardından dinledi. Dinledikçe, istidâdlı kalblerine, ezelî olan kelâmın rah- mânî nûrları gelmeğe başlayıp, şeytânî küfr zulmeti mahv olma- ğa başladı. Sabr etmeğe mecâli kalmayıp, kapıya eli ile vurdu. Kapı bağlanmış idi. Dikkat kesildikleri gibi, içeride olanlar, korkularından susdular. Habbâbı “radıyallahü anh” gizlediler. Sûre-i kerîmeyi saklayıp, kapıya bakdılar ki, gelen hazret-i Ömerdir “radıyallahü teâlâ anh”. Kılıncı yanında, heybetle ve satvetle gelmiş ki, yüzlerine bakmaz. Kız kardeşi, hoş geldiniz deyip, içeri alıp, oturdular. Gelmelerinden dolayı, yiyecek tedâ- rik edip, koyun getirdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, kendi boğazladı. Pişirdiler. Hazret-i Ömer, ezelî kelâmın te’sîrinden mest olmuş, ne konuşmağa mecâli ve ne oturmağa sabrı ve karârı var idi. Ne hâl ise, taâmı pişirip, orta- ya getirdiler. Hazret-i Ömer dedi, gelin berâber yiyelim. Her bi-

– 101 –

ri bir özr behâne edip, yimediler. Kendileri de birkaç lokma al- dılar. Dîn-i islâma girdiklerini tahkîk edip, hayreti de çoğaldı. Taâmı [yiyeceği] kaldırdıkdan sonra, süâl buyurdular ki; oku- duğunuz ne idi. Onlar okuduklarını inkâr eylediler. Korkuların- dan konuşmağa başladılar. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, bilmiş olunuz ki, ben Kureyş arasında kı- lınç bağlayıp, o da’vâ ile geldim ki, varıp, Muhammedi katl ede- yim. Yolda gelirken, sizin de Muhammedül-emînin dînine gir- diğinizi işitdim. Geldim ki, evvelâ sizi katl edeyim. Sonra Mu- hammedi katl edeyim. Lâkin, kapıya geldim. Kulağıma bir ses geldi. Dinledikce o kelâmın lezzeti bir hâl verdi ki, o kötü fikr benden gidip, kalbime şevk ve muhabbet dolup, beni tedirgin eyledi. Elbette inkâra mecâl vermeyip, getirin okuduğunuzu, dinleyelim, dedi. Kız kardeşi ve eniştesi, bu sözü işitdiklerinde, sevindiler. Kalbi islâm tarafına meyl etmişdir diyerek, dediler ki, okuduğumuz, Allahü teâlânın ezelî olan kelâmıdır. Hak Sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine inzâl eylemişdir [indirmişdir]. İşitmek murâdın ise [dinlemek is- tersen], evvelâ gusl eyle. Ondan sonra okuyalım, göresin. Haz- ret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, huzûr-ı kalb ile, gusl edip, gelip, kıbleye dönüp oturdu. Kız kardeşi kalkıp, ta’zîm ve tekrîm ile, sûre-i şerîfi eline alıp, (Bismillahirrahmânirrahîm). (Tâhâ ...) diye okumağa başladı. Nazm-ı şerîfin fesâhat ve belâ- gatinden, kalbi çok yumuşadı. (Ben o Allahım ki, benden baş- ka ibâdete müstehak ilâh yokdur. O hâlde yalnız bana ibâdet et ve beni hâtırlaman için nemâz kıl) meâlindeki Tâhâ sûresinin 14.cü âyetine gelince, Kur’ân-ı kerîmin nûru kalbine nûrâniyyet verip, Kur’ânın eseri açığa çıkıp, küfr ve şekâvet zulmeti gitme- ğe başladı. Dedi ki, beni, iki cihânın fahri, Muhammed Musta- fâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna ulaşdırın. O sırada Habbâb bin Erat, perde arasından dışarı çı- kıp, dedi ki, yâ Ömer, müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâya, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin et- diği düâsı, senin hakkında, kabûl oldu. Allahü teâlâya hamd ol- sun. Sevinerek, önüne düşüp, hazret-i Sultân-ı Enbiyânın oldu- ğu eve götürdü. Bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aley- him ecma’în”, hazret-i Ömerin geldiğini görünce, hazret-i

– 102 –

Fahr-i kâinâta haber verdiler. Bırakın gelsin. Başında devlet var ise îmâna gelir, buyurdu. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i Peygamberin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek nûr cemâlini müşâhede ile müşerref oldu.

Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular ki, yâ Ömer, dahâ küfr ve şekâvetden vazgeçmek yok mu? Hazret-i Ömer, Peygambe- rin mubârek cemâline nazar edip, kelâmını duyup, nazarlarına kavuşunca, hemen karârsız kalmayıp, yüksek dergâhlarına yüz sürüp, sonra, yâ Resûlallah, hiç şek ve şübhe kalmadı. Hak Pey- gambersin. Bana îmânı arz eyle, dedi. (Eşhedü en lâ ilâhe illal- lah. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) deyip, şecere-i îmânı [îmân ağacını] temîz kalbine dikdi. Cümle Es- hâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” tekbîr getirip, sürûr-ı kalb ile, hazret-i Ömer ile müsâfeha ve muânaka [birbi- ri ile kucaklaşma, boynuna sarılma] eylediler. Allahü teâlâ haz- retlerine hamd ve senâ eylediler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu; su getirdiler. Hazret-i Ömer “radı- yallahü teâlâ anh” temizlenip, gusl eyledi. Ona Kur’ân ta’lîm buyurdular. Kalbini îmân nûru ile doldurdular. Nemâzı ve diğer dîni erkânı ta’lîm eyledi. Hazret-i Ömer onları gördü ki, mağa- ra gibi gizli bir yerde dururlar. Dedi ki, yâ Resûlallah! Bu ne keyfiyetdir ki, bu mağarada ihtifâ buyurdunuz. Se’âdet ile bu- yurdular ki, müşriklerin mü’minlere ezâ ve cefâsından dolayı burada dururuz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, onlar puta gündüz taparlar. Önünde âşikâre yer öperler. Niçin biz, Hâlıka gizli taparız, yâ Resûlallah. Buyurun billahi varalım, biz de Harem-i beyt-i şerîfde nemâzı âşikâre kılalım. Görelim, bize kim mâni’ olur. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” kalkıp, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ec- ma’în” ile berâber, hazret-i Ömer önlerinde, elinde yalın kılınç, Beyt-i şerîfe doğru yürümeğe başladılar. Kureyş müşrikleri ön- lerinde, hazret-i Ömeri böyle gördüklerinde, sevinip, dediler ki, meğer Ömer bunların hepsini esîr etmişdir, ki getirip karşımız- da kırmak ister. Yanlarına geldiklerinde, gördüler ki, hazret-i Ömer bunların herbirine güzel muâmele edip, bunlar ile karış- mış güle-güle söyleşip gelirler. Ebû Cehl la’în bu hâli gördü. Müslimân olduğunu anladı. Âh! Gördünüz mü? Muhammed Ömeri de, kendi dînine döndürmüş. Ben size demedim mi ki,

– 103 –

sihrle Muhammed onu aldatır, kendine uydurur. Siz dediniz ki, böyle olmaz. Eyvâh, gelin görelim, şimdi ne yapalım. Ve ona ne söyliyelim. Yakınına geldiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kılıncı kaldırıp dedi; (Nazm)

Durun ben geliyorum, bize kıyâma durun, Genç, ihtiyâr, yaşlı hepsi, efendi köle olsun.

Dîn-i islâmı teblîg için, Allah gönderdi,

Bize Peygamber olan Muhammedi “aleyhisselâm”.

Açığa çıkardı, güzel islâm dînini, Putlar yıkıldı, kalmadı hükmleri.

Döndüm Hakka, bunun dînine girdim,

Ey Kureyş! Hepiniz avam ve has böyle bilin!

Kâfirler, bu hâli görüp, içlerinde telâşlanıp, it gibi çağrışdı- lar. Ebû Cehl la’în, yüksek sesle dedi ki, görün Muhammedi ki, başladı ululardan azdırmağa. [Kureyşin büyüklerini müslimân yapmağa başladı.] Bu işler bize azdır. Dedim, gelin onlar çoğal- madan, öldürelim, aldırmadınız. Şimdi ejderhâ oldu. Kâfirler, hazret-i Ömerden korkup, hiçbir mü’mine el uzatmağa kâdir olmadılar. Her birinin dudağı kuruyup, kaldı. Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ileri yürüyüp, Hacer-ül esved ile bâb-ı Kâ’be-i şerîf arasında durup, nemâzı o gün âşikâre kıl- dılar. Gerçi kâfirler çok idi. Mü’minler az idi. Nemâz bitdikden sonra kalkıp, Kâ’beyi ta’vâf etdiler. İbni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” müslimân olması, mü’minlere feth ve nusret ve rahmet ol- du. O müslimân oluncaya kadar dîn-i islâm âşikâre olmadı. Kâ’be-i mu’azzamada, müslimânlardan hiç kimse nemâz kılma- mış idi. Nakl edilmişdir ki, hazret-i Ömer “radıyallahü anh” îmâna geldikde, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri, mubârek elini Ömerin “radıyallahü anh” göğsüne koyup, üç kerre buyurdular ki, (Yâ Rab! Bunun sadrında olan gereksiz sıfatı [göğsünde bulunan kötü sıfatı] ve illeti [hastalığı] çıkarıp, onun yerine îmân ve hikmeti ver.)

Üçüncü Menâkıb: Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olundu. Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”

buyurdular ki: Sizden evvel olan ümmetler içinde muhaddisler vardı. Eğer içinizde de var ise, muhakkak o Ömerdir. Şârihler- den [hadîs-i şerîfi şerh edenlerden] Tayyibî “rahimehullah” şerh etmişdir ki, muhaddisden murâd mübâlaga ile kalbine ilhâm olunan kimsedir ki, Hak sübhânehü ve teâlâ tarafından ilhâm olunursa, Enbiyâ derecesinde olur. Ya’nî sizden evvel olan üm- metler içinde Enbiyâ var idi. Mele-i âlâ tarafından ilhâm olunur- lar idi. Benim ümmetimde eğer böyle kimse olur ise, ki vardır, bu mertebe sâhibinin evveli Ömerdir. Ümmet-i Muhammed sâ- ir ümmetlerden efdal olduğu sâbitdir. Diğer ümmetlerde bu sı- fat ile muttasıf olan kimseler olduğuna göre, bu ümmetde bu- lunması muhakkakdır. Benim ümmetimde var ise buyurdukları terdîd için olmaz [sözü geri çevirmek için olmaz], belki te’kid için ve kat’î olarak bildirmek içindir. Meselâ, bir kimse, çok sev- diği dostu için der ki, eğer benim, bir dostum var ise o da falan kimsedir. Murâdı o kimsenin ziyâde sadâkatini beyândır [açıkla- makdır]. Murâdı sadâkatı yok etmek değildir. Bu hadîs-i şerîf (Mesâbîh-i şerîf)in sahîhinden rivâyet edilmişdir.

Dördüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de o hadîs-i şerîfin aka- binde anlatılmışdır. Sa’d bin Ebû Vakkas “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Hazret-i Resûl-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerinde oturan, Kureyş hâtunlarından birisi, yüksek ses ile konuşurken, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” gelip, içeri girmeğe izin taleb etdi. Hâtunlar kalkıp, sür’atle perde arkasına çekildiler. Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” izin verilip, içeri girdi. Bakdı ki, hazret-i Resûl-i ek- rem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gülüyordu. Ömer “radı- yallahü anh” dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri mubârek dişlerini güldürsün, yâ Resûlallah! Neden dolayı gülersiniz. Server-i kâi- nât hazretleri buyurdular ki, bu hâtunlara hayret etdim ki, be- nim yanımda idiler. Ne vakt ki senin sesini işitdiler, kaçıp, per- de arkasına girdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” de- di ki: Yâ kadınlar! Beni görünce, Resûlullahın huzûrunda oldu- ğunuz hâlde, niçin korkup, kaçdınız. Onun huzûrunda râhat oturup, korkmuyorsunuz! Hâtunlar, perde arkasından dediler ki, yâ Ömer! Sen yaratılışda şiddetli ve gadablısın. Server-i kâi- nât buyurdular ki; (Ey Hattâb oğlu! Sen sözünden ferâgat et! Varlığım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki,

şeytân yolda sana rastlasa, o yolu bırakıp, başka yola sapar, yo- lunu değişdirir.) [Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kadınlar ile oturması hicâb âyeti gelmeden evvel idi. Hicâb âyeti gelince, kadınlar ile bir arada oturmadı.]

Beşinci Menâkıb: Hazret-i Fahrül kevneyn [iki cihânın efen- disi] ve Resûlüssekaleyn [insanların ve cinnin Peygamberi] Mu- hammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir gün, sa- bâh nemâzını kıldıkdan sonra, mubârek arkasını mihrâba verip, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri- ne teveccüh edip, buyurdular ki: (Hiç sizden bir kimse rü’yâ gördü mü.) Eshâbın cümlesi başlarını aşağı salıp, cevâb verme- diler. Sonra kendileri buyurdular ki, (bu gece bir garîb rü’yâ gördüm.) Eshâb-ı güzîn, rü’yâyı anlatın, dinleyelim diye ricâ et- diler. Buyurdular ki, kendimi Cennetde gördüm. Cennetin etrâ- fını seyr ederken, bir büyük kasr gördüm. Yüksekliği yüz fersâh yol idi. [Bir fersâh 5760 metredir.] Buna göre her tarafı büyük idi. Hâtırıma bu düşünce geldi ki, bu âlî [yüksek] makâm, han- gi Peygamberindir veyâ hangi Velînindir. Böyle düşünürken, bir kaç kimse gördüm. Yanlarına vardım, süâl eyledim ki, bu âlî [yüksek] makâm, acabâ Enbiyâdan, hangi Nebînindir. On- lar, dediler ki, hiçbir Peygamberin değildir. Belki arab evlâdın- dan bir kimsenindir. Dedim, ben, arab evlâdındanım, benim olmasın. Dediler, Kureyşdendir. Ben de Kureyşdenim, dedim. Dediler, ümmet-i Muhammeddendir. Dedim, ben Muhamme- dim. Bana söyleyin ki, ümmetimin hangisinindir. Dediler, Çi- hâr yâr-i güzînden Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinindir. O kasrda olan hûrî ve gılmânın nihâyeti yok- du. Husûsî olarak içlerinde, yâ Ömer, sana mahsûs bir hûrî var idi, diller şerh edemez ve vasf da edemez. Lâkin senin gayretin- den, asla yüzüne bakmadım, deyince, hazret-i Ömerin gözün- den yaşlar akıp, yâ Resûlallah! Baksaydınız ve bana da vasfla- rını söyleseydiniz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”; der- gâh-ı izzetde ve Resûlullahın huzûrunda ne büyük sultândır. Mertebesi ne yüksekdir.

Altıncı Menâkıb: Birgün Server-i kâinât ve mefhar-i mevcû- dât [mevcûdâtın övündüğü] “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, rü’yâmda ümmetim bana arz olundu. Cümlesi

önümden geçip, birbir seyr eyledim. Kiminin gömleği dizinde idi. Kiminin dizinden aşağı idi. Kiminin dizinden yukarı idi. Lâ- kin Ömeri bir gömlek ile gördüm ki, yerde sürünürdü. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dediler ki, yâ Resû- lallah! Nasıl ta’bîr buyurdunuz. Buyurdular: Dîn-i mübîn ile ta’bîr etdim. Zîrâ hilâfetleri zemânı uzundur. Dîn-i islâm dünyâ- ya yayılır.

Yedinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de sahîh olarak, Abdül- lah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâ- yet ile şöyle yazılıdır. Abdüllah ibni Ömer der ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim. Bu- yurdular ki, uyuduğum hâlde, bir kadeh süt ile bana geldiler. İç- dim. O kadar kandım ki, tokluk alâmeti tırnaklarımda görüldü. Sonra artığımı Ömer bin Hattâba “radıyallahü teâlâ anh” ver- dim. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dedi- ler ki, yâ Resûlallah! Ne ile ta’bîr etdiniz. Buyurdular ki, ilm ile ta’bîr etdim.

Sekizinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)in sahîh hadîslerinde, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilir. Dedi ki, Resûlullahdan işitdim: Hazret-i Peygamber “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular. Rü’yâda, kendimi, etrâfı örülü kuyu yanında gördüm. Bir küçük kova var idi. O ku- yudan o kova ile Allahü teâlânın dilediği kadar su çekdim. Son- ra İbni Kuhâfe [Ebû Bekr] aldı. O da o kova ile kuyudan su çek- di. Bir kova, ya iki kova çekmekde za’îflik var idi. Allahü teâlâ za’îfliğini afv eder. Sonra o küçük kova, büyük kova oldu. Ona gırba derler. Sonra o kovayı bir kimse aldı. Gördüm ki, bu kuv- vetli ve kudretli kimse, o kova ile su çekiyor. Bu su çeken Ömer “radıyallahü anh” idi. Ömer “radıyallahü anh” o kadar su çekdi ki, kimse o kadar su çekmedi. İnsanlar o kuyu yanında bir yer yapdılar. Develer su içdikden sonra, orada çöküp, istirahât eder, sonra bir kerre dahâ su içerler idi. (Mesâbîh)i şerh eden “rahi- mehullahü teâlâ” beyân etmişdir ki, hazret-i Resûl-i ekrem “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine za’îf nisbet etmekden, hilâfetlerinde bir naks ve taksîr olduğundan dolayı değil idi. Zîrâ hilâfetlerinde o kadar cehd ve tehammül etdiler ki, diğer ümmet onun tehammülün-

den âcizdirler. O sebebden ki, hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” buyurdular ki; Resûlullah hazretleri, öbür âleme göç etdikden sonra, arablar mürted olup, nifâkı izhâr etdiler [fitne çıkardı- lar]. Babam üzerine meşakkatden ve musîbetden öyle şeyler in- di ki, eğer büyük dağlar üzerine inse idi, dağı küçültüp, dağıtır- dı. Belki, za’îf nisbet etmeleri, buna işâretdir ki, hazret-i Ömer zemân-ı şerîfinde, memleket fethi fazla oldu. İslâm askeri kuv- vetlendi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” zemân-ı şerîfinde olan fethden fazla idi. Çünki, Sıddîkın hilâfet- leri zemânı az idi. Zîrâ iki seneden ziyâde halîfelik yapmışdır. Hazret-i Ömerin hilâfeti on sene oldu. Ba’zı şârihler [şerh edenler] dediler ki, hazret-i Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (iki büyük kova) buyurdukları iki sene ve birkaç gün hilâfet müddetine işâretdir. (Allahü teâlâ za’îfliğini afv etsin) zâhiren işâretdir. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ta- rafından kusûr meydâna gelmesin. Ammâ Elhamdülillah; vilâ- yetlerinde kusûr etmediler. Allahü teâlâ za’îfi afv eder; buyur- duklarının vechî bu ola ki, kuyudan su çekmelerinde olan za’îf- lik, zemânı şerîflerinde olan irtidâda (arabların mürted olması- na) ve münâfıkların çokluğuna ve zekât inkâr edenlerin olma- sından dolayıdır. Magfiret ile düâ eylediler, tâ işitenler yanında muhakkak ola ki, za’îflik, kendi kusûru ile olmayıp, zemânın değişikliği dolayısiyledir.

Dokuzuncu Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)in hasen hadîsle- rinde İbni Ömer “radıyallahü anhümâ” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Dediler ki, hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” buyurdular ki, (Hak teâlâ, doğruyu, Ömerin dili ve kalbi üzerine koymuşdur). Ya’nî hakkın açığa çıkması ve yayıl- ması, onun mubârek lisânları ve kalbleri üzerinde sâbit ve orada yerleşmiş ve ondan zuhûr eder. Yine o hadîs-i şerîfin akabinde vârid olmuş ki, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdular ki, Biz Ömerin söylediğinin hak olduğunu, kalblerin onun sözü ile sükûn bulduğunu uzak görmezdik. Ya’nî biz uzak sanmazdık ki, hazret-i Ömer konuşur, o şeyle ki, müstehakdır. Nefsler onun üzerine sükûn eder. Kalbler onun üzerine mutmain olur. Hak olan, doğru olan söz, onun lisânı üzerine yerleşdirilmişdir.

Onuncu Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)in hasen hadîs-i şe-

– 108 –

rîflerinde, Câbir “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Câbir “radıyallahü anh” dedi ki, hazret-i Ömer Ebû Bekr hazretlerine “radıyallahü teâlâ anhümâ” dedi ki, (Ey, Re- sûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sonra, insanların en hayrlısı.) Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyur- dular ki, âgâh ol yâ Ömer. Sen bana böyle söyledin ise, vallâhi gerçekdir ki, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” işitdim. Buyurdular ki, (Ömerden hayrlı bir kimse üzerine gün doğmamışdır.) Yine onun devâmında Ukbe bin Âmirden nakl edilir ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular; (Eğer benden sonra Peygamber gelmek ihtimâli olsa idi, Ömer bin Hattâb Peygamber olurdu.)

Onbirinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh)in hasen hadîslerinde, Büreydeden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet edilmişdir: Bürey- de “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi ki, hazret-i Resûl-i ek- rem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gazâya çıkdılar. Gazâ- dan sâlim ve ganîmetler ile döndükleri vaktde, siyâh renkli bir câriye gelip dedi ki, yâ Resûlallah! Ben nezr etmişdim ki, Alla- hü teâlâ hazretleri, eğer seni sâlim ve ganîmetler ile geri döndü- rürse, senin huzûrunda def’ çalayım ve tegannî edeyim. Habî- bullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, eğer nezr etmiş isen def’ çal, eğer nezr etmemiş isen çalma. O câriye başladı def’ çalmağa. O sırada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri geldiler. O câriye def’ çalmayı kesmedi. Sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Yine câriye susmadı. Sonra Osmân “radıyallahü teâlâ anh” geldiler. Câriye yine def’i kesmedi. Ondan sonra hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geldiler. Hemen câriye sükût edip, def’i yere koyup, üzerine oturdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular: (Muhakkak şeytân senden korkar, yâ Ömer. Ben otururken bu câriye def’ çaldı. Ebû Bekr geldi. Yine çaldı. O vakt ki sen gel- din, def’i yere atıp, üzerine oturdu.)

Onikinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)in hasen hadîsle- rinde, Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri oturmuşdu. Bir gürültü ve çocukla- rın seslerini işitdik. Hazret-i Resûl-i ekrem kalkdı. Bakdı ki, ha-

– 109 –

beşîler raks ederler. Uşaklar etrâfında seyr ederler. Bana dedi ki, yâ Âişe! Gel seyr eyle. Ben de vardım. Çenemi hazret-i Pey- gamberin omuzu üzerine koyup, mubârek omuzu ile, mubârek başının arasından seyr etmeğe başladım. Bir müddet sonra, ba- na buyurdular ki, doymadın mı. Hâyır, doymadım, dedim. Mu- râdım bu idi ki, dahâ göreyim. Resûlün yanında ne mikdâr kıy- metim vardır, bileyim. O sırada hazret-i Ömer “radıyallahü teâ- lâ anh” çıka geldi. Hemen halk habeşîlerin etrâfından dağıldı- lar. Hazret-i Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu- yurdular ki, (Muhakkak görürüm ki, cinnin ve insanın şeytânla- rı Ömerden kaçarlar.) Âişe-i Sıddîka buyurdular ki, ben de ge- ri döndüm.

Onüçüncü Menâkıb: (Me’âlimüttenzîl) kitâbının sâhibi, imâm-ı Begavî “rahmetullahi teâlâ aleyh” sûre-i Enfâlde, me- âl-i şerîfi (Hiçbir Peygamberini yer yüzünde .....) olan altmışye- dinci âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, A’meşden, o da Amr bin Mürreden, o Ebû Ubeydeden, o Abdüllah bin Mes’ûddan bil- dirmişlerdir. Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” bu- yurdular ki, o vakt ki, Bedr günü oldu. Esîrler de berâberlerin- de olarak geri dönüldü. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bu esîrler hakkında ne dersi- niz!). Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah, bunlar kavmindir ve ehlindir. Bunları koruma altı- na alıp, temkinli davranalım. Ümîd ederim ki, Allahü teâlâ haz- retleri, onlara tevbe nasîb eyler. Onlardan fidye al. Bize de, küffâr üzerine kuvvet olur. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Resûlallah! Bunlar seni tekzîb etdiler, ya- lanladılar. Seni ihrâc etdiler. Getir, bunların boyunlarını vura- lım. Alîye buyur, kardeşi Ukaylın boynunu vursun. Hazret-i Hamzaya buyur, kardeşi Abbâsın boynunu vursun. Bana bu- yur, falan kimsenin boynunu vurayım, diye kendi soyundan bir kimseyi söyledi. Çünki, bunlar kâfirlerin reîsleridir, dedi. Ab- düllah bin Ebî Revâha “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Re- sûlallah! Odunu çok bir dere bulalım. Bunların temâmını o de- reye koyup, sonra bir ateş yakalım. Ateşde yansınlar. Abbâs ona dedi ki, rahmetini iyice kesdin. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretleri sükût etdi. Onlara cevâb verme- yip, Hâne-i şerîfe gitdiler. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ

aleyhim ecma’în” ayrı ayrı olup, bir fırka dediler ki, Ebû Bekr kavline uyarız. Sonra Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Beyt-i şerîfinden çıkıp, buyurdu ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ ba’zı kişilerin kalbini yumuşak kılar. Hattâ yağdan dahî yumuşak olur. Ba’zı kişilerin kalbini katı eyler. Hattâ taşdan da katı olur. Muhakkak yâ Ebâ Bekr, senin mislin İbrâhîm aleyhis- selâm mislidir ki [benzeridir ki], onun hakkında Allahü teâlâ, İbrâhîm sûresi 36.cı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bana tâbi’ olan, benim dînimdendir, karşı gelen için, yâ Rabbî sen gafûrür- rahîmsin!) buyurdu. Ve yâ Ebâ Bekr! Senin mislin hazret-i Îsâ aleyhisselâma benzer ki, [ya’nî sen ona benzersin ki], Allahü teâlâ, Mâide sûresi 120.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onlara azâb edersen, senin kullarındır. Eğer afv edersen, azîz ve hakîm olan sensin) buyurdu. Ömere “radıyallahü anh” buyurdu, yâ Ömer! Senin benzerin Mûsâ aleyhisselâmdır. [Ya’nî Ona ben- zersin]. (Yâ Rabbî! Kâfirlerin mallarının şeklini değişdir. Şid- detli azâbı göremeden, îmâna gelmiyecek şeklde, kalblerini bağla, katı et!) [Yünûs sûresi 88.ci âyet-i kerîme meâli.] ve haz- ret-i Nûh aleyhisselâma benzersin ki; (Yâ Rabbî! Yeryüzünde, kâfirlerden dolaşan hiç kimseyi bırakma.) [Nûh sûresi yirmial- tıncı âyet-i kerîme meâli.] buyuruldu. Sonra, hazret-i Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Bugün bu esîrlerden yâ fidye alınacak, yâ öldürülecekler).

Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, Süheyl bin Beydâ’ hâriç olsun. Zîrâ ben onu işitdim ki, islâmı zikr ederdi. Hazret-i Resûl-i ekrem susdular. Ben öyle korkdum ki, öyle hiç korkduğumu hâtırlamıyorum. Gökden başıma taş düşdü zan etdim. O gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Süheyl bin Beydâ’ hâriç buyurdular, ferâhladım. İbni Mes’ûd, İbni Abbâsdan rivâyet eder. Ömer bin Hattâb dedi ki, Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Ebû Bekrin söylediğine meyl etdi, benim söylediğime meyl etmedi. O gün geçdi. Ertesi gün oldu. Geldim, gördüm ki, Resûlullah ve Ebû Bekr, oturmuşlar, ağlaşırlar. Dedim yâ Resûlallah, bana haber verin, Ebû Bekr ile berâber, niçin ağlarsınız. Ağlamak îcâb eden bir hâl var ise, ben de ağlıyayım. Eğer ağlanacak bir durum yok ise, sizin ağlamanız için ağlıyayım. Resûlullah haz- retleri buyurdular ki, (Eshâbım için ağlıyorum. Mal karşılığında

esîrleri bırakdıkları için, onlara gelen azâb bana gösterildi. Şu ağaçdan dahâ yakın oldu) buyurarak, kendilerine yakın bir ağa- ca işâret etdiler. Allahü teâlâ hazretleri; meâl-i şerîfi (Esîrleri öldürmekde acele etmek lâzım iken, siz dünyâ malı için fidye al- mağı tercîh etdiniz. Hâlbuki, Allahü teâlâ sizin, kâfirleri kahr etmenizi, islâm dînine yardım etmenizi istemekdedir. Allahü teâlâ azîz ve hakîmdir.) olan Enfâl sûresi 67. âyet-i kerîmesini gönderdi. Her bir esîre fidye olarak kırk vekiyye aldılar. Her bir vekiyye kırk dirhemdir. İbni Abbâs “radıyallahü anh” buyurdu: Müşrikleri katl etmekle ilgili emr Bedr gününde oldu. Müsli- mânlar o günde az idi. Vaktâ ki, müslimânlar çok oldu ve salta- natları şiddetlendi [güçlendi]. Hak teâlâ meâl-i şerîfi (.... muhâ- rebe sona erince, yâ karşılıksız veyâ fidye ile salıverin....) olan, Muhammed sûresi 4.cü âyet-i kerîmesini inzâl buyurup, Allahü teâlâ Peygamberini ve mü’minleri esîr emrinde muhayyer bı- rakdı. İsterlerse katl ederler, isterlerse köle ve câriye ederler. İs- terler ise azâd ederler. İsterler ise fidye alırlar.

Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdu- lar ki, önceki Peygamberlere ve ümmetleri üzerine ganîmet ha- râm idi. Ne zemân ki, ganîmetden birşey ellerine geçerse, kur- ban için toplarlardı. Semâdan bir ateş inip, onu yutardı. Bedr günü oldukda, mü’minler, ganîmeti hemen aldıkları gibi fidye- yi de aldılar. Hak sübhânehü ve teâlâ bu âyeti kerîmeyi inzâl buyurdu. (Ya’nî eğer Allahü teâlâ hazretlerinden ganîmet mâ- lının halâl olacağı levh-i mahfûzda yazılmasa idi, emr olunma- dan aldığınız fidyeler için elbette büyük azâb size erişirdi.) [En- fâl sûresi 68.ci âyet-i kerîmesi meâli.]

Hasen ve Mücâhid ve Sa’d bin Câbir demişlerdir ki, Allahü tebâreke ve teâlâdan hükm gelmeden kimseye azâb olmaz. Bedr muhârebesinde hâzır olanlar ve Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onlardandır. Hüdâdan emr olunmazdan evvel, fidye aldığınız için, size büyük azâb erişirdi, denilmişdir. İbni İshâk dedi ki, Bedr gazâsına hâzır olan mü’minlerin hepsi esîrlerden fidye almağı hoş gördü. Sâdece Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine esîrleri katl etmeği teklîf etdiler. Sa’d bin Mu’âz “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah, esîrleri

– 112 –

katl etmek bana katl etmemekden dahâ iyi geliyor. Onun için, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- du ki, (Eğer semâdan azâb nâzil olsaydı, Ömer bin Hattâb ve Sa’d bin Mu’âzdan başka kimse o belâdan necât bulmazdı “ra- dıyallahü teâlâ anhümâ”).

Ondördüncü Menâkıb: Yine (Me’âlimüttenzîl)de sûre-i Be- karada; meâl-i şerîfi (Oruc gecesi, hanımlarınıza yaklaşmanız si- ze halâl kılındı) olan 185.ci âyet-i kerîmenin tefsîrinde nakl edil- mişdir. Tefsîr âlimleri dediler ki, islâmın ilk devrinde, iftâr etdik- den sonra, yimek ve içmek akşam ile yatsı arası veyâ uyuyana kadar halâl olurdu. Yatsı nemâzını kıldıkdan veyâ uyudukdan sonra yimek, içmek ve cimâ’, ertesi günü akşama kadar harâm olurdu. Bir gece hazret-i Ömer, yatsıyı kıldıkdan sonra, taham- mül edemeyip, ehline muvakaa etdi [onun ile cimâ’ yapdı]. Gusl etdikden sonra, pişmân olup ağladı. Nefsini levm eyledi [payla- dı]. Ertesi sabâh, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin huzûruna gelip, dedi ki; Yâ Resûlallah! Ben bir hatâ için, nefsimden Hak Sübhânehü ve teâlâya i’tirâz etdim. Ben bu gece yatsıyı kıldıkdan sonra, hanımımın yanına geldi- ğimde bir güzel koku hissetdim. Nefsim bunu güzel ve sevimli gösterdi. Ehlimle yakın oldum. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Yâ Ömer! Sen bu şekl amele lâyık değil idin.) Hemen sahâbe-i güzîn içinden birkaç ki- şi de kalkıp, Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” i’tirâf etdiği gibi i’tirâf etdiler. Sonra, hazret-i Ömerin ve Sahâbe-i güzînin hak- kında yukarıda zikr olunan âyet-i kerîme nâzil oldu.

Onbeşinci Menâkıb: Yine (Me’âlimüttenzîl)de, Tahrîm sûre- sinde, meâl-i şerîfleri (Eğer ikiniz de Allaha tevbe ederseniz [Âişe ve Hafsa], ne güzel...). (Olur ki, onun Rabbi, yerinize siz- den dahâ hayrlı zevceler verir....) olan 4 ve 5.ci âyet-i kerîmele- rinin inme sebebi beyânında haber verilmişdir. İsmâ’îl bin Ab- dülkâhir râvîler vâsıtası ile Abdüllah bin Abbâsdan “radıyalla- hü teâlâ anh”, o da Ömer bin Hattâb hazretlerinden rivâyet et- diler. Bir vakt, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, ezvâc-ı tâhirâtdan ayrılmak istediler. Bu hadîs-i şerîf te’vîlli zikr olundu. Sonunda hazret-i Ömer buyurdu ki, Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı

şerîflerine vardım. Dedim, yâ Resûlallah! Eğer hanımlarınızı boşar iseniz, sizin için sıkıntı olmaz. Eğer sen onlara talâk ver- miş isen, muhakkak Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri senin- ledir. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd ederim ki, on- larla öyle bir kelâm ile konuşurum ki, Allahü teâlâ benim söy- lediğim kavli tasdîk eder. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. [Tahrîm sûresi 4 ve 5. âyet-i kerîmeler.]

Onaltıncı Menâkıb: Birgün hazret-i Ömer “radıyallahü teâ- lâ anh” biryerde oturup, mubârek hırka-i şerîfini yamarken, ar- kası açık kaldı. Arkasına, Allahü teâlânın emri ile bir mikdâr güneş te’sîr etdi. Bir mikdâr kalb-i şerîfleri incindi. Güneşe dik- kat ile bakdı. Allahü teâlânın emri ile güneş kapkara oldu. Âlem karanlık oldu. Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine gelip, dedi ki: Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder. Ve buyurur ki, Ömere emr edesin ki, güneşe şefkat nazarı ile bak- sın. Yoksa güneş, kıyâmete dek, bu hâl üzere kalır, dedi. Haz- ret-i Muhammed-il Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Ömeri huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Buyurdu ki, yâ Ömer! Allahü teâlâ emr buyurdu ki, Ömer, güneşe şefkat naza- rı ile nazar etsin. Yoksa, kıyâmete kadar güneş böyle kalır. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” şerefli emrlerine uyarak, gü- neşe şefkat nazarı ile bakdı. Allahü teâlânın izni ile güneş evvel- ki gibi münevver oldu. Var bundan kıyâs et ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ne büyük sultân imiş.

Onyedinci Menâkıb: Ebûl Mu’în Nesefî “rahmetullahi aleyh” (Temhîd) adındaki risâlesinde beyân etmişdir. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin vefâtı yak- laşdı. Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine bu- yurdu ki; Söylediklerimi yaz. Osmân “radıyallahü anh” ne ya- zayım, dedi. Buyurdular ki; (Yazın, Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu Allahü teâlânın Resûlünün halîfesi Ebû Bekrin, dünyâdaki son günü, âhıretdeki ilk gününün vasıyyetidir. Ben Ömer bin Hattâbı halîfe seçdim. Ona itâ’at edin. Öyle zan ediyorum ki, adâlet eder. Yanılmışsam gaybı ancak Allahü teâlâ bilir.) Sahâ- be-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin hepsi hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetine râzı ol-

dular. Husûsî olarak hazret-i Alî “radıyallahü anh” râzı oldu. Seve seve önce bi’ât etdi. Zîrâ Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitmiş idi. Buyurdular ki: (Benden sonra iktida’ edin [tâbi’ olun] o kimselere ki, onlar Ebû Bekr ile Ömerdir “radıyallahü anhüm”).

Onsekizinci Menâkıb: Âlimler ittifâk etmişlerdir. Hazret-i Ömerden “radıyallahü anh” evvel ve sonra, dünyâda kimseye hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dirliği gibi [idâresi gibi] dirlik verilmedi. Kimse onun yoluna varamadı. Hilâfetde haz- ret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” şöyle idi. Dicle nehri kenâ- rında koyun güden çobanın, bir koyunu zâyi’ olsa, korkarım ki, onu Allahü teâlâ hazretleri niçin çobanın koyunlarını gözetme- din diye benden sorar, der idi. Rivâyet olunur ki, bir gün haz- ret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” öğle sıcağında kendi soyu- nup, sadaka develerini bağlıyordu. Dediler, yâ Emîr-el-mü’mi- nîn! Niçin sen kendin zahmet çekersin. Bir kişiye buyurun, o bağlasa, olmaz mı. Buyurdu ki, bunlar fakîrlerin hakkıdır. Çün- ki, Allahü teâlâ beni bunlara çoban etdi. Fakîrlerin işlerini ken- dim görmem lâzımdır. Zîrâ âhıretde benden sorarlar. Bir kişi dedi, yâ Emîr-el-mü’minîn! Sana yakın olanların işlerini sen kendin görürsün. Uzak olanların işini nasıl görürsün. Buyurdu ki, inşâallahü teâlâ bir sene gezeceğim. Nice gücü yetmez, fakîr ve hastalar vardır. Kendim onların kapılarına varıp, ihtiyâcları- nı göreceğim. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” her yere bir emîr veyâ âmir gönderirdi. Ona bir vasiyyetnâme verirdi. Ne yapmaları îcâb etdiğini bildirirdi. Der idi ki, eğer dediğim- den dışarı çıkarsanız, ben senden bîzârım. Bir kâğıd da o tara- fın reâyâsına [ehâlisine] gönderirdi. Eğer bu kişi benim dediğim yerde emrlerime uyar ise, emrine mutî’ olunuz. Eğer uymaz ise mutî’ olmayınız.

Abdürrahmân bin Avf der ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geceleri şehri gezer, kontrol ederdi. Bir gece benim evime geldi. Yâ Abdürrahmân, bu gece şehrin kenârına bir ker- vân geldi. Korkarım ki, eşyâları kaybolur. Gel, gidip, bu gece onları bekleyelim, dedi. Vardık, sabâh oluncaya kadar onları bekledik. Ramezân-ı şerîfde terâvîh nemâzını cemâ’at ile kıl- mak, hazret-i Ömerden kaldı. Eslemîyi beytül-mâla emîn ta’yîn etmişdi. Birgün Eslemîden sordular ki, hiç hazret-i Ömerin bey-

– 115 –

tül-mâldan herhangi birşey aldığı oldu mu. Dedi ki, eğer, ehl ve ıyâlinin nafakaya ihtiyâcı olursa, beytül-mâldan ödünc alırdı. Eline mal geçince, yine yerine koyardı. Hazret-i Ömerin “radı- yallahü anh”, kuru arpa ekmeği yimek âdeti idi. Kalın kumaş- dan gömlek giyerdi. Birçok gazâlar yapdı. O kadar vilâyetler feth eyledi ki, o kadar mâl ve menâl onun katına geldi ki, kim- seye o kadar gelmedi. Arab ve acem ve rûm beğleri ikrâmlar edip, hükmüne baş eğdiler. O kadar şehr imâret eyledi ki, had ve hesâbı yokdu. Meşrık ve magrib arası, tâ Ceyhûna ve Âzer- baycân, Horasan derbendine ve Umman, Kirmân, Mısr, Şâm ve Rûma varıncaya kadar; bütün beldeler onun hükmüne baş eğdi. Hattâ, rivâyet olundu ki, hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” ze- mân-ı şerîflerinde, sekizbin câmi’i şerîfde cum’a kılmak müyes- ser olmuşdur. Büyük gazâlar yapmışdır. Bu kadar memleketle- ri feth eylemek, ezelde ona takdîr olmuşdur. Her nereye asker gönderse, mensûr ve muzaffer olup, sâlimen, ganîmetler ile ge- riye dönmüşlerdir. Ordusu hiç mağlûb olmamışdır. Tedbîrli ve tedârikli ve adâletli idi. Hilâfeti zemânında yimesi ve içmesi hiç değişmedi, fazlalaşmadı. Hiçbir zemân hâtırlarına kibr gelmedi, büyüklenmedi. Sonu pişmânlık, üzüntü olacak iş yapmadı. Bun- lar (Taberî târîhi)nden alınmışdır.

Ondokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” hilâfet makâmına geçdikden sonra, kızı hazret-i Hafsa “radı- yallahü anhâ” ki Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ez- vâc-ı mutahheralarındandır, muhterem babalarını görmeğe vardılar. Mubârek yüzlerini gördükde, üzerinde olan hırkanın oniki yerde yaması var. Hattâ yamanın ikisi deriden idi. Hafsa, babasını bu hırka ile görüp, hâtır-ı şerîfleri mahzûn olup, dedi ki, ey devletlim ve gözüm nûru babam. Bu hırkayı bir fakîre verseniz. Kendi arkanıza bir yeni hırka yapsanız, câiz olmaz mı? Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, kı- zım, sen Fahr-i âlem hazretlerinin halâli idin. Sen ona bizden yakın idin. Bilmez misin ki, Server-i âlem bu dünyâyı denîden [alçak dünyâdan] neler çekmişdir. Ne mertebe sakınmışdır. Dünyâyı hor ve zelîl edip, emri altına almışdır. Âhırete teşrîf etdikde, bana vasıyyet edip, (Yâ Ömer, kıyâmet gününde, be- nim ile ve Ebû Bekr ile buluşmak istersen, yolumuzdan ayrıl- ma) diye buyurmadı mı?

– 116 –

Yirminci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, hazret-i Nu’mânı “radıyallahü teâlâ anh” serdâr ya- pıp, acem diyârına gönderdi. Nihâvend ile Hemedânı feth etdi- ler. Bir mecûsî acem, Mugîrenin elinde esîr iken, koynundan bir kutu çıkarıp, dedi ki, babam bana bu kutuyu verdiği zemânda, vasıyyet etmişdir ki, pâdişâh olduğun vakt bunu açasın. Ben şimdiden sonra pâdişâh olacak değilim, deyip, kutuyu Mugîre hazretlerine teslîm eyledi. Mugîre “radıyallahü teâlâ anh”da, kutuyu eline alıp, bütün islâm askeri içinde açıp, gördüler ki, içi çok kıymetli mücevher ile doludur. Hepsi dediler ki, bu kutu ceng ile alınmamışdır. Yine bunu aynı şeklde, Emîr-ül mü’mi- nîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine gönderelim. O kutuyu bir kutu içine koyup ve mühürleyip, hazret-i Ömere gönderdiler. Hazret-i Ömer de kutuyu Eshâb-ı güzîn arasında açıp, gördükden sonra, götüren kimseye, bu da gâzîlerin hakkı- dır. Satsınlar, akçesini, gâzîlere taksîm etsinler diye emr etdi. Sonra o kutuyu yine islâm askeri içine gönderip, etrâfdan gelen zenginler toplanıp, satın aldılar. Otuzbin kişinin her birine onarbin akçe düşdü. Husûsan, önce mağlûb etdikleri askerin malından beytülmâl için beşde bir ayrıldıkdan sonra, adam ba- şına altmış bin akçe hisse düşmüş idi. Altından ve gümüşden gayri çok mal ve ganîmet elegeçmiş idi. Bu gazâlarda tahsîl olu- nan mal ve ganîmetlerden, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir habbesini kabûl etmezdi. Cümlesini fakîrlere ve gâzî- lere sarf ederdi. (Taberî târîhi)nden alınmışdır.

Yirmibirinci Menâkıb: Yine Taberî târihînden alınmışdır. Hicretin yirmiüçüncü senesi idi. Birgün Ömer bin Hattâb “ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretlerine bir aşîretin zulmünden şikâ- yet etdiler. Îrân tarafında bir aşîret vardır. San’atları harâmîlik- dir. Müslimânların yollarını basarlar. Mallarını alırlar. Îmâna gelmezler. Müslimânlara karışmazlar. Hazret-i Ömer “radıyal- lahü anh” Mesleme bin Kaysı onların üzerine gönderdi. Mesle- me asker ile varıp, onları dîne da’vet etdi. Kabûl etmediler. Cizye verin dedi, kabûl etmediler. Ceng eylediler. Mesleme on- ların erkeklerini kırdı. Kadınlarını esîr aldı. Mesleme ganîmet malının beşde birini beyt-ül-mâl için ayırdı. Bir kutu ile kıymet- li taşlar eline geçmişdi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretle- rine, beşde bir mal ile o kutuyu, müslimânların rızâsı ile arma-

– 117 –

ğan gönderdi. O gönderdiği kişi rivâyet eder ki, Medîne-i mü- nevvereye geldim. Gördüm, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” yemekler pişirip, mescidde fukarâya yidirirdi. Zîrâ âdet-i şerîfesi bu idi ki, beyt-ül-mâldan fakîrler için günde bir deve kesip, pişirip, yidirirdi. Yemek yinirken, kendisi mubârek eline bir asâ alıp, ayağı üzerine durup, yiyenleri gözetirdi. Ekmek ve aş lâzım oldukça, götürüp verirdi. O kişi der ki, hazret-i Ömeri bu hizmeti yaparken gördüm. Sabr edip, bekledim. Hazret-i Ömer işini bitirip, evlerine geldiler. Ben de arkasından vardım. Bana, içeri girin dedi. İçeri girdim. Hazret-i Ömerin hâtunu ki, Ümmü Gülsümdür. Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” kı- zıdır. Hazret-i Fâtımadan olmuşdur. Gördüm ki, üzerinde bir eskimiş fistan giymiş, oturur. Evinin içinde, bakdım, bir eskimiş kilim, iki yasdıkdan gayri nesne görmedim. O yasdıklar da hur- ma lifinden idi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kilim üzerine oturup, yasdığı benim altıma verdi. Oturdum. Sonra, Ümmü Gülsüme, hiç bizim için yemek pişirdin mi, dedi. Dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn, yalnızlık sebebi ile bugün yemek pişi- remedim. Kalkıp, bir çanağa bir mikdâr zeytinyağı koyup, içine biraz tuz koydu. Bir parça arpa ekmeğini hazret-i Ömerin önü- ne getirdi. Ben de hazret-i Ömerin hâtırı için berâber yidim. Ondan sonra, o hediyye kutusunu çıkarıp, hazret-i Ömerin önüne koydum. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu ne- dir, dedi. Mesleme bin Kays bunu size gönderdi. Müslimânlar da hisselerinden geçdiler. Hepsinin rızâsı ile bunu sana arma- ğan gönderdiler, dedim.. Hazret-i Ömer onu gördükde, mubâ- rek iki ellerini dizi üzerine koyup, ağladı ve dedi ki: Hak Süb- hânehü ve teâlâ hazretleri Ömere bu kadar nesneler verdi. Ömerin gözü ve karnı doymadı. Bununla doyar mı, dersin. Yü- rü bu kutuyu Meslemeye götür ve de ki, bir dahâ bunun gibi iş yapmasın. Müslimânların nasîbini kimseye göndermesin. Bu cevâhirleri satsın, müslimânlara dağıtsın. Çabuk git. Eğer dağıl- mış iseler, Meslemeye bir iş ederim ki, müslimânlara ibret olur. O kimse dedi, yâ Ömer te’cîl eyle. Emîr buyurursan, benim bi- neceğim yok. Ben gidinceye kadar geç olur. Buyurdu, sadaka develerden iki deve getirdiler. Bana verdi. Buyurdu, bu deve- lere nöbetle binip, oraya varınca, senden dahâ müstehak ve da-

– 118 –

hâ fakîr bir kişi bulup, bu develeri ona ver. O kişi dedi: Gecik- miş olarak Medîneden çıkıp, o makâma erişdim. Kutuyu Mes- lemeye verdim. Durumu söyledim. Mesleme de o cevherleri otuz bin altına satıp, orada bulunan gâzîlere bölüşdürdü.

Yirmiikinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” ze- mân-ı şerîflerinde, Şâm şehri civârında, bir kal’ayı muhâsara et- diler. Allahü teâlânın hikmeti öğle vakti yaklaşdı. Feth müyesser olmadı. Hazret-i Ömer gadaba gelip, islâm askerinin hepsini hu- zûruna çağırıp, bu âna kadar kal’anın feth olunamamasının sebe- bi nedir. Kâfirler kimlerdir ki, islâm askerine karşı koyarlar. Aranızda zâhiren bir hatâ sâdır olmuş kimse olmasa, bu kadar dayanamazdı, diye şiddetli azarladı. Eshâb-ı tâhire varıp, herbi- risi tevbe ve istigfâr ile meşgûl oldular. O esnâda Eshâb-ı güzîn- den birisi ağlıyarak, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” hu- zûrlarına gelip, dedi ki, yâ Emîr-el-mü’minîn, bu gece teheccüde kalkdığım vakt, karanlık olduğundan, misvâkımı arayıp, bulama- dım. Misvâksız nemâz kıldım. Var ise benim hatâmdandır. Haz- ret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, tevbe ve istigfâra devâm eyle. Bir sâat geçmeden kal’a feth oldu.

Şimdi, ey mü’min kardeşlerim. İslâm askerine lâzım olan bu- dur ki, doğru yoldan dışarı bir adım atmazlar. Böylece, vardık- ları yerlerde yüz aklıklar edip, fethler müyesser olur. Yoksa cevr ve zulm ne dünyâya ve ne âhırete yarar. Zâlimler dünyâda ve âhıretde perîşânlıkdan kurtulamazlar. Hattâ nice mu’teber kitâblarda meşâyıh-ı ızâm rivâyet buyurmuşlardır: Bir asker zulm üzerine olsa, Allahü tebâreke ve teâlâ, muhârebe safında, düşmanla karşılaşınca, o zâlim askerin kalbine vehm ve korku verip, düşmân üzerine galebe etmeden firâr eder. Ceng etmeğe aslâ iktidârı olmaz. Ba’zı meşâyıh rivâyet etmişdir ki, zulm mu- hârebe mahallinde, bir kerîh şekle girip, hemen muhârebeye başlanınca, zâlimlerin gözlerine korkulu görünüp, savaşmağa mecâlleri kalmayıp, firâra başlarlar. Allahü teâlâ âlimdir. Böy- le hâller çok olmuş, tecrîbe olunmuşdur. Allahü teâlâ nefsleri- mizin şerrinden, çirkin işleri yapmakdan hepimizi muhâfaza bu- yursun.

Yirmiüçüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, hilâfeti zemânında, rûm pâdişâhına adam gönderip, dîne

– 119 –

da’vet eyledi. Rûm pâdişâhı da kıymetli hediyyeler ile elçi gön- derdi. Elçi Medîne-i münevvereye geldi. Hediyyesini alıp, haz- ret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ile buluşulduğu mahalde, hazret-i Ömer, bir kadıncağızın dıvârını yapıyor idi. O hâlde iken, haber verdiler ki, rûm pâdişâhının elçisi geldi. Emriniz nedir. Buyurdular ki, söyleyin, gelsin. Ellerinizi yıkayıp, bir yerde otursanız, olmaz mı, dediler. Râzı olmadı. Ne yapsınlar. Elçiyi çağırıp, hazret-i Ömer ile buluşdurdular. Elçi, hazret-i Ömeri bu hâlde görüp, dedi ki, arab pâdişâhı bu mudur. Eğer böyle olduğunu bilseydim, gelmezdim. Rûm pâdişâhı da beni buraya göndermezdi. Hazret-i Ömer iki mubârek parmaklarıy- la işâret edip, buyurdular ki, eğer göndermeseydi, onun iki gö- zünü çıkarırdım. Târîh yazdılar ki, meğer hazret-i Ömer böyle işâret etdiği gibi, rûm pâdişâhı oturduğu yerde iki balçıklı par- mak gelip, iki gözünü çıkardı. Hattâ parmaklarının balçığı iki gözünün üzerinde yapışıp kaldı. Her ne kadar uğraşdılar ise de, gidermek mümkin olmadı. Bir zemândan sonra elçi, izin alıp, rûm pâdişâhına geldiğinde, gördü ki, iki gözü de a’mâ olmuş. Sebebini süâl eyledi. Ahvâli anlatdılar. Ta’accüb edip, o da haz- ret-i Ömer ile geçen ahvâli bunlara bildirdi. Ba’zı rivâyetlerde, rûm pâdişâhının elçisi geldiği vakt, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” ya- nında otururlar idi. Hazret-i Ömer, hurma lifinden bir gömlek giymiş, dokuz yerinden yamanmış idi. Acabâ, sultânım, mubâ- rek arkanıza bir kaftan alsanız câiz olmaz mı, dediklerinde, he- men hazret-i Ömer “radıyallahü anh” gadaba gelip, dedi ki: Dahâ bu i’tibâr görmek arzûsundan kurtulmadınız mı. Dîn-i is- lâmda kudreti böyle mi fehm etdiniz. Bize dîn-i islâmın şerefi yetmez mi. Dîn-i islâmdan efdal ve eşref bir nesne varmıdır ki, ona i’tibâr edersiniz. Bu se’âdet ve bu devlet ki, Hak sübhâne- hü ve teâlâ hazretleri bize ihsân eylemişdir. Kime müyesser ol- muşdur ki, dîn-i islâm tâcını başımıza koydu. Şer’ı şerîfi Mu- hammedî elbisesini arkamıza giydirdi. Kalbimizi kelime-i şehâ- det ile münevver eyledi. Allah, Allah! Dîn-i islâm kadrini bil- memişsiniz. Ancak kendinizi halka libâs ile mi göstermek ister- siniz. O şeklde gadaba geldi ki, belki kimse öyle gadaba gelme- mişdir. Söyliyenler pişmân olup, artık, cevâba kâdir olmayıp, başlarını aşağıya eğip, sükût eylediler. Şimdi, bizim sultânları-

– 120 –

mız bu hâl ile dünyâda geçinip, asla i’tibâr etmeyince, bize de lâ- yık olan budur ki, onların yolunu gözetip, kıyâmet gününde, Al- lahü teâlânın huzûruna ve Habîbullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna vardıkda mahcûb olmayalım.

Yirmidördüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, bir gün mescidde oturuyordu. Rûm kayserinin elçisi geldi. Ba’zı hediyye ve bir doğan, bir tazı, bir şişe zehr de getirdi. Dedi ki, yâ halîfe. Bu tazı öyle bir tazıdır ki, her nereye salar isen, avını yakalar, kaçırmaz. Avı ondan kurtulmaz. Bu doğan da bir doğandır ki, hangi kuşa salarsanız, hiç aman ver- meyip, alır. Aslâ bir kuş pençesinden halâs olmaz (kurtulamaz). Bu şişe içinde olan zehr, öyle bir zehrdir ki, bir katresini insana içirseler, o ânda ölür, bunun ilâcı olmaz. [Ya’nî o kişi kurtula- maz]. Tuhâf nesne olup, pâdişâhlar hazînesinde bulunması lâ- zımdır ve lâyıkdır diye, rûm sultânı kayser göndermişdir. Haz- ret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, kuş nedir ki, in- san onunla meşgûl olup, ondan ne fâide hâsıl eder. Ehl-i hâl olan onu eline alıp, amellerini boşa çıkarmaz, deyip, bağlarını çıkarıp, sahrâya salıverdi. Kelb [köpek] nedir ki, insan ona tâlib ve râgıb olup, o mekrûhu evine koysun ve ardınca gezip, yürü- sün. Onun da zincirlerini alıp, azâd eyleyip, serbest bırakdı. On- dan sonra o içinde zehr olan şişeyi mubârek eline alıp, dedi ki, benim dünyâda nefsimden büyük düşmânım yokdur. O zehri (Bismillahirrahmânirrahîm) deyip, temâmını içdi. Elçi bu hâli görünce, şaşırıp, mescid kapısında durdu. Bir zemândan sonra gelip, hazret-i Ömere bakdı. Gördü ki, hazret-i Ömer “radıyal- lahü teâlâ anh” evvelki gibi devlet ve se’âdetle, sıhhat ve selâ- metde oturur. Hemen yerinden kalkıp, hazret-i Ömerin “radı- yallahü teâlâ anh” ayaklarına yüzünü ve gözünü sürüp dedi ki, yâ halîfe, bana îmânı anlat. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” elçiye kelime-i şehâdet telkîn etdi ve elçi, müslimân oldu. Ondan sonra elçi, rûm kayserine gitmeyip, geri kalan ömrünü Ömerin “radıyallahü anh” hizmetinde geçirdi.

Yirmibeşinci Menâkıb: Hazret-i Mevlânâ Abdürrahmân Câ- mînin ”kuddise sirruh” (Şevâhid-ün Nübüvve) adlı kitâbından acemîlere kolaylık olmak için terceme olunmuşdur. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, Eshâb-ı Güzîn “rıdvâ-

– 121 –

nullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden birisini serdâr (komutan) ta’yîn edip, islâm askeri ile gazâya göndermişdi. As- kerler gitdikden sonra, bir gün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” oturduğu yerde, üç kerre sesli olarak lebbeyk dedi. Hiçbir kimse bunun sırrına vâkıf olmayıp, sormağa da kimse cesâret edemedi. Zîrâ Ömer “radıyallahü teâlâ anh” çok fazla şanlı idi. Kimse teklîfsiz huzûrlarında söz söyleyemezdi. Bu hâlin olduğu günün târîhini yazdılar. Görelim bunun aslı nedir, dediler. Bir zemân sonra o serdâr ve askerleri, nice fethler yapıp, sâlimen ve ganîmetler ile geri geldiler. Serdâr, hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” sefer ahvâlini bir bir anlatdı. Hazret-i Ömer buyurdu ki; yâ o yiğidin hâli ne oldu, dedi. O da, dedi ki, Allahü teâlâ haz- retlerine ma’lûmdur, yâ Ömer! Kasd ile olmadı. Soyunup, suya girdi. Meğer o su gâyet soğuk olup, tâkat getiremeyip, üç kerre; yâ Ömer diye bağırdı ve rûhunu teslîm etdi. Hazret-i Ömer “ra- dıyallahü teâlâ anh”, benden sonra âdet olmayacağını bilsem, se- ni katl ederdim. Ammâ var, o yiğidin evlâdına akça borcunu ver, ya’nî diyetini öde, diye tenbîh eyledi. Hazret-i Ömer “radıyalla- hü teâlâ anh” bu mertebe âdil idi. Askerin ahvâline çok fazla alâka gösterirdi. Hattâ o yiğidin vefât etdiği yer bir aylık yol idi. Bu uzaklıkdaki yoldan çağırdığı gibi, Medîne-i münevverede, iz- zet ve se’âdet ile oturduğu yerde, o yiğidin bağırmasını işitip, üç kerre “lebbeyk” demesinin sebebi bu idi.

Yirmialtıncı Menâkıb: Vettîn sûresinin tefsîrinde yazılmışdır ki, Meşrık tarafında bir yer var idi. Adına Bahreyn derlerdi. Orada yılda bir kerre ejderhâ çıkardı. Câbilkâ şehrine gelip, ona her sene bir oğlan verirlerdi. Onu yiyip, ondan sonra geri döner giderdi. Bir sene bir fakîr kimseye nöbet geldi. O biçârenin de bir oğlu var idi. Ejderhânın gelme vakti de yaklaşmışdı. O fakî- rin oğlunu verecekler, ejderhâ yiyecekdi. O fakîr müthîş ızdırâb- da iken, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” mubârek hâne- lerine vardı. Ciğerini dağlayıp, gözyaşları dökerek dedi ki, yâ emîr-el-mü’minîn, yâ halîfe-i rûy-i zemîn! Revâ mıdır [uygun mudur], senin se’âdetli zemânında, benim gibi bir miskin ızdı- râbda olsun. Senin yanında iken, ben zahmet çekeyim, uygun mudur? Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” buyurdular ki, sebebi nedir, bize haber ver. O derdli adam dedi: Yâ Emîr-el-mü’mi- nîn. Ben Câbilkâ şehrinden gelirim. Senede bir kerre Câbilkâ

şehrimize bir ejderhâ gelir. Bir evden bir oğlan verirler. Ejderhâ o oğlanı yutar. Ondan sonra geri dönüp, gider. Ertesi sene bir dahâ gelir. Bu sene nöbet ben fakîre geldi. Benim bir tek oğlum var. Başka yokdur. Benim derdim budur deyip, feryâd, figân et- di. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” mubârek eline kalem alıp, bir kâğıda yazdı. Dedi ki, ey ejderhâ! Şimdiden sonra sen o şehre artık gelip, oğlan almıyacaksın. Eğer gelecek olur isen, Al- lahü teâlânın Habîbi ve Resûlü Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hakkı için, oraya gelip, seni ateşe atıp ve vücûdunu dünyâdan yok ederim. O yazdığını, o fakîrin eline verdi. Fakîr, Câbilkâ şehrine gidip, şehrin ehâlisine haber verdi. Hepsi sevindiler. O kâğıdı alıp, ejderhânın yolu üzerine koyup, gözetdiler. O ejderhâ da gelip, o yol üzerinde o kâğıdı gördüğü gibi, yüzüne ve gözüne sürüp, öpüp, başı üzerine koyup, o ân ge- ri döndü. Artık o şehre gelip, oğlan istemedi. Hak Sübhânehü ve teâlânın kudreti ile ve Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn haz- retlerinin mu’cizesi ve hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” kerâmeti ile, bu şehr halkı, bunun gibi ejderhânın şerrinden ha- lâs oldular [kurtuldular].

Yirmiyedinci Menâkıb: (Şevâhid-ün nübüvve)de beyân olunmuşdur. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” zemân-ı şerîflerinde, Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini, Mısr üzerine gönderdi. Mısrı feth etdi. Amr ibni Âsı Mısra hâ- kim (vâlî) ta’yîn eyledi. Bir kaç aydan sonra, Mısr ehâlisi Amr ibni Âs hazretlerinin huzûruna vardılar. Dediler, bu Nil ırmağı- nın bir âdeti vardır ki, onsuz taşmaz ve suyu kesilir. Amr ibni Âs dedi ki, o âdet nedir. Dediler ki, âdeti odur ki, üzerimizde olan aydan on iki gün geçince, bir kız çocuğu buluruz. Anasını ve babasını mâl ile râzı ederiz. O kızı nefîs elbiseler ile süsleyip, Nil ırmağına bırakırız. Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anh” bu- nu işitip, bu bir yaramaz işdir. İslâmda böyle bir iş olmaması lâ- zımdır. Muhakkak islâm, bütün kötü âdetleri ortadan kaldır- mışdır. O târîhden üç ay geçdi. Nil nehrinin suyu artmadı. Ehâ- lîsi başka yerlere göç etmeğe başladılar. Hazret-i Amr, bu hâli gördü. Emîr-ül-mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” haz- retlerine mektûb yazıp, bildirdi. Hazret-i Ömer mektûbu oku- du. Cevâbında yazdı ki, iyi etmişsin. Savâb olmuşdur. Mektû-

bumun içine bir parça kâğıd koydum. Onu Nil ırmağına bırak. Mektûb Amr’a geldi. O kâğıdda şu satırlar yazılı idi. (Ömer-ib- nül Hattâbdan Mısrın Nil nehrine. Önceden akıyor idin. Şimdi akmıyorsun. Vâhid ve Kahhâr olan Allahü teâlâ seni akıtır. Se- nin akman için Vâhid ve Kahhâr olan Allahü teâlâya düâ edi- yorum.) Amr bin Âs o kâğıd parçasını, Nil nehrine bırakdı. Er- tesi gün, Nil nehri onaltı arşın yukarı kalkıp, su seviyesi yüksel- di. O vaktden sonra, o yaramaz âdetden Mısr ehâlisi kurtuldu- lar. İmâm-ı Müstagfirî “rahimehullahü teâlâ” haber verdi ki, hazret-i Mûsâ “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyh” Âl-i Fir’av- nın üzerine beddüâ eyledi. Hak Sübhânehü ve teâlâ Nil ırmağı- nın suyunu kesdi. Halk etrâfa dağılmağa başladılar. Sonra top- lanıp, hazret-i Mûsâ aleyhisselâma gelip, tedarrû’ kıldılar. Bi- zim için düâ eyle, ki Nil geri revân olsun [geri aksın]. Hazret-i Mûsâ aleyhissalâtü vesselâm belki îmâna gelirler diye düâ eyle- di. Sabâh oldu. Gördüler ki Nil onaltı zrâ’ yukarı kalkıp, akar. Hak Sübhânehü ve teâlâ o ihsânı, ümmet-i Muhammedden Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine kerâmet olarak ver- di. Var kıyâs eyle ki, ne mertebe sultân imiş.

Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâ- lâ anh” kuvvet-i kudsiyeleri ve rûhâniyyetleri bu mertebe idi ki, her kim karşısına gelse, yalan söylemek kasd eylese, dili var- maz idi. Doğru söylerdi. Bir mü’min ile bir münâfık karşısına vardıkda da, söylemeden onları fark ederdi. Zîrâ sûretlerine bakmayıp, sîretlerine nazar ederdi. Onun için yüksek şânlarına uygun olarak Ömer-ül Fârûk denilmişdir. Dostluğu ve adâveti Allahü teâlâ için ederdi. Gayretli idi. İleriyi görücü, tedbîr sâ- hibi idi. Nice kerre, görüşlerine uygun âyet-i kerîme nâzil ol- muşdur.

Yirmidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hilâfeti zemânında, Şâm şehrine gitmek îcâb etmiş- di. Se’âdet ve izzetle, Eshâb-ı güzînden “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bir cemâ’ati de yanlarına alıp, Medîne-i Mü- nevvereden çıkıp, yola revân oldular. Hazret-i Ömerin bir de- veden başka bineceği yokdu. Mugîre adlı bir köle var idi. Bir sâat hazret-i Ömer “radıyallahü anh” o deveye binerdi. Mugîre

piyâde olunca [yaya kalınca], deveyi yederdi. Bir sâat Mugîre binerdi. Hazret-i Ömer önünde piyâde olurdu. Allahü teâlânın hikmeti, Şâm şehrine girecekleri vakt, deveye binmek nöbeti Mugîreye gelmişdi. Eshâb-ı güzîn, hazret-i Ömere geldiler, de- diler ki, efendim, ihsân eyleyin. Bu sâatde deveye se’âdetle si- zin binmenizi ricâ ederiz. Hazret-i Ömer buyurdu ki, önce nö- bet benim idi, bu sâat nöbet Mugîrenindir. Deveye niçin ben bi- neyim. Eshâb-ı güzîn dediler ki, bugün Şâm şehrine girilecek- dir. Şâm şehrinin bütün ileri gelenleri, cenâbınıza karşı çıkarlar [sizi karşılamağa gelirler]. Onlar atlı, siz halîfe iken yaya yürü- mek münâsib değildir. Lutfunuzdan ümmîd ederiz ki, ricâmızı makbûl tutup, red etmeyiniz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” huzûrsuz olup, dedi ki, siz bu evhâmdan kurtulmadınız mı? İslâm dîninin kadrini böyle mi anladınız. Bize islâm şerefi yetmez mi. İslâm dîninden ekrem ve eşref bir nesne var mıdır. Bu se’âdet ve bu devlet ve bu izzeti Allahü teâlâ hazretleri bize ihsân eylemişdir. Dîn-i islâm tâcını başına koymak, kime mü- yesser olmuşdur. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” getirdiği islâm elbisesini arkamıza giydirdi. Kelime-i şehâ- deti dilimize çırağ eyledi. Kur’ân-ı azîm ile kalbimizi münevver eyledi. İslâmiyyetin kadrini acaba niçin anlamamışsınız ki, ken- dinizi halka, at ile, don ile göstermek istersiniz. Yalnız Habîb-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ümmeti olmak şere- fi size yetmez mi, diye cevâb verince, kimse söze kâdir olama- yıp, bir şey diyemediler.

Mugîre, bu güç zemânda deve hâzırlayıp, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı şerîflerine getirip, çökdürdü ve dedi ki, yâ halîfe! O Allahü teâlâ hakkı için ki, ondan gayri Al- lah yokdur. Bu ahvâl gönlümden geçmişdir. Eshâbın rey’i ile değildir [ya’nî ben düşündüm]. Kalbimden halâl eyledim. İhsân eyle ve benim isteğimi kabûl eyle. Bugün deveye se’âdetle sizin binmenizi ricâ ederim, dedi. Emîr-ül mü’minîn önünde eğilip, yâ halîfe arkama basıp, devenin üzerine devletle bin diye ilti- mâs eyledi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Mugîrenin cân-ı gönülden ricâsını görünce, hâtırı için o gün se’âdetle deve- ye bindiler. Ondan sonra, bütün islâm askeri içinde nidâ etdir- di ki, işte bugün Şâm şehrine girmek müyesser oldu. Buradan

– 125 –

sağ ve selâmetle çıkacağımızı Allahü teâlâ bilir. Her kimin biz- de hakkı var ise, gelip bizden taleb eylesin. Bütün islâm askeri hazret-i Ömere hayr düâ eylediler. Dediler ki, yâ Allahü teâlâ- nın halîfesi. Senden herkes râzıdır. Senden kimse huzûrsuz de- ğildir. Bir ferdin sizde hakkı yokdur. Münâdîler yüksek sesle çağırdılar. Hiçbir kimse gelip, bir hak taleb etmedi. Hepsi şük- rân üzere olduklarını hazret-i Ömere haber verdiler. Halk ara- sından kimse gelmeyince, hazret-i Ömerin Mugîre adlı kölesi ileri gelip, dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Birgün, hiç suçum yok iken, kulağımı çekip, ağrıtdın. Diyorsunuz ki, kimin hakkı var ise dünyâda iken taleb etsin. Hâlâ bu hakkım sizin üzerinizde- dir, bilmiş olunuz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu- yurdu ki, yâ Mugîre gel, sen de benim kulağımı çek, berâber olalım. Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hep birden tekbîr getirdiler. Arablarda âdetdir ki, bunun gibi bir acâib ahvâl zuhûr etdikde, tekbîr getirirler. Dediler ki, yâ halî- fe, senin gibi âdil pâdişâh gelmemişdir. İ’tikâdımız budur ki, şimdiden sonra da gelmiyecekdir. Kölenin, bu şeklde küstâhlı- ğa cür’et etmesi uygun mudur. Husûsen [özellikle] kişi, kendi kölesini azârlamasına bir şey lâzım gelmez. Nerede kaldı ki, bir mikdâr kulağını çekmiş olsun. Kölenin üzerine gidip, niçin edebsizlik eyledin diye azarladılar. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, ey Eshâb-ı güzîn! Lutf edip, incitme- yin ki, âhıretde cezâsını çekmekden ise, dünyâda çekip, kurtul- mak evlâdır. Sonra, yâ Mugîre, gel sen de benim kulağımı çek. Dünyâda senin ile halâllaşalım, âhırete kalmasın, dedi. Mugîre de hazret-i Ömerin kulağına yapışıp, bir mikdâr çekdi. Hazret-i Ömer, buyurdu, yâ Mugîre, niçin ziyâde çekmedin. Mugîre de- di ki, âhıretde kısâsdan korkarım. Çok çekersem, senin hakkın benim üzerimde kalır. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” böyle sultân idi ki, kölesi hakkında bunun gibi durumu kabûl- den çekinmeyip, dünyâda cezâsını çekdi. Kölesi de, acâib değil- midir ki, efendisi hakkında bu şeklde cezâ verdi. Efendisi Hak ehli olduğunu muhakkak bilip, değil huzûrsuz olmak, kalb-i şe- rîflerine zerre kadar bir şübhe gelmediğine i’tikâdı temâm ol- duğundan, bu fi’le cesâret etmişdir. Belki hazret-i Ömerin “ra- dıyallahü teâlâ anh” Mugîrenin böyle yapması ile muhabbeti

– 126 –

şerîfleri ona, evvelki durumundan dahâ çok artmışdır. Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” menâkıb-ı şerîflerine nihâyet yokdur. Yalnız bu yetmez mi ki, rey’lerine uygun olarak onye- di yerde, Cebrâîl aleyhisselâm Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine âyet-i kerîme getirmişdir. Tefsîr ve târîh kitâblarında da vardır.

Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hilâfeti zemânında, bir kaç bin askeri gazâya gönderdi. Âdet-i şerîfleri şöyle idi ki, gazâya giden askerlerin evlerine adam gön- derip, durumlarını sorardı. Her gece kendileri şehri gezerdi. Al- lahü teâlânın hikmeti, bir gece şehri dolaşıyordu. Bir kapının yanından geçerken, içeriden bir hâtun bağırmasını işitdi. Kulak verdi. Gördü ki, o hâtun ağlıyor ve devâmlı söyliyordu ki, benim kocamı halîfe gazâya gönderdi. Ben burada aç ve susuz kaldım. Yarın varayım, halîfenin kapısına çocuklarımı bırakayım. Haz- ret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitir işitmez, ağlaya ağlaya se’âdethânelerine gelip, bir dank un omuzuna aldı. O hâ- tunun evine geldi. Mubârek elleri ile odun parçalayıp ve ateş yakdı. Sonra eline bir testi alıp, su getirdi. Ondan sonra bir ten- cereyi ocağa koyup, derhâl o aşı pişirdi. Bir sahan içine koyup, o hâtunun çocuklarını kaldırıp, önüne götürdü ve yidirdi. On- dan sonra özrler dileyip, dedi ki, yâ hâtun! Suçumuzu afv eyle. Zîrâ habersizdik. Şimdiden sonra ahvâlini her zemân bize bildir, deyip, yoluna gitdi. Hâtun da, hazret-i Ömerin tevâdu’ ve tenez- zülünü görünce hayret edip, hazret-i Ömere hayr düâlar eyledi. Şimdi ey mü’min. İnsâf eyle ki, bir se’âdet sâhibi halîfe-i rûy-i zemîn iken, bu şeklde tenezzül ve tevâdu’ göstermesini kıyâs ey- le ki, ne büyük sultândır ve ona cân ve dilden muhabbet eyle- meyenin hâli ne olacakdır. (Târîh-i taberî)den nakl olunmuş- dur.

Otuzbirinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri halîfe iken, İrân memleketi- ni feth etmek arzûsunda idi. O iklimde [o memleketde] islâmiy- yet yayılsın istiyordu. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aley- him ecma’în” ile müşâvere edip, asker topladı. Başlarına Sa’d bin Ebî Vakkâsı “radıyallahü anh” serdâr ta’yîn edip, fâris ikli-

– 127 –

mine [Îrân memleketine] gazâya gönderdi. Fâris vilâyetine var- dılar. Haber verdiler ki, arab askeri geldi. İrânlılar asker tedâ- rik edip, bunlara karşı durmak istediler. Kisrânın askeri şehr- den dışarı çıkıp, islâm askerinin karşısına kondular. İslâm aske- ri yirmibin kişi idi. Sa’d bin Ebî Vakkâsın “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna elçi gönderdiler. Ne iş için geldiler ve maksad- ları nedir, sordular. Hazret-i Sa’d buyurdular ki, Allahü teâlâ hazretlerinin askeri biziz. Sizi dîn-i islâma da’vet ederiz, onun için geldik. Eğer sözümüzü kabûl etmezseniz, ceng ederiz. Kis- râya bu haber geldi. Kisra askerine dedi ki, yarın cenge hâzır olunuz. Acem pâdişâhlarına kisrâ derler idi. Bu pâdişâhın adı Yezdecerd idi. Dedi ki, bu gelen asker yirmibin kişidir. Siz yüz- binden çoksunuz. Onlardan niçin korkarsınız. Sabâh oldu. İki tarafın askeri atlara binip, saflar bağlayıp, davullar çalıp, alem- ler [bayraklar] dikdiler. Ceng yapmak için, bahâdırlar hâzırlan- dılar. Sonra iki asker birbirine girdi. İkisinin arasında mücâde- le ayyûka çıkdı. O gün geceye kadar bu şeklde ceng etdiler. Gece olunca âsâyiş davulu çaldılar. Herbirisi çadırlarına dön- düler. Bir rivâyet de şudur ki, o gece sabâha kadar muhârebe etdiler. Hiç dinlenmediler. Yezdecerdin pehlivânlarından Rüs- tem bin Mihribân ki ermenîdendir. Uzun zemân, muhârebe meydânında bahâdırlık yapıp, arab yiğitlerinin birinin elinde helâk oldu. Bunu helâk eden arab, şerâb içdiği için, kumanda- nın çadırında mahbûs idi. Bu mahbûs, Rüstemin bir kılınç vur- ması ile müslimânların şehîd olduğunu gördükçe, o dinsize diş bilerdi. Hazret-i Sa’dın mak’adında bir ağrı olduğundan o gün, muhârebedeki yerine tahteravân ile gitdi. Harb âletleri çadır- da, câriyesinin yanında kalmışdı. O merd gâzî cârîyeye yalva- rıp, mahbûs olmakdan kurtuldu. Hazret-i Sa’dın atını ve harb âletlerini de câriyeden ricâ ile alıp, hemen meydândaki Rüste- min yanına gitdi. İlk hücûmunda nârâ atarak Rüstemi titretdi ve göz açdırmayıp, ilk hamlede Rüstemi atından düşürüp, ba- şını gövdesinden ayırdıkdan sonra, sözünde durup, doğruca hazret-i Sa’dın çadırında mahbûs olduğu yere geldi. Câriyeye, zinciri boynuna takdırdı. Sa’d bin Ebî Vakkâs, o merd gâzîyi tanıdı. Harb âletlerini ve atını da tanıdı. Çadırına gelerek vak’ayı câriyeden tafsîlâtı ile öğrendikden sonra, bu hâdiseyi

– 128 –

Fârûku Ekreme [hazret-i Ömere] arz etdi. O da gâzî merdin cezâsını bağışladı. Ve sonra yapacağı hatâları da göz yumula, şeklinde, Sa’d bin Ebî Vakkâsa mektûb yazdılar. O merd gâzî Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü anh” bu afv mu’âmelesini öğ- renince, hemen şerâb içmekden vazgeçdi. Rüstem helâk oldu- ğu zemân, kâfirler dağılıp, islâm askeri bunların ardına düşdü. Kâfirleri kıra kıra şehrlerine götürdüler. Kal’a kapısını yıkıp, içeri girdiler. Rivâyet ederler ki, yüzbin kâfirin ellibinini kırdı- lar. Doğru Kisrânın serâyına geldiler. Hazînesinin temâmını ele geçirdiler. O pâdişâhın bir oğlu ve bir kızı var idi. Esîr al- dılar. Çok mâl ve hazîne alıp, feth ve nusret ve şâd olarak dö- nüp, Emîr-ül mü’minîn Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” hu- zûr-ı şerîflerine geldiler. Bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, emîr-ül mü’minîn Ömer hazretlerinin bu gazâsını kutladılar, hayr düâlar etdiler. Rivâyet eylediler ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o kızı, ezvâc-ı tâhırât ümmihâtül mü’minînden [Peygamberimizin hanımlarından] “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Ümm-i Seleme hazretle- rinin huzûruna gönderdiler. Zîrâ, Ümm-i Seleme hazretleri tatlı dilli ve şefkatli ve mihribân idi. O kız, islâma gelir diye, Onun yanına gönderdiler. Çeyizini de Sa’d bin Ebû Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” getirip, hazret-i Ömere teslîm etdi. Hazret-i Ömer de o çehizi aynı ile Beyt-ül-mâl emînine emâ- net verip, böylece hıfz eyle, buyurdu. Üç ay sonra o kız, müs- limân oldu. Hazret-i Ömere müjdelediler. Sonra emr etdi. Çe- hizlerini geri verdiler. Hazîne kapısını açdılar. Onun dürlü çe- hizlerini ve altınlarını, inci ve cevâhîr ve atlas ve nice dürlü donlarının [elbiselerinin] hepsini çıkarıp, cümlesini ona teslîm edin diye emr eyledi. Şöyle ki, Medîne ehâlisi bu mâlı görüp, hayret etdiler. Bu kız bu çehizini görünce sevinip, hazret-i Ömere düâ eyledi. O kızın adı şehr-i Bânû idi. Hikmet-i Rab- bânî hazret-i Hüseyne “radıyallahü teâlâ anh” müyesser oldu, ya’nî ona nikâh etdiler.

Otuzikinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, bir bayram günü, bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânulla- hi teâlâ aleyhim ecma’în” evlâdlarına hâllerine uygun olarak, bayramlık elbiseler aldılar. O bayramda, hazret-i Ömerin “ra-

dıyallahü teâlâ anh” çocuğunun elbisesi eski idi. Diğer çocuk- ların elbiseleri yeni idi. Çocukluk sebebi ile olacak ki, onunla bir mikdâr istihzâ etdiler. Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” oğlu kendisi ile istihzâ etdiklerini anlayınca, ağlıya ağlıya babasının huzûruna geldi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” oğlunu ağlar şeklde görünce, sebebini sordular. O da ço- cuklar ile arasında geçen hâdiseyi babasına anlatdı. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” da oğlunu böyle mahzûn ve gam- lı görünce, kalbden acıyıp, şefkat ve merhametinden, beytül- mâl emînini huzûruna çağırdı. Dedi ki, iyd-i şerîf [bayram] gel- mekde olup, herkes çocuklarına yeni elbise aldılar. Bizim oğlu- muzun elbisesi eski olmakla, diğer çocuklar istihzâ etmişler. Ağlıya ağlıya bana geldi. Ben de hâlini görünce, zarûrî olarak şefkat ve merhametimden dolayı, sizi da’vet eyledim ki, beyt- ül-mâldan bana ta’yin olunan gelecek aya âid olmak üzere bir kaç akça veresin ki, buna bir elbise alayım. Beytül-mâl emîni dedi ki, yâ Emîr-el-mü’minîn, gelecek aya kadar yaşayacağını- zı tahkîk etdiniz mi [araşdırdınız mı] ki, hak etmeden önce, benden hak etmediğiniz paranızı istersiniz. Hazret-i Ömer “ra- dıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ haz- retlerinden gayri kim bilir. Beyt-ül-mâl emîni dedi ki, yâ halîfe, siz bilmedikden sonra, ülûfe almak size lâyık değil; bize de ver- mek ma’kûl değildir. Hazret-i Ömer söylediğine pişmân olup, istigfâr eyledi. O emîni beğenip, hayr düâ eyledi. Allahü teâlâ hazretleri kemâl-i lütfundan hazret-i Ömerin oğluna da bir yol ile teselli verip, her biri gönülleri hoş olarak gitdiler. Ey mü’min kardeşlerim. Şimdi gelin, insâf edin. Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” adline ve hilmine ki, halîfe-i rûyi zemîn iken, oğluna elbise alamayıp, beytül-mâldan birkaç akça iste- dikde, beyt-ül-mâl emîni de bu yol ile mâni’ olduğuna huzûrsuz olmayıp, ayrıca düâ eylemişdir. Var kıyâs eyle ki, nasıl bir zât imiş.

Otuzüçüncü Menâkıb: Medîne ehâlisi anlaşarak bir yere toplandılar. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin adâle- tini tecrübe etmek için anlaşdılar. Aralarından bir yehûdî çıkdı. Ben sizin müşkilinizi hâl etmeğe muktedirim, dedi. Onlar da buna ba’zı va’dlerde bulundular. Hazret-i Ömerin bir oğlu var

idi. Bedenen çok za’îf kalmışdı. O yehûdî, kendisini hekîm ta- nıtıp, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” oğlunun yanına vardı. Hâlini ve hâtırını sordu. O da, za’îfliğinden bir mikdâr hi- kâye yolu ile şikâyet etdi. Mel’ûn yehûdî tebessüm ederek, bu- nun ilâcı kolaydır, dedi. Bu da ilâcını istedi. Zîrâ kalblerinde kin ve hîle yokdu. Yehûdî, önüne düşüp, odasına götürdü. Sonra bir sürâhî şerâb doldurup, şerbetdir diye önüne koydu. Bu se- nin derdine devâdır. Bunu içdiğin gibi sıhhat bulursun, dedi. O da sözünü hakîkat zan edip, şerâb ne olduğunu görmediği için, o sürâhîdeki şerâbı içip, serhoş oldu. O yehûdînin güzel bir kızı vardı. O kızı arz eyledi. Şerâbın te’sîri ile serhoş olduğundan, kıza sâhib oldu. Bir zemândan sonra ayılıp, aklı başına geldik- de, yapdığı işlere pişmân oldu. Nedâmet ile tevbe ve istigfâr edip, evlerine geldi. Hikmet-i rabbânî, o kız hâmile olup, çocuk doğdu. Sonra, mel’ûn yehûdî, bir çok yehûdîyi ve o çocuğu ya- nına alıp, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yanına getirdiler. Dediler ki, yâ halîfe, senin oğlun, bizim kızımıza zor- lıyarak sâhib olup, bu çocuk hâsıl oldu. Biz bunu beslemeğe mecbûr değiliz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bunu görünce, mubârek gönülleri perîşân olup, oğlunu çağırdı ve bu durumu sordu. Oğlu da meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Haz- ret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o ma’sûma beyt-ül-mâldan nafaka ta’yîn eyledi. Sonra oğlunu aşağı alıp, dînin emri olan sopayı vurdurmağa başladı. Sopa sayısı kırk olduğu zemân, Es- hâb-ı güzîn, Ömer “radıyallahü anh” hazretlerinin yanına gelip, ricâ etdiler. Yâ halîfe, oğlunuz hastadır, bu şekldeki sopaya te- hammül edemez. İhsân eyle, bunun suçunu bize bağışla. Zîrâ sesi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sesine benzerdi. Eshâb-ı güzîn bunu, Ravda-i Mutahharaya gö- türüp, yüksek ses ile Kur’ân-ı azîmüşşânı okutup, kendileri dı- şarıdan dinlerler idi. Hazret-i Habîbullahın hasretinden ciğerle- rini dağlarlar idi. Lutf eyle, sesi hurmeti için suçunu afv eyle di- ye, ne şeklde söylediler ise, iltifât eylemedi. Allahü teâlânın hakkında hâtır olmaz. Âhıretde çekmekden, dünyâda cezâsını bulmak iyidir, buyurdular. Altmış değnek oldukda, babasına çağırdı ki, yâ baba, bir ân mehil ver ki, azîz annemin yüzünü gö- reyim, halâllik dileyeyim. İltifât eylemeyip, yetmiş sopa olduk-

da, çağırıp, yâ baba, işte ben ölüyorum. Mubârek yüzünü bana göster, görün ki, hasret gitmiyeyim, dedi. Hazret-i Ömer “radı- yallahü teâlâ anh” mubârek yüzünü çevirip, gösterdi. Sopa sa- yısı seksen oldukda rûhunu teslîm etdi. Hazret-i Ömere öldü- ğünü bildirdiler. Buyurdu ki, ölüsüne yirmi değnek vurun ki, Hak emri yerini bulsun. Ondan sonra da yirmi değnek vurdu- lar. Yüz temâm oldu. Sonra techîz ve tekfîni yapıp, götürüp defn eylediler. Sonra hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, acabâ babalık hakkını yerine getirip, seni kurtardım mı. Alla- hü teâlânın huzûrunda hâlin nasıl oldu diye ağladı. O gece Es- hâbdan birisi onu rü’yâda gördü. Sultân-ı kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-u şerîfinde oturup, zevk ve sefâ ederdi. Bu sahâbîyi gördüğü gibi, kalkıp, güle-gü- le yanına geldi. Dedi ki, Allahü teâlâ babamdan râzı olsun ki, atalık hakkını yerine getirdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, de- vâmlı Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- rinin hizmet-i şerîflerinde olup, bir ân ayrılmıyorum. Dünyâ kahrından kurtulup, zevk ve safâ içine düşdüm. Ertesi günü o sahâbî gelip, rü’yâda gördüğü hâli, hazret-i Ömere anlatdı. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ağlamağı bırakıp, Alla- hü teâlânın inâyetine şükr secdesi eyledi “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.

Otuzdördüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hilâfeti zemânında, bir gâzâdan çok mal ge- tirmişlerdi. Bu malın beşde birini hakkı olanlara taksîm eder- ken, hazret-i Hasen bin Alî bin Ebû Tâlib “radıyallahü teâlâ an- hümâ” gelip, dedi ki: Yâ halîfe! Gazâ malından bana da bir mikdâr ver. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ona bin dir- hem gümüş verdi. Sonra hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” geldi. O da istedi. Ona da bin dirhem gümüş verdi. Sonra, hazret-i Ömerin kendi oğlu, hazret-i Abdüllah “radıyallahü teâ- lâ anhümâ” gazâ malından istedi. Ona beşyüz dirhem gümüş verdi. Abdüllah “radıyallahü anh” dedi ki: Efendim, yetişmiş yiğit olan ve nice def’a gazâya gidip ve hazret-i Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin önünde kılınç çe- kip, nice başlar düşürmüşken, bana beşyüz dirhem verirsin. Hazret-i Hasen ile hazret-i Hüseyn ki, henüz tâze yiğitlerdir.

Onlara biner dirhem verirsin. Bu lâyık mıdır? Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki; yâ Abdüllah! Sen onlar ile berâber mi olmak istersin? Onların, hazret-i Alî gibi babala- rı vardır ve hazret-i Fâtımâ-tüz-zehrâ gibi, anaları vardır. Haz- ret-i Fahr-i Âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gibi dede- leri vardır. Hazret-i İbrâhîm gibi dayıları vardır ki, İbrâhîm, hazret-i Resûl-i ekremin oğludur. Hazret-i Ümm-i Gülsüm ve hazret-i Rukayya “radıyallahü teâlâ anhünne” gibi teyzeleri vardır. Hazret-i Ca’fer Tayyâr ve hazret-i Ukayl gibi amcaları vardır. Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” böyle söyledi- ğini, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hazretleri işitdi. O bü- yük zât buyurdu ki, Resûl-i Ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, (Ömer, Cennet ehlinin ışığı ve islâmın nûru- dur.) buyurmuş idi. Bunu boş yere buyurmamışdır. Böyle söy- leyince, hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ”, hazret-i Ömerin yanına varıp, Fahr-i âlem hazretleri- nin böyle buyurduğunu müjdelediler. Hazret-i Ömer “radıyal- lahü teâlâ anh” da divit ve kalem ve kâğıd getirip, bu hadîs-i şe- rîfi yazdı. Vasiyyet eyledi ki, vefât eylediğim vakt, bu kâğıdı be- nim ile berâber defn ediniz ki, bana bu huccet kâfîdir. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” vefât etdikden sonra, o kâğıdı da defn etdiler. Sabâh oldukda, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâ- lâ anh” kabr-i şerîfleri üzerinde, kudret kalemi ile yazılmış bir yazı buldular. O kâğıdda şöyle yazılı idi. (Resûlullah doğru söy- ledi. Alî, Hasen ve Hüseyn doğru söyledi. Ömer, Cennet ehli- nin ışığı ve islâmın nûrudur). Bir rivâyetde, hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn gelip, müjdelediklerinde, hazret-i Ömer “radı- yallahü anh”, sahâbe-i güzînden bir cemâ’at ile yerinden kalkıp, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kapısına gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Alî dışarı çıkdı. Hazret-i Ömer, süâl buyurdular ki, yâ Alî, sen Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden, (Ömer, ehl-i Cennetin sirâcıdır ve islâmın nûru- dur) diye işitdin mi? Hazret-i Alî de, evet dedi. Hazret-i Ömer, dedi ki, şimdi bana bunu yaz. Hazret-i Alî de mubârek eline ka- lem alıp, yazdı: (Bu yazı Alînin Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Onun da Cebrâîl aleyhisselâmdan, Onun da

– 133 –

Allahü teâlâdan haber verdiği, Ömer Cennet ehlinin ışığı ve is- lâmın nûrudur, hadîs-i şerîfi hakkındadır.) Hazret-i Ömer “ra- dıyallahü teâlâ anh” o yazıyı alıp, evlâdından birine verdi ki, ben vefât etdiğimde, bunu kefenime sarasın. Bununla Allahü teâlânın huzûruna çıkayım; buyurdu. Bir rivâyetde de, vefâtla- rından sonra, kabr-i şerîfleri üzerinde bulunan, kudret kalemi ile yazılan şöyle idi: (Alî, doğru söyledi. Resûlullah, Cebrâîl, ben doğru söyledik. En doğru söyliyen benim. Ömer Cennet ehlinin ışığı ve islâmın nûrudur.)

Otuzbeşinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hilâfeti zemânında, Sâriye hazretlerini, islâm askeri ile, bir gazâya gönderdiler. Gazâ yapılacak yere varıp, bir dağın eteğin- de konakladılar. Müslimânların mola verdikleri dağın arkasında bulunan kâfirler, onları gâfil avlıyarak hücûm etmek istediler. O sırada, hazret-i Ömer Medîne-i münevverede Cum’a günü min- ber üzerinde, hutbe okurken, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretle- ri, kemâli lutfünden, islâm askerine re’fetinden, hazret-i Öme- rin mubârek gözünden perdeyi kaldırdı. Aralarında bir aylık mesâfe var iken, islâm askerinin düşmândan gafletini müşâhede etdi. Yüksek sesle, üç kerre nidâ etdiler; (Yâ Sâriye el-Cebel-el- Cebel). [Yâ Sâriye, dağa, dağa.] Allahü teâlânın kudreti ile haz- ret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” o sesini, o hâl içinde bulu- nan Sâriye hazretlerinin, mubârek kulaklarına işitdirdi. O ses sebebi ile müslimânlar arkalarını dağa verip, kendilerini emniy- yete aldılar. Aşağıdan gelen düşmana gâlib gelip, onları hezîme- te uğratdılar. Hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” o günün ve o sâatin târîhini koydu [Bir tarafa yazdı]. Hazret-i Sâriye, is- lâm askeri ile muzaffer olarak ve ganîmetler ile döndü. O mâce- râdan sordular. Sâriye o durumu açıklayıp, buyurdular ki, kâfir- ler bize hîle yapıp, ansızın basmak istedi. Cum’a günü bir dağın eteğinde oyalanırken, bir ses işitdim ki, yâ Sâriye-el-Cebel, de- di. Biz de dağa arka verdik. Allahü teâlânın inâyeti ile, kâfirle- re gâlip olup, kâfirler hezîmete uğradılar. Ba’zı rivâyetde, bu hâdise Nihâvend cenginde vâki’ olmuşdur. Böyle beyân etmiş- ler ki, Nihâvend vilâyetinde bir karye [belde] vardır. O karye- nin adı Kandsihandır. Onun batısında bir dağ vardır. O dağın başında bir künbed [ocak] yapılmışdır. O künbedin orta yerin-

de hârâdan bir baca koymuşlar idi. Hazret-i Sâriyenin mubârek kulaklarına gelen ses o bacadan geldi. Hâlâ o bacayı teberrüken güzel kokular ile kokularlar. Erbâbı ziyâret ederler.

Otuzaltıncı Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” zemân-ı şerîflerinde bir gün Medîne-i münevverede zelze- le oldu. İnsanlar korkularından ızdırâba düşdüler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kamçısı ile yere vurdu. (Allahü teâlânın izni ile sâkin ol) dedikde, o vakt arz [yer] sâkin oldu.

Otuzyedinci Menâkıb: Yine hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetleri zemânında, Medîne-i münevverede bir yangın çıkdı. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahı teâlâ aleyhim ec- ma’în” hazretleri korku ile durumu hazret-i Ömere iletdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir saksı parçası alıp, üzerine yazdı ki, (Yâ nâr [ateş], Allahü teâlânın izni ile sâkin ol). Varıp onu ateşe bırakdılar. Allahü teâlânın izni ile soğudu.

Otuzsekizinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâ- lâ anh” hilâfetleri zemânınde bir melik elçi gönderdi. Elçi ge- lip, hazret-i Ömerin serâyını sordu. Şöyle zân etdi ki, sâir şâh- lar gibi, onun da serâyı vardır. Dediler ki, onun asla nesnesi yokdur. Şu ânda kendisi şehri muhâfaza için, gezmekdedir. El- çi onun gitdiği mahalle doğru gitdi. Hazret-i Ömeri “radıyalla- hü teâlâ anh” gördü. Toprak üzerine yatmış. Kamçısını başının altına koymuş, uyuyordu. Elçi bu hâli görüp, hayret etdi. Dedi ki, şark ve garb [doğu ve batı] ehli bu kişiden korkarlar. Bu korku, bu sıfat üzerinedir. Gönlünden dedi; ben bunu, yalnız buldum. Öldüreyim. İnsanları, bunun korkusundan halâs ede- yim [kurtarayım]. Kılıncını kaldırdığı ânda, Allahü teâlâ, yer- den bir arslan çıkardı. Bunun üzerine hamle eyledi. Korkusun- dan kılıncı elinden bırakdı. Hazret-i Ömer bu hâlde uyandı. Hiçbirşeyden haberi yokdu. Elçiye, ne olduğunu sordu. Elçi de hâdiseyi anlatdı ve müslimân olup, hazret-i Ömerin “radıyalla- hü teâlâ anh” hizmet-i şerîflerinde bulunup, ölünceye kadar ayrılmadı.

Otuzdokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir kıtlık zemânında, bir deve kurban edip, Medîne-i Mü- nevverenin fakîrlerine bölüşdürün diye emr etdi. Bölüşdürme

işini yapan hizmetçi, o devenin kıymetli yerlerinden bir mikdâr alıkoyup, halîfe için güzel bir şeklde pişirip, iftâr zemânında hu- zûr-u şerîflerine getirdi. Ömer “radıyallahü anh” bu et nere- dendir diye süâl buyurdular. Hizmetçi dedi ki; yâ Emîr-el mü’minîn! Emr-i şerîfiniz ile fakîrlere teslîm olunan deve etin- den sizin hissenizdir. Rengi değişip, buyurdu ki; Vay benim gi- bi vâlîye ki, fukarâya kötü yerini ayırıp, kendisi için en güzel ye- rinden alıkoyuyor. Şimdi, yâ hizmetçi! Bir dahâ böyle etme. Kaldır bu yemeği, benim önümden. Fakîrlerden, çoluk-çocuğu olan bir kimsenin evine götür. Ver, yisinler. Bana yine evvelki âdet üzere yemek getir ki, halîfe olan kimsenin haftada bir ker- re et yimesi kâfîdir. Sonra, hizmetçi emr-i şerîfleri üzere yeme- ği uygun bir fakîre verdi. Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” eski âdeti üzere, bir mikdâr zeytin yağı ile, kuru ekmek parçası getirip, önlerine koydu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn, o ekmek parçasını yağa batırıp, gönül râhatlığı ile yiyip, yerlerin ve göklerin sâhibi olan Allahü teâlâya şükr ve hamd eyledi.

Kırkıncı Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Medîne-i Münevvereden “Allahü teâlâ şerefini artdırsın” hac yapmak üzere, Mekke-i mükerremeye gitdi. Varıp gelinceye kadar hesâb etdiler. Seksen dirhem harcanılmış. Çok harcadım diye çok üzüldü. Nakl edilir ki, Kâ’be-i Mu’azzamaya varıp-ge- linceye kadar, yollarda bir gün çadır kurmayıp, bir köhne per- de gölgelik edip, onun altında gölgelendi.

Kırkbirinci Menâkıb: Nakl olunmuşdur ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” herhangi bir şeyden halkı men’ etse, ev halkının temâmını toplayıp, buyururdu ki, Allahü teâlâ hazret- lerinin buyurduğu üzere, Onun yasak etdiği bir nesneyi halkın işlemesinden men’ etdim. Ona uymağa siz herkesden dahâ çok uyanık olunuz. O fi’li işlememek gayrilerden dahâ çok size lâ- zımdır. Şöyle bilmiş olunuz ki, sizden biriniz o fi’li işlese, gayri- lere edeceğim cezânın dahâ fazlasını ona yaparım, buyurur idi. Ondan halkı men’ ederdi. Yakınlarının kaçınması ve korkusu gayrilerden dahâ çok olurdu.

Kırkikinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfeliği zemânında, Medîne-i Münevverenin etrâfında bir de-

ve palanı düşmüş. Onu alıp, sür’atle giderken terlemişdi. Haz- ret-i Alî “kerremallahü vecheh” ile karşılaşdılar. Alî “radıyalla- hü anh” sordular ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Bu ne hâldir. Cevâb verdiler ki, yâ kardeşim Alî. Bu deve müslimânların beyt-ül- mâlındandır. Palanını düşürüp, kaçmış. Onu bulup, yine arkası- na vurmak (koymak) isterim. Böylece hilâfet zemânımızda, beyt-ül-mâla ziyân vermiş olmıyalım. Hazret-i Alî dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Size ne hâcet. Bir başka kimse gönderseniz, olmazmıydı. Cevâb verdiler ki, yâ Resûlullahın amcasının oğlu! Bu iş benim ahdime lâzımdır. Kıyâmet günü olunca, bu işin ku- sûrunu benden sorarlar. En iyisi budur ki, kimseye ısmarlama- yıp, işimi kendim görmeliyim. Böylece, dergâh-ı izzetde mah- cûbluk çekmiyeyim. Hazret-i Alî bu sözü işitdi. Bir derinden âh çekip, ağlamağa başladı. Dedi ki, yâ Ömer, senden sonra gelen- lere râhat koymadın. Zîrâ onlar bu yolda gidemezler, sıkıntıya düşerler.

Nakl edilir ki, bir gün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir cem’iyyetde ağladı. Niçin ağladığı süâl olundukda, buyurdu- lar, niçin ağlamayayım ki, eğer Fırat kenârında oğlak zâyi’ olsa, yârın kıyâmet gününde, o, Ömerden sorulur. Yine nakl olunur ki, bir gün Ömer “radıyallahü anh” eline bir saman çöpü alıp, der idi ki, ne olaydı, bu saman çöpü ben olaydım. Ne olaydı mahlûk olmaya idim, vâlidem beni doğurmayaydı. Ne olaydı, hâtırlanan nesne değil de, unutulan nesne olaydım. “Radıyalla- hü anh”.

Kırküçüncü Menâkıb: Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” rûm kayserinden elçi geldi. Bu elçi geri dönerken, hazret-i Ömerin hâtunları, bir dinâr ödünc alıp, onunla hoş kokulu nes- neler satın aldı. Bir şişenin içine koyup, kayserin hâtununa gön- derdiler. Elçi vâsıl oldukda, kokuları alanlar çok hâz alıp ve memnûn oldular. Gelen kapların içine cevâhir [mücevher] dol- durup karşılığında onlara gönderdiler. Gelen hediyye şişeleri boşaltıp, bir tabak içine koyup, hâtunları seyr ediyorlardı. O sı- rada hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü anh” içeri girip, onlarda bu cevherleri gördü. Nereden geldi, diyerek süâl bu- yurdular. Hâtunları da hâdisenin aslını anlatınca, hazret-i

– 137 –

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, eğer siz halîfe hâ- tunu olmasa idiniz, size bu cevherlerin birisini göndermezler idi. Size gelen de, halîfeye gelen de müslimânların beyt-ül-mâ- lınındır. Sizin hakkınız, karz [borç] aldığınız mikdârdır. O cevâ- hirleri satdırıp, içinden, (borç aldığı kadarını) [cevâhirlerin kar- şılığında gönderdiği mâlın karşılığı kadarını] hâtunlarına teslîm edip, geri kalanını beyt-ül-mâla verdi. O hâtunları da, hazret-i Ömere karşılık vermeyip, Emîr-ül mü’minînin emrine tâbi’ ol- maları takdîr edilir “radıyallahü teâlâ anhünne”.

Kırkdördüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Irâk vilâyetine Eshâb-ı güzînden “rıdvânullahi teâlâ aley- him ecma’în” asker gönderdi. Az zemânda Allahü teâlânın izni ile vilâyetleri feth edip, kiliseleri câmi’, puthâneleri mescid ya- pıp, sâlimen ve ganîmetler ile geri Medîne-i Münevvereye gel- diler. Halîfe ile buluşdular. Lâkin, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bunlara aslâ iltifât etmeyip, ne yapdınız diye de sor- madı. Onun bu mu’âmelesi, Eshâb-ı güzîne “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” gâyet güc gelip, Emîr-ül mü’minînin “radıyal- lahü anhüm” oğlu Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ” ile mescidde buluşup, şikâyet etdiler. O da dedi ki, Emîr-ül mü’minîn hazretleri ile bu elbiseler ile mi buluşdunuz. Meğer bunlar acem vilâyetinin güzel ipekli elbiselerinden giymişler idi. Abdüllah ibni Ömerin işâreti ile, arkalarına evvelki elbiselerini giyip, geri hazret-i Emîr-ül mü’minînin “radıyallahü teâlâ anh” huzûrlarına geldiler. Ömer “radıyallahü anh”, bunlara izzet ve ikrâm edip, herbirinin hâtır-ı şerîflerinden ayrı ayrı sorup, mer- habâ yâ Eshâb-ı Resûlullah, merhabâ yâ Muhâcirînin ve Ensâ- rın meşhûrları diye, bunları haddin üstünde taltîf etdikde, Es- hâbdan biri cür’et edip, sordu: Yâ Emîr-el mü’minîn! Hikmeti ne idi ki, evvelki görüşmemizde iltifât buyurmayıp, nefret eder şeklde karşılandık. Şimdi ise güzel sûretle karşıladınız. Cevâb buyurdular ki, evvelki gelişinizde, değişik elbiseler giydiğinizi gördüm. Herbirisi gözüme belâ dikeni gibi görünüp, dedim ki, Sübhânallah! Hilâfet zemânımızda, Eshâb-ı güzîn elbiselerini değişdirdiler. Birkaç günden sonra, kalbleri de değişip, dünyâ zînetlerine meyl ve muhabbetleri çok olur. Yârın kıyâmet gü- nünde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle-

rine kavuşunca; yâ Ömer, senin hilâfetin zemânında, benim Es- hâbım elbiselerini değişdirip, sonra kalbleri değişdi. Sen niçin nehy etmedin, mâni’ olmadın diye hitâb ederek azarlamaların- dan korkdum. Onun için sizlere iltifâta mecâlim olmadı. Allahü teâlânın izni ile, evvelki elbiseleri görüp, o hâlden kurtulup, şimdiki hâle geldim, buyurdu. Rivâyet edilmişdir ki, iş bu hâdi- se esnâsında, getirdikleri ganîmet mallarını arz etdiklerinde, Eshâb arasında eşit olarak taksîm etdikden sonra, kablar ile acem tatlılarından ba’zı tatlılar getirmişler idi. Huzûr-u şerîfle- rine koydular. Mubârek parmakları ile bir mikdâr tadıp, lezzet ve kokusuna bakıp, bu, şu yiyeceklerdendir ki, bundan dolayı mü’minlerden oğlu babasını, kardeş kardeşini katl etseler ge- rekdir, deyip, kaldırın bu yiyeceği, şu gazâda şehîd olan mü’minlerin çoluk-çocuğuna verin ki, ayrılık acısı ile acılanmış ağızları tatlansın, buyurdular.

Kırkbeşinci Menâkıb: Ülemâ-i ızâmın [büyük âlimlerin] ve meşâyıh-ı kirâmın [evliyâların] îmânın kâmil olması için mü’minlere nasîhatlarındandır. Her kişinin zühd ve takvâsı ve Allahü teâlâ hazretlerinden havf ve recâsı [korku ve ümmîdi], şu şeklde ve i’tidâlde olmalı ki, ne bir ân ümmîdsizlik hâli olsun. Ne de bir ân korkusuzluk hâli olsun. Nitekim hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyururlar ki, eğer Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyursa ki, ben cümle kullarımın hepsini Cen- nete koyup, içlerinden bir kuluma azâb ederim. Ben, kendi gü- nâhlarıma bakıp, korkarım ki, Allahü teâlâ hazretlerinin o azâb edeceği kul, ben olurum. Eğer Hak Sübhânehü ve teâlâ buyur- sa ki, bütün kullarımı Cehenneme koyarım. Birisini Cennete koyarım. Ben o erhamerrâhimîn ve ekrem-ül ekremîn Allahü teâlâ hazretlerinden ümmîd ederim ki, o Cennete giren kul ben olurum. Nitekim büyükler buyurmuşlardır: Beyt:

Ey Allahım, mâdem ki buyurdun, benden ümmîd kesmeyin.

Günâhım çok olsa da, Ümmîdimi keser miyim.

Şimdi mü’mine lâyık olan ve şânına muvâfık olan budur ki,

ne Allahü teâlâ hazretlerinin mekrinden [azâbından] emîn ola ve ne rahmetinden ümmîdini kese. Yine o büyükler nasîhat ederler ki, muvahhid mü’mine lâzım olan emrlerden biri de, her hâlde ölümü zikr etmesidir. Hiçbir vakt, gâfil olmamasıdır. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- muşlardır ki, (Lezzetleri yıkanı [eğlencelere son vereni] çok hâ- tırlayınız!) ma’nâ-i şerîfi, Allahü teâlâ bilir, budur ki, lezzetleri yıkanın zikrini çok edin ki, o ölümdür. Nitekim, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir kimseye hergün birkaç kerre gelip, ölümü hâtırlatsın diye bir kaç akçe ta’yîn etmişdir. Her vakt o kimse gelip, ölümü ona hâtırlatdı. Her gün o kimse gelip, hiz- met edâ etdikçe, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ta’yîn buyurdukları akçeyi verirlerdi. O şahsın vazîfesine son verilin- ce, vazîfe taleb etdi. Buyurdular ki, sen bundan sonra gelip, ölü- mü hâtırıma getirme ki, ihtiyâcımız kalmadı. Zîrâ sakalımıza ak düşdü. Sakalın akı ise ölümün habercisidir. Dâimâ göz önünde olup, mevti (ölümü) hâtırlatır. Nitekim büyükler buyurmuşlar- dır. Beyt:

Sakal akı ölüme habercidir, Yiğitlik tâzeliği içinde feryâddır.

Kırkaltıncı Menâkıb: Medîne-i Münevverenin taşrasına ak- şâm nemâzı vakti bir kâfile gelip, konmuşdu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” giderken, Abdürrah- mân bin Avf “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine rast geldi. Dedi ki, gel seninle bu gece, bu kâfileyi bekliyelim. Böylece, bir hırsız gelip, bir zarar görmesinler. Râhat olsunlar ki, yorgun- durlar. Hilâfet zemânımızda eğer bunlara bir zarar olacak olur ise, kıyâmet gününde bizden sorarlar. O gece kâfileyi bekler- ken, bir oğlancık, bir mahalde, bir evin içinde devâmlı ağlıyor- du. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o evin kapısına va- rıp, anasına seslenip, şu ağlıyanı ağlatma deyip, tenbîh eyleyip, gelip, yine kendi ibâdetine meşgûl oldu. Çocuk gitdikçe ağla- masını artdırdı. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” def’alar- ca, şu ma’sûmu ağlatma diye gitdi geldi. Tâ ki, seher vakti oldu. Kâfile de uykudan uyandılar. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radı- yallahü teâlâ anh” o hâtunun kapısına varıp, dedi ki, ne yara-

maz, merhameti olmıyan anasın ki, bu gece bu tıfıl [çocuk] râ- hat olmadı. Sabâha kadar bağırması dinmedi, dedi. O hâtun ce- vâb verdi ki, yâ Ebâ Abdüllah! Niçin beni kötülersin ve beni azârlarsın. Benim hâlimden haberdâr değilsin ki, onun için ba- na böyle huzûrsuz olursun. Ben bu çocuğu sütden kesdim. Ev- de yiyecek cinsinden bir nesne yokdur ki, onun ile eğleyeyim [oyalıyayım, susdurayım], râhat olsun, dedi. Emîr-ül mü’minin hazretleri dedi ki, bu çocuk kaç yaşındadır. Hâtun da dedi ki, henüz bir yaşını bitirmemiştir. Emir-ül mü’minin buyurdu ki; niçin vakti gelmeden sütden kesdin. Hâtun cevâb verdi ki, halî- femiz olan hazret-i Ömere Allahü teâlâ insâf versin. Oğlancık- lar sütden kesilmeyince nafaka takdîr eylemez. Ona binâen vaktsiz kesdim. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geri dö- nüp, ağlıyarak mescide geldi. Sabâh nemâzını şiddetli ağlamak- dan güçlük ile kılıp, selâm verdikden sonra, ağlıya ağlıya (Sizin Ömerinize yazıklar olsun, yazıklar olsun!) dedi. Hemen o sâat tellâllar bağırdı ki, her müslimânın, gerek oğlu ve gerek kızı do- ğar ise, gelsin halîfeyi uyandırsın [bildirsin] ki, beyt-ül-mâldan ona nafaka takdîr etsin. Şimdiden sonra kimse nafaka tama’ıy- la evlâdını vaktinden evvel sütden kesmesin ve bu dürlü kimse- lerin evlâdı var ise, getirsinler, bugünden nafaka yazdırsınlar. Herkes işitdi ki, sürûr ve safâ içinde, sevinerek, hazret-i Öme- rin “radıyallahü teâlâ anh” adâletine ve insâfına hayrânlık duy- dular. “Radıyallahü teâlâ anh”.

Kırkyedinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, bir Cum’a günü, temiz [güzel] elbiseler giyip, Cum’a nemâzına gidiyordu. Hazret-i Abbâsın “radıyallahü teâ- lâ anh” se’âdethâneleri [evi] bu yol üzerinde idi. Hazret-i Ab- bâs, bir güvercin yavrusunu boğazlıyıp, dam üzerinde yıkayıp, kanlı suyunu, olukdan yola dökmüş idi. O sırada hazret-i Ömer, oluğun altından geçerken, o kanlı su üzerine dökülüp, elbisele- ri kirlendi. Bu oluk, burada müslimânlara zarar veriyor diye emr etdi, oluğu yerinden kopardılar. Geriye evine dönüp, diğer elbisesini giyip, Cum’a nemâzına gitdi. Cum’a nemâzını kıldık- dan sonra, hazret-i Abbâsın “radıyallahü teâlâ anh” huzûrları- na gelip, oluğu kopardığına özr diledi. Hazret-i Abbâs dedi ki, yâ halîfe, o oluğu, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”

– 141 –

hazretleri mubârek elleri ile, oraya koymuş idi. Hazret-i Öme- rin, yüzünde bir değişiklik olup, dedi ki, yâ Resûlullahın amca- sı! Ömer üzerine nezr [adak] olsun ki, sen omuzuma basıp, o oluğu geri eski hâli üzere yerine koyasın. O sâat yerinden kal- kıp, o mahalle varıp, dediği gibi yapdılar.

Kırksekizinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)in, yehûdîlerin Arab yarımadasından çıkarılması bâbında, sahîh olan hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Hazret-i Ömer-ibnül Hattâb “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyetle bana buyurdular ki, Resûl-i ekremden işitdim. Eğer ömrüm kifâyet eder ise, elbet- te yehûdîleri Arab yarımadasından çıkarırım. Hattâ müslimân- lardan başka kimseyi koymam. Bir rivâyetde de, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, eğer Allahü teâlânın izni ile fazla yaşar isem, elbette yehûdî milletini Arabistan yarımadasından çıkarırım. İbni Ömerden “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet olunmuşdur. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hutbede, buyurdu ki, muhakkak, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hayber yehûdîsi ile malları üzerine ahd etmişler idi ve de buyurmuşlardı ki, Al- lahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin terk etdiği şey üzerine sizi terk ederiz. Mâdem ki sizin ihrâcınız ile bize emr etmemişdir. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdular ki, ben Hay- ber yehûdîlerinin çıkarılmasını istiyordum. Hazret-i Ömerin niyyeti de böyle idi. Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna Ebül Hakîk kabîlesinden birisi geldi. Dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn. Sen bizi ihrâc eder misin [ya’nî çıkarır mı- sın]. Hâlbuki Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bi- zi terk etmişdir [çıkarmamışdır]. Bizi Hayber mahallindeki mallarımız üzerine âmil kılmışdır. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurduklarını benim unutduğumu mu zan ediyor- sunuz. Size, Hayberden çıkarılınca hâliniz ne olur. Deveniz si- zin ile menzil menzil yarış eder, buyurmuş idi. Yehûdî dedi ki, Ebûl Kâsım böyle latîfe yapmışdı. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, ey Allahü teâlânın düşmanı, şimdi yalan

– 142 –

söyledin. Onları [yehûdîleri] Hayberden ihrâc etdi [çıkardı]. Onlara karşılık ta’yîn olunan mal, deve, paralarının bedelini verdi.

Kırkdokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” şehâdeti beyânındadır: Bir fârisî menâkıbdan nakl olunmuşdur. Kab’ül ahbâr “radıyallahü anh” bir gün hazret-i Ömere “radıyallahü anh” gelip, dedi ki, yâ Ömer! İnceleyin ki, ben Tevrâtda okumuşdum. Senin ömründen üç gün kalmışdır. Hazret-i Ömer, kendi vücûd-i şerîflerinde bir ağrı, bir hastalık görmediler. Tasvîr etdikleri fecî bir hâdise olması lâzım. Bu- yurdular ki, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin kazâsına ve kaderine râzı olduk. Bir yehûdî olan Ebû Lü’lü, Mugîre tebnî Şûbenin kölesi idi. Bir kavlde, Hâlid bin Velîdin kölesi idi. Efendisini hazret-i Ömere gelip şikâyet eyledi. Efendim ben- den haddimden fazla harc ister, dedi. Hazret-i Ömer “radıyal- lahü teâlâ anh” buyurdu ki, ne mikdâr ister. Dedi ki; her gün iki dirhem, ister. Hazret-i Ömer buyurdu ki, ne san’at bilirsin. Bir kaçını saydı. Hazret-i Ömer buyurdu ki, bu san’atlar ile bu kadar harc çok değildir. Sonra, işitdim ki, sen yel değirmeni ya- parmışsın. Benim için de bir yel değirmeni yapsan. Dedi ki, se- nin için bir yel değirmeni yapayım ki, şarkda [doğuda] ve garb- da [batıda] onu söyliyeler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” meclisde olanlara buyurdular ki, bu kâfir beni katl etmek istediğini söylüyor. Eğer böyle demek istiyor ise, onu ortadan kalkması için emr edin, dediler. Buyurdu ki, katlden evvel kı- sâs olmaz.

Ebû Lü’lü yehûdî, Ömer “radıyallahü anh” hazretlerini katl için fırsatı gözetdi. Zilhiccenin yirmiüçüncü günü sabâh nemâ- zını edâ ederken, fırsat bulup, altı yerinden yaraladı. Hazret-i Ömerden başka on kimseyi yaraladı. Dokuzu bu yaralanmadan vefât etdiler. Benî Esed kabîlesinden bir er Ebû Lü’lü mel’ûnu- nun başına bir ok atıp, yıkdı. Birisi de bıçak ile boğazlayıp, öl- dürdü. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu ahvâli gördü. Kab’ül ahbâr hazretlerinin sözlerini hâtırladı. Allahü teâlânın takdîri yerini buldu, buyurdular. Abdürrahmân bin Avf “radı- yallahü teâlâ anh” hazretlerine emr etdi. O imâmlık yapdı.

– 143 –

Sonra Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” haz- retlerini toplayıp, buyurdu ki, siz mi Ebû Lü’lüye benim katli- mi emr etdiniz. Hepsi, hâşâ bizim haberimiz yokdur, diye ye- mîn etdiler. Hazret-i Ömer dedi ki, Elhamdülillah ki, ben bu ümmetin, katl etdiği kimse olmadım. Bir yehûdînin elinde şe- hîd olurum. Hilâfet emrini şûrâya havâle etdi. Diri iken ve ölü iken hilâfetin benim üzerimde olmasını istemem. Âşere-i mü- beşşereden altı serveri, müşâvereye ta’yîn buyurdular ki, hilâ- fete lâyık bunlardır. Lâkin, herbirinde bir husûs müşâhede ede- rim. O sebebden onların birini diğerine tercîh edemem. O altı serverin biri Osmân bin Affân ve biri Alîyül mürtedâ ve biri Talha ve biri Zübeyr ve biri Sa’d bin Ebî Vakkâs ve biri Abdür- rahmân bin Avf idi. Sa’îd bin Zeyd hazretleri hayâtda idiler. Lâkin hazret-i Ömer onu müşâvereye dâhil kılmadılar. Zîrâ amcası oğlu idi. Ammâ Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri âhı- ret âlemine göçmüşler idi. Onların hakkında buyurdular ki, eğer Ebû Ubeyde hayâtda olaydı, onu halîfe ta’yîn ederdim. Zîrâ Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ona “Üm- metin emîni” buyurmuşdu “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ec- ma’în”. O sebebler bunlardır: Osmân “radıyallahü teâlâ anh” akrabâsını sevicidir. Onları iş başına getirir. Hazret-i Alî “radı- yallahü teâlâ anh” gençdir. Tecrübesi ve halka mu’âmelesi az- dır. Hilâfet emri ise çok tecrübe ve havâdis görmeğe muhtâc- dır. Talha “radıyallahü teâlâ anh” mültefitdir, hilâfete muhâfa- za gerekdir. Zübeyr “radıyallahü teâlâ anh” sert huyludur. Hi- lâfete rıfk lâzımdır. Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Abdürrahmân bin Avf kendilerini tutuculardır. Kimseyi incitmek istemezler. Hi- lâfetde darb ve şetm (azarlamak) zarûrî vâki’ olur. Altı server aralarından birini hilâfete ta’yîn etsinler. Bütün Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” de o kimseyi halîfe bilip, ona mutî’ olurlar.

Bir rivâyetde hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” seher vaktinde mescid-i şerîfde nemâz kılmağa giderken, Ebû Lü’lü mel’ûn, karanlıkda bıçakla, mubârek karnını yardı. Emîr-ül mü’minîn çağırdı. Adamları haber aldı, geldiler. Emîr-ül mü’minîni bu hâl içinde görüp, ağlaşdılar. O kâfiri katl etdiler. Hazret-i Ömeri o mahalden alıp, devlethânelerine getirdiler.

– 144 –

Cerrâh görüp, yarayı dikdi. İyileşinceye kadar hareket etmesin, üç-dört gün yatsın, iyi olur, dedi. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” gelip çevresinde oturdular. Hilâfet emrini ve sâir dîni emrleri onlara vasıyyet ederken, nemâz vakti gelip, müezzin ezân okudu. Sonra yüzünü cerrâha dönüp dedi ki, şim- di abdest alıp, nemâz kılsam ne olur. Cerrâh dedi ki, eğer yerin- den hareket edersen, bu dikdiğim yerden sökülür, vefât eder- sin. Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Nemâzı terk etmekden ise, karnım yarılsın ve öleyim dahâ iyi, elbette nemâz kılsam gerekdir. Sahâbeden birini hazret-i Âişenin “ra- dıyallahü anhâ” huzûruna gönderdi ki, destûr verir mi ki, [ya’nî izn verir ise], biz de Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin ravda-i mutahheralarına girelim ve O Serve- re ilticâ edelim. Hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” bu haberi işi- tince ağladı. Âh, kıymetli Ömer, atamın yâdigârı da gidiyor. İş- te o yeri ben kendim için saklardım. Ammâ onlara hibe etdim. Hazret-i Ömere söyleyin ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve babamın katına [yanına] varınca, benim selâmımı onlara söylesin. Ve desin ki, bu ayrılığım ne zemâna kadar ola- cak. Hazret-i Ömer bu haberi işitince, oğlu Abdüllah hazretle- rine dedi ki, benim cenâze nemâzımı kıldıkdan sonra, Âişe-i Sıddîkanın huzûruna geri varıp, destûr dileyesin [izn isteyesin]. Evvelce benden utanıp, izn vermiş olabilir ve pişmân olmuş ola- bilir. Onun rızâsı ile defn olayım. Nemâz vakti sonuna gelmişdi. Müezzin ikâmet okudu. Emîr-ül mü’minîn, ayağa kalkıp, ab- dest almak ve nemâz kılmak istedi. O ânda dikilen yerler sökü- lüp, Emîr-ül mü’minîn yere düşdü. Dostlarına, elvedâ elvedâ, selâmetde kalın, hakkınızı halâl ediniz, tekrâr görüşmemiz kıyâ- mete kaldı, dedi. Sahâbeler arasında ağlama-inleme başladı. He- men o sâat hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” şehâdet keli- mesini getirip, cânını Allahü teâlâ hazretlerine teslîm etdi. On- dan sonra yıkadılar. Nemâzını kıldılar. Oğlu Abdüllah hazretle- ri, Âişe-i Sıddîka hazretlerine gitdi. Destûr diledi [izn istedi]. Âi- şe “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri ağladı. Dedi ki, ey Ömer, adâleti hayâtında da, ölünce de elinden bırakmadın. O yeri sa- na fedâ eyledim. Ondan sonra mubârek cenâzesini, Ravda-i mutahhera kapısına getirdiler. Birisi ileri varıp, Esselâmü aley-

ke yâ Resûlallah! Ömeri getirdik. Eğer destûr var ise, ravda içi- ne defn ederiz, dedi. Cümle Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin, yârimi benim katıma getirin, diye sesini işit- diler. Ravdanın kapısı açıldı. Hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” sol yanında hâzırlanmış bir yere koydular. Hattâ rav- dadan yana bir el gördük ki, hazret-i Ömerin boynuna dolandı, diye bir rivâyet edilmişdir.

Ellinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ha- lîfe oldukdan sonra, o kadar adâlet üzere hareket etdi ki, ne kimse yapmışdır ve ne yapabilecekdir. Şu şeklde adl eyledi ki, himmet-i kudsiyesi kuvvetiyle, kurdun koyuna zararı olmazdı. Rivâyet ederler ki, ne zemân ki hazret-i Ömer şehâdet şerbeti- ni içdi. Bir çoban koyununun yanında dururken, bir kurt geldi. Koyuna saldırdı. Çoban hemen feryâd edip, ağladı. Ve âh Ömer, “İnnâ lillah ve ...” dedi. Çobanlar ona sordular ki, haz- ret-i Ömerin vefât etdiğini nereden bildin. Dedi ki, şundan bil- dim ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hayâtda iken, kurdun koyun sürüsüne bakdığı hâlde zararı yok idi. Şimdi gör- düm ki, kurt koyuna saldırdı. Bildim ki, hazret-i Ömer “radıyal- lahü teâlâ anh” bu dünyâdan göç eylemişlerdir. Bu menkıbe Târîh kitâbından alınmışdır.

Rivâyet olunmuşdur ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” âhırete sefer etdiği ânda yeryüzü kapkara oldu. Hattâ ço- cuklar korkularından bağırarak analarına varıp, dediler ki, yâ ana, yeryüzü siyâh oldu. Dünyâyı zulmet kapladı, acâyibdir kı- yâmet mi kopacak. Anaları, hâyır çocuklar, kıyâmet kopma ze- mânı gelmemişdir. Fekat, hazret-i Ömeri bir bedbaht şehîd et- diğinden dünyâyı zulmet kaplamışdır, dediler. (Şevâhid-ün Nü- büvve)den terceme olunmuşdur.

Ellibirinci Menâkıb: Hazret-i Server-i kâinât ve mefhar-ı mevcûdât Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bir gün meclis-i şerîflerinde kabr azâbını, münker ve nekîrin ne yol ile gelip, heybet ile süâl etdiklerini beyân buyurdular. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” sordu ki, yâ Resûlallah! Biz kab- re girdikden sonra, bu akl bize verilip, sonra mı süâl olunuruz,

yoksa verilmeden mi süâl olunuruz. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, şimdi ne akl- da isen, kabrde de böyle olursun. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri dediler ki, böyle oldukdan sonra, üzülmeğe lüzûm yokdur. Sonra, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” vefât et- di. Kabre defn etdikden sonra, hazret-i Alînin “radıyallahü teâ- lâ anh” falan zemânda, hazret-i Ömerin böyle söylemiş olduğu hâtırına geldi. Göreyim da’vâsının erimidir, diyerek kabrine geldi. Mubârek gözlerini yumup, kalb-i şerîflerini hazret-i Ömerin ahvâline yöneltip, tam bir teveccüh ile murâkabeye vardıklarında, Allahü teâlâ gözlerinden perdeyi kaldırıp, ahvâ- li [durumu] müşâhede etdiler. Gördüler ki, Münker ve Nekîr heybetle gelip, hazret-i Ömere dediler ki, (Rabbin kim, dînin nedir, Peygamberin kimdir). Hazret-i Ömer onlardan süâl bu- yurdular ki, yedinci gökden buraya kadar, ne mikdâr yol geldi- niz. Dediler ki, yedibin yıllık yoldur. Hazret-i Ömer “radıyalla- hü teâlâ anh” buyurdular ki, yâ siz yedibin yıllık yoldan gelin- ceye kadar Hâlıkı unutmadınız. Bugün evimden çıkıp, kabre gelince, Rabbimi ve dînimi ve Peygamberimi nasıl unuturum. Melekler dediler ki, yâ Ömer biz de senin böyle cevâb verece- ğini bilirdik. Lâkin bu heybetle gelip, süâl etmeğe me’mûruz. Sonra, hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” mubârek göz- lerini açıp, Allahü teâlâ mubârek etsin, Ömer da’vâsının eri imiş, dedi.

Ba’zı rivâyetde mübâlaga etmişler ki, hazret-i Ömer “radı- yallahü teâlâ anh” meleklere cevâb verdikden sonra, herbirisi- ni bir eli ile sağlam tutdu ki, söz veriniz ki, bundan sonra böyle, ümmet-i Muhammedden bir ferde bu heybetle gelmeyesiniz. Yemîn teklîf etdi. O iki melek hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” iltimâsına müsâde edip, ümmet-i Muhammede bu sûretle gelmiyeceklerini iltizâm eylediler. İnşâallahü teâlâ, bu heybet ile gelmezler. Allahü teâlâ herşeye kâdirdir.

Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” hilâfet müddetleri on sene, altı ay, yedi gündür. Ömrü şerîfleri altmışüç sene on gün- dür. Ömrleri müddetinde, on hac yapdılar. Her şeyin doğrusu- nu Allahü teâlâ bilir. Ma’lûm olsun ki, hazret-i Ömerin “radı-

yallahü teâlâ anh” zikr olunan bu güzel menkıbeleri, kemâl gü- neşinden zerre değildir. Lâkin îmânı olanlara bu kadar yeter. Eğer kalbinde ta’assub hastalığı yok ise, dahâ çok anlatılması- nı ister ise, sâbıkda zikr olunan (Bostânürriyâd) ve (Safvetüs- safve) adlı kitâblara baksın ve (Tefsîr-i kebîr)de, Kehf sûresi- nin onuncu âyetinin tefsîrine baksınlar. [(Eshâb-ı Kirâm) kitâ- bının (Müslimânların iki göz bebeği) kısmını da lütfen okuyu- nuz!]

Elliikinci Menâkıb: İmâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” (Meâlim-üt-tenzîl)de, Sûre-i Bekarada, meâl-i şerîfi, (Ey mü’minler, siz makâm-ı İbrâhîmi nemâzgâh [nemâz kılınacak yer] ahz edin!) olan (126.cı) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, rivâ- yet etmişler ki; bize Abdülvâhid el Melîhî haber verdi. Ona Ah- med bin Abdüllah Nâimî, ona Muhammed bin Yûsüf ve ona Muhammed bin İsmâ’îl ve ona Müseddid ve o da Yücâdan ve o da Hamîdden ve o da Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerin- den bildirmişdir. Ömer-ibnül Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki, vallahi ben Allahü teâlâ hazretlerine üç şeyde muvâfakât etdim ve Rabbim celle şânühü hazretleri de bana üç şeyde muvâfakât etdi. 1– Yâ Resûlallah, ne olaydı ma- kâm-ı İbrâhîmi musallâ ittihâz edeydiniz [nemâz kılınacak yer yapsaydınız], dedim. Hemen Allahü tebâreke ve teâlâ meâl-i şerîfi, (Ey mü’minler, siz makâm-ı İbrâhîmi nemâzgâh edinin!) olan âyet-i kerîmeyi gönderdi. 2– Dedim ki, yâ Resûlallah! Si- zin yanınıza biz de geliyoruz. Fâsıklar da geliyor. Ne olaydı üm- mehât-ı mü’minîne hicâb ile emr buyursaydınız. Hemen Allahü teâlâ azze şânühü hazretleri hicâb âyetini inzâl etdi. 3– Resûlul- lahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ba’zı hanımları birbir- leri arasında nizâ’ etmişler idi. Bu hâdiseyi işitip, Onlara var- dım. Böyle yapıp, Resûlullahı üzerseniz, Allahü teâlâ, kendi Resûlüne sizden hayrlı hâtunlar verir, dedim. Hemen Allahü teâlâ; meâl-i şerîfi, (Resûlüm, eğer sizi boşarsa, Onun Rabbi, si- zi pek yakında, sizden hayrlı hanımlar ile değişdirir...) olan Tah- rîm sûresi beşinci âyetini gönderdi.

Elliüçüncü Menâkıb: Yine İmâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” (Meâlim-üttenzîl)de sûre-i Bekarada; meâl-i şerîfi

(Senden içki ve kumarı sorarlar ise, onlara de ki, ikisi de bü- yük günâhdır ve insanlara menfe’atleri vardır. Günâhı, zararı, fâidesinden büyükdür, çokdur) olan ikiyüzondokuzuncu âyet-i kerîmenin tefsîrinde, beyân buyurmuşlardır ki, bu âyet-i azîme nâzil oldu. Ömer bin Hattâb ve Mu’âz bin Cebel ve en- sârdan bir ferd “radıyallahü teâlâ anhüm” Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine geldiler. Dediler ki, yâ Resûlallah! Bize içki ve kumar hakkında fetvâ ver. Zîrâ iç- ki, aklı gidericidir. Kumardan murâd kârdır. Malın yok olma- sına sebeb oluyor. Hemen Allahü teâlâ azze şânühü bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. Cümlenin kavli ki içkinin kötülüğü hakkında müfessirlerin beyân buyurdukları üzere budur ki, muhakkak ki, Allahü tebâreke ve teâlâ içki hakkında, Mekke-i Mükerremede dört âyet-i kerîme gönderdi. Meâl-i şerîfi, (Size hurma ve üzümden elde edilenleri içiririz. İşte bunda da aklı- nı kullanacak bir kavm için bir alâmet vardır) olan Nahl sûre- si 67.ci âyet-i kerîmesi, bunlardan biridir. Müslimânlar o sıra- larda içki içerler idi. Müslimânlara halâl idi. Sonra, Ömer ve Mu’âz “radıyallahü anhümâ” içki ve kumarın hükmünü sordu. Bekara sûresi 219.cu âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, muhakkak Allahü teâlâ önce büyük günâhdır buyurmakla, içkinin ha- râmlığına işâret etdi. Sonra, insanlara fâideleri vardır buyur- makla, içkinin halâllığına işâret etdi. Bu âyet-i kerîmenin nü- zûlünden sonra, Eshâb-ı kirâmın ba’zısı büyük günâh buyurul- duğu için, içkiyi terk etdi. Ba’zısı insanlara fâidesi vardır buyu- rulduğu için, terk etmedi. O sırada Abdürrahmân bin Avf “ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretleri, birkaç sahâbeyi ziyâfete da’vet etdi. Onlara içki getirdi. İçip, serhoş oldular. Akşam nemâzı oldu. Cemâ’at ile nemâz kıldılar. İmâm olan, (Kâfirûn) sûresi- ni okudu. İkinci âyet-i kerîmedeki (Lâ) lafzını okumadı, terk etdi. Allahü teâlâ bundan sonra meâl-i şerîfi, (Ey îmân eden- ler! Ne söylediğinizi bilmeniz için serhoş olduğunuz zemân ne- mâza yaklaşmayınız) olan Nisâ sûresinin kırkikinci âyet-i kerî- mesini gönderdi. Serhoşluğu, nemâz vaktinde harâm kıldı. Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, bir kısmı temâmen içkiyi yasak et- diler. Dediler ki, nemâza mâni’ olan şeyde hayr yokdur. Bir

– 149 –

kısmı da, nemâz vaktinin hâricinde içerler idi. Hattâ bir kişi yatsı nemâzını edâ etdikden sonra içki içer, sabâha kadar ser- hoşluğu giderdi. Sabâh nemâzını kıldıkdan sonra içenin öğle nemâzında serhoşluğu gider idi. Abbâd bin Sâmit bir ziyâfet hâzırladı. Müslimânlardan birkaç kişiyi da’vet etdi. Sa’d bin Ebî Vakkâs onların içinde idi. Abbâd ise, bir deve başı kızart- mışdı. Yidiler ve içki içdiler. Sonra başladılar nesebleri ile ifti- hâr etmeğe ve şi’rler söylemeye. Sa’d bir kasîde okudu ki, o kasîde, kendi kavmi Kureyşi medh ediyordu. Ensârdan ba’zı- ları ile sert nizâ etdiler. Sa’d kalkıp, Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-u şerîflerine varıp, en- sâr ile olan nizâlarını anlatdı. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâ- lâ anh” orada hâzır idi. Dedi ki, (Yâ Rabbî, bize içki hakkın- da kesin emrini bildir.) Hemen Allahü teâlâ hazretleri meâl-i şerîfi, (Ey îmân edenler! İçki, kumar, putlar, kumar okları, pis- dir, şeytân işidir. Bunlardan sakınınız ki, felâh bulasınız. Şey- tân içki ve kumar ile aranızda düşmanlık, buğz meydâna getir- mek ister. Böylece Allaha ibâdetden ve bilhâssa nemâzdan alıkoyar. O hâlde onlara artık son vermez misiniz!) olan Mâi- de sûresinin 90-91.ci âyet-i kerîmelerini gönderdi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Biz ona son ver- dik, yâ Rabbî.)

Ellidördüncü Menâkıb: Yine İmâm-ı Begavî “rahimehulla- hü teâlâ” (Meâlimüttenzîl)de sûre-i Bekaranın, meâl-i şerîfi (Kadınlarınız çocuk yetişdiren tarlanızdır. O hâlde tarlanıza di- lediğiniz gibi varın...) olan 223.cü âyet-i kerîmesinin tefsîrinde beyân etmişdir. Bize Ebû Sa’îd Ahmed bin İbrâhîm Şüveyhi ha- ber verdi. Ona Ebû İshak Sa’lebi, ona Abdüllah bin Hâmid İs- fehânî, ona Muhammed bin Ya’kûb, ona ibnil Münâdî, ona Yû- nüs, ona Ya’kûb Kumî haber verdi. O Ca’fer ibni Mugayreden rivâyet eder. O Sa’îd bin Cübeyrden, o İbni Abbâsdan “radıyal- lahü anhümâ” rivâyet eder. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- nin huzûr-u şerîflerine geldi ve dedi ki, yâ Resûlallah! Ben he- lâk oldum. Habîbullah hazretleri buyurdular ki, nedir o şey ki, seni helâk eyledi. Dedi ki, dün gece hanımım ile sünnete uygun

– 150 –

olmıyan bir şeklde berâber oldum. [Rahl lügâtde devenin se- merine derler. Bu makâmda rahlin tahvîlinden murâd, avreti ile sünnete uygun olmıyan şeklde muvâka’a etmekdir. Ya’nî, ehlimle sünnete uygun olmıyarak yakın oldum, demekdir.] Re- sûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri aslâ cevâb vermedi. Allahü teâlâ hazretleri o vakt bu âyet-i kerîme- yi inzâl buyurdu. (Bekara sûresi 223.cü âyet-i kerîmesi.) (Ka- dınlarınız ile istediğiniz şeklde ve istediğiniz zemân cimâ ede- bilirsiniz. Yalnız livâta şeklinde ve hayz zemânında yaklaşmak harâmdır.)

Ellibeşinci Menâkıb: Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü teâlâ anh” şânı ile alâkalı inzâl olan âyet-i kerîmeler: Önce diyelim ki, Onun şânını bildiren âyet-i kerîmeler Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine gönderilmişdir.

1– Bunlardan birisi; meâl-i şerîfi (Ey Resûlüm! Cebrâîle düş- man olanlara de ki, ona düşmanlığa sebeb yokdur. O, Allahü te- âlânın emri ile Kur’ân-ı kerîmi senin kalbine, dahâ önce inen ki- tâblara muvâfık olarak, mü’minleri hak dîne hidâyet ve Cenne- te gireceklerini müjdelediği hâlde indirdi. Bir kimse Allahü te- âlâya, Meleklerine, Peygamberlerine, Cebrâîle ve Mikâîle düş- man olursa, Allahü teâlâ kâfirlere düşmandır) olan Bekara sû- resinin doksanyedi ve doksansekizinci âyet-i kerîmeleridir. Bu âyet-i kerîmelerin nüzûl sebebi şu idi. Abdüllah bin Abbâs “radı- yallahü teâlâ anhümâ” der ki, İbni Suryâ adlı bir yehûdî, Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîf- lerine geldi. Çok delîller söyledi. Hüccetleri [delîlleri] bitdi. Dedi ki, yâ Resûlallah! Gökden sana hangi melek gelir. Buyurdular ki, Cebrâîl gelir. Dedi, eğer Mikâîl gelse idi, sana îmân getirirdim. Zîrâ Cebrâîl düşmanımızdır. Bizim ile çok düşmanlıklar etmişdir. Bize kat’i düşmanlığı o oldu ki, Allahü tebâreke ve teâlâ bizim Peygamberimize Buhtunnasar adlı kişi tarafından Beyt-ül-mu- kaddes harâb olsa gerekdir diye vahy etdi. Peygamberimiz de bi- ze haber verdi. Biz de, Buhtunnasârı katl edecek kuvvetli bir ki- şiyi bulduk. O vakt Cebrâîl aleyhisselâm gelip, onu katl olun- makdan kurtarmış. O merde demiş ki, eğer Hüdâ-i Rabbil âle- mîn irâde etmiş ise, sizi onun üzerine musallat etmez. Eğer irâ-

– 151 –

de etmemiş ise ne sebeb ile onu katl edersiniz. O merd [yiğit] de bu sözü ondan kabûl edip, geri dönmüş. O vaktden beri Cebrâî- li düşman tutarız. Bir kerre de dediler ki, onların Cebrâîl ile düşmanlıklarına sebeb odur ki, inançlarınca, Cebrâîl aleyhisse- lâma demişlerdi ki, Peygamberliği bize getir. O gayriye götür- müş.

İmâm-ı Süddî der ki, Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin bir âdeti var idi. Gidip-geldiği yolu yehûdîle- rin toplandığı yere uğrardı. Varıp, onların yanına girerdi. Onla- rın sözünü dinlerdi. Onlar ile konuşurdu. Onlar, yâ Ömer! Biz seni Muhammedin eshâbının hepsinden çok severiz. Zîrâ onlar gelip-geçerken, bizim üzerimizden geçerler. Bizi rencîde eder- ler. Sen bizi incitmezsin. Hattâ dersimizi dahî dinlersin. Seni onun için severiz, derler idi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Allahü teâlâ hakkı için ki, ben sizin yanınıza dost olmak için gelmem. Size birşeyler sormamdan maksad, hâ- şâ ki dînimden şübhem olduğundan değildir. Süâlime sebeb odur ki, şirkinizin aslını iyice öğreneyim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin şânındaki eserlerini ve bur- hânlarını ve ni’metlerini [üstünlüklerini] sizin kitâblarınızda çok görürüm. Siz bedbahtlığınızdan ve kötü düşünceli olduğunuz- dan îmân getirmezsiniz. Dediler ki: Yâ Ömer! Hazret-i Muham- mede devâmlı hangi melek gelir. Hazret-i Ömer buyurdu: Ceb- râîl aleyhisselâm gelir. Dediler; biz Cebrâîli sevmeyiz. Muham- medi bizim sırlarımıza muttâli’ eder. Bir yere gelen azâbı veyâ kıtlığı veyâ yıldırımı Cebrâîl getirir. Mikâîl iyidir ki, sulhu, em- niyyeti ve bol ni’meti getirir. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ey bîçâreler! Siz Cebrâîl aleyhisselâmı bilirsiniz ve Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini inkâr mı edersiniz. Ben şehâdet ederim o kimseye ki, hazret-i Cebrâîli düşman tutar, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin düşmanı olur. Oradan Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine geldi. Cebrâîl aleyhisse- lâm ondan önce gelip, yukarıda bahs edilen âyet-i kerîmeyi ge- tirmişdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- ri, hazret-i Ömere okuyup, buyurdu ki, (Yâ Ömer! Senin Rab-

bin sana muvâfakat etdi). Hazret-i Ömer şâd olup, Allahü tebâ- reke ve teâlâ hazretlerine şükr etdi. Buyurdu ki; bundan sonra, kendimi dîn-i islâm üzerine taşdan katı buluyorum.

İşâret: Sübhânallah. Yehûdîler, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâ- mı, bizim dînimiz vilâyetinin izzeti onun sebebi ile harâb olmuş- dur, diye düşman tutarlar. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurur: Cebrâîl her ne yaparsa, bizim emrimiz ile yapar. Râfi- zîler ve mübtedi’ler [bid’at sâhibleri], Ebû Bekri ve Ömeri “ra- dıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerini niçin düşman tutarsınız. Onlar, hilâfet hazret-i Alînin hakkı idi, ondan aldılar; diye düş- man tutarlar. Bu sözleri yalandır ve bühtândır. Zîrâ eğer onun hakkı olsa idi, kendileri alırdı. Ey yehûdî! Sen Cebrâîli düşman tutarsın. Biz onu dost tutarız. Eğer sizin helâk ve azâbınız, Ceb- râîlin elinde oldu ise, kâfirlerin helâk olması lâyıkdır. Bizim Re- sûlümüzün zaferi, nusreti Cebrâîl ile oldu. (Rabbiniz size nişân- lı, beş bin melek ile imdâd edecekdir). [Âl-i imrân sûresi 125.ci âyet-i kerîme meâli.] Yâ Râfizî! Siz Ebû Bekr ve Ömer “radı- yallahü teâlâ anhümâ” hazretlerini düşman tutarsınız. Biz dost tutarız. Sizin helâkınız onların sebebi ile olursa, lâyıkdır. İslâ- miyyetin nusreti onlar sebebi iledir. (Onlar gayba îmân eder- ler!) (Ey Habîbim! Sana, Allah ve mü’minlerden sana tâbi’ olanlar yetişir!) [Enfâl sûresi 64.cü âyet-i kerîme meâli.]

2– Bir âyet-i kerîme de şudur: Ömer bin Hattâb “radıyalla- hü teâlâ anh” hazretleri, dinde gayret sâhibi, merd bir zât-ı şe- rîf idi. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- lerinin harem-i şerîflerinde, bir gün dedi ki, ne olaydı, emr ge- leydi de, Resûlullahın se’âdethânelerine destûrsuz girmeseler- di. Allahü tebâreke ve teâlâ hazret-i Ömerin sözüne muvâfık bu âyet-i kerîmeyi gönderdi. (Ey îmân edenler! Resûlümün evi- ne yemeğe da’vet olunmaksızın ve vaktine bakmaksızın girme- yin.) [Ahzâb sûresi 53.cü âyet-i kerîme meâli.] İbni Abbâs “ra- dıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdular ki, bu âyet-i kerîme bir grub hakkında nâzîl olmuşdur. Onlar Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ta’âmı vaktini gözleyip, o vaktde varıp, Resûlullahın yanında otururlar idi. Ta’âm gelir yirler idi. Sohbet ederlerdi. Dışarı gitmezlerdi.

3– Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir hizmet- çisini, hazret-i Ömeri “radıyallahü teâlâ anh” çağırması için gönderdi. Kaylûle vakti idi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” haz- retleri uyumuşdu. O hizmetçi bağırdı. Uyanmadı. Kapıyı açıp, içeri girdi. Hazret-i Ömerin teninden bir mikdâr açılmışdı. O hizmetçi hemen dışarı çıkdı. Dedi ki, ey Allahım, Ömeri sen uyandır. Bir kerre dahâ bağırdı. Hazret-i Ömer uyandı. Hiz- metçinin içeri girip, açılan yerini gördüğünü anladı. Üzüldü. Ne olaydı, sabâh vakti ve kaylûle vakti ve akşam vakti, bu üç vakt- de, halk evlerinde uyurlar. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretle- rinden buyruk nâzil olsaydı da, birbirinin evine izn ile girseler- di. Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” sözüne muvâfık Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. (Ey îmân edenler! Sizin mülk-i yemîninizde olan kız, erkek, köle ve hür çocuklarınız- dan, bülûg çağına ermiyenler, üç vaktde yanınıza girerken, izn istesinler. Zîrâ sabâh nemâzından önce, öğle vaktinde ve yatsı nemâzından sonra örtünmeniz zor olur. [Elbiseler değişdirilir.] Bu üç vaktin dışında, birbirinizin yanına girmenizde size, hiz- metçi ve çocuklarınıza günâh yokdur. Allah size hükm âyetleri- ni böylece bildiriyor. Allah sizin hâlinizi bilir. Ve islâmiyyetin hikmetini icrâ eder. Çocuklarınız bülûg çağına erişince, onlar- dan önce bâlig olanların izn istediği gibi her vaktde izn istesin- ler.) [Nûr sûresi 58.ci âyet-i kerîme meâli.]

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” uyumuş idi. Hizmetçinin ba- ğırması ile uyanmadı. Avret yerini gördü. Uyanmadı. Uyanınca üzüldü. Biz gâfiller, bu kadar âsî ve bîçâre [çâresiz] kullarız. Al- lahü teâlâ çağırıyor, uyanmıyoruz. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çağırıyor, uyanmıyoruz. Melekler dâimâ gü- nâhlarımızı görüyor. Uyanmıyoruz. Allahü teâlâ hazretleri her- gün, gafletden uyansınlar diye, binlerce günâhımızı görür, ör- ter. Nicelerini afv eder, yine korkmuyor, uyanmıyoruz.

Nükte: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin gönlünün gamlanmasından dolayı bu üç vaktde, bütün çocukla- rı, Allahü teâlâ anadan ve babadan geri tutmuşdur. Kıyâmet gününde âsîlerin gönlünün gamından dolayı, ayrılık ateşini gö- nüllerden uzak tutması acâib değildir.

4– Mekke-i mükerreme ileri gelenlerinden bir cemâ’at, Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine uğradı- lar. Bakdılar ki, meclis-i şerîflerinde Suheyb-i Rûmî ve Habbâb bin Erat ve Bilâl-i Habeşî ve Ammâr bin Yâser ve Selmân-ı Fâ- risî oturmuşlar “radıyallahü teâlâ anhüm.” Bunlar, üzerinde yün elbise bulunan fakîr sahâbîler idi. O cemâ’at dediler ki, ey Muhammed! Râzı oldun mu, bir gruba ki, senin etrâfında otur- muşlardır. Biz gelelim, onlar ile oturalım mı? Hâlbuki bunlar bizim kullarımızdır [kölelerimizdir], hizmetçilerimizdir, câriye- lerimizdir. Bunları kendinden uzak tut. Tâ ki, biz sana tâbi’ ola- lım. Bir rivâyetde gelmişdir ki, dediler, yâ Muhammed! Sen se- dirde otur. Biz senin etrâfında oturalım. Onları uzak oturtup, bizler onların yününden ve hırkalarından râhatsız olmıyalım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Mü’minleri kendi yanımdan uzaklaşdıramam). Onlar da dedi- ler ki, bize ayrı meclis ile toplantı yap. Bizim senin yanındaki fa- zîletimizi bilsinler. Onlar ile berâber olmamız, bize ar olur. Kavmimiz bizi bunlar ile oturmuş görmesin. Biz gelince onlar meclisden kalksınlar. Onlar gelince biz kalkarız. Sen yine onlar ile oturmaya devâm edersin. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Peki!), Onlar dediler ki, bu cümle üzerine bize bir nâme yaz. [Ya’nî bir kâğıda yaz.] Server-i kâinât kâğıd istedi. Nâme yazmak için Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretle- rini çağırdı. Allahü teâlâ hazretleri, Cebrâîl aleyhissalâtü vesse- lâm hazretleri ile bu âyet-i kerîmeyi gönderdi: (Sabâh-akşam Rabbine ihlâs ile düâ eden kimseleri yanından uzaklaşdırma. Müşriklerin îmâna gelme hesâbı senden, senin hesâbın da on- lardan sorulmaz! Kâfirler îmâna gelsinler diye mü’minleri ya- nından kovarsan zâlimlerden olursun!) [En’âm sûresi 52.ci âyet-i kerîme meâli.] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” yazıyı yazmadı.

Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” diyor ki: Resûlullah, mescidin bir köşesinde oturmuşdu. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bize okudu: (Âyetlerimize inananlara selâm ver ve de ki, Rabbiniz size rah- met etmeği üzerine almışdır. Sizden biriniz, zararını düşünme-

den bir günâh işlese, sonra bir dahâ yapmıyacağına azm ederek tevbe etse, hâlini düzeltse, Allahü teâlâ onun günâhını bağışlar. Ve tevbesini kabûl etmekle rahmet eder.) [En’âm sûresi 54.cü âyet-i kerîme meâli.] Resûlullah o şeklde oturur idi ki, bizim dizlerimiz mubârek dizlerine değerdi. Kalkmak isterler idi. Ev- velâ biz kalkardık. Resûlullahı oturur şeklde bırakırdık. Sonra o kalkardı. Buyurdu ki, Allahü teâlâya şükrler olsun ki, beni öl- dürmezden evvel, bana emr etdi ki, (müslimânlardan bir grub ile berâber bulunmağa sabr et.)

İkrime “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Kureyşden bir tâife geldiler. Ebû Tâlibin yanına varıp dediler: Halk bizi Muham- med ile oturur görürler ise, onlar da ona mutî’ olurlar. Ondan sonra bizi o kullar [köleler] ile oturur görürler ve bizi kötüler- ler. Var Muhammede söyle ki, onları yanından uzak etsin. Biz de Ona îmân getirelim. Sonra Ebû Tâlib bu haberi Ona götür- dü. Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh” dedi ki, böyle eyle yâ Resûlallah, görelim dediklerini yaparlar mı ve sözleri üzere du- rurlar mı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. [En’âm sûresi 52, 53, 54.cü âyet-i kerîmeleri.] Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu âyet-i kerîmeleri işitdiği gibi, geldi, özr diledi. Söyledi- ği sözlerden pişmân oldu. Allahü teâlâdan hitâb-ı izzet geldi ki, yâ Muhammed! Benden Ömere selâm eyle ki, senin menzilin ve merteben bizim katımızda yüksekdir. Bu kadar zelle ile ken- di dergâhımdan seni red etmem. Senin özr dilemeğe geleceğini bildiğim için, selâmımı önce gönderdim. O yerdeki senin günâ- hını yazdım. Özrden evvel rahmetimi mukâbilinde yazdım. Onun ile olan bağlılığımız çok kuvvetlidir. Zelle ile kesilmez, buyurdu.

(İşâret): Hak sübhânehü ve teâlâ bu âyet-i kerîmede, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini beş def’a andı [zikr etdi]. (Sana geldiği vaktde), (Îmân getirmek), (günâh işlemek), (Tevbe etmek), (Hâlini islâh etdi). Allahü tebâreke ve teâlâ, hazret-i Ömeri beş nesne ile yâd etdi [zikr etdi]. (Selâmün aley- küm) diyerek selâm etdi. (Sizin Rabbiniz vâcib kıldı), buyura- rak haber verdi. (Kendi nefsi üzerine rahmet etmeği), buyura- rak rahmet etdi. (Cehâlet ile bilmiyerek günâh işledi), diyerek

– 156 –

günâhdan ma’zûr tutdu. (Allah afv edici ve tevbeyi kabûl et- mekle rahmet edicidir), buyurarak afv etdi.

(Nükte): Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir günâh işledi. Özr diledi. Allahü teâlâ, onunla böyle mu’âmele eyledi. Hazret-i Ömerin dostları işitsinler ki, şâd olsunlar. Allahü teâlâ dostlarını Ömere ortak eyleyip, bizim üzerimize selâm söyledi. Ve rahmetine ortak etdi. (Rahmetim herşeyi içine almışdır) bu- yurdu. Meleklerini gönderdi. (Melekleri gönderdik) buyurmuş- dur. Özrünü kabûl etdi. (Allah kullarının tevbesini kabûl eder) buyurmuşdur. Magfiret etdi. (Ey Resûlüm! Nefslerini isrâf eden kullarıma, Allahın rahmetinden ümmîd kesmemelerini söyle!) buyurmuşdur.

5– Diğer bir âyet-i kerîme şudur: Uhud cenginde Ebû Süf- yân henüz müslimân olmamış iken bize dedi ki, (bizim uzzamız var, sizin uzzanız yokdur.) Ömer ibnül Hattâb cevâb verip, bu- yurdu ki, (bizim mevlâmız var, sizin mevlânız yokdur). Allahü teâlâ hazretleri Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kavline muvâfık bu âyet-i kerîmeyi gönderdi. (... Mü’minlerin yardım görmesi ve kâfirlerin kahr olması, Allahü teâlânın mü’minlere velî olması ve yardım etmesidir. Kâfirlerin mevlâsı, onların azâbını men’ eden bir yardımcıları yokdur.) [Muham- med sûresi 11.ci âyet-i kerîme meâli.] Bu âyet-i kerîme, ehl-i Mekkenin îmân getirmiyenlerini korkutucu ve tehdîd edici mâ- hiyyetdedir.

6– Diğer bir âyet-i kerîme şudur. Münâfıklardan Abdüllah bin Ebî Selül hasta oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” iyâdetine [hasta ziyâretine] vardı. İbni Ebî Selül, Habî- bullah hazretlerine dedi ki, ben öldüğüm zemân nemâzımı kıl. Kabrim üzerinde dur. Bana düâ et. Kendi kaftanını kefen et. Sonra İbni Ebî Selül öldü. Resûlullah hazretleri diledi ki, nemâ- zını kılsın. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Onun üzerine nemâz mı kılacaksın. Hâlbuki o sana böyle böy- le işler etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: Elini benden kaldır. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” de; gitme, dedi. Habîb-i ekrem yine o cevâbı verdi.

– 157 –

Üçüncü kerre, Server-i âlem buyurdu ki, eğer bilse idim ki, Al- lahü tebâreke ve teâlâ rahmet eder. Yetmiş kerre Allahü teâlâ hazretlerinden ona istigfâr ederdim. Zîrâ ben istigfârda muhay- yer kılındım. Sonra, mubârek gömleğini kefen yapıp, kabre koydu. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” der ki, bu hâlde ben hay- retde kaldım. Allahü teâlâ ben kulunun kavline muvâfık şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu: (Münâfıklardan ölen kimselerin nemâzını kılma. Kabri üzerinde durma. Çünki onlar, Allaha ve Resûlüne îmân etmeyip, münâfık olarak öldüler.) [Tevbe sûresi 84.cü âyet-i kerîmesi meâli.] Resûl-i ekrem hazretleri bu âyet-i kerîmeden sonra, hiçbir münâfık üzerine nemâz kılmadı. Kabri üzerine durmadı. Ya’nî, ey benim Resûlüm! Düâ etme ki, eğer düâ etsen, icâbet etmesem, senin şânına noksanlık olur. Eğer icâbet etsem benim hikmetime lâyık olmaz. Kıyâmet gününde ben derim ki, ey benim Resûlüm! Sen şefâ’at eyle, tâ ki, ben ba- ğışlayayım. Eğer şefâ’at etmez isen, senin haşmetine uygun ol- maz. Eğer rahmet etmesem benim keremime naks olur. Sen şe- fâ’at et. Tâ ben bağışlayayım.

7– Diğer bir âyet-i kerîme şudur: Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem”, Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” hakkında, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ile meşveret etdi. Buyurdu ki, yâ Ömer! Sen hazret-i Âişe hakkında söyle- nenlere ne dersin. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Bir dahâ bu sözü dinlemeyiniz. (Bu büyük bir iftirâdır.) Bu sözü söylemek ve kalbine getirmek kimsenin haddi değildir. Hazret-i Âişe pâk ve pâkizedir. Onlar ehl-i îmândır. Allahü teâlâ hazretleri, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” kavline uygun bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu: (Onu işitdiğinizde, niçin bize o sözü söylemek yakışmaz! Yâ Rabbî! Seni tenzîh ederiz. Bu Server-i âlemin hanımına atılan büyük bir iftirâdır, demediniz!) [Nûr sûresi 16.cı âyet-i kerîme meâli.]

8– Diğer bir âyet-i kerîme şudur: Allahü tebâreke ve teâlâ Âdem safîyullahın “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” zürriyyeti şânında bu âyet-i kerîmeyi irsâl buyurdu: (Biz insanı (Âdemi) muhakkak ki çamurun hulâsasından yaratdık. Sonra,

– 158 –

Âdemin neslini sağlam bir yerde (rahîmde) bir nutfe (az bir su) yapdık. Sonra, o nutfeyi kan pıhtısı hâline getirdik. Ondan son- ra, kan pıhtısını bir parça et yapdık. O et parçasını da kemikler hâline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra, ona başka bir yaratılış (rûh) verdik. Bak ki, şekl verenlerin en güzeli olan Allahın şânı ne kadar yücedir.) [Mü’minûn sûresi oniki, onüç, ondördüncü âyet-i kerîme meâlleri.] Hazret-i Ömer “radıyalla- hü teâlâ anh” bu âyet-i kerîmeyi okudu. Hayretde kaldı. (Kud- reti ve hikmeti sebebi ile Allahü teâlânın şânı büyükdür. Kud- retlilerin en güzelidir) dedi. Hazret-i Ömerin buyurduğu gibi, âyet-i kerîme indi.

Bu zikr etdiğim âyet-i kerîmeleri Kur’ân-ı azîmüşşân tefsîr- lerinden, kudretim yetdiği kadar aldım. Bundan sonra o haber- leri zikr edelim ki, hocalarımızdan ve üstâdlarımızdan işitdik. İnşâallahü teâlâ.

Ellialtıncı Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkın- daki hadîs-i şerîfler.

1– Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- du: Kıyâmet günü dîn-i islâm mahşere güzel sûretde ve süslen- miş olarak gelir. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu durumu bilir iken, sorar ki, sen kimsin. İslâm der ki, yâ ilâhel âlemîn! Ben islâmım. Allahü teâlâ buyurur. Bunu Cennete iletin. İslâm der ki, yâ ilâhel âlemîn. Beni azîz tutup, ikrâm eden kimseleri, azîz tutup, ikrâm etmedikçe, bana yardım edenlere yardım et- meyince ve bana yer verenlere, yer vermeyince, ben Cennete gitmem. Allahü teâlâ emr eder ki, var o kimseleri getir ki, seni azîz tutmuşdur. Ve sana nusret etmişdir. O vakt islâm gelip, halkın safları arasında gezer. O sırada Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini görüp, elinden tutup, seslenir (bağırır) ve der ki, İlâhî! Bu o kimsedir ki, beni herkesin sürdüğü zemân, bana kendi yanında yer veren, kabûl eden, azîz tutandır. Halk beni o vakt red etdiler. Bu kimse bana nusret [yardım] etdi. Halk beni kendilerinden uzak etdiler. Bu zât beni azîz etdi. O vakt halk beni zelîl etdiler. Allahü tebâreke ve teâlâ buyurur: Onu Cen- nete ilet. İslâm der ki, yâ Rabbel âlemîn! Tâ kıyâmete dek, her

– 159 –

kim (hazret-i Ömeri sever) beni sever, onları da Cennete ilet- meyince bunu iletmem. Allahü teâlâ ve tekaddes kabûl buyu- rur. Öyle yap! İslâm mahşerde safların arasında dolanır. Her kim ki, hazret-i Ömeri sever. Onun elini tutup, hazret-i Ömer ile Cennete iletir.

2– Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet eder. Buyurdu: Yâ Ömer! Cebrâîl “aleyhissalâtü vesselâm” benim yanıma geldi. Dedim, yâ Cebrâîl! Bana, Ömer bin Hattâbın göklerdeki fazî- letinden haber ver. Dedi ki, yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Ömerin göklerdeki fazîletlerinden ve menâkıbın- dan eğer sana haber verirsem, hazret-i Nûh alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâmın ömrünce ki, kavmi yanında bin sene- den elli sene eksikdir, henüz fazîletlerini söylemeğe kâdir ola- mam. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurur: (Korkunuz! Ömerin hışmından ki, o gadablı olunca, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ondan ötürü gadablı olur.)

3– Sa’îd bin Cübeyr, İbni Abbâsdan “radıyallahü teâlâ an- hüm” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurur ki: Cebrâîl aleyhisselâm benim ya- nıma geldi ve dedi ki: Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu ki, Ömere benden selâm et! Ona haber ver ki, Onun rızâsı benim hükmümdür. Onun hışmı benim adlim- dir.

4– Gudayf bin Hâris “radıyallahü anh” rivâyet eder. Bir genç, Ebû Zer-i Gıfârînin “radıyallahü anh” yanına geldi. Ebû Zer hazretleri o gence dedi ki, benim için Hak Sübhânehü ve teâlâdan istigfâr et, afv edilmemi iste. O genç dedi ki, yâ Ebâ Zer! Sen hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” sohbetinde bulunmuşsun. Ben senin nasıl afv olunmanı is- terim. Ebû Zer; “olsun, iste” dedi. Genç dedi, bana haber ver ki, ben de ne hayrlı işâret gördün ki, benim düâmı ve istigfârı- mı istersin. Ebû Zer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki; Bundan dolayı ki, sen hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” önünden geçiyordun. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu iyi gençdir, bu- yurdu. Ben ki, Ebû Zer’im. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi

– 160 –

ve sellem” hazretlerinden işitdim ki, buyurdu: (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömerin dili üzerine koymuşdur.)

5– Ya’lâ bin Ziyâd rivâyeti ile, hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Bir vakt hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Ebû Zer hazretlerinin elini tutup, sıkdı. Ebû Zer, elimi bırak, incitdin, yâ islâmın kilidi, dedi. Hazret-i Ömer, yâ Ebâ Zer, bu söylediğin nasıl bir sözdür. Ebû Zer dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn, aklında mıdır (hâtırlar mısın), falan vakt, falan günde ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: Eğer aranızda yayılacak fitnelerden kor- kuyor iseniz, Ömerin bereketi ile onlar size erişmez. Yâ Ömer, sen islâmın kilidisin.

6– Hazret-i Enes “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Ömerin yü- züne bakıp, güldü ve buyurdu. Yâ Hattâb oğlu! Bilir misin ni- çin tebessüm etdim. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, Allahü teâlâ ve Resûlü bilir, dedi. Se’âdetle buyurdu: (Ondan dolayı güldüm ki, Allahü teâlâ, Arefe gecesi Arafatda bulu- nanlara inâyet nazarı ile nazar etdi. Sana husûsî olarak nazar etdi.)

7– Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ ve ebîhâ” hazret- lerinin rivâyeti ile, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdu ki: (Meclislerinizi Ömer bin Hattâbı anarak zî- netlendiriniz!)

8– Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bu- yurdu. Sâlihler zikr olunduğu zemân, siz Ömerin zikri ile olun. Zîrâ biz ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” es- hâbıyız. Hepimiz sekîne ve ârâmın Ömerin dili üzerine olduğu- na, ittifâk etmişiz.

9– Mubârek bin Fudâle, Hasen “radıyallahü teâlâ anh” haz- retlerinden rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (İnsan oğlundan başkası, kendisi gibi bin kimseden dahâ kıymetli olamaz. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ise bin mislinden dahâ hayrlıdır.)

10– Huzeyfetebni Yemândan “radıyallahü anh” rivâyet edil-

mişdir. İslâm, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” zemânın- da makbûl kimseye benzer idi ki, yakınlığı artardı. Ömerden “radıyallahü anh” sonra islâm, arkasını dönmüş kimseye ben- zerdi. Uzaklığı artardı.

11– Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri- nin rivâyeti ile gelmişdir. Dedi ki: Üç kimsenin firâseti gâyet iyi oldu. a) Mısr azîzinin firâseti. Hazret-i Yûsüf aleyhisselâm hak- kında firâset edip, kendi zevcesine dedi ki, bunu mükerrem tut. Olur ki, ondan bize menfâ’at erişir. b) Şuayb aleyhisselâm haz- retlerinin kerîmesinin firâseti ki, hazret-i Mûsâ aleyhisselâm da’vete gelmişdi. Babasına dedi ki, yâ baba. Onu ücret ile tut. Kavî ve emîndir. c) Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin firâseti ki, kendinden sonra, hilâfeti hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine verdi ki, on- da adâlet fehm etdi. Bir gün hazret-i Alî bin Ebî Tâlib “radıyal- lahü teâlâ anh” dışarı çıkdı. Üzerinde çok güzel bir elbise var- dı. Bu elbiseyi bana kardeşim, dostum, sâdıkım ve safiyyim Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” giydirdi, buyurdu.

12– Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş- dir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu- yurdu: (Eğer benden sonra Allahü teâlâ Peygamber gönderse idi, Ömeri gönderirdi. Allahü tebâreke ve teâlâ iki melek ile ona kuvvet vermişdir. Bunlar ona kuvvet verir. Ondan bir hatâ meydâna gelecek olsa, ondan döndürürler. Doğrusunu yapdı- rırlar.)

13– Abdüllah bin Ömer “radıyallahü anhümâ” rivâyet et- mişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (İnsanlar birşey söyledi. Ömer de o husûsda bir şey söyledi. Ömerin kavline muvâfık olarak Kur’ân-ı azîmüşşân nâzil oldu.)

14– Ubeyy bin Kâ’b “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile gel- mişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Benden sonra, Allahü teâlânın müsâfeha etdiği, ya’nî yakın olduğu kimse, Hattâb oğludur. O kimse, Hak süb- hânehü ve teâlânın kudreti ile elini tutduğu, feryâdına erişdiği, selâm verdiği, Cennetine koyduğu kimsedir. O Ömer bin Hat-

tâbdır. Bu makâmda yakınlık mekân ile olmaz. O yakınlığı Al- lahü teâlâ ve ben bilirim. Ona bir kerâmet ve bir ni’met verir ki, başkalarına bu mertebe ve yükseklik olmaz.)

15– Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri; (Şeytân Ömeri gördüğü vakt, Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” heybetinden yüzü üzerine düşerdi) buyurdu.

16– Fadl bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet et- mişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ömer bin Hattâb benimledir. Ben Ömer bin Hat- tâb ileyim. Benim vefâtımdan sonra, Hak sübhânehü ve teâlâ Ömer iledir. Her nerede olursa olsun, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin hıfz ve emânında olur.)

17– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ömerin müslimân olduğu gün, Cebrâîl aleyhisselâm benim üzerime nâzil oldu. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” müslimân oldu diye meleklerin birbirine müjde verip, şâd ol- duklarını, bana haber verdi.)

18– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yâ Ömer ibnül Hattâb! Sen benim ümmetim üzerine berekâtsın. Allahü tebâreke ve teâlâ senin şânında göndermişdir. Nâfile ibâdetlerden, zikr ve Kur’ân-ı kerîm okumağı gündüz kaçırdık- larını gece, gece kaçırdıklarını gündüz kazâ et.)

Elliyedinci Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkın- da çeşidli kitâblarda bildirilen haberleri açıklamakdadır. A’meş, Süfyândan ve Abdüllahdan “radıyallahü teâlâ anhüm” rivâyet etmişdir. Dediler ki, vallahi Ömerin amelini terâzînin bir kefesine koysalar, diğer insanların amellerini de terâzînin diğer kefesine koysalar, Ömerin amelinin ağır geleceğini zan ederiz. Hakîm ârif Zeynüddîn Alî bin Tâhir kendi tasnîf etdiği kitâbda demişdir ki: Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki, münâfık o kimsedir ki, dünyâ onun ümî- di olur. Hatâ ve günâh onun ameli olur. Çok yemîn onun san’atı olur. Âhıret işlerinde câhil, dünyâ işlerinde zekî olur.

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şefkatı ve rah- meti, mahlûkât üzerine o mertebede idi ki, Ebûlleys-i Semer- kandî (Tenbîh-ül gâfilîn)de yazmışdır: Ömer bin Hattâb “radı- yallahü teâlâ anh” bir yaşlı zimmî gördü ki, kapılarda gezip, ka- pılarda dilenir. Ömer hazretleri buyurdu ki, ey pîr! Benim sana insâf etmemi istiyorlar. Gençlik vaktinde senden cizye aldım. Lâyık olan odur ki, bugün seni afv etmeliyim. Afv edip, her gün kendinin ve ıyâlinin [çoluk-çocuğunun] yiyeceğini beyt-ül-mâl- dan versinler, buyurdu.

Ellisekizinci Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn Alîyül- mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”, oturmuş, sohbet ediyordu. Söz arasında bir kimse, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretle- rini medh etmeğe başladı. Hazret-i Alî buyurdu ki, hangi Ömer? Allahü tebâreke ve teâlâ Enbiyâ aleyhissalâtü vesse- lâmdan sonra, Ömere benzer kul halk etmemiş ve hiçbir baba- nın ve ananın Ömer gibi oğlu olmamışdır. O Ömerdir ki, âlim- dir. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin dîninin sınırlarını bi- lir. Allahü teâlâ islâmı azîz etdi, onunla adâlet etdi. Böylece kendisi emîn oldu. İslâmiyyeti bilen fakîhdir. Kendisinden son- ra gelen halîfeleri zor duruma düşürdü. Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, islâm dîninde güzel âdetler bı- rakdı. İslâmda ilk kâdî ta’yîn etdi. Şüreyhi kâdî ta’yîn etdi. Pos- tayı ilk kuran odur. Beyt-ül-mâl binâsı yapdırdı. Zekât ve baş- ka malları buraya koyardı. Zindanı ilk binâ eden odur. Hudû- dullahı icrâ etmek için, cellâdı o ta’yîn etdi. Mescid ve câmi’le- ri şehrlerde o tertîb etdi. Serhadları [sınırları] o vaz’ etdi. Mü- ezzin ve gayrîleri gibi tatavvu’ [hayrlı] iş işliyenlere ücret verir- di. Îrân toprağı üzerine harâcı o ta’yîn etdi. Cemâ’at ile, Rame- zân ayında terâvîh nemâzını âşikâre kıldı. Resûlullah terâvîh nemâzı kılardı, fekat âşikâr etmezdi. Allahü teâlânın terâvîh nemâzını ümmeti üzerine farz edeceğinden ve onların meşak- kat çekeceğinden çekinirdi. Hazret-i Ömerde “radıyallahü teâ- lâ anh” bu mertebe yükseklik var idi ki, adâletin, heybetin, si- yâsetin, gayretinin sesi ufuklara yayılmış iken, bir zerre kibr ve ucb kendi nefsinde yokdu. Kendini cümleden aşağı görürdü. Kendi eli ile yapdığı işleri kimse gücü yetip, yapamadı. Kesb ederdi [çalışır idi]. Der idi ki, ey müslimânlar, kesb edin [çalı-

şın], başkaları üzerine yük olmayın. Pazarda, çoluk-çocuğumun nafakasını te’mîn etmek için çalışırken öldüğüm yer, bana en sevimli yerdir. Elinizi kesbden kaldırıp da [çalışmayı bırakıp da] Allahü teâlâ rızkımı verir demeyiniz. Allahü teâlâ gökden altın ve gümüş göndermez. Âdet-i kerîmesini değişdirmez. Cümle mubâhları gözler önüne sermişdir. Vera’ ve takvâsı o mertebede idi ki, sadaka südünden bir içim hazret-i Ömere süt verdiler. İçdi. Sonra anladı ki, buna lâyık değil idi. Parmağını boğazına sokdu. O südü kay etdi. O kadar zorluk ve mihnet çekdi ki, mubârek rûhu bedeninden ayrılıyor diye korkdular. Sonra, yâ Rabbî damarlarımda kalıp da çıkaramadıklarımdan sana sığınırım, buyurdu.

(Kimyâ-i se’âdet)de, hüccet-ül islâm imâm-ı Muhammed Gazâlî “rahimehullahü teâlâ” nakl buyurmuşlar: Bir vakt, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin harem-i şerîflerine, ganîmetden misk getirmişlerdi. Kendi ehline [hanımına] buyur- du ki, bu miski satıp, dervişlere sarf edelim. Bir gün se’âdethâ- nesine girdi. Hâtununun sandığından misk kokusu duydu. Bu- yurdu ki, bu ne kokusudur. Hâtunu dedi ki, miski satarken eli- me kokusu sindi. Sandığa dokundum. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o sandığı alıp toprağa o kadar sürdü ki, aslâ kokusu kal- madı. Sonra hanımına verdi. Bu kadara müsâmaha gösterilebi- lirdi. Lâkin Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bundan murâdı şu idi ki, küçük zararlara göz yumarak, büyük zarara yakalanmayalar. Veyâ harâm korkusundan bir halâli terk etmiş olup, müttekîler sevâbını bulmak için yapılmış olur. [(Se’âdet-i Ebediyye) kitâ- bının 607.ci sahîfesine bakınız!]

Ellidokuzuncu Menâkıb: Tefsîrde gelmişdir. Hazret-i Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” minber üzerinde buyurdu ki, hanımların mehrinde ifrât etmeyiniz [ya’nî fazla mehr ta’yîn etmeyiniz]! Eğer bu dünyâda ikrâm olsa idi veyâ Allahü tebâ- reke ve teâlâ katında harâmdan sakınmak olsa idi, ona uyacak kimse, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri olurdu. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hiçbir hâtununa ve kerîmelerinden birine oniki buçuk vakıyye gümüşden ziyâde mehr kesmedi ki, her vakıyyesi kırk dirhem-

dir. Temâmı beşyüz dirhem olur. Bu sözü söyledikleri vakt, söz sâhibi olan bir hâtun, ayak üzerine kalkıp, dedi ki, Allahü teâlâ bize kırba dolusu mehr verir. [Kırba: Saka tulumu demekdir.] Meâl-i şerîfi, (Sizden biriniz, hanımını fuhşdan başka bir sebeb- le boşayıp, başka bir hanım aldığında, önceki hanıma mehr ola- rak verdiği çok fazla mikdârdaki malı geri almasın) olan Nisâ sûresi 19.cu âyet-i kerîmesinde, kadınlara çok ihsân, çok mal verileceği beyân buyurulmakdadır. Hâlbuki Hattâb oğlu geri almak ister; dedi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dinde ve emâ- nında büyüklüğünden ve insâfından, bu sözü işitdi. Anladı ki, o kadının söylediği söz, doğrudur. Hak sözü kabûl edip ve insâf edip, buyurdu ki, (Bütün insanlar Ömerden iyi bilir. Bu kadın doğru söyledi. Ömer hatâ etdi.)

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir gün buyurdu ki, ey kadın- lar, başınızı kaldırın. Kendi hâllerinize bakın. Hakîkatde yol âşikâre oldu. [gidilecek yol bellidir.] Zinhâr halk üzerine yük olmayınız. Ya’nî kesb ediniz. Kimseye muhtâc olmayınız. [Dî- nimize uygun şeklde kesb ediniz.] Yine Ömer “radıyallahü teâ- lâ anh” buyurdu ki, her kim ki, dinde fakîh değildir, bizim pa- zarımızda alış-veriş etmesin. Çünki, fâize düşüp, sıkıntı çeker. [Ya’nî, alış-veriş ilmini bilmiyen, alış-veriş yapmasın!]

Altmışıncı Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri halîfe oldukları vakt, Hâlid bin Velîd “radıyallahü teâlâ anh” serasker, ya’nî başkomutan idi. Onu azl edip, Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini onun yerine serasker ta’yîn etdi. Bir zemân sonra, Sa’d “radıyallahü teâlâ anh”, Kûfede bir serây binâ etmek arzû etdi. Serây yapacağı yerin bir tarafı bir mecûsînin evine bitişik idi. Sa’d “radıyallahü teâlâ anh”, mecûsîyi çağırıp, dedi ki, o evi bana sat. Sa’d çok para verdiği hâlde, mecûsî satmadı. Hâzır olanlar, dediler ki, bu mecûsiye bu kadar ricâ etmeğe ne lüzûm vardır. Sen o evi al ve behâsını da ver. Mecûsî de bunu işitip, korkdu ki, Sa’d böyle yapacak. Evine varıp, hanımına dedi ki, ne tedbîr alalım. Hanımı dedi ki, onların bir emîrleri var ki, ona emîr-ül mü’minîn Ömer derler. Kalk onun yanına varıp, Sa’dı şikâyet et. O emr buyurur, Sa’d elini senden çeker. Mecûsî de

kalkıp, Medîne-i Münevvereye vardı. Sordu ki, Emîr-ül mü’mi- nîn serâyı nerededir. Dediler serâyı yokdur. Kendisi dışarıya, sahrâya çıkmışdır. O mecûsî sâir emîrler gibi şehr hâricine av- lanmaya gitmişdir zan etdi. Şehr hâricine çıkıp, etrâfı gözetip, hangi tarafından haşmetle ve hizmetkârları ile gelecek diye bakdı. Hiçbir tarafdan bir toz eseri dahî kalkıp görülmedi. Haz- ret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ise, kamçısını başının altına koyup, toprak üzerinde uyumuş idi. O mecûsî onu gördü. Lâkin onun Emîr-ül mü’minîn olduğunu bilmiyordu. Uyandırdı ve de- di ki, Emîr-ül mü’minîn hangi tarafa gitmişdir. Hazret-i Ömer buyurdu: Onu niçin soruyorsun [ne yapacaksın] ve ne istersin. Mecûsî dedi ki, Sa’ddan ona şikâyete geldim. O evimi kasden ve cebren elimden almak ister. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâ- lâ anh” oradan kalkıp, se’âdethânelerine geldiler. Hizmetciye buyurdular ki, bir parça kâğıd getir, Sa’da bir nâme yazacağım. Hizmetçi aradı, kâğıd bulamadı. Buyurdular ki, bir parça deri de olursa, getir. Hizmetçi bulamadı. Buyurdular, bir parça ke- mik, getir. Bir koyun küreği bulup, getirdi. Üzerine (Bismillâ- hirrahmânirrahîm. Yâ Sa’d! Bu nâme sana erişdiği zemân has- mını hoşnûd et. Veyâ kalkıp huzûruma gel!) diye yazdı. O kü- rek kemiğini mecûsîye verdi. Mecûsî onu alıp, evine geldi. Ha- nımı dedi ki, ne yapdın. Dedi ki, hayret ki, bu uzun yolu gitdim. Bu kadar meşakkat ile; elime yazılmış bir parça kemik verdiler. Hanımı dedi ki, mâdem ki getirdin, Sa’da onu götür arz et. Ba- kalım ne söyler. Mecûsî de kalkıp, Sa’dın serâyı kapısına gitdi. Sa’d hazretleri nemâzını kılıp, serây kapısında oturmuşdu. Halk, karşısına saf bağlayıp oturmuşlar idi. Mecûsî kürek kemi- ğini Sa’dın karşısında tutup, durdu. Sa’dın gözü onu gördükde, Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yazısı olduğunu anlayıp, çehresi değişdi. Dedi ki, her ne ister isen bana söyle. Beni Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâ- lâ anh” hazretlerinin huzûruna çıkarma ki, ben Ömerin siyâse- tine tâkat getiremem. Hemen o mecûsî, aklı başından gidip, düşdü. Bir zemân sonra ayıldı. Dedi ki, yâ Sa’d! Bana islâmı arz eyle, deyip, müslimân oldu. Evini ona, hüsn-i rızâsı ile bağışla- dı. O mecûsîye dediler ki, ne sebeble müslimân oldun. Dedi, bunların emîrlerini gördüm. Bir köhne hırka örtünmüş. Ve aya-

ğında iç donu yok. Kamçısını başı altına koyup, toprak üzerin- de uyumuş, derviş sûretinde. O şeklde ki, onu gördüm. O kadar siyâset ve heybet ki, halkın gönüllerinde yerleşmiş olduğunu gördüm. Kendi kendime dedim ki, bu dinde böyle bir emîr ol- sun, bu din mutlaka hak dindir. Anlamalıdır ki, adâlet ne mu- bârek nesnedir.

Altmışbirinci Menâkıb: Bir gün Ömer “radıyallahü anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ar- kasında nemâz kılıyordu. Resûl aleyhisselâm sûre-i Vennaziat okuyordu. Meâl-i şerîfi (Fir’avn kavmine, ben sizin ulu tanrını- zım dedi) olan âyet-i kerîmeyi okuduğunda, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin gayret damarı harekete gelip, mubârek bedeninde tüyleri elbisesinden dışarı çıkıp, (Eğer ben orada hâ- zır olaydım, boynunu vururdum) dedi. Nemâz edâ edildikden sonra, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri bu- yurdu ki, (Yâ Ömer, nemâzda konuşdun. Nemâzını kazâ et). Hemen Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın emrini eriş- dirip, buyurdu ki, (Yâ Muhammed! Ömere nemâzı kazâ et di- ye söyleme! Biz o nemâzı kabûl etdik. O nemâzı cümle ümme- tin nemâzına berâber etdik ki, biz çok gayretli, sevdiğini kayırı- cı kimseleri severiz.)

Altmışikinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir bayram günü, hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine geldi. Mescide vardılar. Sonra yola çıkdılar. Medîne-i Münevverenin çocukları Server-i kâinâta yapışıp, bayramlık istediler. Hazret-i Habîbullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, yâ Ömer! Beni bun- lardan satın al [kurtar]. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretle- ri de gidip, bir parça et ve bir mikdâr hurma ve meyve getirip, çocuklara verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, yâ Ömer! Sen beni Mâlik bin Za’rin, Yûsüf aleyhis- selâmı aldığından dahâ ucuza aldın. Mâlik, Yûsüfu birkaç dir- heme aldı. Sen beni meyveye ve ete aldın. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Yâ Resûlallah! Her ne kadar Yûsüf aley- hisselâmdan ucuz aldım ise de, ondan güzel ve şirinsin. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir merd idi ki, onun gölgesinden

– 168 –

iblîs kaçardı. Mısrdaki Nil nehri kurumuş iken, onun mektûbu ile akdı. Onun kamçısı ile zelzele durdu. Heybetinden ve onun sesini Medîne-i Münevverede hutbe okurken, Irâkdan işitdiler. Allahü tebâreke ve teâlâ onun rey’ine uygun âyet-i kerîme gönderdi. Rıdvân [Cennet meleği] onun evine odun iletdi. Mi- kâîl aleyhisselâm onun kokusunu alırdı. İslâm onunla kuvvet- lendi. Müslimân olduğu gün, Allahü teâlâ indinde makbûl ol- duğu için, Cebrâîl aleyhisselâm onunla oturmuş idi. Aslan onun yasdığının bekçiliğini yapardı. Onun yükünü çekmekden yer ve gök âciz kalırdı.

Altmışüçüncü Menâkıb: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretleri, se’âdetle otururlardı. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri meclis-i şerîfinde hâ- zır oldu. Hazret-i Server-i âlem buyurdu ki, (Yâ Ömer, bana ilâhî emr gelmişdir ki, adâlet nûrunu, Ömer bin Hattâba ver. Şimdi sana verdim. Cihânda adâlet etmek senin nasîbindir.) Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin bu dünyâdan göç etmek vakti yaklaşdı. Bir vasıyyetnâme yazdı. Halîfe olacak şahsın nâmını yazdı. Yerini açık koydu ki, kimse incinmesin. Abbâs bin Abdülmuttalib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri işitdi ki, halîfenin adının yeri açık kalmışdır. Ebû Bekrden sonra ihtilâf vâki’ olur diye, varıp, vasıyyetnâmeyi is- tedi. Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” ismini o açık yere yazdı. Sonra Sıddîk-ı ekberin aklı başına geldi. Abbâs hazretlerine dedi ki: Vasıyyetnâmeyi getir. O da getirdi. Aldı, bakdı. Buyur- du ki, o açık yeri göreyim. Abbâs “radıyallahü anh” buyurdu ki: Ben küstâhlık etdim; yâ halîfe-i Resûlallah! Ömer adını açık yere yazdım. Sıddîk hazretleri şâd olup, buyurdu ki, Elhamdü- lillah, benim de murâdım, bu idi. Eshâbdan ba’zıları gelip, de- diler ki, niçin böyle etdin. Ömer bin Hattâb sert tabî’atlı kim- sedir. Allahü tebâreke ve teâlâ huzûrunda, Ömeri müslimânlar üzerine getirdiğinden dolayı, ne huccet getirirsin. Sıddîk “radı- yallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Beni kaldırın, oturtun. Oturup, buyurdu ki, eğer Hak Sübhânehü ve teâlâ, benden niçin Öme- ri halîfe etdin diye süâl buyurursa, ben cevâb veririm ki, yâ ilâ- helâlemîn. O gün yeryüzünde, Ömerden âdil kimse bulama- dım. O sebebden Ömeri halîfe ta’yîn etdim. Sonra Ömer “ra-

– 169 –

dıyallahü teâlâ anh” hilâfet makâmına oturdu. Etrâfdan insan- lar gelip, sorarlardı emîr kimdir diye. Kurt koyun ile berâber su içip, dolaşır, hiç ziyân etmez. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o kadar âdil davrandı, adâlet gösterdi ki, müslimânlar maksadla- rına kavuşdular. Dul kadınlara suyu kendi çekerdi. Ve unu kendi satın alırdı ve kendi götürürdü. Hammallara yardım ederdi. Der idi ki, bir mikdâr yol ben götüreyim ve bir mikdâr sen götür. Köle ve câriye su çekmekden veyâ un öğütmekden âciz kalmış ise, yardım ederdi. Geceleri Abdürrahmân bin Avf ile berâber şehri dolaşıp, bekçilik ederdi. “Radıyallahü teâlâ anhümâ”.

Altmışdördüncü Menâkıb: Abdürrahmân bin Avf “radıyal- lahü teâlâ anh” der ki, ben hazret-i Ömerden acâiblikler gör- düm. Dediler, ne gördün. Buyurdu ki, hayâtda olsa, ben söyle- meğe kâdir olmazdım. Birisi odur ki, her gece ikimiz şehri do- lanırdık. Bir mahalle varırdık. Ömer bana der idi ki, sen bura- da dur. Ben de muhâlefete kâdir olamayıp, dururdum. Varıp, bir zemândan sonra, gelirdi. Süâl etmeğe de cür’et edemezdim. Vefâtlarından sonra bir gece o mahalleye varıp, bir ev içine gir- dim. Bir ihtiyâr kadın gördüm. Kendi kendine acabâ ne oldu ki, Ömer bu gece gelmedi, diyordu. Ben dedim, ey hâtun! Ömer dünyâdan göçdü. Kadın bunu işitince, bir âh çekip, ba- yıldı. Sonra aklı geri geldi. Dedi ki; ey Allahım! Bana yardım- da bulunan Ömeri afv et. Ona dedim ki, ne yardım ederdi. Gündüz vakti üzerimi kirletirdim. Onu dışarı atardı. Kirlenmiş elbisemi yıkardı. Beni temizlerdi. Bana yiyecekden ne nesne gerek ise, getirirdi. Dedim, ey hâtun! Ben de Ömerin yâriyim. Eğer o gitdi ise ben sağım. Ben Ömerin yapdığı işleri yapayım. Beni çağırıp, dedi ki, Ömerin yerini kim tutabilir. Eğer Öme- rin yâri isen, bana düâ eyle, yardım et. Hemen başını yukarı tu- tup, dedi ki, yâ ilâhel âlemîn! Ben o hastalığı Ömerin yardımı ile çekerdim. Ömer gitdi. Benim rûhumu kabz eyle ki, ben Ömersiz ömr istemem. Bunu dedi, o sâat düâsı makbûl olup, dünyâdan göç etdi. Ben ağladım. Techîz ve tekfînini yapıp, defn eyledim.

Altmışbeşinci Menâkıb: Yine Abdürrahmân bin Avf “radı-

– 170 –

yallahü teâlâ anh” buyurdu. Hazret-i Ömer bir gece bir tulumu su ile doldurup, arkasına almış, Medîne-i Münevvere köylerine giderken yorulmuş. Ben dedim ki, ey emîr-el mü’minîn, yorul- muşsunuz! Bana ver, biraz da ben götüreyim. Buyurdu ki, eğer bugün sen benim tulumumun yükünü götürür isen, yarın benim günâhımın yükünü kim götürür. Dedim, senin ne yükün var ki, sen Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yolu üzeri- ne yürüyorsun. Buyurdu ki, ben Resûlullah hazretlerinin dostu o zemân olurum ki, bu hilâfetden başabaş kurtulayım. [Ya’nî zararsız olarak kurtulur isem, Resûlullahın dostu olurum.] Dünyâdan göç etmezden evvel böyle buyururlar idi.

Oğulları Abdüllah “radıyallahü teâlâ anhümâ” babasının vefâtlarından bir sene sonra onu rü’yâda görmüş. Sabâhleyin başı açık dışarı gelip, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin mescid-i şerîflerine vardı. Seslenip, dedi ki, ey Sahâbîler, toplanın. Babamın selâmını size getirdim. Hepsi toplandılar. Orada Abdüllah hazretleri buyurdu. Dün gece ba- bamı rü’yâda gördüm. Dün geceye kadar, babamın âhırete göç edişi bir sene oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerine babamı rü’yâda göreyim niyyeti ile salevât getirirdim. Fekat, göremezdim. Tâ dün gece gördüm. Babamın yüzü değişmiş. Dedim, ey baba! Bu ne hâldir. Senin yüzünün rengi kırmızı idi. Dedi, ey oğul, şimdi kurtuldum. Şimdiye ka- dar muhâsebede idim. Dedim. Ey baba, nasıl muhâsebe [hesâb] olundun. Hesâbın biri bitmeden biri başlıyordu. Hâl bir yere erişdi ki, beyt-ül-mâla âid sadaka develerinin bir yuları var idi. Birçok yerden bağlamışdım. Artık deveye takacak yeri kalma- mışdı. Dışarı atmışdım. Cenâb-ı Rabbil âlemînden azarlayıcı hi- tâb geldi ki, niçin o yuları atdın. Müslimânların malını zâyi’ et- din. Ey baba, bu itâbdan ne sebeble kurtuldun. Dedi ki, ey oğul! O mektûb sebebi ile ki, sana demişdim. Bu mektûbu be- nim kefenim arasına koy. O mektûb şu idi. Bir gün Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri babamın yanına geldiler. Selâm verdiler. Oturdular. Babam, müslimânların işi ile meşgûl idi. Selâmlarını işitmedi. Sonra işi bitdi. Buraya ge- lin. Onlar dediler, biz selâm verdik. Babam dedi, işitmedim. Ba- bam kalkdı. Onların yanına vardı. Onların ikisi de ayağa kalk-

– 171 –

dılar. Babam ikisinin de elini öpdü. Hazîne ile meşgûl olan hiz- metkâra buyurdu ki, iki kaftan getir. Her birini birine giydir. Onlardan sonra özr dileyip, dedi ki, bizden râzı olun ki, bilme- dik, kusûr etdik. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ”, babalarının huzûrlarına vardılar. Dediler ki, Emîr-ül mü’minîn Ömer bize hil’at verdi [elbise verdi]. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” çok memnûn oldu.

Nükte: Her kim babalarının gönlünü almak isterse, evlâdına iyilik eyleye ki, babalarının gönlünün meyvesi, evlâddır. Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, geri Emîr-ül mü’minînin huzûruna gidiniz. Söyleyin ki, bizim babamız der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim. Resû- lullah buyurdu ki, (Ömer hayâtda iken, islâmın nûrudur. Dün- yâdan gidince de Cennet ehlinin çirâğıdır.) Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” geldiler, haber verdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, siz ikiniz de onu babanız- dan işitdiniz mi? Dediler, evet. Hazret-i Ömer oğluna dedi ki, yâ Abdüllah! Divit ve kalem ve kâğıd getir. Hasen ve Hüseynin “radıyallahü teâlâ anhümâ” babaları Alîden “radıyallahü anh” işitdikleri ve onun Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” (Ömer hayâtda iken islâmın nûru, dünyâdan gidince de Cennet ehlinin çirâğıdır) buyurduğunu ve üçünün şehâdetlerini yaz. Üçünün de şehâdetlerini yazdılar. Sonra, oğluna: Ey Ab- düllah! Bunu, ben vefât edince, kefenim arasına, göğsüm üzeri- ne koy ki, zarûret mahallinde [zor durumda kalınca] imdâdıma yetişsin, buyurdu.

Altmışaltıncı Menâkıb: Bir gün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Medîne-i münevverede gidiyordu. Bir ihtiyâr kadın yol kenârında durmuş idi. Bir başka kadın ona dedi ki, içeri gir, emîr-ül mü’minîn Ömer gidiyor. Acûze (ihtiyâr) kadın, başını dışarı çıkarıp dedi ki, kimdir, emîr-ül mü’minîn. Bir merd idi ki, ona dün Ömer derler idi. Bu gün emîr-ül mü’minîn mi oldu. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri o sözü işitdi. Geri dön- dü, dedi ki, Ömeri Ömere gösteren o kadın kimdir. Ömerin kendini tanımasına, anlamasına sebeb oldu. Ondan sonra her- gün o acûzenin [ihtiyâr kadının] kapısına gelirdi ve derdi ki, atı-

lacak çöpün var ise atayım, hizmetin var ise göreyim. Destin boş ise ver, su getireyim. Zîrâ Ömeri senden gayri kimse tanı- madı.

Altmışyedinci Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir gece Medîne-i münevverede geziyordu. Bir kadın evi içinde kı- zına dedi ki, kızım bir mikdâr su getir, südün içine kat. Kızı de- di ki, Emîr-ül mü’minîn nidâ etdirmedi mi bugünden sonra, sü- de su katmayınız. Kadın dedi ki, O şimdi burada değildir. Kız dedi, Ömer burada değil ise, Rabbi buradadır, O görüyor. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri onun sözünü işitdi. Evi nişân etdi. Geldi, oğluna dedi ki, senin için bir kız buldum. Onu sana alayım. Ertesi gün o kadının kapısına geldi. Dedi ki, kızını benim oğluma ver. Kadın dedi ki, bende o cür’et yokdur ki, bu- nu kalbimden geçireyim. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyur- du: Ben o kızdan işitdim söylediği o sözü ki, hoşuma gitdi. O kı- zı kendi oğlu Âsım hazretlerine aldı. Abdül’azîz o kızın evlâdın- dan oldu. Abdül’azîzden emîr-ül mü’minîn Ömer bin Ab- dül’azîz hazretleri vücûda geldi. Onun hilâfeti zemânında kurt koyun ile gezerdi.

Altmışsekizinci Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir gece şehri gezerken bir evden çeşidli sesler işitdi. Ömer hazret- leri dama çıkdı. Damdan o eve girdi. Gördü ki, bir kişi bir ka- dın ile oturmuş. Orta yerde de şerâb var. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri dedi: Niçin Allahü teâlâ hazretlerinin em- rini tutmazsın. Bu kadar günâhın cezâsını çekmiyeceğini mi zan ediyorsunuz! O kişi çok korkup, dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Hiç acele etme ki, ben bir günâh işledim ise, sen dört günâh iş- ledin. Birincisi, Allahü tebâreke ve teâlâ buyurdu ki, (Evlere kapılarından giriniz.) Sen damdan girdin. İkincisi, Allahü teâlâ buyurdu ki, (Evlerinizden gayrî evlere izn alıp, ehli üzerine se- lâm vermeyince girmeyiniz.) Sen fermân dinlemeden girdin. Üçüncü; Allahü teâlâ buyurur: (Tecessüs etmeyiniz.) Sen teces- süs etdin. Dördüncü; Allahü tebâreke ve teâlâ buyurur, (Sû-i zân etmekden sakınınız.) Sen sû-i zan etdin. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitdi. Mubârek gönlüne çok te’sîr etdi. Pişmân oldu. Onun keffâretine bir köle âzâd etdi. Ömer “radıyallahü

teâlâ anh” hazretlerinin adâleti ve siyâseti bereketi ile, o kişi de tevbe edip, iyiler zümresinden oldu.

Altmışdokuzuncu Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bir gün, mescidde mubârek başını koyup, tam yata- cakdı. Tam o sırada bir kara köle, seslenip, dedi: Kalk, yâ Emîr-el mü’minîn. Önce bana insâf eyle. Rabbil âlemîn kıyâ- met günü benim hakkımı senden alır. Hazret-i Ömer “radıyal- lahü teâlâ anh” acele kalkıp, onun sözü gönlüne fazla te’sîr et- di. Buyurdu ki: Ne iş yaparsın. Yardım edeyim. O köle dedi ki, ben düşkün bir kişiyim. Elbisemi yıkayasın ve temizleyesin. Mübtelâlara (düşkünlere), dervişlere, hastalara yardım etmek senin üzerine vâcibdir. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi: Evet, Hak senin elindedir. Ne buyurur isen öylece yapacağım. O kendi esvâblarını çıkardı ve dedi; yâ Emîr-el mü’minîn! Sen esvâbını bana ver; giyineyim ki, çıplaklığa sabr edemem. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri esvâbını çıkarıp, ona verdi. Kendi beline bir peştemâl bağladı. Kölenin elbisesini yıkadı. Ondan özrler diledi. Ona taltîf gösterdi. Yumuşak sözler ile ha- lâllik diledi. Köle dedi, yâ Emîr-el mü’minîn, eğer sana acıma- sam, halâl etmezdim. Sen bilirsin ki, kıyâmet gününde, şark- dan-garba müslimânların çıplakları ve açları ve za’îfleri ve fa- kîrleri ve mübtelâları haklarından seni süâl ederler. Allahü teâ- lâ hazretleri bunlar haklarından sana süâl eder, sen ne cevâb verirsin. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” çok ağladı. Yine köle- den özrler diledi. Gönlünü hoş etdi. Kendi elbisesini ona bağış- ladı. Ağlıyarak geri döndü. “Radıyallahü teâlâ anh”.

Yetmişinci Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazret- lerinin zemânında bir kervân, bir gece vaktinde Medîne-i mü- nevvereye geldi. Kervândakilerin hepsi kâfir idiler. Konakla- dıkları gibi hepsi uyudular. Zîrâ yorulmuşlardı. Develerini ve yüklerini himâyesiz koydular. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu hâlde onları uyumuş gördü. Düşündü ki, sakın olmıya ki, bun- ların mallarını çalarlar, ben mes’ûl olurum. Bu endîşe ile Ab- dürrahmân bin Avfın “radıyallahü teâlâ anh” yanına vardı. Ab- dürrahmân bin Avf sordu, yâ Emîr-el mü’minîn! Bu vaktde ne işe geldiniz. Buyurdu ki, yâ Abdürrahmân! Bir kervâna uğra-

dım. Konmuşlar ve hepsi uyumuşlar. Korkdum ki, onların mal- ları çalınır. Bana muvâfakat et, varalım, onları bekleyelim. İki- si, varıp, hıfz edip, beklediler. Sabâh vakti oldu. Ömer “radıyal- lahü teâlâ anh” (Es-salât, es-salât), deyip, seslendi. Uyandılar. Emîr-ül mü’minîn dönüp, se’âdethânelerine geldi. Kervân hal- kından bir kimse, Emîr-ül mü’minînin, arkasından gitdi. Bu kimdir ki, bunları sabâha kadar bekledi. Onu başkalarından sü- âl etdi. Dediler, o emîr-ül mü’minîn Ömer hazretleridir. Yeryü- zündeki insanların en iyisidir. O kişi de varıp, kervân halkına haber verdi ki, emîr-ül mü’minîn Ömer kendisi gelip, biz uyur- ken bizi beklemiş. Dediler, onun kâfirlere bu derece (mertebe) şefkat ve merhameti olduğuna göre, müslimânlara ne derecede merhametlidir. Biz anladık ki, onun dîni hak dindir. Hepsi kal- kıp, Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, huzûr-ı şerîflerine varıp, te- mâmı müslimân oldular.

Yetmişbirinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyalla- hü teâlâ anh” Selmân-ı Fârisîyi “radıyallahü teâlâ anh” Fârîs vi- lâyetine vâlî ta’yîn etdi. Ebû Mûsel eş’arî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini hâkim ta’yîn etdi. Herbirine beyt-ül mâldan iki dank ta’yîn buyurdu. [Bir dank, yarım gram gümüşdür.] Bu- yurdular ki, beyt-ül-mâldan bir mescid binâ ediniz. Selmân var- dı. Emîrlik işleri ile uğraşmağa ve mescid binâ etmeğe başladı. Ebû Mûsel eş’arî başka bir yerde oturup, müslimânlar arasında hükm etmeğe başladı. Selmân kendi ücretinden iki dank aldı. Bir dankı ile Şâmî kilim aldı. Zîrâ illeti [hastalığı] vardı. Şâm ya- pısı o kilim hastalığa fâideli idi. Bir danka iki arpa ekmeği aldı. Yemekden sonra, kendi kilimini döşeyip, üzerinde bir mikdâr uyudu. Ebû Mûsel eş’arî, Emîr-ül mü’minîn katına mektûb yaz- dı. Yâ Emîr-el mü’minîn! Selmân, Resûlullahın “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” yaşayışını ve Eshâb-ı güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hâllerini bırakıp, çeşidli nefîs yemekler ile meşgûl olur ve yumuşak eşyâ üzerinde uyur. Müslimânların işleri ile meşgûl olmaz. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o mektû- bu okudu. Bir kimse gönderip, Selmânı azl etdi. Geri yanına ça- ğırdı. Selmân Medîne-i münevvereye geldi. Ehâli karşılamaya çıkdı. Hazret-i Ömer de karşılamaya çıkdı. Selmân-ı Fârisî “ra- dıyallahü teâlâ anh” hazret-i Ömeri “radıyallahü teâlâ anh” gö-

– 175 –

rüp, deveden indi. Yanına varıp, müsafehâ etdi. Sonra, Selmân dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn! Benim hakkımda ne işitdin ki, beni azl etdin. Hazret-i Ömer iki arpa ekmeğini ve Şâmî kilim üzerinde uyuduğunu söyledi. Selmân, kendi hastalığını söyledi ve tevbe etdi. Bir dahâ etmem, dedi. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Yâ Selmân! Allahü te- bâreke ve teâlânın izzü ve celâli hakkı için, eğer benim ahvâ- limden sen de bir nesne işitdin ise ki, sana mekrûh gelen [uy- gun gelmiyen] birşey, bana haber ver, tâ ben de tevbe edeyim. Selmân “radıyallahü teâlâ anh” dedi: Yâ Emîr-el mü’minîn, işitdim ki, senin iki kaftanın vardı. Biri eski, biri Cum’a nemâ- zından dolayı yeni idi. Sen bilirsin ki, bizim Peygamberimizin hiçbir vakt gömleği iki olmadı. Emîr-ül mü’minîn buyurdu: Yâ Selmân, bir zemân iki gömlek edinmişdim. Lâkin, birisini fuka- râya verdim. Tevbe etmişdim ve iki elbise kullanmıyacağıma da söz verdim.

Yetmişikinci Menâkıb: Bize bildirilmişdir ki, emîr-ül mü’mi- nîn hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Pers [Îrân] vilâyetini feth etdi. Deveden, atdan ve dirhemden ve koyundan ve sığır- dan ve köle ve câriyeden çok mal ve ganîmet getirdiler. Emîr-ül mü’minîn bütün o ganîmeti taksîm etdi. Kendisine aslâ birşey alıkoymadı. Se’âdethânelerine gece vakti geldiler. Ev ehli dedi- ler ki, niçin bizim için iki dirhem getirmedin. Yimek için, bu ge- ce evde hiç ta’âm yokdur. Hazret-i Ömer buyurdu, ey hâtun! Korkdum o tâifeden olmakdan ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri kelâmı mecîdinde buyurur: (... Dünyâ hayâtında gü- zel ni’metleri yiyerek, iyi işlerinizin sevâbını giderdiniz. Onlar ile istimtâ’ edip, fâidelendiniz, yeryüzünde kibrlenip, günâh iş- lediniz. Bugün şiddetli azâb ile cezâlanacaksınız.) [Ahkâf sûre- si 20.ci âyet-i kerîme meâli.] Yine korkdum o kimselerden de olurum diye. (Dünyâya mağrûr olup, aldandılar...) ve Hak süb- hânehü ve teâlâ buyurmuşdur: (Sizi dünyâ hayâtı aldatmasın...) ve de kıyâmet günü, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinden uzak kalmakdan korkdum, buyurmuşlar- dır. Resûlullah, (Ey Allahım! Beni miskîn yaşat. Miskîn olarak öldür. Kıyâmet günü miskîn olduğum hâlde, miskînler zümresi ile haşr eyle) buyururdu. Ondan sonra Ömer “radıyallahü anh”

bakdı ki, evde yiyecek yok. Dışarı çıkdı. Mescide varıp, minbe- re çıkdı. Yüksek sesle (Essalât) deyip, hutbeye başladı. Hutbe- de dedi ki, ey insanlar, kıyâmet korkusu olmasa idi, bu korkdu- ğunuz işlerden başka işler olurdu. Velâkin, kıyâmet korkusu bi- zi geri çekdi. Hevâmıza tâbi’ olmadık. Sonra buyurdu: Bana iki dirhem kim borç verir. Tâ ki bu gecenin ihtiyâcını göreyim ki, benim evimde bu gece yiyecek bir nesne yokdur. Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bunu işitdiler. Çok ağladı- lar. Sonra Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anh” kal- kıp, iki dirhem verdi.

Yetmişüçüncü Menâkıb: Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretle- ri, Fârîs [Îrân] şehrinin fethini emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” zemân-ı şerîfinde müyesser eyledi. O gece hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” huzûruna vardı. Gördü ki, acele ile mektûb yazarlar. Hazret-i Osmân selâm verdiler. Emîr-ül mü’minîn ce- vâb vermedi. Mektûbu bitirdi. Çırâğı söndürüp, selâma cevâb verdi. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” sordu: Neden selâmın cevâbını çırâğı söndürdükden sonra verdiniz. Buyurdu- lar ki, yâ Osmân! Çırâğı müslimânların maslahatları için ışık- landırdım. Korkdum ki, o zemân selâmını alsam o çırâğ ışığın- da, kıyâmet gününde, müslimânlar bana hasm olurlar [hakları- nı isterler]. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri beni ondan süâl edip, ben cevâb vermeğe tâkat getiremem.

Yetmişdördüncü Menâkıb: Allahü tebâreke ve teâlâ hazret- leri, anâsır-ı erbe’a ki, su, ateş, toprak, havâdır, emîr-ül mü’mi- nîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine müsahhar kıldı [Emrine verdi]. Hilâfetleri zemânında, Medîne-i münevverede bir zelzele vâki’ oldu. Halk korkdular. Hazret-i Ömer “radıyal- lahü teâlâ anh” halkı topladı. Minbere çıkıp, hutbe okudu. Hut- bede buyurdu ki, ey müslimânlar! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitmişim, buyurdular ki: (Ye- rin zelzelesi iki şeyden olur. Birisi, zinâ etmekden. Biri, zulm et- mekden. Zinâ ve zulm âşikâre olur ise, yer ona tâkat getiremez. Allahü tebâreke ve teâlâ dergâhına yalvarır, inler ve sallanma- ğa başlar. Tâ ki, Allahü tebâreke ve teâlâ onları helâk eder.)

Şimdi eğer günâhkâr ben isem, tevbe etdim. Siz de tevbe ediniz. Onlar da tevbe etdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kamçısını yere vurdu. Buyurdu ki, yâ yer! Sen tevbe edenlerin altında sallanıyorsun. Eğer sâkin olup, karâr kılmazsan, ben sa- na bir vururum ki, kıyâmete kadar onu söylerler. Sonra yer sâ- kin oldu. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hayâtda iken, bir dahâ yer sallanmadı; sâkin oldu, hazret-i Ömere boyun eğ- di. Nitekim, hazret-i Mûsâ aleyhisselâma boyun eğip, Kârûnu yutdu. Rüzgârın müsahhar olması [itâ’at etmesi] ise o hutbede, yâ Sâriye-el cebel [yâ Sâriye dağa] buyurdukları zemândadır. Bu sesi Nehâvendde Sâriye “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri- nin işitmesine vâsıl oldu. Kıssa-i sâbıkada beyân olunmuşdur. Yel [rüzgâr], Süleymân Peygamber “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyh” hazretlerine de itâ’at etmiş idi. Ateşin müsahhar ol- ması [itâ’at etmesi] şu şeklde oldu. Yemen yolu üzerinde bir ku- yu var idi. Ona Câh-ı Aden derlerdi. Ateş ile dolu idi. Her kim o kuyu üzerinden geçse yanardı. Bu haberi emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” götürdüler. Devlet ve se’âdetle kalkıp, o kuyunun başına vardı. Kamçısı ile kuyunun üzerine vurdu. Buyurdu ki, Ömerin kamçısından korkmaz mı- sın ki, ümmet-i Muhammedi yakarsın. O ateş, o kuyuya girip, gayb oldu. Kıyâmete kadar o ateş bir dahâ ortaya çıkmaz. Ule- mâdan ba’zıları demişler ki, o ateş (Eshâb-ı Eyke)ye indirilen ateşden kalmışdır. [Eshâb-ül Eyke; Şuayb aleyhisselâmın kâfir kavmidir.]

Yetmişbeşinci Menâkıb: Bir gün Emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dervişlere bahşîş verdi, mal ih- sân etdi. Bir kişi bir oğlan çocuğu ile geldi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu; Sübhânallah! Bu çocuğun sana benzediği kadar, birbirine benzeyen kimse görmedim. Muhakkak ki bu oğlan sana benzer. O kişi dedi ki: Yâ emîr-el mü’minîn! Bu oğ- lanın acâib ahvâlinden sana haber vereyim. Ben sefere gitmek murâd etdim. Bunun anası hâmile idi. Bana dedi, beni bu hâl- de koyup, gider misin. Ben dedim ki, karnında olan nesneyi Allahü teâlâ hazretlerine emânet etdim. Sonra seferden geri geldim. Annesi ölmüş. Bir gece söyleşirken, karşımızda mezâr- lıkdan bir ateş gördüm. Süâl etdim ki, bu ateş nedir? Dediler

bu ateş senin hanımının kabrindendir. Biz bunu her gece böy- le görürüz. Dedim, Sübhânallah! O hâtun nemâz kılıcı ve oruc tutucu idi. Bu ateş ne hâldir, diyerek vardım. Kabri açıp, gör- düm, bir çırâğ yanar. Bu oğlan onun ışığında oynar. Bir ses işit- dim ki, bana, bunu bize ısmarladın, geri biz sana verdik, diyor- du. Ben dedim, ne olaydı, anası da diri olaydı. Hâtıfdaki ses de- di ki, eğer anasını da bize ısmarlamış olaydın, bu şeklde onu da geri verirdik.

Yetmişaltıncı Menâkıb: Bundan evvel anlatılmışdı. Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bekçi yerine, şehri kendi dolanırdı. Nerede bir noksanlık görür ise, onu tedârik ederdi. Bu kadar ihtiyât ile dâimâ ağlar idi. Derler idi, yâ Emîr- el mü’minîn! Bu kadar korku ve ağlamak neden dolayıdır. Bu- yurdu ki, eğer bir koyun veyâ bir keçi Fırat kenârında gezer. Onun hastalığına ilâc yapmazlar ise, korkarım ki, kıyâmetde onu benden süâl ederler. O bu kadar takvâ ve vera’ sâhibi idi. Abdüllah bin Amr bin Âs “radıyallahü teâlâ anh” der ki, haz- ret-i Ömerin vefâtından sonra, ben dâimâ düâ ederdim ki, yâ Rabbel âlemîn! Ömer hazretlerini rü’yâda bana göster. Oniki aydan sonra düâm kabûl olup, rü’yâmda gördüm. Gusl edip, peştemâlini tutunmuş şeklde gördüm. Dedim, yâ emîr-el mü’minîn! Allahü teâlânın huzûrunda yerini nasıl buldun. Bu- yurdu ki, yâ Abdüllah! Sizden ayrılalı ne kadar zemân oldu. Dedim: Oniki ay. Buyurdu: Şimdiye kadar muhâsebede idim. İşlerimden helâk olmak korkusu var idi. Eğer, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmeti gazabını aşmasa idi, çâresiz kalır, mahv olurdum. Şimdi ben ve sen bilelim ki, defterleri günâh ile siyâh etmişiz. Ben ve sen tâ’at ve hasenâtı rüzgâra vermişiz. Ben ve sen yüz suyunu Allahü teâlâ ve Resûlü önünde yere dökmüşüz. [Huzûrunda edebsizlik etmişiz.] Ben ve sen dünyâ malına mağrûr ve meşgûl olup, âhıret hâzırlığı yapmamışız. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hâli böyle olan yerde ki, dünyâda geçinecek mikdârdan fazla eşyâ tutmazdı, yâ biz âsî ve şer kulların ve âhıreti dünyâya veren ha- sîslerin, belki âhıreti bir başkasının dünyâsına veren düşük kim- selerin hâli ne olur.

Yetmişyedinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretleri Ebû Mûsâ-el eş’arî “radıyallahü teâ- lâ anh” hazretlerini Pars vilâyetine vâlî ta’yîn edip, göndermiş- di. Bir müddet sonra bir mektûb yazıp, gönderdi. Mektûbda: Bilmelisin ki, idârecilerin en iyisi o kimsedir ki, halkı onun se- bebi ile iyidir. Kötü bahtlılar onun ile kötü bahtlıdır. Ve zin- hâr yâ Ebû Mûsâ, elini açık tutup, isrâf edici olma ki, o vakt âmillerin de öyle ederler. Senin misâlin o hayvan gibidir ki, otu çok yir. Onun semîz olması, boğazlanmasına sebeb olur. Bir vakt hazret-i Ömer ve Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anhü- mâ” oturmuşlar idi. Hazret-i Ömer buyurdu ki: Yâ Huzeyfe! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri münâ- fıkların sırrını sana söylemişdir. Bende nifâk eserinden ne gö- rürsün. Huzeyfe dedi ki: Allahü teâlâ muhâfaza etsin. Sen bu- nu nasıl söylüyorsun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden, sende nifâk ile alâkalı birşey işitme- dim. [Ya’nî sende münâfıklık alâmeti yokdur.] Bir vaktde de oturmuşdu. Vera’ sözünü söylerdi. Sonra buyurdu; harâma ve şübheliye düşerim korkusu ile yetmiş halâlden el çekdim. (Kimyâ-i se’âdet)de de nakl edilmişdir ki, emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” yedi veyâ dokuz lokmadan faz- la yimezdi.

Yetmişsekizinci Menâkıb: Ebû İshak Gülâbâdî (Te’arrüf) kitâbında demişdir ki, emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radı- yallahü teâlâ anh”, Üveys-i Karnînin “rahmetullahi aleyh” sı- fatını Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- rinden işitmişdi. Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” söy- lemişdi, Üveysi görmemişdi. Fekat, Üveysi çok senâ ederdi. Ömere “radıyallahü teâlâ anh” Üveys hakkında vasıyyet eyle- di. Hilâfet sırası hazret-i Ömere geldi. Arefe gününde halkı Arafatda toplanmış buldu. Minber üzerine çıkdı. Seslendi: Her kim Irâklı ise ayağa kalksın. Bir mikdâr halk ayağa kalkdılar. Her kim Yemenli ise, ayrı tarafda otursun. Bir kişi kalkdı. Emîr-ül mü’minîn o kişiden süâl buyurdu ki; Neredensin. O dedi, Karndanım. Buyurdu, Üveys-i Karnîyi bilir misin. Bili- rim, onu niçin soruyorsunuz. Hâlbuki, içimizde ondan dîvâne ve fakîr yokdur. Emîr-ül mü’minîn bunu işitdi ve buyurdu ki,

onu o sebebden isterim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim, buyurdu ki: Kıyâmet günü Râbi’a ve Mudar kabîlelerinin koyunlarının yünü adedince, Onun şefâ’atiyle benim ümmetimden Cennete girseler gerek- dir. Bu iki kabîle Arabistânda büyük kabîlelerdir. Koyunları çokdur.

Herem bin Hayyân “rahmetullahi aleyh” der ki: Bunu işit- dim. Kûfeye varıp, onu taleb etdim [aradım]. Tâ Fırat kenârın- da buldum, abdest alıp, kaftanını yıkardı. Selâm verdim. Selâmı- mı alıp, bana bakdı. İstedim ki, elini tutayım. Dedim: Allahü teâlâ sana rahmet etsin, seni afv etsin, nasılsın. Bana onun mu- habbetinden ve onun hâlinin zaîfliğine acımamdan, bir ağlamak geldi. O da ağladı. Dedi: Yâ Herem bin Hayyân! Sen nasılsın, yâ benim kardeşim. Sana benim tarafıma kim yol gösterdi. Ben sordum: Benim adımı ve babamın adını nasıl bildin, görmemiş iken, nasıl tanıdın. (O alîm ve habîr ki, hiçbir şey onun ilminden dışarı değildir), bana haber verdi. Benim rûhum senin rûhunu tanıdı. Mü’minlerin rûhu birbirlerini görmemiş olsalar bile, bir- birleri ile âşinâ olurlar. Dedim, bana Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden bir haber ver, yâdigâr olsun. Dedi: Benim cânım ve bedenim Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” fedâ olsun. Ben Onu görmemişim ve Onun hadîsini gayriden işitmişim. Hadîs rivâyetinin yolunu kendimin üzerine kurulmasını istemem. Muhaddis ve müftî olmağı ve meşhûr olmağı istemem [sevmem]. Benim bir meşgûliyyetim vardır ki, ondan gayri ile meşgûl olmam. Dedim; bana bir âyet oku. Tâ senden işiteyim. Bana düâ ve vasıyyet et. Tâ onunla amel edeyim ki, seni Allah için çok severim. Benim elimi tutdu. Fırat kenârına götürdü. Dedi; (E’ûzü billâhi mineşşeytânirra- cîm) ve ağlayıp, sözlerin en doğrusu Allahü teâlânın sözüdür. Sonra Dühân sûresi 38.ci âyetinden 42.ci âyetine kadar okudu. (Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri abes olarak, bâtıl olarak yaratmadık. Bu ikisini hak olarak yaratdık. Fekat çokları bunu bilmezler. Doğrusu hükm günü hepsinin bir arada bulunacağı gündür. O gün dostun dosta hiçbir fâidesi olmaz. Yardım da görmezler. Yalnız Allahü teâlânın merhamet etdiği kimseler bunların dışındadır. O şübhesiz güçlüdür, merhametlidir.) Son-

ra bir bağırdı ki, aklı başından gitdi ve dedi, yâ Hayyân oğlu! Baban Hayyân öldü. Sen dahî yakındır ki ölürsün! Yâ Cennete gidersin veyâ Cehenneme! Baban hazret-i Âdem aleyhisselâm öldü ve Nûh aleyhisselâm öldü. İbrâhîm Halîlullah öldü. Mûsâ kelîmullah öldü. Dâvüd halîfe-i hüdâ öldü. [Hazret-i Îsâ ölme- di.] Hazret-i Muhammed Resûlullah “aleyhissalâtü vesselâm” öldü. Resûlullahın halîfesi Ebû Bekr öldü. Birâderim hazret-i Ömer de öldü. Ben, Ömer henüz ölmedi, dedim. Hak Sübhâne- hü ve teâlâ bana Ömerin öldüğünü haber verdi. Ben ve sen de öleceğiz, dedi. Salevât getirip, kısa bir düâ yapdı. Dedi ki, be- nim sana vasıyyetim odur ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretle- rinin kelâm-ı azîmüşşânını ve ehl-i sâlih tarîkını [sâlih kişilerin yolunu] önünde tutasın, ölümü anmakdan bir sâat gâfil olmıya- sın. Kendi kavmine varıp, onlara nasîhat edesin. Onları nasîhat- sız bırakmayasın. Cemâ’atden bir adım ayrılmayasın ki, bilme- den dinden çıkar ve Cehenneme düşersin. Sonra bir çok düâlar etdi ve dedi: Yâ Herem bin Hayyân! Bundan böyle ne ben seni görürüm. Ve ne sen beni görürsün. Beni düâ ile yâd et. Tâ ki, ben de seni düâ ile yâd edeyim. Sen bir tarafa git. Ben de bir başka tarafa gideyim. İstedim ki, bir sâat onunla gideyim. İste- medi ve ağladı, beni de ağlatdı. Ardınca bakdım. Sonra bir ma- halleye girdi. Bir dahâ ondan haber alamadım. Ömrümün sonu- na kadar hazret-i Ömerin rûhuna hayr düâ ederdim ki, bana onun tarafına yol gösterdi. Eğer onun irşâdı olmasaydı, ben Üveysi bulup, feyz alamazdım.

Yetmişdokuzuncu Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer “ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin bir câriyesi var idi. Adı Zâi- de idi. Bir gün koşarak Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına geldi ve dedi ki: Yâ Nebiy- yallah! Ben Ömerin evinde idim. Hamur yapıp, ekmek pişir- mek istedim. Odun yok idi. Vardım hurmalığa odun getirme- ğe. Odunu topladım. Bağladım. Getirmeğe kâdir olamadım. Bir at ayağı sesi işitdim. O hurmalıkda hiç atlı görmemişdim. Bakdım, güzel yüzlü bir atlı gördüm. Yeşil kaftanlar giymiş. Bana dedi, yâ Zâide! Hazret-i Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” nasıldır. Ben dedim, pek iyidir. Cennet ile müjde verir. Cehennem ile korku verir. Dedi, yâ Zâide! Git,

– 182 –

hazret-i Muhammedin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzû- runa, ona benden selâm söyle. Söyle ki, Cennet Rıdvânı sana selâm eder. Ve der ki, hiç kimse senin Peygamberliğine ve Re- sûllüğüne benim kadar sevinen ve hurrem olan kimse olmadı. Zîrâ ki hiçbir Peygamber ümmeti, onun ümmeti kadar Cenne- te girmek istemez. Senin ümmetin kıyâmet günü üç bölük olsa gerekdir. Zâlimler, muktesıdlar ve sâbıklar. Allahü teâlâ sâbık- ları hesâba çekmez. Hesâbsız Cennete gönderir. Muktesıdların hesâbı kolay olur. Yine Cennete gönderir. Zâlimleri Senin şe- fâ’atin ile sana bağışlar. Ümîd ederim ki, senin ümmetinden kimse kıyâmetde, zâyi’ olmaz. Bu üç gürûh, senin bereketin ile Cennete girerler. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek başını secdeye koydu ve buyurdu ki, El- hamdülillah ki, beni dünyâdan âhırete iletmeden, Rıdvânın di- li üzerinden, benim ümmetimin afv olacağını bana müjde ver- di. Zâide dedi ki; yâ Resûlallah! Bundan acâibini söyliyeyim! Ben odunu bağlamışdım. Ağır idi. Götürmeğe kâdir olama- dım. Bana dedi, odunu götüremiyor musun. Dedim, evet, götü- remiyorum. Elindeki kamçısı ile bir büyük taşa işâret etdi ve yâ taş kalk. Bu odunu Ömer bin Hattâbın evine götür ve sen geri gel, dedi. O sâat o taşı gördüm. Yerinden kalkarak, koşarak geldi. O odunu yerinden kaldırıp gitdi. Ömerin kapısına koy- muş, geri geldiğini gördüm. Geldi, yerinde karâr eyledi. Sonra o atlıyı görmedim. Ey kardeşim! Eğer, Ömerin “radıyallahü anh” fazîletlerini bilmek istersen, onun hizmetçisinin hâline bak! Hizmetçisinin fazîleti böyle olur ise, kendinin fazîletini kı- yâs eyle “radıyallahü teâlâ anh”.

Sekseninci Menâkıb: (Tenbîh-ül gâfilîn)de nakl edilmişdir. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine Şâmdan kablar içinde zeytin getirmişler idi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri onu taksim ederdi. Oğlu önünde otururdu. Boş olan kaplara elini sürerdi. Eli yağlı olurdu. O yağlı elini saçına sürerdi. Ömer hazretleri bakdı. Dedi ki, ey oğul! Saçını yağlı görürüm. Oğlu dedi: Evet, elim zeytinlerin kabından, saçlarım da elimden yağlandı. Çabuk oğlunun elinden tutup, hamâma götürdü. Saçlarını yıkatdı. Buyurdu ki: Oğlum! Bu iş babanın azâb görmesinden kolaydır.

Yine (Tenbîh-ül gâfilîn)de bildirilmişdir. Bir gün bir kişi Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin huzûruna hanımın- dan şikâyet etmeğe gitdi. Se’âdethânelerinin [evinin] kapısına vardı. İçeriden bir münâkaşa sesi geliyordu. O kişi der ki, kula- ğımla işitdim ki, harem-i muhteremleri [muhterem hanımları] Ümm-i Gülsüm ona çok sözler söyler. Hazret-i Ömer “radıyal- lahü teâlâ anh” ona aslâ karşılık vermez. Susar ve dinler. O ki- şi kendi kendine dedi ki, ben isterim ki kendi hanımımdan haz- ret-i Ömere şikâyet edeyim. Şimdi o benden de çok elemde ve cefâdadır. Evine gitmek üzere geri dönmüş idi. Hazret-i Ömer dışarı çıkdı, o kişiyi gördü ki, gidiyor. Ona dedi ki, ne iş için gel- mişdin. O kişi, Yâ Emîr-el mü’minîn! Hanımımdan sana şikâyet etmeğe gelmişdim. Sizin harem-i şerîfinizde olan nesneyi işitin- ce geri döndüm, dedi. Hazret-i Ömer buyurdu ki, (Ben onu, üzerimde olan şu haklardan dolayı afv ederim. Birincisi, benim ile Cehennem arasında perdedir. Nefsim onun ile harâmdan sâ- kin olur. İkincisi, evden dışarı giderim, evimin bekçisi olur. Üçüncüsü, kassârımdır, esvâbımı yıkar. Dördüncüsü, çocukları- mın bakıcısıdır. Beşincisi, ekmeğimi yapar, yemeğimi pişirir. Onun bu hakları onu azarlamama mâni’dir.) O merd de dedi ki, doğru söyliyen kişiyi ve doğru giden kişiyi Allahü teâlâ sever. Benim hanımımın da bu hakları var. Onu rızâm ile afv etdim.

Seksenbirinci Menâkıb: (Mesâbîh)den havz ve şefâ’at bâbı- nın hasen hadîs-i şerîflerinde Enes “radıyallahü teâlâ anh” nakl etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyur- dular ki: (Allahü teâlâ bana ümmetimden dörtyüzbin kimseyi Cennete koyacağını va’d etdi.) Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, bize ziyâde et yâ Resûlallah, dedi. Buyurdu: İki elini avuç yapıp, bunun kadar, buyurdu. Yine Ebû Bekr “radıyallahü teâ- lâ anh” dedi: Bize ziyâde et, yâ Resûlallah! Yine öyle buyurdu. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi: Bizim hepimizi Allahü teâ- lâ Cennete koymağı irâde etse idi, bir avuçda koyardı. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Ömer doğru söyledi) bu- yurdular.

ÜÇÜNCÜ BÂB

Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü teâlâ anhümâ” menâkıbı:


Birinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de Şeyhaynın [Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk] radıyallahü anhümâ” menâkıbları bâ- bında, sahîh hadîslerde, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Fahr-i âlem ve Resûl-i ek- rem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Bir adam öküzünü sürüp giderdi. Adam yoruldu. Öküze bindi. Allahü teâlâ öküze nutk verip, fasîh lisân ile söyledi ki, biz bi- nilmek için halk olunmamışız. Biz ancak çift sürmek için halk olunmuşuz. İnsanlar bunu işitip, dediler ki, Sübhânallah! Öküz konuşdu.) Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdular ki, (Muhakkak ben öküzün konuşmasına inandım. Ebû Bekr ve Ömer de îmân getirdiler.) Hâlbuki bu iki server, o mekânda hâzır değil idiler. Onların orada olmadıkları hâlde, gıyâblarında onlar için şehâdet etdiler. Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: Bir çoban kendi koyunları içinde dururdu. O sırada bir kurt koşarak bir koyunu aldı, gitdi. Sâhibi yetişip, koyunu kurtardı. Allahü teâ- lâ hazretlerinin kudreti ile kurt konuşmaya başlayıp, seb’ günü koyunu kim güdecek. O bir gündür ki, benden gayri koyuna ço- ban olmaz. İnsanlar işitip, dediler ki, Sübhânallah! Kurt konu- şuyor. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: Muhakkak ben kurdun konuşmasına îmân getir- dim. Ebû Bekr ve Ömer de îmân getirdiler. Hâlbuki onlar o mekânda hâzır değil idiler. Seb’ gününde ihtilâf etdiler. Lâkin sıhhatli olan ma’nâ budur ki, seb’ günü o gündür ki, fitne ve fe- sâd çok olur. İnsanlar koyunları sâhibsiz bırakıp, kurtların eline fırsat düşer.

İkinci Menâkıb: (Mesâbîh)de yine aynı bâbda hasen hadîs-i şerîflerde, Ebû Sa’îdil Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretle- rinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi

ve sellem” hazretleri buyurmuşdur ki: (Sizin gök yüzündeki ışıklı yıldızlara bakıp, gördüğünüz gibi, Cennet ehli de İlliyyîn ehline bakar. Muhakkak ki, Ebû Bekr ve Ömer onlardandır. Lâkin onlar bu mertebeden de yüksekdirler. Na’îm Cennetine dâhil oldular.)

Yine hasen hadîs-i şerîf olarak, Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu ma’nâ ile alâkalı hadîs-i şe- rîfde buyurdular ki, (Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ an- hümâ” Cennet erkeklerinin, enbiyâ ve mürselînden gayri sey- yididir. “Alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”. Yine hasen hadîs-i şerîf olarak, Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anh” hazretle- rinden rivâyet edilmişdir. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular. Bu mefhûm üzerine ki, iktidâ edin [uyun] o iki kimseye ki, benden sonra halîfedirler. Onlar Ebû Bekr ve Ömerdir “radıyallahü anhümâ”.) Yine Enes “ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mescide dâhil oldukları zemân, Ebû Bekr ve Ömerden başka kimse başını yukarı kal- dırmazdı. O ikisi hazret-i Resûle bakıp, tebessüm ederler idi. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” de onla- ra bakıp, tebessüm ederdi. Yine hasen hadîsde, Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet edil- mişdir: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir gün çıkdılar ve mescide geldiler. Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” biri sağında ve biri solunda idi. Hazret-i Resû- lullah ara yerde, ikisinin elini tutduğu hâlde, buyurdular ki, (Kıyâmet gününde böylece ba’s olunuruz.) [Kıyâmet gününde böyle kalkarız.]

Üçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de o bâbın hasen ha- dîs-i şerîflerinde, Abdüllah bin Hatıyyeden rivâyet edilmişdir. Abdüllah bin Hatıyye tâbi’îndendir. Hazret-i Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem”; hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Öme- ri “radıyallahü anhümâ” gördükde, buyurdu ki, (Bunlar gözdür ve kulakdır). Ya’nî bu ikisi, Serverin menzil-i dinde, göz ve ku- lak menzilesindedir. Ba’zı ehl-i dirâyet; hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu kavl-i şerîfinin te’vîlinde,

– 186 –

(Allahım! Bizi gözlerimiz ve kulaklarımızdan fâidelendir!) ha- dîs-i şerîfindeki göz ve kulakdan murâd, Ebû Bekr ve Ömerdir “radıyallahü teâlâ anhümâ”, demişlerdir.

Yine o bâbda hasen hadîs-i şerîfde, Ebû Sa’îd hazretlerin- den “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular: (Her Peygambe- rin yer ehlinden iki, gök ehlinden iki vezîri olur. Benim gök eh- linden vezîrlerim Cebrâîl ve Mikâîldir “aleyhimesselâm”. Yer ehlinden vezîrlerim Ebû Bekr ve Ömerdir “radıyallahü teâlâ anhümâ”.) Yine o bâbın hasen hadîsler kısmında, hazret-i Ebû Bekrden rivâyet olunmuşdur. Bir adam, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine dedi ki, rü’yâda gördüm. Gökden bir mîzân nâzil oldu. Hazretiniz “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” ve Ebû Bekr hazretleri vezn olundunuz, ya’nî tar- tıldınız! Siz üstün geldiniz. Ebû Bekr ve Ömer hazretleri vezn olundular. Ebû Bekr üstün geldi. Ömer ve Osmân hazretleri vezn olundular. Ömer üstün geldi. Sonra mîzân kalkdı. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine bu rü’yâdan bir büyük üzüntü hâsıl oldu. Buyurdular ki; (Nübüvvete âid olan hilâfetden sonra, Allahü teâlâ mülkü dilediğine verir.)

Tayyibî beyân etmiş ki, bu rü’yâ şuna işâret eder. Hak üzere olan hilâfetde kesinti olur ve sonra yok olur. Hadîs-i şerîfde bil- dirildiği gibi, hazret-i Ömerin hilâfeti de nübüvvete bağlı olarak devâm eder. Şeyhaynın [hazret-i Ebû Bekr ve Ömerin “radıyal- lahü anhümâ”] derecesine hiç kimse çıkamadı. Bunların yapdığı hizmet, başkalarına nasîb olmadı. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” ve hazret-i Alî de “radıyallahü teâlâ anh” hak üzere halîfe idiler. Bunların zemânında fitne ve karışıklıklar çoğaldı. Kalblerde üzüntüler artdı. [Ehl-i sünnete göre, her ikisini de üs- tün bilmek ve sevmek şart oldu.] Osmân ve Alî “radıyallahü teâ- lâ anhüm” hazretlerinden sonra melik-i adûd oldu.

Dördüncü Menâkıb: (Ravdat-ül ulemâ) kitâbının sâhibi, yazmış ki, fakîh Ebû Nasr fârisî dil ile hazret-i Alîden “radıyal- lahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resûlul- lahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna bir kişi gel- di ve dedi ki, yâ Resûlallah! Filân yehûdînin bir ısırıcı köpeği

– 187 –

vardır. Her ne zemân cemâ’ate gelmek için oradan geçerim, beni dişler [ısırır], elbisemi yırtar. O yehûdîye emr edin ki, o kelbi [köpeği] habs etsin. Resûlullah hazretleri kalkıp, o yehû- dînin evine gitdi. Yehûdî karşıladı. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” (Yâ Ehal Yehûd! Senin köpeğin bu kim- seyi dişlemiş ve elbisesini yırtmış) buyurdu. Yehûdî dedi ki: Benim köpeğim kendine eziyyet etmiyene eziyyet etmez. Eğer sen Allahü teâlâ hazretlerinin Resûlü isen, öyle zan edersin [ki öyledir], gel köpekden sor ki, niçin eziyyet eder. Rivâyet eden diyor ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri, yehûdînin köpeğini gördü. Köpek kalkdı. Ondan yana ko- şup, kuyruğunu oynatmağa başladı. O sırada o şahsı da gördü. O şahsın üzerine saldırdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki; nedir senin hâlin yâ kelb. Niçin bu kimse- ye sebebsiz eziyyet edersin. Hak Sübhânehü ve teâlâ kelbe ko- nuşmak için izn verdi. Hattâ fasîh bir lisân ve güzel bir ibâre ile konuşup, dedi ki, yâ Nebiyyallah! Muhakkak, benim yanım- dan hergün bin adam geçer. Hiçbirine zarar vermem. Bu ada- ma o sebebden eziyyet ederim ki, Ebû Bekr ve Ömer “radıyal- lahü teâlâ anhümâ” hazretlerine buğz eder ve o iki serverin gü- zel sûretlerini kapısının dehlîzinde tasvîr etmişdir. Evine girer- ken ve evinden çıkarken o sûret-i şerîflere tükürür. Yâ Resû- lallah! Benim ile berâber buyurun, onun evine gidelim. Eğer ben yalancı isem, nefsim sana fedâ olsun. Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri o şahsın evine gitdiler. Bakdılar ki, kelbin [köpeğin] anlatdığı minvâl üzere dehlîzin kapısı üzerinde, mubârek resmlerin üzerinde tükrük izleri gö- rünür. Resûl-i ekrem hazretleri o şahsa dönüp, buyurdular ki, (Tevbe eyle, müslimân ol. Allahü teâlâ hazretleri tevbeni ka- bûl eyleye.) O şahs da tevbe edip, müslimân oldu. Sonra kel- bin sâhibi de müslimân oldu. Sonra kelb dedi ki: Selâm Senin üzerine olsun yâ Resûlallah! Sen Hak teâlânın gönderilmiş ha- kîkî Peygamberisin. Sonra gözden kayboldu.

Beşinci Menâkıb: Yine (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi demişdir ki, Sâlih bin Muhammed bin Sâlih el Sehâvîden işitdim. İsnâd ile Ebûl Cerrâhdan, o da Ebûl Alkamadan hikâye eder. Ebûl Alkama dedi: Bir büyük kâfile içinde bulundum. Emîrimiz bir

şahs idi ki, onun emri ile göçüp, onun emri ile konardık. Bir menzile vardık. O şahs, Şeyhaynı “radıyallahü anhümâ” şetm etdi [kötüledi, yakışmıyan şeyler söyledi]. Biz nehy etdikçe kes- medi, vaz geçmedi. O gece rü’yâmda gördüm. Sabâh olup, yük- lerimizi yükledik. Bendlerimizi ıslâh eyledik. Emîrimiz tarafın- dan emr bekledik. Kimse ses vermedi. Emîrin yanına vardık ki, görelim, hâli nedir ve ne yapar. Gördük ki, bağdaş kurmuş, oturmuş. Ayaklarını bir örtü ile örtmüş. Ayaklarını açdık. Gör- dük ki, neûzübillah, ayakları, hınzır ayaklarına dönmüş. Hayva- nı eğerleyip, hayvanına bindirdik. Bir kilisenin yanına geldik ki, orada domuzlar otlar. Hemen hayvanından aşağı sıçrayıp, iki ayağı üzerine durdu. Üç kerre domuz gibi bağırdı, domuzlara karışdı. Onlar gibi domuz oldu. Hattâ onlardan ayırmak müm- kin olmadı. Neûzübillah. Kötü işlerimizden, nefslerimizin şer- rinden Allahü teâlâya sığınırız.

Altıncı Menâkıb: (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi demiş ki, Fakîh Ebülleys Nasr Ahmed bin Muhammed Hayr dedi ki: Ben Bu- hâra pazarından Tûs pazarına gitmek üzere yola çıkdım. Yolda Fergâna köylerinden İskenderiyyeli bir şahs ile arkadaş oldum. Ben o şahsa dedim. Nereden gelirsin, nereye gidersin. O şahs dedi ki, Fergâneden gelirim, hacca giderim. Bir hanım için üç- yüz dirheme hacca giderim. Ben ona bu zemân hac vakti değil, zîrâ hâcılar çıkmışlardır, sen onlara erişemezsin. Fergâneden Mekke-i Mükerremeye üçyüz dirheme nasıl hacca gidersin de- dim. O şahs dedi ki, bizim için Tûsda bir yer vardır. Ona meş- hed denilir. Biz o beka’ayı [o yeri] hac ederiz. O yerde hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” sülâle-i şerîflerinden Alî bin Mûsâ el Rızânın kabri vardır. O kabri hac ederiz. Ona karşılık cevâb verdim. Delîl ve senedli cevâb verdiğim hâlde, konuşma- mız münâkaşa şeklini alınca, onu Meşhedde terk etdim ve Tû- sa gitdim. Kıssayı hâkime söyledim. O sırada Ebûl Fadl el ednî hâkim idi. Tûsda hâkim bana dedi ki, niçin arkadaşlığını devâm etdirmedin. Böylece, onların küfrü açığa çıksa idi. Biz de o se- beble onları bu şehrden ihrâç ederdik [sürerdik]. Hâkimden izn taleb etdim, dönüp Meşhede gitdim. Birçok geceler onunla ol- dum. O kadar onunla düşüp-kalkdım ki, kendilerinden zan et- di. Ben de onlardan oldum. Bana dedi ki, yâ falan, artık bizden oldun, artık bizim seyyidimizi ve imâmımızı ziyâret etmez mi-

sin! Olur, dedim. İmâmları bir şahs idi ki, tanışdık. Onlar ile ne- mâz kılardı. Kur’ân-ı azîmüşşânı, neûzübillâhi teâlâ, hakîkî kı- râetinden başka bir şeklde okurdu. Hattâ Kıyâmet sûresini okudu. Meâl-i şerîfi (Ey Resûlüm! Kur’ân-ı kerîmi kalbinde toplayıp, dilinde sâbit kılmak bizim üzerimizdedir) olan 17.ci âyet-i kerîmeyi okurken, değişdirip okudu. Ben kalbimden ona yalan söyliyorsun, dedim. O nemâzı yeniden kıldım. Sonra o şahs beni büyüklerinden birinin yanına gizlice götürdü. Orada bir şahs gördüm ki, iki ayağı kelb ayağı gibi ve ağzı kelb ağzı gi- bi, kelb sûretinde idi. Onlar derler ki, o şahs Allahü teâlâ haz- retlerini zikr eder. Sonra o Fergâneli bana dedi ki, bu seyyidi- miz hergün Şeyhayn hazretlerine “radıyallahü teâlâ anhümâ” neûzübillah, bin kerre la’net eder. Emr geldi, bu mertebeye gel- di. Ben de çıkdım Tûs şehrine geldim. Hâkime hepsini haber verdim. Kalkıp Meşhede geldi. O tâifeyi oradan çıkarmak için uğraşdı. Mümkin olmadı.

Yedinci Menâkıb: Yine (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi “rahime- hullahü teâlâ” diyor ki: Edîb Zâhid-el Yûsüf Ya’kûb bin Yûsüf- den “rahimehullah” işitdim. Der ki, ben Mekke-i mükerreme yolunda Dâmigâna vardım. Nişâpûrlu bir şahsa rast geldim. Bu şahs, Dâmigânlı bir şahs ile; Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinin fazîletleri konusunda münâkaşa ediyorlardı. Dâmigânlıya Şeyhayn hazretlerinin fazîletleri ko- nusunda yardım etmek için, ben de onlara dâhil oldum. Edîb Zâhid şöyle nakl etmişdir. Dâmigânlı, Nişâpûrluya dedi ki, bu konuda benim sana söylediğim sözleri kimse söylememişdir. Lâkin sana bu dalâletden dönmen için hiçbir şey fâide vermedi. Gel seninle fi’li tecrîbe edelim. Nişâpûrî dedi ki, nasıl? Dâmigâ- nî dedi ki; Dâmigânda bir hamâm vardır. Emîr hamâmı den- mekle meşhûrdur. Dâmigân hamâmlarında o hamâm külhânın- dan büyük ateşli bir külhân [ocak] yokdur. Varalım, külhâncı- ya külhân kapısını açdıralım. Sen ve ben külhâna girelim ve onun içinde zuhr [öğle] vaktine kadar eğlenelim. Eğer sen hak üzerine isen necât bulursun [kurtulursun], ben helâk olurum. Eğer ben hak üzere isem, ben necât bulurum [kurtulurum], sen helâk olursun. Kalkdık, o hamâma vardık. Külhâncı bizim için külhân kapısını açmakdan imtinâ etdi [çekindi]. Tâ ki, birkaç müslimânı bu kadiyye üzerine şâhid tutdu. Sonra, Dâmigânî,

– 190 –

Nişâpûrînin sağ elinin küçük parmağından tutup, kendi önce külhâna [ocağa] girip, Nişâpûrîyi de çekdi. İkisi berâber külhâ- na girip, eğlendiler [beklediler]. Hamâm yakınında olan câmi’in müezzini zuhr [öğle vaktinin] ezânı okuyunca, ben külhâncıyı [ocakcıyı] çağırdım. Külhâncı da o ikisine nidâ etdikde [sesle- nip, çağırdıkda], Dâmigânlı çıkdı. Elbiselerinden bir parça bile yanmamış. Ateş aslâ te’sîr etmemiş. Nişâpûrlu ise, yanmış, kö- mür gibi olmuş. Ey mü’mîn kardeşler. Şeyhaynın “radıyallahü anhümâ” fazîleti hakkında, başka kıssa olmasa, bu acâib kıssa kifâyet eder.

Sekizinci Menâkıb: Hazret-i Ömer bin Hattâbın “radıyalla- hü teâlâ anh” âdet-i şerîfleri şu idi ki, herkesden önce mescide giderlerdi. Bir gün mescide giderken gördü ki, bir çocuk, ace- le ile önünden gider. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ sabî [çocuk], niçin bu kadar acele mescide gidersin. Sana henüz nemâz dahî farz olmamış. Çocuk dedi ki, yâ Ömer, ben niçin acele etmiyeyim ki, dünkü gün, benden kü- çük bir çocuk vefât etdi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” çocukdan bu sözü işitince, o şeklde ağladı ki, gözünden yaş yerine kan geldi.

Dokuzuncu Menâkıb: Bostân sâhibi “rahimehullahü teâlâ” (Kitâb-ül Bostân)da, ba’zı selefden nakl etmişdir. Benim bir komşum vardı. Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerini şetm ederdi [kötülerdi]. Bir gece aşırı kötüledi. Te- hammül edemeyip, döğüşdüm. Sonra döndüm, hüzn ve üzüntü ile evime geldim. Yatsı nemâzını te’hîr edip, uyudum. Uykum içinde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- ni gördüm. Dedim ki; yâ Habîballah! Falan kişi senin eshâbını seb’ eder [kötüler]. Buyurdu ki; kimi kötülüyor. Dedim, Ebû Bekr ve Ömer hazretlerini. Buyurdu ki; bu bıçağı al, bununla var onu boğazla. Ben de o bıçağı aldım. Onu yıkıp, boğazladım. Gördüm ki, kanından elime bulaşdı. Elimi yere sürdüm. Bu es- nâda uyandım. O şahsın evinden bağırmalar [figânlar] geldiğini işitdim. Dedim ki, bu figân nedir. Dediler, bu gece filan füc’eten ölmüş. Sabâh oldu. Vardım, ona bakdım. Boğazından bir hat çekilmiş, gördüm. Bu kıssa (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmış- dır.

– 191 –

Onuncu Menâkıb: Sefîne “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Mescid-i şe- rîfi binâ etmeğe başladı. Kendi mubârek eli ile bir taş koydu. Sonra, Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Sen de taşını benim taşımın yanına koy. Sonra Ömer “radıyallahü teâ- lâ anh” hazretlerine de buyurdu ki, yâ Ömer! Sen de taşını Ebû Bekrin taşı yanına koy. Buyurdu ki; Bunlar benden sonra halî- felerdir. Bu da (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Onbirinci Menâkıb: Rivâyet olunmuş ki, Sahâbe-i güzînin “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” çocukları oynaşırken, hazret-i Ebû Bekrin oğlu, hazret-i Ömerin oğluna, uzun fikrlinin oğlu, dedi. Hazret-i Ömerin oğlu ağlıyarak babasına varıp, Ebû Bek- rin oğlu bana böyle dedi, diye şikâyet eyledi. Ömer “radıyalla- hü teâlâ anh” hazretleri de bu sözden üzüldü. Dedi ki, mutlaka büyüklerinden işitip, öyle demişdir. Zîrâ çocuk kendisi böyle söylemez, deyip, kalkıp, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine vardı. Durumu arz etdi. Hazret-i Ha- bîbullah, hazret-i Ebû Bekri da’vet etdi. Hazret-i Ebû Bekr “ra- dıyallahü teâlâ anh” da huzûr-ı şerîflerine geldi. Ebû Bekre hi- tâb edip, buyurdular ki: Yâ Ebâ Bekr! Sen yatağa girdiğin vakt, ne düşünerek yatarsın. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, bir nefesi veririm, geri almak müyesser olur mu, olmaz mı. Bir nefesi ki alırım geri vermek, mümkin olur mu, yâ olmaz mı, onu düşünü- rüm, dedi. Sonra hazret-i Ömere dönüp, buyurdu ki, sen ne dü- şünerek yatağına girersin. Ömer “radıyallahü anh” dedi ki, sa- bâha çıkar mıyım, çıkmaz mıyım, onu düşünürüm. Sonra, Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Ömere buyur- du; yâ Ömer! Sen söyle; Ebû Bekrin fikrine nisbetle senin fik- rin ne mikdâr uzun olur. Hazret-i Ömer o karşılığı teslîm edip, râzı oldu “radıyallahü anhümâ”. Nasıl ki, hazret-i Ömerin bir gece sabâha kadar fikri, bir nefese nisbetle uzundur. Lâkin bi- zim gibilerin fikrine göre gâyet kısadır. Yaşımız ilerledikçe emellerimiz uzar, amelimiz kısalır. Uzun emellerimizden [tûl-i emelden] Allahü teâlâya sığınırız.

Onikinci Menâkıb: İmâm-ı Begavî “rahimehullahi teâlâ”, [(Meâlim üttenzîl) adlı tefsîrinde;] meâl-i şerîfi, (Nemâzda kı- râetini cehr ve ihfâ etme. Bu ikisi arasında bir yol tut!) olan İs-

– 192 –

râ sûresinin 110.cu âyet-i kerîmesinin tefsîrinde beyân buyur- muşlardır. Ebû Osmân Sa’îd bin İsmâ’îl, zikr olunan râvîlerin rivâyeti ile Ebû Katâdeden “radıyallahü teâlâ anh” bize haber verdi. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine dedi: (Senin yanından geçdim. Hâlbuki sen Kur’ân-ı azîmüşşân okurdun. Sesini çok azaltırdın). Hazret-i Ebû Bekr dedi ki, ben işitdiri- rim o zâta ki, ona münâcat ederim. [Ya’nî sesimi Allahü teâlâ işitir.] Hazret-i Resûlullah buyurdu ki, (Sesini birazcık yük- selt.) Ömer “radıyallahü anh” hazretlerine dedi ki, (Senin ya- nından geçdim. Sen Kur’ân-ı azîmüşşân okurdun. Sesini yük- seltirdin.) Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Uy- kuda olanları uyardım ve şeytânı tard etdim.) Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki; (Birazcık sesini alçalt!)

Onüçüncü Menâkıb: İmâm-ı Begavî “rahimehullah” (Me- sâbîh)de Şeyhaynın menâkıbı bâbında, İbni Abbâs “radıyalla- hü anhümâ” hazretlerinden sahîh hadîs olarak nakl etmişdir. Buyurmuş ki; Ben bir kavmin içinde durmuşdum. O kavm; Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine düâ ederlerdi. Hâl- buki hazret-i Ömerin mubârek cismi, vefâtını müteâkib gasl olunmak için, teneşir üzerine konulmuşdu. Nâgah bir şahs ar- kamda dirseğini benim omuzum üzerine koyup, der idi: Alla- hü teâlâ sana rahmet etsin yâ Ömer. Ben ricâ ederim ki, Alla- hü teâlâ seni iki sâhibin ile berâber kılsın. Zîrâ çok kerre olur- du, işitirim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu; (Ben me’mûr oldum. Ebû Bekr ve Ömer de me’mûr oldu. Ben işledim. Ebû Bekr ve Ömer de işlediler. Ben ihrâc olundum (çıkarıldım). Ebû Bekr ve Ömer de ihrâc olundu.) Arkama bakdım ki, o Alî bin Ebî Tâlibdir “radıyallahü teâlâ anhüm”.

Ondördüncü Menâkıb: Süfyân-ı Sevrî “rahimehullah” bu- yurdu ki, Kûfede bizim yakınımızda ısırıcı bir köpek vardı. Bir- gün, bir iş için geçerken o köpeği gördüm. Korkup, gitmeyip, durdum. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri o kelbe [köpeğe] nutk verip [konuşma hâssası verip], fasîh lisân ile söyledi ki, yâ Süfyân! Ne oldu sana ki, durdun. Ben dedim ki, senden kork-

– 193 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:13

dum. Kelb, cevâb verdi ki, yâ Süfyân! Benden korkma ki, ben seni ısırmam. Beni senin üzerine musallat etmemişlerdir. Beni musallat etmişlerdir o münâfık ve dinsiz üzerine ki; Ebû Bekre ve Ömere “radıyallahü teâlâ anhümâ” seb’ eder [kötüler] ve onlara yaramaz sözler söyler.

Onbeşinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile Alî “kerremallahü vechehü ve radıyallahü teâlâ anh” hazretleri gidiyorlardı. Buyurdular ki, (Yâ Alî! Hiçbir kavm arasında [devâmlı] sevinçlilik ve sürûr olmadı. İllâ ki, o sevinçli hâlden sonra, onlara bir gam ve sıkıntı erişdi. Yâ Alî! Bütün dünyâ ni’metleri kesilir. İllâ Cennet ni’metleri devâmlı olur, kesilmez. Yâ Alî! Sen istikâmet üzere olasın. İlk ânda za- rar görünse bile, sonunda sevinç olur.) Bu sözleri söyler iken, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer “radıyallahü anhümâ” kar- şıdan geldiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu- yurdular, (Bu ikisi ümmetin müjdecileridir. Bunları sevmek, îmândandır. Bunlara buğz etmek, nifâkdandır.) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah! Ben on- ları severim. Onların sevgisi benim kalbimde, sizin bu sözünüz- den sonra çoğaldı.)

Onaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Gökde iki melek vardır. Bi- risi dâimâ şiddet ve gadab ile buyurur. Birisi sühûlet ile ve hilm ile buyurur. Her ikisi de hak üzerinedirler. Onların birisi Ceb- râîldir ve birisi Mikâîldir. Resûllerde iki kimse vardır. Birisi lutf ile ve iyilik ile buyurur ve birisi katılık ile ve şiddet ile bu- yurur. İkisi de hak üzeredirler. Birisi hazret-i İbrâhîm ve birisi hazret-i Nûh aleyhimesselâmdır. Benim eshâbımdan da iki kimse vardır. Birisi rıfk ile ve merhamet ile emr eder. Birisi sertlik ile ve şiddet ile emr eder. İkisi de hak üzeredirler. Biri Ebû Bekr-i Sıddîk ve biri Ömer-ül Fârûkdur “radıyallahü teâ- lâ anhümâ”.)

Onyedinci Menâkıb: Ebüdderdâ “radıyallahü teâlâ anh” nakl etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine, Ebû Bekr ve Ömer “radıyalla- hü teâlâ anhümâ” hazretleri geldiler. Hazret-i Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Şükr ve hamd ol-

– 194 –

sun Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ki, beni sizinle kuv- vetlendirdi.)

Onsekizinci Menâkıb: Şuayb bin Harb diyor ki; Mâlik bin Mu’avvelden sordum ve dedim ki, bana bir vasıyyet et. Dedi ki, Şeyhaynı sevmek senin üzerine olsun. Ben dedim, bana bir va- sıyyet et! Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Mürâdım odur ki, bu haberin isnâdını beyân etsin. Mâlik, bize Rekkâşi Enes bin Mâ- likden “radıyallahü teâlâ anh”, o da Enesden haber verdi. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, buyurdu- lar ki, (Ben ümmetimden, Ebû Bekrin ve Ömerin muhabbetini, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah kavli şerîfini istedi- ğim gibi isterim!)

Ondokuzuncu Menâkıb: Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Bana Hamza ile Ca’fer “radıyallahü teâlâ anhümâ” gösterildi. Gördüm, önlerinde ze- bercedden bir tabak. O tabakdan incir yirler. Sonra üzüm oldu. Üzümden yidiler. Sonra tâze hurma oldu. Hurmadan yidiler. Onlardan süâl etdim. Ne amel ile buldunuz, bu mertebeyi. (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah!) kavli ile bulduk, dedi- ler. Dedim, ondan sonra ne amel ile. Dediler, sana salavât ver- mek ile. Dedim, ondan sonra ne amel ile buldunuz. Dediler, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûku sevmek ile “radıyallahü teâlâ anhüm”.)

Yirminci Menâkıb: [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının 251.ci sahîfe- sinde buyuruluyor ki: İmâm-ı Süyûtî hazretleri (Târîh-ul-Hule- fâ) kitâbında diyor ki: Hadîs-i şerîflerde, (Ümmetimin en mer- hametlisi Ebû Bekrdir. Allahü teâlânın emrlerini yapmakda en şiddetlisi Ömerdir. Hayâsı en çok olanı Osmândır. İslâmiyyet- deki zorlukları en çok çözen Alîdir. Ümmetimin en emîni Ebû Ubeyde bin Cerrâhdır. Ümmetimin en zâhidi Ebû Zerdir. İbâ- deti en çok olan Ebüdderdâdır. Ümmetimin en halîmi ve cö- merdi Mu’âviye bin Ebî Süfyândır) buyuruldu.]

Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri buyurdular ki: (Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîka, ondan son- ra Ömer-ül Fârûka “radıyallahü teâlâ anhüm”, mutî’ olunuz,

– 195 –

doğru yolu bulursunuz. Onların izince giderseniz, olgun olursu- nuz!)

Yirmiikinci Menâkıb: (Lübâb-ül-elbâb)da, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, ensâr- dan bir kimseyi, mektûb ile Yemen cânibine [tarafına] Mu’âz bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine gönderdi. Bu şahsın adı Sefîne idi. Sefîne yolda giderken, bir aslan onun kar- şısına çıkdı. Güyâ onunla söyleşir gibi, sesler çıkarıyordu. Sefî- ne “radıyallahü anh” ona dedi: Ey aslan, benim yanımda Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mektûbu var. Bunu işitip, uzaklaşdı. Sefîne Yemene vardı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin cevâbını Mu’âz bin Cebel hazretlerinden aldı. Dönüp, o mevzi’e gelince, yine o aslan onun önüne geldi. Yine yüzüne karşı gelip, güyâ konu- şurdu. Sefîne “radıyallahü teâlâ anh” yolu tutup, Medîne-i Mü- nevvereye geldi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna vardı. Henüz hiçbir kelâm etmezden evvel, Server-i âlem buyurdu ki: Yâ Sefîne, hâdiseyi sen mi an- latırsın, ben mi anlatayım. Sefîne dedi ki; yâ Resûlallah! Hâdi- seyi sizden işitmek güzeldir. Senin mubârek ağzından, dinle- mek dahâ hoş, dahâ güzeldir. Buyurdu ki: O aslan gidişinde ve gelişinde senin önüne çıkdı. Sana ne dediğini anladın mı. Alla- hü teâlâ ve Resûlü bilir, dedi. Sana gidişinde, “Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Ebû Bekri ve Ömeri “radı- yallahü teâlâ anhüm” ne hâl üzere bırakdınız” dedi. Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, dedi ki, yâ Resûlal- lah! Yırtıcı hayvanlar [aslan] Ebû Bekrin ve Ömerin fazîletle- rini bilirler mi? Buyurdu ki: Evet! Beni hak Peygamber gönde- ren Allahü teâlâya yemîn ederim ki, semâvatı, yedi kat yeri, Cenneti ve Cehennemi, arş ve kürsî, melekleri ve cinnîleri, dağları ve deryâları, hayvanları ve yırtıcı hayvanları ve ağaçla- rı ve bunun gibi eşyâyı halk etdi. Ya’nî yaratdı. Bunların hepsi hazret-i Ebû Bekr ile Ömerin fazîletini “radıyallahü teâlâ an- hüm” bilirler.

Yirmiüçüncü Menâkıb: Yine (Lübâb-ül-elbâb)da nakl olun- muşdur. Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder.

– 196 –

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (El- bette Allahü teâlâ beni kendi nûrundan yaratdı. Benim nûrum- dan Ebû Bekri, Ebû Bekrin nûrundan Ömeri ve Âişeyi yaratdı. Ömerin nûrundan, ümmetimin mü’min erkeklerini, Âişenin nûrundan da, mü’min kadınlarını yaratdı.) Sonra meâl-i şerîfi (Allahü teâlâ bir kimseye nûr vermez ise, o münevver olamaz!) olan, Nûr sûresinin kırkıncı âyet-i kerîmesini okudu. Yukarıda- ki Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sözleri mut- laka doğrudur. Bütün insanlar işlerindeki dürüstlüğü ondan al- mışdır. Mubârek vücûdları devâmlı ibâdet ile meşgûl oldukla- rından, dâimâ temiz kalmışdır. Mubârek kalbleri, ismet [günâh- sızlık] ve hidâyet üzere halk olunmuşdur. Delîlleri açıklamaları kuvvetli, mu’cizeleri müstekîmdir. (Elbette sen doğru yolu gös- tericisin!) [Şûrâ sûresi 52.ci âyet-i kerîme meâli.] buyurulmuş- dur. Hadîs-i şerîfde buyurdu ki: Allahü tebâreke ve teâlâ beni kendi nûrundan yaratdı. Bu mutlak ve mücmel kelâmdır. Tafsî- le [açıklamağa] muhtâcdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” her ne buyurmuş ise, ekserî rümûz yolu ile buyur- muşdur. Kâide ve aslını beyân etmişdir. Şerhini, açıklamasını kendi ilmî vârislerine bırakmış, havâle etmişdir. Tefsîr ve te’vî- lini, istinbât ve ictihâd ehllerine bırakmışdır. Eğer bütün söyle- diklerini açıklayarak buyursa idi, yüzbin kitâb onun şerh ve be- yânına kifâyet etmezdi. Buyurduklarını yanlış anlamamalıdır. Şûrâ sûresi 11.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ona benzer bir şey yokdur. O işitici ve görücüdür) buyuruldu. Hüdâ-i azze ve celle kadîmdir ve sıfatları da kadîmdir. Halk [yaratılanlar] ve yaratılanların sıfatları sonradan çıkmışdır, ya’nî yaratılmışdır. Ne kadîm muhdes olur. Ve ne muhdes kadîm olur. Hadîs-i şe- rîfin ma’nâsı şöyledir ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ âlemi halk et- mezden evvel, azîz ve latîf ve has bir nûr halk etdi. O nûrdan beni halk etdi. Toprakdan ve sudan Âdem alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm hazretlerini halk etdi. Ve ateşi halk etdi. Ve ateş- den şeytânı yaratdı. Âdemden evvel rüzgârı (yeli) yaratdı. O yelden onu yaratdı. Ve o nûru yaratdı. O nûrdan melek yarat- dı. Ondan Allahü teâlâ tekaddes hazretleri o nûru kendi zât-ı pâkine mudâf etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerini de, o nûra mudâf etdi. Teşrîfen ve tahsîsan, ni- ce ki, Kâ’be-i mükerremeyi kendi zât-ı şerîfine mudâf etdi. Bu

bâbda vârid olan âsârın zâhiri ki, Âdem ve Îsâ alâ nebiyyinâ aleyhimesselâm hazretlerinin hâdiseleridir [yaratılmalarıdır]. Allahü teâlâ hazretleri bir rûh yaratdı. Yaratılmış rûhu Âdem aleyhisselâmın mubârek bedenine üfürdü. Hicr sûresi 29.cu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ona kendi rûhumdan üfürdüğüm zemân, secdeye varınız!) buyuruldu ki, Âdem aleyhisselâm içindir. Bir başka rûh da yaratdı. O rûhu mahlûku hazret-i Mer- yemin gömleğinin yakasına üfürdü. Tahrîm sûresi 12.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Biz ona rûhumuzdan üfürdük. O Rabbi- nin suhuflarına veyâ nâzil olan kitâblarına veyâ Peygamberleri- ne vahy etdiklerine veyâ levh-i mahfûzda yazılı olanlara inanıp, tasdîk etdi. Devâmlı itâ’at eden kimselerden oldu) buyuruldu ki, hazret-i Meryem hakkındadır. Bunlar gibi, Allahü teâlâ haz- retleri bir nûr yaratdı. O nûrdan Muhammed Mustafâ “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek cesedini yarat- dı. Bu kelâmı bu makâmda bu vech üzerine takdîr ve tafsîl et- mek rûmun kostantiniyyesini feth etmekden mühim ve evlâdır.


Fârûk zehî adâlet âver, adlîle cihâna verdi zîver.

Sıddîkdan sonra, efdal odur,

her müslim eder, bu kavli ezber.

Kisrâyı unutdu gitdi âlem,

ol mertebe oldu adle mazher.

Fethetdi cihânı, kıldı tathîr, vaz’ etdi o şeh, hezâr menber.

Hurşîd-i hidâyet ile âlem, vaktinde serâser oldu enver.

Tevhîd-i cenâb-ı Kirdigâre, (Tâhâ)dan alıp haber o Dâver.

Bâtıldan edince, hakkı tefrîk, Fârûk dedi, o şâha Server.

Fahrolsa sezâdır ehl-i dîne, ol zât gibi güzîde gevher.

DÖRDÜNCÜ BÂB

Üçüncü halîfe emîr-ül mü’minîn Osmân-ı Zinnûreyn “radı- yallahü teâlâ anh” menâkıbı hakkındadır:


Hayâ sâhibi olan hazret-i Osmân, ikrâm ve iyilik menba’ı, Kur’ân-ı kerîmin toplayıcısıdır. Neseb-i şerîfleri, Osmân bin Affân bin Ebîl’as bin Ümeyye bin Abdil’şems bin Abd-i Me- nâfdır. Neseb-i şerîfleri Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin neseb-i şerîfleri ile dördüncü atada birle- şir ki, Abd-i Menâfdır. Neseb cihetinden hazret-i Osmân, haz- ret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömerden evvel Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” ile birleşir “radıyallahü anhüm”. Künye-i şerîfleri, islâmdan evvel Ebû Abdüllahdır. Lakab-ı şe- rîfleri, zinnûreyndir. İki nûr sâhibi demekdir. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin iki muhterem kerîmelerini [kızlarını] aldığı için iki nûr sâhibi denilmişdir. Bi- rinin ism-i şerîfi Rukayye, birinin Ümm-ü Gülsümdür “radıyal- lahü anhünne”. Önce hazret-i Rukayyeyi tezvîc etdiler. O vefât etdikden sonra, hazret-i Ümm-ü Gülsümü tezvîc etdiler. O da vefât etdikde, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdular ki; (Yâ Osmân! Eğer yanımda üçüncü kızım olsaydı, onu da sana verirdim.) Nûr sâhibi, ilm ve hilmin birleş- diği zâtdır.

Birinci Menâkıb: (Bu menâkıbı islâma gelme sebebidir.) Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. İslâma gelmezden evvel bir gün, Kureyşin ileri gelenleri ile oturmuş- dum. Bir kimse haber verdi ki, hazret-i Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kerîmesi Rukayyeyi Utbeye vermiş. Bu haberden bana hayli üzüntü geldi. Ben niçin isteme- dim, diye perîşân hâlde, sıkıntı ve endîşe ile eve geldim. Gör- düm ki, annem, teyzem ve akrabâdan nice hâtunlar bir kimseyi medh ederler. Dedim ki, yâ teyzeciğim, bu medh etdiğiniz kim- dir? Dediler ki, O güzel yüzlü, konuşması tatlı bir kimsedir. Rahmân onu bize hak dîni bildirmek ve ona çağırmak için gön-

dermişdir. Gökden inen Furkân ile gelmişdir. Ona tâbi’ ol, put- lara tapma! Bu garîb kelimeleri dinleyip, merâk edip, dedim ki, bu kimdir, bana beyân eyle! Dedi ki, Muhammed bin Abdül- lahdır. Allahü teâlâ tarafından Resûl olarak gelmişdir. Allahü teâlânın emrlerini bize bildirir. Bizi hak dîne çağırır. Yüzü ışık verir. Dînine giren kurtulur. İstediği şeyler kolaydır. Ona yakın olan iyilik bulur. Bu medh sözleri kalbime çok te’sîr etdi. Ten- hâ bir yerde Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini bul- dum. Hâlime bakıp, nedir fikrin, dedi. Zîrâ, firâset ehli bir bü- yük zât idi. Vâki olan kıssayı beyân etdiğimde, dedi ki, yazık sa- na yâ Osmân! Hak din güneş gibi açıkda iken, sen kavminin ku- ruyacak elleri ile yapdıkları taşdan putlara ma’bûd demekden utanmaz mısın! Gözü görmeyip, kulağı işitmeyip, zarar ve kâra kâdir olmıyan ilâh olur mu. Dedim ki, olmaz. Dedi, teyzen sana doğru söz söylemiş. İşte Resûlullah, hazret-i Muhammed Mus- tafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”. Gel, seninle huzûr-ı şerî- fine varalım. Îmân getir, dedikde; o sırada Habîbullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ve yanında hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” oraya çıka geldiler. Hemen hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ayağa kalkıp, onlara karşı vardı. Mubârek kulaklarına bir söz söyledi. Sultân-ı enbiyâ “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri yanıma gelip, buyurdu ki, (Yâ Osmân! Seni Allaha ve Cennete çağırıyorum. Ben, Al- lahü teâlânın sana ve bütün insanlara gönderdiği Peygamberi- nizim!) Mubârek sözlerini işitdim. Kalbim îmân nûru ile doldu. İhtiyârsız olup [düşünmeden], (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eş- hedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) dedim. Aradan çok zemân geçmedi, Rukayyeyi bana nikâh edip, verdi. Tey- zem, islâma geldiğimi işitip, şâd ve handân olup, çok sevinip, bu şi’ri okuyarak geldi:

Sözlerim sebebi ile Allahü teâlâ Osmâna, Hidâyet verip, doğru yolu gösterdi ona.

Kendi fikrini bırak, uy Muhammed aleyhisselâmın sözüne, Her sözü doğru olan, Allahın Resûlüne.

İki kızını sana verecekdir, ileride, Dolunayın güneşe karışacak elbette.

Ba’zı rivâyetde gelmişdir ki, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki: Bir teyzem vardı. İyiyi kötüden ayıra- bilen, kehânet ilmini bilen, başka ilmlerden de haberi olan biri- si idi. Bir gün o teyzemi görmeğe gitdim. Meğer bir kasîde söy- lemiş. O kasîde içinde Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerini medh ve senâ eylemiş. Hem Peygamberliğini açıklamış. Hem ben onun kerîmesini [kızını] alıp, dâmâdı oldu- ğumu ve hem vezîri olduğumu açıklamış. O kasîdeyi bana ver- di ve bana dedi ki, durmayıp ve te’hîr etmeyip, var Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna. Da’vetini kabûl edip, emrine mutî’ olup, dînine gir. O doğru sözlüdür. Getirdiği din hakdır. Günden güne işi yüce olur [şânı yüksek olur]. Bu sözü benden işit. Senin merteben de çok yük- sek olacakdır. Bütün dünyâda [dünyânın her tarafında] adın söylenip, hutbelerde okunur. Bu söz gönlüme [kalbime] kâr edip [te’sîr edip], hemen putperestlik dîninden dönüp, putları inkâr eyledim. Gönlümde hiç şâibe [şübhe] kalmadı. Oradan dönüp, yola revân oldum. Giderken, Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretlerine uğradım ki, Sıddîk-ı ekber “ra- dıyallahü teâlâ anh” ile gelirler. Meğer murâd-ı şerîfleri yanıma gelmek imiş. Server-i Enbiyâya selâm verdim. Selâmdan sonra buyurdular ki, yâ Osmân, işitdim ki, teyzenin sana etdiği nasî- hatları ve cümle sözleri yakîn üzere ve doğrudur. Sakın, muhâ- lefet etme. Allahü teâlâ hazretlerine ve bana muhâlefet etmiş olmayasın. O sana dediği sözler, hep olsa gerekdir. Hemen gel, islâm dînini kabûl eyle. Hazret-i Ebû Bekr de dedi ki, yâ Os- mân, sana bir süâlim var. Cevâb ver. Bu dîni, Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri getirdi. O dîne bizi da’vet etdi. Ben onu kabûl eyledim. Bu dinde şek [şübhe] var mı, fikr eyle [düşün]. Yalanlamak mümkün müdür. Şu tutagel- diğiniz, ata ve dede dîniniz ki, bir parça taşdan kendilerinin yontduğu, ne görür ve ne işitir, ilâh olmağa lâyık mıdır? Ben de- dim, doğru söylersin, yâ Ebâ Bekr! Hemen Resûl-i ekrem “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek ellerini öpüp, bî’at edip, müslimân oldum. Demişlerdir ki, hazret-i Os- mân “radıyallahü teâlâ anh” islâma geldikde, müslimânların beşincisi oldu.

İkinci Menâkıb: Muhyissünne imâm-ı Begavî hazretleri

(Meâlim üt-tenzîl) kitâbında, sûre-i Bekaranın sonunda meâl-i şerîfi (Mallarını Allah yolunda infâk edenler, dağıtanlar..) olan 262.ci âyet-i kerîmesinin tefsîrinde Kelebîden nakl buyurmuşlar ki, bu âyet-i kerîme, hazret-i Osmân bin Affân ve hazret-i Ab- dürrahmân bin Avf “radıyallahü anhümâ” hakkında nâzil ol- muşdur. Abdürrahmân bin Avf, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna dört bin dirhem getirdi, koydu. De- di ki, yanımda sekizbin dirhem var idi. Dörtbin dirhemi kendi- me ve âileme alıkoydum. Dörtbin dirhemi Rabbime ödünc ver- dim. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ona bu- yurdu ki, (Evinde bırakdığına ve borç verdiğine, Allahü teâlâ bereket versin!) Ammâ Osmân “radıyallahü teâlâ anh” müsli- mânları Tebûk gazâsında techîz etdi. Ticâret develerini, heved- leri ve çulları ile berâber verdi. O iki serverin hakkında bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Abdürrahmân bin Sümre “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Ceyş-i Usretde hazret-i Osmân, bin dinâr ile geldi. Ceyş-i Usretden murâd, Tebük gazâsıdır. Hazret-i Resû- lullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kucağına altınları dökdü. Ben gördüm. Resûlullah mubârek elini altınlar arasına dâhil kılıp, karışdırdı. Buyurdu ki, (Osmâna bundan sonra yap- dıkları zarar vermez.) Allahü teâlâ hazretleri meâl-i şerîfi, (Al- lah yolunda mallarını sarf eden kimseler, dağıtdıkları şeyler ile karşısındakileri ezâda ve minnetde bırakmazlar. Onların ecrini onların Rabbi verir. Onlar için korku ve üzüntü yokdur.) olan âyet-i kerîmeyi gönderdi. Minnet, ihsânda ve ikrâmda bulundu- ğu kimsenin, ben sana şunları verdim, bu kadar şey verdim, di- ye verdiği ni’meti onun başına kakmak, onu üzmekdir. Ezâ, ni’met verdiği, ihsânda bulunduğu kimseyi mahcûb etmek, utandırmakdır. Veyâ ikrâmda bulunduğu kimseyi, hiç bilmesi îcâb etmiyen birisi yanında ikrâm etdiğini söyliyerek utandır- makdır. Süfyân demişdir ki, minnet ve ezâ demek, sana verdim, sen şükr etmedin, demekdir. Abdürrahmân bin Zeyd bin Eslem dedi ki, benim babam der ki, bir şahs bir şeyi, bir kimseye ba- ğışlasın. Sonra baksın ki, senin selâmın onun üzerine ağır gelir. Selâmını o kimseden önce verme. Allahü teâlâ kullarına ihsân ve iyilik etdikden sonra, başa kakmağı harâm kılmışdır. Kulla- rına her çeşid ni’meti verip, onların başına kakmamayı kendi zât-i pâkine mahsûs sıfat kılmışdır. Zîrâ kuldan minnet, kulun

iyilik etmesi, sonra başa kakması ve üzmesidir. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin minneti, kullarına ni’met vererek, kulları- nı memnûn etmesi, hattâ ihsânını artdırması, bunları hâtırlat- masıdır. İmâm-ı Begavî (Mesâbîh-i şerîf)de hasen hadîslerin bi- rinde, Abdürrahmân bin Habbâb “radıyallahü teâlâ anh” haz- retlerinden rivâyet etdi ki, hadîs-i şerîfin mazmûn-ı şerîfi böyle beyân olunmuş ki, Abdürrahmân dedi, ben hâzır oldum. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri nasîhat edip, Eshâb-ı kirâmı Tebük gazvesine teşvîk ederlerdi. Hazret-i Os- mân “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Yüz deve, çulları ile [palanları ile] ve hevedler ile, fîsebîlillah benim üzerime olsun! Sonra Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” yine tergîb etdiler [teşvîk etdiler]. Yine hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp dedi ki, yâ Resûlallah! Üçyüz deve, çulları ile ve hevedleri ile, fîsebîlillah benim üzerime ol- sun! Ben gördüm, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” minberden iner. Sonra buyurur: (Osmân bundan sonra, nâfile- lerden bir amel etmez ise de, bir be’is yokdur. Zîrâ o yapdığı hasene ona bütün nâfileler yerine kifâyet eder.) Mutarrîzi böy- le demişdir.

Üçüncü Menâkıb: İmâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” (Mesâbîh-i şerîf)de, Menâkıb-ı Osmân “radıyallahü teâlâ anh” bâbında sahîh hadîs olarak, hazret-i Âişe-i Sıddîkadan “radıyal- lahü teâlâ anhâ” nakl etmişlerdir. Hazret-i Âişe buyurdular ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, mubârek baldır- ları [topuk ile dizi arası] açık olduğu hâlde evimde yatıyordu. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kapıya gelip, izn is- tediler. Hazret-i Habîbullah izn verdiler. Kendileri o hâllerini değişdirmediler. Sohbete başladıkdan sonra, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” gelip, izn istediler. Hazret-i Fahr-i âlem ona da izn verdiler, mubârek baldırları açık olduğu hâlde, soh- bete başladılar. Sonra hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” gelip, izn istediler. Hemen Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri oturup, örtüsünü üzerine aldı. İzn verdi. Son- ra cümlesi kalkıp, gitdikden sonra, hazret-i Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” dedi ki, yâ Resûlallah! Pederim [babam] Ebû Bekr geldi. Hiç hareket etmediniz. Ömer geldi. Ona da aynı şeklde oldunuz. Sonra Osmân geldi. Kalkıp, esvâbınızı [elbisenizi] ört-

– 203 –

dünüz. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular: (Meleklerin hayâ etdiği kimseden ben hayâ etmez miyim.) Bir rivâyetde buyurdular ki, (Muhakkak ki, Osmân çok hayâlı bir kimsedir. Ben ondan hayâ etdim. Eğer ona o hâl üzere iken izn versem, içeri girip, hâcetini [arzûsunu, isteğini] bana söylemez- di.)

Dördüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de, menâkıbın hasen hadîslerinde, Talha bin Ubeydullah “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Her nebî için bir refîk vardır. Benim refîkim Cennetde Osmândır “radıyallahü teâlâ anh”.) Yine aynı bâbda hasen hadîs olarak, Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Enes hazretle- ri dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bize bî’at-ı rıdvân ile emr etdikleri vaktde, hazret-i Osmânı Mek- ke-i mükerremede, Kureyşe resûl (haberci) göndermiş idi. Nâs (insanlar) ile bî’at etdikde, (Muhakkak ki Osmân, Allahü teâlânın ve Resûlünün hâcetini [işini] görmekdedir!) buyurup, mubârek ellerinin birini kendisi için, birini Osmân için kıldı. Kendileri için kıldığı eli, hazret-i Osmân için kıldığı el üzerine koyup, hazret-i Osmân yerine bî’at etdiler. Nakl eden der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kendi mubârek elleri hazret-i Osmân bin Affân için, sâir in- sanların kendi ellerinden hayrlı oldu.

Beşinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de, [hazret-i Osmânın me- nâkıbı bâbında] hasen hadîslerde Mürre bin Ka’b “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl olunmuşdur. Ben Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim. Mey- dâna gelecek fitneleri zikr etdi. O hâlde [sırada] kendini örtmüş biri geçiyordu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (O fitne günü bu kişi hidâyet üzerinde sâbitdir.) Ben kalkdım, o şahsdan tarafa bakdım. O şahs Osmân bin Af- fân “radıyallahü teâlâ anh” idi. Nakl eden der ki, o şahsın yüzü- nü Habîbullah hazretlerine göstererek, dedim ki, bu mudur, yâ Resûlallah! Evet, buyurdu.

Yine o menâkıb bâbında, hasen hadîs olarak (Mesâbîh) sâ- hibi beyân etmişdir. Âişe-i Sıddîkadan “radıyallahü teâlâ anhâ”

– 204 –

rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdular: (Yâ Osmân! Allahü teâlâ seni yakında halîfe yapacakdır. Seni halîfelikden indirmek istiyen insanlar için, kendini halîfelikden azl etme!) Bu hadîs-i şerîfden dolayı haz- ret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”; muhâsara olunduğu günü hilâfetden çekilmedi. Yine o bâbda, menâkıb-ı hasende [hasen olarak] İbni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” fitneyi zikr etdi. Buyurdu ki, (O fitnede Osmân mazlûm olarak katl olunur.)

Altıncı Menâkıb: Hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” îmâna geldikden sonra, amcası, hazret-i Osmâna adâvet ve husûmet edip, eli ile ve dili ile çok eziyyet yapdı. Sen Muhammedin dîninden dön diye o kadar eziyyet yapdı ki, an- latmak ve söylemek mümkin değildir. Günlerden bir gün haz- ret-i Osmânın yanına varıp, dedi ki, insâfa geldin mi. Hemen yâ dîninden dön, atan ve dedenin dînine gir. Veyâ sana eziyyet- den geri durmam. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” bu- yurdu ki; yâ amca! Bu kadar cefânın, yüz mislini de yapsan ba- na, hazret-i Muhammedin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” doğru dîninden, dönmek ihtimâlim yokdur. Boş yere zahmet çekersin, dedi. Sonra, amcası hazret-i Osmâna eziyyet etmek- den vazgeçdi. O sadâkat sâhibi, cefâdan kurtuldu. Doğru, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin se’âdethânelerine vardı. Diğer Eshâb “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” ile Habeşistâna hicret etdiler. Hazret-i Osmân iki def’a hicret eyledi. Evvelki hicreti, Habeşistânadır. İkinci hic- reti, Medîne-i münevvereyedir. Cümle malı ile ve menâliyle ve azîz cânı ile Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retlerinin uğruna [yoluna] fedâ olmuşdur. Hiçbir zemân da, yüz çevirmemişdir. Din yolunda büyük hizmetler etmişdir “ra- dıyallahü teâlâ anh”.

Yedinci Menâkıb: Hazret-i Osmânın “radıyallahü anh” ma- lı gâyet çokdu. Hattâ, se’âdethânelerinde üçyüz câriyeleri var idi ki, hizmet ederlerdi. Birgün Osmân “radıyallahü teâlâ anh” insanlık îcâbı câriyelerden birine ulaşdı. Meğer Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kerîmeleri Ru-

– 205 –

kayye “radıyallahü teâlâ anhâ” bu durumu anlamışdı. Kadınlık gayreti zuhûra gelip, gönülleri huzûrsuz olmuş. Lâkin hazret-i Osmânın yüzüne vurmayıp, hemen zerâfet ile izn isteyip, baba- mın se’âdethânelerine gideceğim, dedi. Hazret-i Osmân izn verdi. Ammâ içine te’sîr edip, kalbine ateş düşdü. Kendi kendi- ne dedi ki, Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retlerine varıp, benden şikâyet ederse, benim hâlim nice olur. Ne dünyâda ve ne âhıretde yerim kalır, deyip, derhâl abdest alıp, mubârek yüzünü ve sakalını kara toprağa sürüp, feryâd ve figân ile Hak Sübhânehü ve teâlânın dergâh-ı âlisine tedarrû ve niyâz eyledi. Hazret-i Rukayye “radıyallahü anhâ” da Sultân-ı kâinâtın se’âdethânelerine vardıkda, Server-i Enbiyâ “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” Rukayye hazretlerinin yüzünde sı- kıntı eseri görüp, süâl buyurdular ki, ey benim ciğergûşem. Ne- dir hâlin, niçin sıkıntıdasın. Hazret-i Rukayye elinde olmıyarak ağlayıp, dedi ki, benim devletli babam, sultânım. Senin şân-ı şe- refine lâyık olan bu mudur ki, hazret-i Osmân benim üzerime câriyeye baksın. Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”; (ey benim kızım! Eğer Allahü tebâreke ve teâlâ haz- retlerinin rızâsını ve benim rızâmı istersen, bir ân durma, var evine ki, Osmân hazretlerinin ayaklarına yüzünü sürüp, özr di- le. Yoksa ne Hakkın huzûrunda, ne de benim huzûrumda yerin kalır.) deyip ve bir ân durdurmayıp, hazret-i Osmânın huzûru- na gönderdi. Rukayye da emr-i şerîfine imtisâl edip [uyup], ace- le ile geri evine geldi. Kapıya el vurdu. Bakdı ki, kapı kapanmış. Kapıya vurdu. Hazret-i Osmân içeriden seslendi ki, kimdir. Hazret-i Rukayye “radıyallahü teâlâ anhâ” dedi ki, bu za’îfe hanımındır. Gelip, hazret-i Osmân acele ile kapıyı açdı. Özr di- lemek istedi. Hazret-i Rukayye “radıyallahü teâlâ anhâ” râzı olmayıp, mubârek ayaklarına kapanmak istedi. Hazret-i Os- mân mâni’ olmak istedi. Hazret-i Rukayye râzı olmadı. Elbette babam hazretlerinin emrini yerine getirmeyince içeri girmem, deyip, mubârek yüzünü hazret-i Osmânın ayaklarına sürüp ve özr diledi. Ondan sonra hazret-i Osmân secde-i şükr edip, dedi ki, yâ Resûlullahın kızı! Mâdem ki baban sana böyle vasıyyet eyledi. Ben de Allahü teâlânın aşkına ve babanın hurmetine ha- remimde olan üçyüz câriyenin temâmını âzâd etdim. Hür olsun- lar, dedi. Hemen o sâat, haber getiren melek Cebrâîl aleyhisse-

– 206 –

lâm, Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- nin huzûr-ı se’âdetlerine geldi. Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” câriyelerini âzâd etdiği haberini getirdi. Dedi ki, yâ Muhammed! Hak Sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder. Ve bu- yurdu ki, Osmânın yanında olan hafaza meleklerini kaldırdım. Bundan böyle hayrı ve şerri yazılmıyacak. Ondan hesâb sorul- mıyacakdır. Hesâbsız Cennete dâhil olacakdır. Aslâ ondan bir- şey sorulmıyacak ve amelleri vezn olunmıyacakdır! Ey mü’min kardeşim. Var fikr eyle, hazret-i Osmân ne mertebe sâhib-i sul- tân imiş “radıyallahü anh”.

Sekizinci Menâkıb: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” harem-i şerîfinde [evinde] Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kerîmeleri Rukayye “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri ile oturmuşdu. Câriyelerden birisi, yiyecek ge- tirdi. Hazret-i Osmân ta’âm getiren câriyenin yüzüne bakdı. Hazret-i Rukayye farkına vardı. Hanımlık [kadınlık] gayreti ga- lebe edip, huzûrsuz oldu. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Rukayye hazretlerinin huzûrsuzluğunu görünce, yâ Ru- kayye, ben o câriyenin yüzüne tama’ ile bakmadım, dedi ve ye- mîn etdi. Bakmamız istiyerek olmadı. Yoksa Allahü teâlâ bilir ki, kasd ile değildir. Hazret-i Rukayye inandı, tesellî buldu, râ- hatladı. Zîrâ muhakkak ki, hazret-i Osmân câriyenin yüzüne ta- ma’ ile bakmamış idi. Hazret-i Osmân Rukayye ile barışdıkdan sonra, hâtır-ı şerîfine geldi ki, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretlerinin kerîmesinin her ne kadar onu incit- meğe kasdım yok ise de kalbi incindi. Bunun için keffâret ver- mem gerek. Fahr-i âlem seyyid-i veledi âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kerîmeleri olduğu için, bu ka- darcık nesneden dolayı yüz köle âzâd eyledi. Bu mertebe Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini severdi. O hazretin hâtır-ı şerîfini gözetip, ri’âyet ederdi “radıyallahü teâ- lâ anh”.

Dokuzuncu Menâkıb: Bir gün Resûl-i ekrem “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin yanında bir melek durdu. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” geçdi. Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dedi ki, bu geçen kimdir. De- diler, hazret-i Osmândır. Hemen ki, Osmân adını işitdi. Ayak

– 207 –

üzerine durdu ve dedi ki, yâ Resûlallah! Bu serverden cümle melekler hayâ eder. Ve muhabbet edip, ri’âyet ederler ve bu- nun mertebesi Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin dergâh-ı âlisinde yücedir. Bunun gibi şânı yüksek sultânı kavmi ne behâ- ne ile cesâret edip, katl ederler, dedi. Var kıyâs eyle ki, melek- ler, hazret-i Osmânı “radıyallahü teâlâ anh” medh edip, ri’âyet ederler. Bu sevmiyenler nasıl müslimânım derler veyâ Cennet yüzünü görmeğe ümîd ederler. Hâşâ ki, bunu sevmiyen müsli- mân kâmil olamaz. Îmân-ı kâmil ile âhırete gidemez. Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” menâkıb-ı şerîfleri sayısızdır. Bizim gibi bîçârelerin bunun gibi ulu sultânın medhini etmeğe ve menâkıb-ı şerîflerini yazmağa ve anlatmağa ne kudreti var- dır. Lâkin menâkıb-ı şerîflerini yazmakdan murâdımız, muhab- betleri kalbimizde yerleşsin, onu sevenler zümresinden olmak şerefine kavuşalım “radıyallahü teâlâ anh”.

Onuncu Menâkıb: Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, (Yâ Osmân! Hak Sübhânehü ve teâlâ senin evvel ve âhır günâhını afv etsin!) diye düâ etdi. Hak Sübhâne- hü ve teâlâ Habîbullah hazretlerinin düâsını kabûl edip, haz- ret-i Osmânı “radıyallahü teâlâ anh” afv etdi. Nice âyet-i kerî- me hakkında nâzil olmuşdur. Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Cennet ehli, Cennetde bir burak gör- düler. Bu burak nedir, diye sordular. Hak Sübhânehü ve teâlâ azamet ve kibriyâsı ile buyurdu ki, bu bir nûrdur. Burak değil- dir. Hazret-i Osmân bir hücreden [odadan] bir hücresine gider- di. Gördüğünüz o nûr, na’lınının nûrudur) buyurdu. Yerde yü- rürken Cennetde nûr verirdi. Meşhûrdur ki, hazret-i Osmân, her gecede iki rek’at nemâzda Kur’ân-ı azîmüşşânı hatm eder- di.

Onbirinci Menâkıb: Bir gün Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile otururken, haber getiren melek, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Dedi ki, yâ Muhammed! Hazret-i Yûsüf-i Sıddîk aleyhisselâmın mubârek sakalına bak- mak ister isen, hazret-i Osmânın mubârek sakalına bak. Haz- ret-i İbrâhîm Halîlullah aleyhisselâmın mubârek sakalına bak- mak istersen, hazret-i Osmânın mubârek sakalına bak. Her ki-

min bir Peygambere benzerliği varsa, o kimse muhakkak ehl-i Cennetdir. Bu da Târîh kitâblarından alınmışdır.

Onikinci Menâkıb: Bir gün Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerine gelip, dedi ki, yâ Resûlallah! Kemâl-i lütfun- dan bu âciz bendenizi toprakdan kaldırıp, evimizi şereflendiri- niz, teşrîf buyurunuz. Sultân-ı kâinât ve mefhar-i mevcûdât bu- yurdular ki, yalnız beni mi da’vet ediyorsun, yoksa Eshâb-ı ki- râmı da mı? Hazret-i Osmân dedi ki, Eshâb-ı kirâm da gelsin- ler. Server-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Bilâl hazretlerini çağırıp, buyurdu ki: Yâ Bilâl! Bütün Sahâbeye ha- ber ver. Osmânın da’vetine gelsinler. Kendileri kalkıp, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” ile hazret-i Osmânın se’âdethâne- lerine doğru gitmeğe başladılar. Yolda giderken, hazret-i Os- mân, Resûl-i ekremin ardınca gidip, adımlarını sayardı. Resû- lullah hazretleri buyurdu: Yâ Osmân! Niçin sayıyorsun. Haz- ret-i Osmân dedi ki: Yâ Resûlallah, her mubârek adımınız için, bir köle âzâd olsun. Da’vetden sonra bütün köleleri âzâd oldu. Kölelerin âhidnâmelerini verdi. Şimdi ey mü’min kardeşlerim. Hazret-i Osmânın menâkıb-ı şerîflerini düşünerek, kendi ken- dinize insâf ediniz ki, ne mertebede yâr [sevgili] ve sâdık dost imiş.

Onüçüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bütün Enbiyâ ve Mürselîn “aleyhimüsse- lâm” hayâtlarında iken birer kimse ile fahr eylemişler [öğün- müşler] idi. Ben de Osmân bin Affân ile fahr eylerim [öğünü- rüm]). Bir yerde de buyurdu ki, (Bütün melekler benimle ifti- hâr ederler. Ben Osmân ile iftihâr ederim.) Bir yerde de buyur- du ki, (Mahşer gününde bütün Enbiyâ ve Mürselîn “aleyhimüs- selâm” eshâblarından birisini refîk edip, onunla gezerler. Bir ân yanlarından ayrılmazlar. Ben de Osmânı refîk edinirim. Bir ân onsuz olmam. Cennetde benim refîkim Osmân olacakdır.) Hakkında nice senâlar edip, nice hadîs-i şerîf buyurmuşlardır. Şimdi ey gâfil, gözünü aç! Cân-ı dilden hazret-i Osmâna “radı- yallahü teâlâ anh” muhabbet eyle. Dostuna dost, düşmanına düşman ol ki, arasat meydânında [o gün] büyük tehlükelerden kurtulup, Cennet-i alâya vâsıl olasın. İnşâallahü teâlâ.

Ondördüncü Menâkıb: Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ an- hâ” nakl buyurmuşdur. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Âişe! Dilerim ki, eshâbımdan ba’zısı buraya [yanıma] gelsinler. Onlara ba’zı söy- liyeceklerim vardır. Söyliyeyim.) Dedim yâ Resûlallah! Ebû Bekri çağırayım mı? Birşey söylemedi. Bildim ki, onu dilemez. Dedim, Ömeri çağırayım mı? Onun için de birşey demedi. Bil- dim ki, onu dahî dilemez. Dedim, amcan oğlu Alîyi çağırayım mı? Ona da birşey söylemedi. Dedim, Osmânı çağırayım mı? Buyurdular; (Çağır gelsin!) Çağırdım, geldi. Resûlullahın “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîfinde durdu. Resûlul- lah hazretleri ona ba’zı şeyler söyledi. Onun rengi değişdi. Ba’zı şeyler de söyledi. Rengi eski hâlini aldı. Hazret-i Osmânın evi- ni muhâsara etdikleri günde, ona dediler, niçin karşılık vermez- sin. Dedi ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” benim ile sözleşmişdir. Bana çok söz söylemişdir. Ben bu belâya sabr ederim. Hazret-i Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” de- mişdir ki, benim zannım öyledir ki, hazret-i Habîb-i ekrem “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o vakt ona bu kıssayı haber ver- mişdir. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Onbeşinci Menâkıb: Câbir-i ensârîden “radıyallahü anh” ri- vâyet olundu. Bir gün bir cenâze götürdüler. Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” çekinip, nemâzını kılmadı. Süâl et- diler ki, yâ Resûlallah! Şimdiye kadar, hiçbir cenâzeden çekin- meyip, gördüğünüz gibi nemâzını kılardınız. Hikmeti ne oldu ki, bu meyyitin nemâzını kılmadınız. Cevâbında buyurdular ki, (Bu şahs, benim yârim Osmâna buğz ederdi. Osmâna buğz eden kimseye Allahü tebâreke ve teâlâ buğz eder. Bir kimseye ki, Allahü teâlâ buğz eder. Benim onun nemâzını kılmam uy- gun mudur?)

Onaltıncı Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet etmişdir. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurmuşlardır: (Osmânın şefâ’ati ile, hepsi nâra müstehâk olan kimselerden elbette yetmişbin kişi Cennete girse gerekdir.) Abdüllah ibni Ömerden “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet olunur ki, Resûl-i ekrem “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurmuşlar ki, (Mi’râc gecesi

dördüncü göke ayak basdıkda, önüme bir elma düşdü. Alıp, iki- ye böldüm. İçinden bir hûrî çıkdı. Kahkaha ile gülerdi. Süâl ey- ledim ki, sen kimin için yaratıldın. Dedi ki, (Zulm ile şehîd edi- len Osmân bin Affân için yaratıldım) dedi.) “Radıyallahü teâlâ anh”.

Onyedinci Menâkıb: Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Bir gazâda Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile hâzır idim. Zahîre bitdi. Askerde hayli üzüntü ve sıkıntı hâsıl oldu. Server-i âlem hazretleri bu duruma vâkıf olup, buyurdular ki, (Vallahi güneş batmadan Al- lahü teâlâ hazretleri size rızk gönderir.) Bu ma’nâyı hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hemen anlayıp, Allahü teâlâ hazretlerinin Resûlü mutlaka doğru söyler diye düşünüp, bir yerde ondört yük zahîre buldu. Ağır behâ [yüksek fiyat] ile alıp, güneş batmadan dokuz yükünü Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine getirdi. (Bu nedir, yâ Osmân) di- ye buyurdukda, dedi ki, Osmânın Allah ve Resûlüne hediyyesi- dir. Seyyid-i kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- rinin mu’cizâtı te’hîrsiz meydâna gelince, mü’minler sevinip, münâfıklar mahzûn ve giryân oldular. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mubârek ellerini dergâha kal- dırıp, (Yâ Rabbî, Osmâna çok ecr ver, iyiliklerine bol karşılık ver) diye hayr düâ buyurdular.

Onsekizinci Menâkıb: (Osmân bin Affânın “radıyallahü teâ- lâ anh” hilâfeti.) Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” âhıre- te sefer etdikleri vaktde, hilâfeti altı serverin arasında müşâve- re etdiler. Yukarıda beyân olunduğu gibi, o altı kişiden Sa’d hazretleri orada yokdu. Talha ve Zübeyr “radıyallahü teâlâ an- hüm” i’tizâr etdiler. Bizim hilâfet ile işimiz yokdur. İstemeyiz dediler. Üç kişi kaldı. Osmân ve Alî ve Abdürrahmân “radıyal- lahü teâlâ anhüm”. Abdürrahmân “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: “Ben işi ikinize bırakdım.” Onlar dediler, öyle olsun. Üç gün mühlet istediler. Abdürrahmân hazretleri o üç günde, halk ara- sında gizli-âşikâr kimin halîfe olması gerekdiğini araşdırdı. Cümle halkın hazret-i Osmân tarafına meyilli olduklarını öğ- rendi, tesbît etdi. (Ben Osmân bin Affânı “radıyallahü teâlâ anh seçdim) buyurdu. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” ve

– 211 –

diğer Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” haz- ret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” ile bî’at edip, fitne ve kav- gayı ref’ etdiler. Ebûl Mû’în Nesefînin (Temhîd) kitâbından alınmışdır.

Ondokuzuncu Menâkıb: Kur’ân-ı azîmüşşânın toplanması, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” tarafından yapıldığı halk arasında meşhûr olduğu ma’lûmdur. Hazret-i Azîzin “kuddise sirruh” (Güzîde) adlı risâlelerinde yazılı açıklama- sından anlaşılan odur ki, Kur’ân-ı kerîmi, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, hazret-i Ömer ve diğer Sahâbe-i güzî- nin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ittifâkları ile topla- mışdır. Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetleri zemânında, Irâk ve Şâm feth olduğu zemân, halk arasında hiç- bir kâmil ve temâm mushaf yok idi. Kur’ân-ı azîmüşşânın kı- râ’etinde ihtilâflar vâki’ oldu. Halkın birbirini tekfîr edip, in- kâr etmeğe başlamalarından endîşe edildi. Huzeyfe bin el-Ye- mânî “radıyallahü teâlâ anh” Irâkı feth edip, Şâm tarafına ga- zâya gitdi. Halkın bu ihtilâflarını görüp, dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn! Kitâbullahda yehûdîler ve nasrânîler gibi, ihtilâf et- mezden evvel ümmet-i Muhammede meded eyle! Hazret-i Os- mân “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitince, bütün Eshâb-ı kirâ- mı toplayıp, Kur’ân-ı kerîmin kırâ’etinde ihtilâf olduğunu an- latıp, buyurdular ki: Hâtırıma böyle gelir ki, esâs mushaf, Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” topladığı Kur’ân-ı ke- rîmdir. Ondan beş aded mushaf yazıp, herbirini bir vilâyete gönderelim. Halk ona tâbi’ olsunlar. Sahâbe-i kirâm, isâbetli olacağını söylediler. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” bu- yurdular ki: Eğer ben de halîfe olsa idim, böyle yapardım. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”, ilk mushafı, hazret-i Hafsadan “radıyallahü anhâ” getirtip, Sa’îd bin Âs hazretleri- ne yazması için emr eyledi. Zeyd bin Sâbit hazretlerine emr eyledi ki, kitâb hâline getirsinler. Bir rivâyetde Abdüllah bin Zübeyr ve Sa’îd bin Âs ve Abdürrahmân bin Hârise yazsınlar, diye emr eyledi. Zeyd bin Sâbit kitâb hâline getirdi. Bunlara buyurdular ki, eğer sizin bir müşkiliniz olursa, Kureyş lügatine mürâce’at ediniz. Zîrâ Kur’ân-ı azîmüşşân Kureyş lügati üzeri- ne nâzil olmuşdur. Bunlar sûre-i Bekarada bir müşkilât ile kar- şılaşdılar. Biri tâbut okudu. Birisi tâbuh okudu. Hazret-i Os-

– 212 –

mâna “radıyallahü teâlâ anh” arz etdiler. Hazret-i Osmân, tâ- butdur buyurdular. Zeyd bin Sâbit hazretleri beş mushaf yaz- dılar. Bu mushafların adlarına mushaf-ı imâm koyup, herbiri- ni bir şehre gönderdiler. İhtilâf olunduğu vakt bu mushaflara mürâce’at olunsun. Birisini Mekke-i Mükerremeye, birisini Basraya, birisini Şâm-ı şerîfe, birisini Kûfeye gönderip, birisi- ni de Medîne-i Münevverede alıkoydular. Bir rivâyetde de ye- di mushaf idi. Birisini Yemen tarafına, birisini de Bahreyne gönderdiler. Hazret-i Osmânın “radıyallahü anh” rey’i ve ted- bîri ve tasarrûfları bu şekldedir. Başlangıçdan buraya kadar, (Aynî) ve (Güzîde) kitâblarından nakl olunmuşdur.

Yine Güzîdede beyân buyurmuşlar ki, evvelâ Kur’ânın ter- tîbini Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri beyân buyurmuşlardır. Cem’ olmasını [toplanmasını] hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” yapmışdır. Nitekim anlatıldı. Zeyd bin Sâbit “radıyallahü teâlâ anh” her mushafı bir kırâ’et üzerine yazmışdır. Onun için her vilâyetin ehli, bir kırâ’ete tâbi’ olmuşlardır. Hâlâ o ihtilâflar ile, o beldelerin kârileri okurlar. Müşkili olan ona mürâce’at eylesin diye o mushaflarda nokta ve i’râb yokdur. Ancak imâleler gelen yerlerde kelimelerin al- tına sarîhle işâret koymuşlardır. [(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbı bi- rinci kısm, 25.ci maddeye bakınız!]

Yirminci Menâkıb: Hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh”, Kur’ân-ı azîmüşşânın yazılma işi ile uğraşırken, bir Cum’a günü, Cum’a nemâzını kıldıkdan sonra, mubârek elleri- ni kaldırıp, düâ ederken, bir kişi geldi. Acâib sözler söyleyip, dedi ki; Ey Vahy kâtibi! Sûre-i Tebbeti fazîleti bakımından sû- re-i İhlâsdan önce yazmak lâyık değildir. Akla da hoş gelmez deyip, bu şeklde bunun hikmetini öğrenmek istedi. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”, o kişinin tereddüdünü kaldır- mak için, hemen kişinin gözlerini silip, (Bak, levh-i mahfûzu gö- rürsün) dedi. O kişi de bakıp, o ân levh-i mahfûzu gördü. Kur’ân-ı azîmüşşân levh üzerinde, bu tertîb üzerinde yazılmış- dır. Her bir harfi ve sûreler yerli yerindedir. Arab bu kerâmeti görünce, hazret-i Osmânın hizmetinden ayrı kalmayıp, tâat ve ibâdeti ile meşgûl oldu. Gel insâf eyle. Hazret-i Osmân “radı- yallahü teâlâ anh” büyük sultân değil midir. Aslında büyük bir

– 213 –

sultâna hizmet etmek, uğruna mal ve menâlini fedâ etmek ge- rekir. (Gülşen-i Envâr) kitâbından alınmışdır.

Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetleri zemânında bir gulâmın kulağını çekdi. Kulağını acıtmışdı. O gulâm mahzûn oldu. Hazret-i Osmâna dedi ki, yâ efendi! Kıyâmet gününü düşün ki, her kişi Hakkın huzûruna vardığı zemân hakkını alsa gerekdir. Hazret-i Osmân bu sözden pişmânlık duydu. Gulâma buyurdu ki, yâ gulâm! Sen de benim kulağımı çek, berâber olalım. Gulâm da hazret-i Osmânın kula- ğını çekdi. Hazret-i Osmân buyurdu ki: Yâ gulâm, çok çek. Gu- lâm dedi ki, yâ efendi, hazretiniz kıyâmet gününü düşünüp, korkdunuz. Ben köleniz de kıyâmet günü kısâs yapılmasından korkarım.

Yirmiikinci Menâkıb: Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri vefât etdi. Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” yerine halîfe oldu. Hazret-i Ömerin vefât haberi rûm diyârına erişdi. Rûm kayseri, Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” üzerine hücûm etdi. Hazret-i Osmân onu işitip, Abdüllah bin Ebî Serh ve Abdüllah bin Zübeyri imdâda gönderdi. İki fırka birbiri ile karşılaşdılar. Ceng günü de belli oldu. Abdüllah bin Zübeyr, Abdüllah bin Ebî Serhe dedi ki, rûm ve frenk askeri çokdur. Müslimânların askeri azdır. Onlara hîle yaparak muzaffer ol- malıdır. Henüz harb başlamamışdır. Sen asker ile durup, hâzır ol. Benim tarafımdan tekbîr seslerini işitince, hemen rûm ve frenk askerine varıp, vuruşmağa başla. Zîrâ haber almışım ki, rûm pâdişâhları askerden ayrı yerde olup, tavus kanadından ya- pılmış gölgeliğinde birkaç şarkıcı ile oturur. Abdüllah bin Ebî Serh hâzır vaziyyetde dururken, Abdüllah bin Zübeyr otuz er alıp, resmî elçiler gibi gitdi. Rûm ve frengin askerine haber ver- diler. Kaysere yakın vardı. O otuz askere dedi ki, siz rûm ve frengin askeri ile benim aramda durun ki, benim hâlime vâkıf olmıyalar. Eğer benim hâlime kasd etmek isterler ise, onları bir müddet meşgûl ediniz. Bu arada ben de işimi yapayım. Hemen atını salıp, hücûm etdi. Câriyeler kendilerini kayserin üzerine atdılar. Üçünü de kılınç ile helâk edip, tekbîr getirdi. O otuz er de yüksek ses ile tekbîr aldılar. Abdüllah bin Ebî Serh hâzır va- ziyyetde dururken, tekbîr sesini işitdiği gibi, islâm askeri ile bir

– 214 –

yerden tekbîr alıp, rûm ve frenk askerine hamle edip, birbirle- rine vurdular. Onbin kâfiri kırıp, kılınçdan geçirdiler. Bu zafe- re Abdüllah bin Zübeyr hazretlerinin dilâverliği sebeb oldu. Meşhûr rûm şehrlerinden birkaç şehr müslimânların tasarrûfu- na dâhil oldu. Abdüllah bin Ebî Serh Medâyine vardı. O vilâye- ti ele geçirip, harac aldı. Yirmialtıncı senesinde Osmân “radı- yallahü teâlâ anh” Harem-i şerîf etrâfında birçok evleri satın al- dı. Bu şeklde Mescid-i Harâmı genişletdi. Yirmisekizinci sene- sinde haber geldi ki, Horasan kavmi emre mutî’ olmuyorlar. Sa’d bin Âs hazretlerini gönderdi. Onları, itâ’ate getirdi. Hem bu sene de müslimânlar arasında Kur’ân-ı azîmüşşân kırâetin- den ihtilâf vâki’ oldu. Yukarıda zikr olundu.

Otuzuncu senede, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin yüzüğü, hazret-i Osmânın elinden Erîs kuyu- suna düşdü. Ne kadar istediler ise de bulamadılar. Bu sene Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” kostantiniyyeye [İstanbula] varıp, gazâ etdi. Otuzikinci senede rûmdan bir asker gelip, müs- limânlar ile ceng edip, muzaffer oldular. Abdüllah bin Sebe’ ad- lı yehûdî, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” zemânında müslimân olmuşdu. Fekat, yehûdîlik kîni gönlünde bâkî kalmış- dı. İslâm dîninde, çok kötü bir fitne çıkarmak istedi. Hazret-i Ömerin şiddeti ve tedbîrli hareketi onun fitnesine mâni’ olurdu. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” zemânında fırsat bulup, fitne çı- kardı. Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” gidişi, Şey- hayn “radıyallahü teâlâ anhümâ” gidişlerine muhâlif idi diye- rek, müslimânları hazret-i Osmân üzerine ayaklandırdı. Hattâ insanlara öyle i’tikâd etdirdi ki, hazret-i Osmânın üzerine yürü- mek, ayaklanmak ibâdetdir, fikrini aşıladı. Mısrlılardan bir gu- rub, hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” huzûruna geldiler, gitdiler. Basrâlılar Zübeyr bin Avvâmın huzûruna, Kûfeliler, Talhanın “radıyallahü teâlâ anhüm” huzûruna geldiler. Bu din büyüklerinin nasîhatları bunlara fâide verip, nasîhatları kabûl etdiler. Sonra, bunlar yine fitne çıkarmak için toplandılar. Haz- ret-i Osmânı ilzâm [susdurmak], yâhûd hilâfetden hal’ etmek [çekilmesini sağlamak], eğer öyle olmaz ise, katl etmeğe karâr verdiler. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin üzerine yürüdüler. Dediler ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aley-

– 215 –

hi ve sellem” ve Şeyhayn “radıyallahü teâlâ anhümâ” Arafatda nemâzı kasr etdiler [kısaltdılar]. Osmân niçin temâm kıldı. Ce- vâb verdi ki; islâmın işi büyüdü. Şark ve garbın halkı islâma ge- lip, Arafatda toplandılar. Eğer nemâzı temâm kılmasaydım, vi- lâyetlerin halkı kusûr ederler ve böyle kılmak gerekli zan eder- lerdi. Kasr sünnetini bilmezlerdi. İkinci süâlde dediler ki: Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Şeyhayn “radıyalla- hü teâlâ anhümâ” Ebû Zer Gıfârîyi mükerrem tutarlar idi. Ebû Zer hazretleri, Şâmda Mu’âviye “radıyallahü anh” yanında bu- lunuyordu. Mu’âviye “radıyallahü anh” ile Beyt-ül mâldaki mal- ların kullanımı konusunda uyuşmazlık hâsıl oldu. Ebû Zer-i Gı- fârî Şâmdan Medîne-i Münevvereye geldi. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” onu Medîneden dışarı çıkardı. O da, bir harâbe köy- de mekân tutdu [yerleşdi]. Osmân “radıyallahü anh” cevâbında dedi ki, Ebû Zer “radıyallahü teâlâ anh” ve Mu’âviyenin “radı- yallahü teâlâ anh” uygulamaları ve sözleri onların ictihâdı ile alâkalıdır. Onların birbirlerini sevmeleri âyet-i kerîme ile sâbit- dir. Medîneden uzakda ikâmet etmesi câhillere birşey ulaşıp, is- lâma bir zarar gelmesin diyedir. Üçüncü süâlde dediler ki, ön- ceden zekâtı âmiller toplardı. Mal sâhiblerinin isteğine [gönlü- ne] bırakdın. Tâ ki gönlünün istediğine versinler. Cevâb verdi ki: Âmiller telef eder. Aldıkları vakt cebr ile alırlar. Ben mal sâ- hibleri elinde koydum. Kendileri götürüp, Beyt-ül mâla teslîm etsinler. Dördüncü süâlde dediler ki: Hakem bin Âs ile, Mervân bin Hakemi, Resûlullah hazretleri, nifâk sebebi ile Medîne-i münevvereden dışarıya sürdü. Hazret-i Osmân yine Medîneye getirdi, dediler. Cevâb verdi ki: Resûlullah hazretlerinin son hastalıklarında onları getirmeğe izn istedim. İzn verdiler. Bu sö- zü Ebû Bekr ve Ömer hazretlerine söyledim. Bir başka şâhid is- tediler. Bulunmadı. Sonra hilâfet bize erişdi. İlmimiz o izn ile aynı oldu. Resûlullah hazretlerinin izni şerîfleri ile onları geri getirdim. Beşinci süâl olarak dediler ki, Benî Ümeyyenin ihsâ- nını artdırıyorsun. Onların ma’îşeti fazlalaşıyor. Cevâb verdi ki, Herkes bilir ki, Allahü teâlâ hazretleri, ben kuluna servet ver- mişdir. Ben dâimâ sıla-i rahmi muhâfaza etmişimdir. Şu ânda ömrümün sonuna geldim. Bu hâlde beğenilmiş durumun niçin aksini yapayım. Fekat vallahi beyt-ül mâldan hiçbir şey onlara vermedim. Kendi malımdan verdim. Altıncı süâl olarak dediler

– 216 –

ki, Kur’ân-ı kerîmin birkaç nüshası hâriç, diğerlerini niçin ateş- de yakdın. Cevâb verdi ki, etrâfdan haber yazdılar ki, Kur’ân-ı azîmüşşân rivâyetlerinde ihtilâf vâki’ olmuşdur. Diledim ki, bu vâsıta ile dîn-i islâmda bir fitne çıkmasın. Aynı nüshayı bırakıp, değişik nüshaları yakdırdım. Kötüleyenlerin dilleri dîn-i islâm üzere olmasın. Yedinci süâl olarak dediler ki, Ebû Bekr-i Sıd- dîk “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine hürmeten minberden bir derece aşağı durdu. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” Ebû Bekre hurmeten ondan aşağı durdu. Osmân, Resûlullah hazretlerinin yerinde durdu. Cevâb verdi ki: Eğer bu kâideyi devâm etdirse idim, tedrîcen lâzım gelir idi ki, hutbeyi, bir kuyu kazıp, kuyu içine girip, okumak îcâb ederdi. Sekizinci süâl olarak dediler ki, kapına kapıcılar ta’yîn etdin. Cevâb verdi ki: Devletin din işle- rini görürken, din ile alâkası olmıyanların zararını def’ etmek için kendi etrâfımı muhâfaza etdim. Dokuzuncu süâl olarak de- diler ki, hayvanları Bakî’ otunu yimekden men’ etdin [orada ot- lamalarını yasakladın]. Cevâb verdi ki, Beyt-ül mâl hayvanla- rından dolayı onu korudum. Böylece, onu koruyup, telef etme- sinler. Onuncu süâl olarak dediler ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”hazretlerinin yüzüğünü kaybetdin. Ce- vâb verdi ki, Sahâbe-i güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ec- ma’în” gözleri önünde yüzük Erîs kuyusuna düşdü. Ne kadar aradıksa, bulamadık. O şerefden mahrûm kaldık. Hazret-i Os- mân “radıyallahü teâlâ anh” her bir süâle lâyık olduğu üzere ce- vâb verdi. Alîyyül Mürtedânın “radıyallahü teâlâ anh” gayreti ile fitne sâkin oldu [fitne çıkmadı]. Kavga def’ oldu.

Yirmiüçüncü Menâkıb: [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının 118.ci sa- hîfesinde diyor ki: Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” halîfe iken, Yemende, Abdüllah bin Sebe’ isminde bir yehûdî, eski ki- tâbları çok okumuşdu. Medîneye gelip, halîfenin yanında müs- limân olup, halîfenin gözüne girmek istedi. Bu fikrle müslimân oldu. Fekat, halîfe buna hiç yüz vermedi. Bu her yerde hazret-i Osmânı kötüledi. Halîfeye, bu yehûdî dönmesi, her zemân seni kötülüyor, dediler. Halîfe, bunu Medîneden çıkardı. Bu da Mıs- ra gidip, halîfeye karşı propagandaya başladı. Çok bilgili oldu- ğundan, câhilleri etrâfına topladı. En çok söylediği şey, (Her

– 217 –

Peygamberin bir vezîri var idi. Bizim Peygamberimizin vezîri de Alîdir. Hilâfet, onun hakkı idi. Osmân onun elinden aldı.) söz- leri idi. Fellahları kandırıp, Osmân “radıyallahü anh” kâfirdir, dediler. Mısr vâlîsi Abdüllah bin Sa’ddan, halîfeye şikâyetler yazdılar. Mısrdan dört bin kişi Medîneye geldi. Halîfenin be- ğenmedikleri hareketlerini kendisine bildirdiler. Halîfe her süâ- le cevâb verip, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile haklı olduğu- nu isbât etdi. Bir sene sonra, Mısrdan dört bin ve Irâkdan dört bin kişi geldi. Medîne ehâlisi silâhlanıp, niçin geldiniz dedikle- rinde, hacca gidiyoruz dediler. Ehâli de, silâhını bırakdı. Gelen- lerin maksadları hazret-i Osmânı hâl’ etmek idi. Mısrlılar haz- ret-i Alîyi, Irâklılar hazret-i Talhayı halîfe yapmak istiyordu. Mısrlılar hazret-i Alîye gelip, (Seni halîfe yapacağız) dediler. Hazret-i Alî bunlara darılıp, (Peygamberimiz “aleyhisselâm” si- zin yerleşdiğiniz yere gelip konacak askerin mel’ûn olduğunu haber verdi) buyurdu. O gece halîfe, hazret-i Alînin “radıyalla- hü anh” yanına gelip, bu askerleri geri döndür, dedi. Hazret-i Alî de pekî deyip, sabâhleyin askere nasîhat verdi. Asker geri dönmekde iken, hazret-i Alî halîfeye gelip, Mısr vâlîsini değiş- dir, onların istediğini ta’yîn eyle, dedi. Halîfe, Muhammed bin Ebî Bekri vâlî yapdı. Mısrlılar vâlî ile Mısra gitdi. Fekat yolda bir haberci üzerinde halîfenin mektûbunu buldular. Eski vâliye emr olup, gelenleri kabûl ediniz deniyordu. O zemân yazılar noktasız olduğundan, noktanın yerine göre, katl ediniz ma’nâsı da okunur. Mısrlılar böyle okuyup, kızdılar. Geri döndüler. Irâklıları da döndürdüler. Halîfenin evini sardılar.]

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin mevcûd dört- yüz kölesi [kulu] var idi ki, akçe ile almış idi. Hepsi harb âlet- leri ile kuşanıp, hazret-i Osmânın serâyını kuşatmışlardı. Haz- ret-i Osmân bütün kölelerini huzûruna çağırıp, buyurdu ki, her kim odasına varıp, silâhını bırakıp, kendi hâlinde oturursa, âzâd olsun. Benim hayr düâm onun ile olsun. Onlar da emre uyup, dağıldılar. Ondan sonra hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” haber verdiler. Onbin kadar kimse hazret-i Osmânın katli için toplanıp gelmişlerdir, dedi- ler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ayrılığı, imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin cân-ı azîzlerine bir mertebe kâr eylemiş idi ki, ne günleri gün yerine

– 218 –

ve ne geceleri gece yerine geçer idi. Geceleri ağlar idi. Mubâ- rek ciğerini dağlardı. Hattâ Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretlerinden sonra, Zülfikâr adlı kılıcını mubâ- rek beline kuşanmadı. Ve Düldül adlı atına binmedi. Gece- gündüz Ravda-i Mutahharasında olurdu. Onun için kendileri gitmeyip, imâm-ı Haseni ve imâm-ı Hüseyni “radıyallahü teâ- lâ anhümâ” gönderdiler. Tenbîh eylediler ki, her kim ki haz- ret-i Osmânı kasd için gelir ise kılıcı vurun. Her kim olursa ol- sun, aman vermeyin. Bu iki şeyhzâde, bellerine kılıçlarını ku- şanıp, hazret-i Osmânın kapısına vardılar. Bu şeyhzâdeleri gördükleri gibi, hiçbir fert kapıya gelmeğe cesâret edemedi. Kapıyı bırakıp, serây dıvârını deldiler. Hazret-i Osmân “radı- yallahü teâlâ anh” Kur’ân-ı azîm ve Fürkân-ı kerîm okurlar idi. Okurken şehîd eylediler (El hükmülil vâhidil Kahhâr). (İn- nâ lillah ve innâ ileyhi râciûn). Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” vefât etmeden evvel hazret-i imâm-ı Alîye haber verdiler. Acele ile kalkıp, hazret-i Osmânın yanına gitdi. İmâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyni görüp, onları tekdîr edip, içeri hazret-i Osmânın yanına vardı. Mubârek hâtırını sordu. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hâline şükr edip, dedi ki, yâ Alî! Bu benim başıma geleceğini beni bilmez mi zan edersin! Yoksa, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana bildirmedi mi zan edersin. Yâ Alî! Lutf edip, benden ötürü bir kimseye zarar etmiyesin. Bu gece Peygambe- rimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rü’yâda gördüm. Bana buyurdu ki; (Yâ Osmân! Bu gece bizim yanı- mızda iftâr edersin!) Yâ Alî, on nesneyi sakladım. Mahrem ha- zîne gibi kimseye açmadım. O on nesneyi bu üslûb üzere tak- rîr buyurdular: Ben islâmın üçüncü halîfesi oldum. Fahr-il kev- neyn ve Resûl-i sekâleyn Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin iki kerîme-i muhteremelerini almak, hiç kimseye müyesser olmamışdır. Bana müyesser ol- du. Tegannî etmedim. Bütün ömrümde tegannî etmek isteme- dim. Tegannî edilen yere bile uğramadım. Îmâna geldikden sonra zinâ etmedim. Evvelden de zinâ etmemişdim. Îmâna gel- dikden sonra, hırsızlık etmedim. Evvelden de etmemişdim. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile bî’at edip, mubârek eline elim yapışdıkdan sonra, sağ elimi av-

– 219 –

ret yerime uzatmadım. Bir Cum’a günü geçmedi ki, ben bir kö- le âzâd etmiş olmıyayım. Eğer hâzır köle bulunmaz ise, sonra bir köle alıp, getirip, âzâd ederdim. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin zemân-ı şerîflerinden beri benim başıma geleceği bilirdim. Lâkin kimseye açmazdım. Bu üslûb ve bu tertîb üzerine yedi mushaf-ı şerîf yazdırıp, bütün mu’minleri ihtilâf etmekden kurtarıp, herbirini bir iklîme [memlekete] göndermek bana müyesser oldu.

Yirmidördüncü Menâkıb: Emîr efendi buyurdular ki, haz- ret-i Osmân bin Affânın “radıyallahü teâlâ anh” mubârek hattı şerîfleri ile yazdığı mushaflardan üç dânesini gördüm. Birini Şâmda, birini Yemende ve birini Mısr İskenderiyyesinde. Am- mâ, ba’zılarından nakl olunur ki, bu mushafların üçünde de me- âl-i şerîfi (... Onlara karşı sana Allahü teâlâ kâfidir, yeter..) olan Bekara sûresi 137.ci âyet-i kerîmesinde şehîd etdikleri vakt, mubârek kanı damlamış. Lâkin ba’zılarından da rivâyet olunur ki, şu ânda kelâm-ı şerîflerin birisinde adı geçen âyet-i kerîme- de mubârek kanı tâze, sanki henüz damlamışdır. Allahü teâlâ- nın hikmeti, Emîr efendi huzûruna bir kaç def’a varıldı. Ammâ bu haberin sıhhatini sormak müyesser olmadı. Lâkin bu kadar kerâmeti, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yüce şânı için acâib değildir.

Yirmibeşinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de, menâkıb-ı haz- ret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” bâbının haseninde rivâyet olunmuşdur. Semâme tebni Cezemîl Kuşeyrî dedi ki: Ben Yev- müddâra hâzır oldum. Yevmüddâr, hazret-i Osmânın katl olun- duğu güne derler. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”, se- râyını muhâsara edenlerin hâlini anladı. Onlara hitâb edip, bu- yurdular ki: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ve de islâma yemîn ederim ki, siz bilmez misiniz, Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretleri Medîneye geldi. Medîne-i Mü- nevverede Rûme kuyusundan başka tatlı su yokdu. Buyurdular ki, (Rûme kuyusunu kim satın alır, kendi kovası ile müslimân- ların kovasını bir tutarsa, onun Rûme kuyusundaki kovasından Cennetdeki kovası hayrlı olur.) Kendi hâlis malımdan o kuyuyu satın aldım. Siz bugün o kuyunun suyunu içmekden beni men’ edersiniz. Hattâ deryâ (deniz) suyu gibi tuzlu su içerim. Hep-

– 220 –

si dediler ki: (Evet öyledir). Rûme, bir kuyunun adıdır. Medî- ne-i Münevverenin altı mil mikdârı uzağında bir kuyudur. O kuyu küçük vâdi’dedir. Zîrâ, Medîne-i Münevverede iki vâdi’ vardır. Büyük vâdi’de olan Azîze kuyusudur.

Şârih Gürânî “rahimehullah” İbni Abdülberden nakl etmiş- dir ki: Medîne-i Münevverede bir yehûdînin ağzı örülü bir ku- yusu var idi. Suyu gâyet tatlı idi. Suyunu satardı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Rûme kuyusunu kim alır, kendi kovasını müslimânların kova- sı ile berâber tutarsa, Cennetdeki kovası bundan hayrlı olur.) Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” varıp, kuyuyu yehûdî ile pazarlık etdi. Yehûdî kuyunun temâmını satmakdan imtinâ etdi. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” da, yarısını aldı. Nöbet yolu ile, bir gün Osmânın “radıyallahü anh” olacak, bir gün yehûdînin olacakdı. Hazret-i Osmân nöbetini sebîl ve sada- ka etdi. Yehûdî ücret ile satardı. Müslimânlar da hazret-i Os- mânın nöbeti geldikde, iki günlük su alırlardı. Yehûdînin nöbe- tinde aslâ uğramazlar idi. Yehûdînin pazarı kesâda uğrayınca, diğer yarısını da satmak istedi. Diğer yarısını da Osmân “radı- yallahü teâlâ anh” hazretleri ondan satın aldı. Evvelki yarısını yehûdîden oniki bin dirheme almışdı. Diğer yarısını da sekiz bin dirheme aldı. Temâmını sebîl etdi.

Yine hazret-i Osmân muhâsara edenlere hitâb edip, buyur- du ki, Allahü teâlâ hazretlerine ve islâma yemîn ederim ki, siz bilmez misiniz. Mescid dar geliyordu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Falanın yerini kim satın alıp, Mescide katarsa, o yerden dahâ iyisine Cennetde kavu- şur.) O yeri has malım ile satın aldım ve Mescide ilhâk etdim [katdım]. Siz bu gün beni o mescidde iki rek’at nemâz kılmak- dan men’ ediyorsunuz. Dediler, evet öyledir. O yine buyurdu ki, yemîn ederim Allahü tebâreke ve teâlâya ve islâma ki, Te- bûk gazâsında, islâm askerini kendi malımdan techîz etdiğimi bilmiyor musunuz? Dediler; evet, biliyoruz! Yine buyurdu ki, yemîn ederim Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ve islâma ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Mekke-i Mü- kerremeden Sebîr adlı dağa çıkdılar. Ebû Bekr ve Ömer ve ben de berâber çıkdım. Dağ harekete geldi. Hattâ taşları döküldü.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek ayağı ile dağa vurup, buyurdular ki, (Sâkin ol yâ Sebîr! Senin üzerinde bir Nebî ve bir Sıddîk ve iki şehîd vardır.) Bunu bilmez misiniz. Dediler, evet, biliyoruz! Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” dediler ki, (Allahü ekber! Kâ’benin Rabbine yemîn ede- rim ki, ben şehîdim.) Allahü ekber sözünü, hayretde olan kim- se hasmını ilzâm ve ona tepki şeklinde söyler. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” o vakt, hasmlarını izhâr edip, kendisi- nin hak üzere olup, hasmlarının bâtıl üzerine olduğunu, onlar kendi dilleri ile ikrâr etdiler. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Sebîr dağı üzerinde iki şehîd buyurduk- larının birisi hazret-i Ömer, birisi hazret-i Osmândır “radıyalla- hü teâlâ anhümâ”. Yine hasmlara hitâb edip, dedi, Kâ’benin Rabbi hakkı için siz şâhid olunuz ki, muhakkak ben şehîdim. Üç def’a böyle buyurdular:

(Mesâbîh-i şerîf)den yine o bâbda nakl olunmuşdur: Süheyl der ki, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” dâr gününde ba- na dedi ki, muhakkak Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri benden ahd aldı. Ben o ahd üzerine sabr edici- yim. Ya’nî bana vasıyyet buyurdular ki, sabr edeyim. Mukâtele etmiyeyim.

Yirmialtıncı Menâkıb: Adî bin Hâtem “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir: Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” haz- retlerinin şehîd olduğu gün bir nidâ işitdim. (Yâ Osmân bin Af- fân! Râhatlık ve se’âdet ile, Rabbini gadabsız bulman ile, guf- rân ve rıdvân ile müjdeliyorum.) Etrâfıma bakdım. Bir kimse görmedim. (Şevâhid-ün nübüvveden) alınmışdır.

Yirmiyedinci Menâkıb: Yine adı geçen kitâbdan terceme olundu. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” şehâdet şerbe- tini içdi. Üç gün mubârek cenâzesi durup, defn olunmadı. Üç günden sonra, hâtıfdan (gaybdan) bir ses geldi ki, (Osmânın ce- nâzesini defn edin. Nemâzını kılınız ki, muhakkak Hak Sübhâ- nehü ve teâlâ ve tekaddes hazretleri ona salevât eyledi, ya’nî rahmet eyledi,) diyordu.

Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Osmân bin Affân “radı- yallahü teâlâ anh” üç günden sonra, Bakî’ tarafına defn olun-

mağa giderken, arkalarından bir büyük bulut hâsıl oldu. Cenâ- ze-i şerîf ile gidenlerin yüreklerine korku düşüp, az kaldı ki, ce- nâzeyi bırakıp, gideceklerdi. O bulutun içinden bir ses, (kork- mayınız, meyyiti bırakıp gitmeyiniz ki, biz de bu mubârek mey- yitin nemâzını kılmağa geldik,) diyordu. Meğer onlar melekler imiş. Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” nemâzını kılıp, vücûd-ı şerîflerini ziyâret etmek için gelmişler. Bu da (Şevâhid- ün nübüvve)den terceme olunmuşdur.

Yirmidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” şehîdlik rütbesine nâil oldukdan sonra, Fahr-ül kev- neyn ve Resûl-üs sekaleyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin Mescid-i şerîflerinin üzerinde, üç gün üç gece cin- nîler gelip, ağlayıp, feryâd ve figân eylediler. Cümle halk bun- ların feryâd ve figânlarını işitdiler. Bu da hazret-i Osmânın “ra- dıyallahü teâlâ anh” büyüklüğüne işâretdir. (Şevâhid-ün nü- büvve)den terceme olundu.

Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” şehâdet mertebesine kavuşup, âhırete sefer etdikden son- ra, Medîne-i münevverede halîfelerin oturması vâki’ olmamış- dır. Allahü teâlânın rızâ-ı şerîfleri olmamışdır. Zîrâ hazret-i imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh” halîfe olunca, rey’i şerîfleri öyle oldu ki, Kûfe şehrine yerleşdiler. Hazret-i Mürtedâ “radı- yallahü teâlâ anh” Medîne-i münevvereden Kûfe şehrine varıp, orada yerleşmeleri, onun, Resûlullahın huzûrunda izzeti ve kadri olmadığı şekliyle kıyâs etmemelidir. Hâşâ öyle değildir. Nihâyet ezelde böyle mukadder olmuş ki, hazret-i imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh” Hak sübhânehü ve teâlânın nusret ve inâyeti ile, Kûfe şehrine varıp, etrâfındaki memleketleri feth edip, oraları koruması ezelde takdîr olunmuşdur.

Otuzbirinci Menâkıb: Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” bir büyük kerâmeti de şudur. Hazret-i Osmânın şehâdeti- ne gelinceye kadar bu ümmet arasında fitne yok idi. Hazret-i Osmân şehîd oldu. Dünyâ fitne ile doldu. Fitnenin sonu Deccâl ile hitâm [son] bulsa gerekdir. Hazret-i Osmânın şehâdetinden bir kimsenin gönlüne bir zerre kadar sürûr gelse, eğer o kimse Deccâla yetişirse, ona tâbi’ olup, kâfir olmasından korkulur. Eğer Deccâla yetişmezse, kıyâmet günü haşr oldukda, Deccâl

– 223 –

ile haşr olmakdan korkulur. Neûzü billâhi teâlâ. Allahü teâlâ hazretleri, müslimânları, Sahâbe-i kirâma zerre mikdârı kalble- rinde kin ve düşmanlık olmakdan ve husûsî ile hulefâ-i râşidîn hazretleri hakkındaki düşmanlıkdan hıfz eylesin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”!

Otuzikinci Menâkıb: (Şevâhid-ün nübüvve)de diyor ki: İb- ni Sa’îd-ül Gaffârî derler bir kimse var idi. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” şehâdet şerbetini içdikden sonra, se’âdethânelerine girdi. Orada Sultân-ı kâinâtdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kalmış bir asâ var idi. Onu alıp, dizine dayayıp, kırmak istedi. Orada hâzır olanlar, çağırışıp, sakın ola ki, bu mubârek asâyı kırma, zîrâ, Fahr-i âlem hazretlerin- den kalmışdır, dediler. O da asâyı kırmadı. Lâkin küstâhlık edip, hazret-i Osmânın harem-i hâslarına [evine] girip, o mu- bârek asâyı kırmak kasd etdiği için, o kimsenin ayağına bir hastalık zuhûr edip, günden güne artdı. Senesine varmadı, öl- dü. Hak Sübhânehü ve teâlâ gayûrdur [gayretlidir]. Dostları- na ihânet edenlerin dünyâda olsun, âhıretde olsun, hakların- dan gelir.

Otuzüçüncü Menâkıb: Büyüklerden birisi rivâyet eder. Kâ’be-i şerîfi tavâf ederken bir a’mâ gördüm. Hem tavâf ediyor ve hem de, (Yâ Rab! Bilirim ki, günâhım afv olunmaz!) diyor- du. Ben de ona, böyle bir yerde, böyle söz söylenir mi, dedim. O da dedi ki: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” şehîd olunmazdan evvel bir arkadaşım ile, hazret-i Osmân şehîd ol- dukdan sonra, yüzüne bir tokat vuralım diye yemîn etdik. Şe- hâdet şerbetini içdi. Ben ve arkadaşım hazret-i Osmânın yanı- na vardık. Gördük, mubârek başı hâtununun yanında, örtül- müş durur. Arkadaşım hâtununa dedi ki, aç yüzünü, Onun yü- züne tokat vurmağa ahd eyledik. Hâtunu dedi ki, Allahü teâlâ hazretlerinden korkmaz mısınız. Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sohbetini anmaz mısınız. Haz- ret-i Peygamberin iki muhterem kerîmesini aldığını fikr etmez misiniz. Ben hicâb edip, geri döndüm. Arkadaşım orada kalıp, vardı, hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” mubârek başı- nı açıp, nûra gark olmuş yatarken, mubârek gül yanağına, ku- ruyacak bir eliyle tokat vurdu. Hazret-i Osmânın hâtunu, elle-

riniz kurusun ve gözleriniz kör olsun dediği gibi, o ânda, kapı- dan dışarı çıkamadan gözlerimiz kör oldu. Ve ellerimiz kurudu. Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” menâkıb-ı şerîfine nihâyet yokdur. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmuş- dur.

Hazret-i Zeydden rivâyet olunur ki, hazret-i Osmânın “radı- yallahü teâlâ anh” katline kasd edenlerin temâmı az zemânda cünûna mübtelâ olup [aklını kaçırıp], helâk oldular. Abdüllah bin Mubârek “rahmetullahi teâlâ aleyh” bu haberi işitdiği ze- mân (Delilik onlar için azdır) buyurmuşdur.

Otuzdördüncü Menâkıb: Bir gün bir kervân Mekke-i Mü- kerremeye ticârete giderken, Medîne-i Münevvereye uğradı. Allahü teâlânın hikmeti, kervân halkı hazret-i Osmânın “radı- yallahü teâlâ anh” kabrinin yanında mola verdiler. Kervân halkı birbiri ile, bu gece hazret-i Osmânı ziyâret etmek için müşâvere etdiler. Ertesi günü Sultân-ı kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini de ziyâret edeceklerdi. Bütün kervân halkı, hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” kabri- ni ziyâret için abdest aldı. Meğer içlerinde bir râfizî varmış. Lâkin onu bilmezlerdi. Buna da teklîf eylediler. Bin dürlü be- hâne bulup, ziyârete gitmedi. Çadırlardan kervân halkı gitdik- den sonra, bir büyük arslan geldi. O râfizîyi başından kavradı. Yir iken, kervân halkı ziyâretinden döndüler. Çadırlarına ge- lip, gördüler ki, bir büyük arslan, arkadaşlarının başını kemi- rir. Aslan bunları görünce, râfizînin murdâr leşini çadırdan dı- şarı çıkarıp, fasîh lisân ile, kervân halkına dedi ki, hazret-i Os- mânı sevmiyenin sonu budur. Murdâr leşi dağa doğru sürüye sürüye alıp gitdi.

Otuzbeşinci Menâkıb: Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Hazret-i Osmânı “radıyallahü teâlâ anh” katl edenler pişmân olup, mescidde pişmânlıklarını anlatırken, se- mâ [gök] yüzünden bir şahs zuhûr etdi. Elini uzatıp, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hücre-i şerîfe- sinden bir mushaf çıkarıp, bu sözü söylediğini gördüm. (Mu- hammed aleyhisselâm, dîninde ayrılık çıkaran ve böylece fırka- lara ayrılmağa sebeb olan kimselerden uzakdır. Böyle olduğu- nu bilmiyor musunuz.)

Şehîd olduklarında sekseniki yaşında idi. Bakî’de defn olu- nup, rahmet-i rahmâna kavuşdu “radıyallahü teâlâ anh”. Alla- hü teâlâ haşra ve kıyâmete kadar ondan râzı olsun! Ma’lûm ola ki, hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” fazîletlerinden bu zikr olunan, deryâdan katre ve güneşden zerre mesâbesindedir. Dahâ geniş ma’lûmât edinmek isteyen dahâ önce zikr olunan o iki kitâba mürâce’at etsin. “Sallallahü alâ seyyidinâ Muhamme- din ve âlihî ve sahbihî ecma’în.”

Otuzaltıncı Menâkıb: Osmân “radıyallahü teâlâ anh” haz- retlerinin şânları ve şerefleri için nâzil olan âyet-i kerîmeler:

1– İslâm dîni yayılmağa başlayınca, her tarafdan arablar Me- dîne-i münevvereye gelmeğe başladılar. Mescid-i şerîf dar oldu- ğu için, gelenler yer bulamadığından sahrâda çadır kurup, otur- dular. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Her kim bu bizim mescidimizi, bir zrâ’ dahî bü- yültürse, Cennet onun içindir.) Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, yâ Resûlallah! Benim malım ve mülküm sana fedâ- dır. Ben kemter kulun [kölen] genişleteyim, dedi. Sonra kırk zrâ’ genişletdi. Allahü teâlâ hazretleri, meâl-i şerîfi; (Allahü te- âlânın mescidlerini, ancak Allaha ve âhıret gününe inanan, ne- mâz kılan, zekât veren ve yalnız Allahü teâlâdan korkan kimse- ler ta’mîr eder. Bu vasfdaki kimselere Cennete götürecek amel- leri yapmak lâzım olur) olan Tevbe sûresi onsekizinci âyet-i ke- rîmesini gönderdi.

2– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, müslimânlara, birbi- rinizle ittifâk edip, mallarınızın bir mikdârını vâcib ve bir mik- dârını tetavvu’ olarak Allah yolunda harc edin, buyurmuşdu. Onlara, ittifâklarının netîcesinin bereketinin nasıl olacağını ve onun sevâbının haddi [mikdârı] ne kadar olacağını beyân bu- yurmuş, meâl-i şerîfi, (Müslimânlardan mallarını cihâd veyâ da- hâ başka hayrlı işler gibi, Allahü teâlânın gösterdiği yolda sarf etmeleri, bir dâneyi tarlaya ekip, bundan yedi başak ve her bir başakdan yüz dâne almağa benzer. Allahü teâlâ dilediği kimse- lere bu kat kat artdırmağı veyâ dahâ fazlasını kulun malını da- ğıtmasındaki ihlâsı nisbetinde, sevâbını on, yetmiş, yediyüz ve- yâ dahâ fazla katları kadar artdırır. Allahü teâlâ vasi’dir. Alîm- dir. Allah yolunda mal sarf edenler, sarf etdiklerinde men’ ve

ezâ etmiyenler, Rablarının yanında büyük sevâblara kavuşur- lar. Onlar için, âhıretde korku ve dünyâ işlerinde üzüntü yok- dur.) olan, Bekara sûresi 261, 262.ci âyet-i kerîmeleri ile bildir- mişdir.

Minnet, ni’meti yâd etmekdir. Söylemek ve saymak yolu ile başa kakmak, o ni’metin sevâbını kesmeğe sebeb olur. Bunun azı odur ki, bir kimseye in’âm ve ihsân eder. Sonra onu o kim- senin istemediği yerde yâd eder. Veyâ onun akebinde bir söz söyler ki, o kimseye hoş gelmez. Veyâ nice kerre sana in’âm et- dim, hiç şükrünü etmedin diye söyler. Bir kimseye hiçbir şeyi vermemek, ona birşey verip de, sonra minnet etmekle rencîde etmekden iyidir. Zeyd bin İslâm der ki: Babam bana dedi ki, (bir kimseye bir şey verdiğin zemân, böyle bilesin ki, ona senin selâmından bir nesne gönlüne gelir. Selâmı ondan geri tut. Tâ ki, o ni’met halâs kalsın.) Ebû Esâmenin yanına bir kadın gel- di ve dedi ki, hakîkat üzere gazâ eden bir mertden bana haber ver ki, bir okum vardı, ona vereyim. Ebû Esâme dedi: Allahü teâlâ bulunduğun cem’iyyetde seni mubârek etsin ki, onları; dahâ vermezden evvel rencîde etdin. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, kulları üzerine, iyilik edip, başa kakmayı, verdiği ni’meti verdiğini söylemeği harâm etmişdir. Ni’meti yâd eder- ken başa kakmamalı, karşısındakine mağrûr olmamalıdır. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri kullara ni’met verir ve onlara minnet eder. Allahü tebâreke ve teâlânın minneti yâd etdir- mek ni’meti olur. Böylece o kimse, birşey verince mağrûr ol- mamalıdır.

Meâl-i şerîfi, (Mallarını cihâd ve hayr işlerinde Allah için harcayanlar...) olan Bekara sûresinin 262.ci âyet-i kerîmesi Os- mân bin Affân, Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anhü- mâ” hazretlerinin şân-ı şerîfleri için nâzil olmuşdur. Abdürrah- mân bin Avf, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine, dört bin dirhem ile geldiler. Dedi ki, yâ Re- sûlallah! Yanımda sekiz bin dirhem var idi. Dört bin dirhemini ıyâlime nafaka için alıkoydum. Dört bin dirhemini getirdim. Allahü teâlâ hazretlerine karz-ı hasen [ödünç] verdim. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Allahü tebâ- reke ve teâlâ verdiğine ve hem de ıyâlin için alakoyduğuna be-

reket versin. Fekat Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Tebûk gazâ- sında buyurdular ki, techîzatı olmıyan herkesin techîzatını al- mak benim üzerime olsun. Bin deve yükü ile gâzîlerin techîzâ- tına sarf etdi. Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi onların şânları için gönderdi. Abdürrahmân bin Sümre “radıyallahü teâlâ anh” der ki: Osmân “radıyallahü teâlâ anh” bin kırmızı altın getirdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ku- cağına dökdü. Dahâ önce de beyân olunmuşdur. Hazret-i Ha- bîb-i ekrem mubârek eli ile o altınları döndürüp, buyurdular ki, (Affân oğluna, bugünden sonra her ne ederse, ziyân etmez!) Ebû Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” der ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini gördüm. Mubâ- rek ellerini kaldırmış, Osmâna şöyle düâ buyururdu: (Yâ Rab- bî! Ben Osmândan râzıyım. Sen de râzı ol!) Böylece, sabâh oluncaya kadar düâ buyurdular.

3– Aşağıdaki âyet-i kerîmenin iniş sebebi şudur: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” gündüz oruc tutardı. Gece ne- mâz kılardı. Her gece iki rek’at nemâz kılardı. Bir rek’atinde Kur’ân-ı azîm-üş-şânın temâmını okurdu. Bir rek’atinde bin (Kul hüvallahü ehad) sûre-i şerîfesini okurdu. Hak sübhânehü ve teâlâ bu âyet-i kerîmeyi irsâl buyurdu. (Bütün gece secde edip ve ayakda durup, devâmlı ibâdet ve itâ’at eden ile isyân eden bir olur mu. O âhıret azâbından korkar. Rabbinin rahme- tini ümîd eder. Ey Resûlüm, de ki, hiç bilen ile bilmiyen bir olur mu. Nitekim devâmlı itâ’at eden ile isyân eden de bir değildir. Bildirdiklerimize ancak akl sâhibleri kıymet verir.) [Zümer sû- resi dokuzuncu âyet-i kerîmesi meâli.] Bu âyet-i kerîme, Am- mâr bin Yâser “radıyallahü teâlâ anh” şânı ve Huzeyfe tebni Mugîre el Mahzûmî şânı içindir. Müfessîrlerin çoğunun kavlin- ce; Osmân ibni Affân “radıyallahü teâlâ anh” şânı için nâzil ol- muşdur.

4– Bu âyet-i kerîmenin nâzil olmasına sebeb o idi ki, Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hayrât etmekde, nemâzda ve orucda ve mal vermekde devâmlı idi. Allahü teâlâ hazretleri, onun yüksek şânı için, meâl-i şerîfi, (Şübhesiz ki, kendilerine bizden se’âdet îcâb etmiş olanlar, işte bunlar Cehennemden uzaklaşdırılmış- lardır. Cehennemden uzaklaşdırılan O Cennetlikler, Cehenne-

min hışıltısını bile duymazlar. Bunlar canlarının istediği şeyler içinde ebedî olarak kalıcıdırlar. O en büyük korku (sûra üfürü- lüş ânı) bunları mahzûn etmiyecek, kendilerini melekler şöyle karşılayacaklar: İşte bu size dünyâda va’d edilen mutlu gün- dür!) olan Enbiyâ sûresi 101, 102 ve 103.cü âyet-i kerîmelerini gönderdi. Bir rivâyetde gelmişdir. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bu âyet-i kerîmeyi okudular. Sonra buyurdular ki, ben onlardanım. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Talha ve Zü- beyr ve Sa’îd ve Abdürrahmân “radıyallahü anhüm” da onlar- dandır. Âlimlerin çoğu, bu âyet-i kerîme, Osmân bin Affân hakkında nâzil olmuşdur, dediler.

5– Diğer âyet-i kerîmede Allahü teâlâ ve tekaddes hazretle- ri buyurdu ki: (Sâlih mü’min olanlar, Allahü teâlânın harâm et- mediği şeyleri yimelerinde zarar yokdur. Ancak harâmlardan sakınmaları, îmânlı olmaları ve amel-i sâlih işlemeleri lâzımdır. Bundan sonra, kendilerine harâm olan şeylerden sakınır, ha- râm olduklarına inanırlar. Ve dahâ sonra bütün günâhlardan devâmlı sûretle sakınır, güzel amelleri araşdırıp, onları yapar- larsa, muhsin olurlar. Allahü teâlâ, muhsinleri, ihsân edenleri sever.) [Mâide sûresi 93.cü âyet-i kerîme meâli.] Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurur ki: Bu âyet-i kerîme, Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hakkında gelmiş- dir.

Otuzyedinci Menâkıb: Hazret-i Osmânın “radıyallahü anh” üstünlükleri hakkında bildirilen hadîs-i şerîfler ve haberler hak- kındadır:

1– İsnâd ile Ebû Karfesadan “radıyallahü teâlâ anh” rivâ- yet olunmuşdur. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” meclis-i şerîflerinde bir cemâ’at oturmuşlardı. Ben de onların içinde bir zemân oturdum. Sonra, Osmân “radıyallahü teâlâ anh” meclis-i şerîflerine dâhil oldular. Bir köşede otur- dular. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yâ Osmân! Bana yakın ol.) Biraz yaklaşdılar. Yine buyur- du ki: (Bana yakın ol!). O mertebe yakın oldu ki, Osmân “ra- dıyallahü anh” hazretlerinin dizi, Habîbullah hazretlerinin mubârek dizine ulaşdı. Osmânın yakasının bağı açık göründü. Mubârek eli ile yakasını bağladı. Ve yüzüne bakdı. Mubârek

gözleri yaş ile doldu. Sonra buyurdu, (Yâ Osmân! Önünde bü- yük iş olacağını bil! Sen kıyâmet gününde benim havzıma eri- şenlerin evveli olursun! Senin damarlarından kan revân olur. Rengi kan rengi olur. Kokusu misk kokusu olur. Ben ki, Resû- lüm! [Sana] Sübhânallah! Sana bunu kim etdi, derim. Sen, fa- lan ve falan etdi, dersin. Orada bir nidâ edici, Arşdan nidâ eder ki, biliniz ki, Osmân bin Affân, pâdişâh ve emîr, dehr [dünyâ] sürülmüş üzerine. Sonra, senin ile Allahü teâlâ ve te- kaddes arasındaki perde kalkar. Sana Allahü teâlâ tecellî edip, buyurur! Yâ Osmân! Seni öldürenler hakkında ne düşünür- sün. Sen dersin ki, yâ Rab! Eğer Sen onları azarlar isen [cezâ- landırır isen], ben de azarlarım. Eğer Sen onları afv edersen, ben de afv ederim.)

2– Câbir “radıyallahü teâlâ anh” der ki, biz muhâcirlerden bir cemâ’at, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hu- zûr-ı şerîflerinde oturmuş idik. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alî ve Talha ve Zübeyr ve Abdürrahmân bin Avf ve Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anhüm” onların arasında idi. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Sizden herkes, kendi dost ve yârinin yanına varsın!) Onlar da öyle yap- dılar. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Osmâ- nın yanına vardı ve onu kenârına aldı. Yüzünü öpdü ve buyur- du ki: (Yâ Osmân! Sen benim dünyâda ve âhıretde dostum- sun!)

3– Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Osmân bin Affâna “radıyallahü anh” buyurdular ki: (Ben Ümmü Gülsü- mü, Allahü teâlâ tarafından vahy gelerek sana verdim.)

4– Ebû İmâmet-el Bahilî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri buyurdular: (Ricâlin [bir kişinin] şefâ’ati ile benim ümme- timden Rebî’a ve Mudar kabîleleri mikdârı Cennete girer.) Ri- vâyet ederler ki, o mert hazret-i Osmân bin Affândır “radıyal- lahü teâlâ anh”.

5– Mugîre bin Şûbe’ rivâyeti ile gelmişdir. Mugîre tebni Şû- be “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Müşrikler Huneyn gazâsı günü hezîmete uğradılar. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve

sellem” bir adama buyurduğunu işitdim: (Ey Allahın düşmanı. Allahü tebâreke ve teâlâ sana buğz eder!) Mugîre der ki, yâ Re- sûlallah! Bu o kişidir ki, Kureyşe buğz eder. Buyurdu ki, (Evet, Osmân bin Affâna buğz eder!)

6– Şeddâd bin Evs “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Resû- lullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” işitdim, buyurdu ki: (Ben eshâbım arasında oturmuşdum ki, Cebrâîl aleyhisse- lâm benim önüme geldi. Beni sağ kanadı üzerine aldı. Cen- net-i Adna iletdi. Cennet-i Adnda gezerken, bir elma elime geldi. Ben o elmaya bakıp, te’accüb ederken, nâgah, o elma şak olup, iki bölük oldu. Arasından bir hûrî dışarı geldi. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine tesbîh etdi. Öyle tesbîh etdi ki, evvelden âhıre kimse öyle tesbîh etmemişdir. Ben dedim; Sen kimsin. Dedi, ben hûrî’aynım. Allahü tebâreke ve teâlâ beni arşın nûrundan halk etmişdir. Ben dedim, kimin içinsin. Dedi, imâm-ı mazlûm Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” içinim.)

7– Zehrî rivâyeti ile, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” bildiriyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir gece kalkıp, gidiyordu. Hazret-i Osmân da ileride gidiyor- du. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki: Yâ Resûlallah! Bu kimdir ki, bu sâatde senin önünden gitdi. Buyurdular ki, (Os- mân bin Affândır). Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, bu Ebû Amr- dır, ya’nî Osmândır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular, (Evet yâ Cebrâîl. Siz Osmânı gökde de tanır mısı- nız!) Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: Yâ Resûlallah! O Allahü te- bâreke ve teâlâ hakkı için ki, seni halka hak Nebî gönderdi. Güneşin yer yüzünü aydınlatdığı gibi, Osmân gökleri aydınla- tır.

8– Abdürrahmân bin Ebî Leylâ rivâyet eder. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Kanbere buyurdu ki, var mescidde yük- sek ses ile seslen. Hazret-i Osmânı seven kimse var mıdır. Kan- ber varıp nidâ etdikde, bir kişi kalkıp dedi ki, ben hazret-i Os- mânı severim. Kanber dedi ki, gel, emîr-ül mü’minîn Alî “radı- yallahü teâlâ anh” seni çağırır. O kişi kalkıp, emîr-ül mü’minîn Alînin huzûruna geldi. Emîr-ül mü’minîn buyurdu ki, Osmânı sever misin. Dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn, Allahü tebâreke ve

teâlâ hazretlerinin izzet ve azameti hakkı için, ben hazret-i Os- mânı kendi cânımdan dahâ çok severim. Bir vakt Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna varmışdım. Dedim ki, yâ Resûlallah! Bana birşey ver ki, bir hanım almışım, hiçbir nesne yokdur ki, onun mehrini vereyim. Resûlullah hazretleri, bana bir vekiyye altın verdiler. Bir vekiyye kırk dirhem kıyme- tinde altın idi. Ebû Bekr de bir vekiyye verdi. Ömer de bir ve- kiyye verdi. Osman iki vekiyye verdi. Yâ Osmân, Resûlullah ve Ebû Bekr ve Ömer bir vekiyye verdiler. Sen niçin iki vekiyye verdin, dedim. Hazret-i Osmân dedi ki, bir vekiyye kendimden ötürü, bir vekiyye, Alî bin Ebû Tâlibden ötürü verdim ki, o vakt onun hâzır bir nesnesi yokdu ki, sana versin. Ondan sonra de- dim ki, yâ Resûlallah! Bu malın bereketi olması için, bana düâ et. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Bu malın bereketi nasıl olmaz ki, bunu sana Peygamber ve Sıddîk ve iki şehîd verdi.) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitdiği zemân çok sevindi ve buyurdu ki, (doğru söyledin) “ra- dıyallahü teâlâ anh”.

9– Sa’d bin İbrâhîm rivâyet eder. Alî bin Ebî Tâlib “radıyal- lahü teâlâ anh”, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûrlarında oturmuşdu. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü anhü- mâ” hazretleri geldiler. Server-i âlem onları gördü. Buyurdu ki: (Yâ Alî! Bu ikisi, ya’nî Hasen ve Hüseyn, Cennet gençlerinin büyükleridir [üstünleridir]. Onların babaları onlardan yüksek- dir. Osmân bin Affân, İbrâhîm Halîl-ür-rahmân aleyhisselâma benzer.)

10– Doğru haber ile gelmişdir. Muhârık bin Semâme, kız kardeşi Ümmü Gülsüme söyledi ki, mü’minlerin anası Âişenin “radıyallahü teâlâ anhâ” huzûr-ı şerîflerine var. Benden selâm söyle. Ümmü Gülsüm der ki, hazret-i Âişe-i Sıddîkanın huzû- runa vardım. Dedim ki: Senin oğullarından birisi sana selâm eder. Buyurdu ki: Allahü tebâreke ve teâlânın selâmı ve rah- meti onun üzerine olsun. Ben dedim: Cenâbınızdan ricâ ede- rim ki, hazret-i Osmân bin Affân hakkında, bir hadîs-i şerîf nakl buyurunuz ki, onu şehîd etdikleri vakt, herkes bir söz söy- lediler. Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdu ki: Ben şehâdet ederim ki, bir soğuk gecede, Osmân bin Affânı, bu ev içinde,

– 232 –

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile gördüm. Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm vahy getirdi. Vahy ge- lince, Resûlullah üzerine bir ağırlık inerdi. Nitekim, Hak Süb- hânehü ve teâlâ haber verir. (Biz senin üzerine vahy ederiz. Ya’nî Kur’ân ki o, her ne kadar dil üzerinde hafîf ise de aza- metde ağırdır.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek elini Osmânın arkasına vurup, buyurdu ki, (Bu ma- kâm kime müyesser olur. Allahü teâlâ hazretleri bu makâmı Peygamberlerinden başka hiç kimseye vermemişdir. Ancak, o kimseye vermişdir ki, fazlaca ikrâm edendir. Her kim ki, Os- mâna yaramazlık söyler ise, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretle- rinin la’neti onun üzerine olsun.)

11– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: Hazret-i Lût aleyhisselâmdan sonra, hanımı ile, Alla- hü teâlâ yolunda ilk hicret eden Osmân bin Affândır “radıyal- lahü teâlâ anh”. Allahü teâlâ bilir ki, Eshâb-ı güzîn “rıdvânulla- hi teâlâ aleyhim ecma’în”, Mekkeden Medîneye, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna hicre- ti yalnız yapmışlardır. Hazret-i Osmân, ehli ve ıyâli ile berâber hicret etmişdir.

12– Yûsüf bin Abdüllah bin Selâm rivâyet eder: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Ben; Allahü tebâreke ve teâlâ huzûrunda, Osmânın düşmânlarının hasmıyım) buyur- muşdur.

13– Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki, (Biz Osmân bin Affânı, Allahü teâlâ katında halîl ve kerîm olan babamız İbrâhîm aleyhisselâ- ma benzetiyoruz.)

14– Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazret- lerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Osmân benim ümmeti- min en hayâlısı ve en çok ikrâm edenidir.)

15– Kelîb bin Velîd, İbni Melbekeden rivâyet eder. Abdül- lah ibni Ömerin “radıyallahü teâlâ anhümâ” huzûruna bir adam geldi ve sordu: Osmân ibni Affân “radıyallahü teâlâ anh”

– 233 –

Bedr gazâsına hâzır oldu mu? Abdüllah hazretleri buyurdu ki, hâyır olmadı. Bî’at-ı Rıdvâna hâzır oldu mu. Buyurdu ki: Hâ- yır olmadı. İki asker birbirine mülâki oldukları günde, yüz döndürdü mü? [Uhud günü, dağılanlar arasında değil mi idi.] Buyurdu ki, evet! O kişi kalkdı gitdi. Dediler, bu kişi sizden ba’zı şeyler sordu. Cevâbınızdan anladı ki, siz Osmânı zem et- diniz [kötülediniz]. Buyurdular ki, acele o adamı geri döndü- rün. Çağırdılar, geri döndü. Buyurdular ki, benden süâl etdi- ğin sözleri anladın mı. O şahs dedi ki, evet. Senden süâl etdim. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Bedr gazâsına hâzır oldu mu. Sen dedin, yok. Süâl etdim ki, bî’at-ı rıdvâna hâzır oldu mu. Sen dedin, yok. Süâl etdim ki, Uhudda dağılanlar arasında mı idi. Sen dedin, evet. Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Bedr gazâsına hazret-i Osmân hâzır olmadı, ammâ, Allahü teâlânın ve Resûlünün hâcetinde [işinde] idi. Hazret-i Resûlullah Osmânın nasîbini o gazâda ayırdı. Ondan gayri hâzır olmıyanlara nasîb vermediler [hisse ayırmadılar]. Bî’at-ı Rıdvânda da, Osmân ona hâzır olmadı. Resûlullah haz- retleri Osmânı, Mekke-i Mükerremeye elçi göndermiş idi. Es- hâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bî’at etdiler. Resûlullah hazretleri kendi mubârek elinin birisini diğerine tutup, buyurdu ki, bu Osmânın eli olsun. Resûl-i ekremin mu- bârek eli, Osmânın elinden üstündür. Allahü Sübhânehü ve teâlâ, kelâm-ı kadîminde haber vermişdir. (Uhud gazâsında iki asker karşılaşdığı zemân, arka çevirip dönenleri şeytân ig- fâl etdi [yanıltdı]. Allahü teâlâ onları afv etdi. Allahü teâlâ günâhları afv edici ve cezâyı gecikdiricidir.) [Âl-i İmrân sûre- si 155.ci âyet-i kerîmesi meâli.] Abdüllah bin Ömer “radıyal- lahü teâlâ anh” o şahsa buyurdu ki: Sakın ola ki, Osmân “ra- dıyallahü teâlâ anh” hakkında kötü düşünmiyesin. Buna gay- ret et!

16– Abdüllah bin Mubârek, Ebû Mus’abdan, o da Yezîd bin Ebî Lehebden rivâyet etmişdir. Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” ile kavga edenlerin cümlesi dîvâne [deli] oldular. Abdüllah bin Mubârek der ki, onların Cehennemde tadacakla- rı azâb yanında delilikleri azdır.

17– Ebû Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder:

– 234 –

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: (Ey Allahım! Muhakkak ki Osmân, rızânı taleb eder. Sen de fadl ve keremin ile Osmândan râzı ol!)

18– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâye- ti ile gelmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular: (Ey Allahım! Osmâna, kıyâmet gününün şiddetin- den râhatlık ve kurtuluş ver. Çünki, o bizi nice sıkıntılı günleri- mizde râhata kavuşdurdu.)

19– Emîr-ül mü’minîn Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hak- kında rivâyet olunur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdular ki: (Eğer kırk kızım olsa idi, cümlesini birbiri ardınca, hiçbiri kalmayıncaya kadar Osmâna verirdim.)

20– Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak istedim ki, Eshâbımdan dört kimse- yi âleme göndereyim ki, halka Kur’ân-ı azîm-üş-şânı ta’lîm et- sinler. Bizden önce de Îsâ bin Meryem aleyhimüsselâm havârî- lerini halka göndermişdi.) Osmân bin Affânı, Abdüllah bin Mes’ûdu ve Mu’âz bin Cebeli ve Ubeyy bin Kâ’bı “radıyallahü teâlâ anhüm” gönderdiler.

21– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, buyurdular ki: (Ümmetimden büyük günâh işleyip, Cehenne- me gitmesi îcâb eden yetmiş bin kimseye Osmân şefâ’at eder. Allahü teâlâ onları Cennete gönderir.)

Otuzsekizinci Menâkıb: Kıymetli kitâblarda haber verilmiş- dir. Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki: Bir- gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kerîmeleri ve hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” zevce- si olan Rukayyenin “radıyallahü anhâ” huzûrlarına vardım. Elinde bir tarak tutuyordu. Buyurdu ki, kıymetli babam Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri şimdi ya- nımdan gitdi. Bu tarak ile mubârek saçını ve sakalını taradım. Bana buyurdular ki, (Yâ Rukayye! Ebû Abdüllah Osmân bin Affânı nasıl buldun!). Ben dedim ki: (Hayr ile gördüm. İyilik ile gördüm!) Babam buyurdu ki: (Cümle Eshâbım arasında ah-

– 235 –

lâkı bana en çok benziyen odur. Osmâna hurmetde kusûr et- me!)

Otuzdokuzuncu Menâkıb: Zübeyr bin Harrâş rivâyet eyler. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”; kızı Hafsayı “radıyallahü an- hâ” hazret-i Osmâna “radıyallahü anh” nikâhlamak istedi. Haz- ret-i Osmân özr beyân eyledi. Hazret-i Ömer üzüldü. Bu haber Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine eriş- di. Hazret-i Ömere buyurdular ki: (Yâ Ömer! Kızını Osmândan dahâ iyisi alacak. Ve Osmân Hafsadan iyisini zevce edinecek. Sen kızını bana nikâh et! Ben de kızımı Osmâna nikâh edeyim!) [Hafsa “radıyallahü teâlâ anhâ” hicretin üçüncü senesinde, genç yaşında, Bedr gazâsında bulunan Huneysden dul kalmış idi.]

Kırkıncı Menâkıb: Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” ri- vâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Üç nesne vardır ki, her kim onlardan kurtulur- sa muhakkak kurtulur. Benim vefâtım, Deccâlın ve hak üzere olan halîfenin katli.) Ebû Hüreyre buyurdu ki, hak üzere olan halîfenin kim olduğunu Leyse ve İbni Lehî’aya sordum. Bu ha- lîfe Osmân bin Affândır “radıyallahü teâlâ anh”, dediler.

Kırkbirinci Menâkıb: Ukbe bin Âmir el Cühenî “radıyalla- hü teâlâ anh” bildiriyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri birgün buyurdular ki: (Yâ Ebâ Bekr ve Ömer! Sizin ikiniz, dünyâda ve âhıretde kardeşlersiniz. Şimdi her ikiniz, birbirinize selâm veriniz ve müsâfeha ediniz.) Haz- ret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömerin elini tutdu. Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” tebessüm edip, buyurdu: (Yâ Ebâ Bekr! Sen Ömerin önünce olursun!) Ya’nî dahâ önce halîfe olursun. Sonra buyurdular. (Yâ Zübeyr ve Talha! Siz de geli- niz. Sizin aranızda da kardeşlik vereyim. Her ikiniz, dünyâda ve âhıretde kardeşlersiniz. Şimdi birbirinize selâm verip, mü- sâfeha ediniz.) Nasıl buyurdu ise öyle yapdılar. Sonra buyur- du. Ubeyy bin Kâ’b ve Abdüllah bin Mes’ûd da öyle yapdılar. Sonra Ebû Ubeyde bin Cerrâh ve Sâlimi, ki Sâlim Ebû Huzey- fenin kölesi idi, onlara da buyurdu. Onlar da öyle yapdılar. Sonra Üsâme tebni Zeyd ile Ebû Hind öyle yapdılar. Ebû Hind Haccâm ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel-

lem” hazretlerinden hacâmat çekerdi. [Kanını alırdı.] Ve mu- bârek kanını içerdi. Hazret-i Resûlullaha ziyâde muhabbet- den onların yanında kardeşlik etdi. Onlar da öylece yapdılar. Sonra Abdürrahmân bin Avf yüzünü hazret-i Osmân bin Af- fân tarafına döndürüp dedi ki: (İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci- ûn!). Bize ne olmuşdur ve ne işlemişiz ki, Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri benim ve senin tarafımı- za iltifât etmedi. Allahü teâlâ hazretlerinin hışmından ve Re- sûlünün azarından; yine Allahü teâlâya sığınırız, dedi. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri onlar tara- fına bakıp, buyurdular ki: (Hak sübhânehü ve teâlâ hazretle- rinin izzi ve celâli ve kudreti ve azameti hakkı için, Allahü te- bâreke ve teâlâ hazretleri sizin üzerinize hışmlı [gadablı] değil- dir. Ve Resûli de sizin üzerinize azarlı [sizi azarlamış] değildir. Allahü teâlâ ve Resûlü ve melekleri yanında ikrâm görenler- densiniz! Velâkin, ben sizi yâd etmek istediğim zemân, Hak Sübhânehü ve teâlâ bir melek göndermişdir. Beni men’ etdi ve dedi ki, onları sonra yâd et ki, onların ikisi de ganîdir [zengin- dir]. Ben de ondan dolayı sizi sonra yâd etdim. Bunun gibi, kı- yâmet gününde hesâb ederler. Fakîrlerin hesâbını evvel ya- parlar. Zenginlerin hesâbını sonra yaparlar. Ve sonra siz, dün- yâda ve âhıretde kardeşlersiniz. Siz de birbirinize selâm verip, müsâfeha ediniz.) Onlar da öyle yapdılar. Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Râzı oldunuz mu!). Onlar dediler ki: (Evet, râzı olduk. Alla- hü teâlâ hazretlerine şükr ederiz ki, bizi rüsvâ etmedi.) Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Sizin üzerinize dahâ ilâve edeyim mi!) Evet, dediler. Resûlul- lah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu: (Siz ikiniz dünyâda ve âhıretde kardeşlersiniz! Cennetde benim kardeşim İlyâs aleyhisselâmdır. İlyâs aleyhisselâm, Allahü teâlâ hazretlerine bütün halkın en sevgilisi idi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazret- leri Cebrâîl aleyhisselâmı İlyâs hazretlerine gönderdi ki, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri sana kardeşlik verdi; bir kulun halâsıyle ki, onu zulm ile öldürürler. Ben ki, Resûlullah olarak Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerini sizi şâhid tutarım ki, size dünyâda ve âhıretde kardeşlik verdim. Siz bugün cümlenin iyi- sisiniz.)

Kırkikinci Menâkıb: Doğru rivâyet ile gelmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sordular. Cennetde berk [ışık, şimşek] olur mu? Buyurdular ki, evet olur. Osmân bin Affân bir kasrdan bir kasra giderken yüzünün nûru ışık olur. Bundan dolayıdır ki, ona zinnûreyn derler. Ülemânın ba’zının kavliyle, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” uzun gecelerde tâ’at yapıp ve Kur’ân-ı azîm-üş-şân tilâvet etmekden geri kalmazdı [ya’nî tilâvet ederdi]. Mubârek pehlûsunu yere koymazdı. Mubârek gözü ağlamakdan kuru olmazdı. Ahmed bin Attâr “rahimehullahü teâlâ” bu ma’nâda şu şi’ri söylemiş- dir:

Yumuk durmakdan gözlerim kurudu, Sanki göz kapaklarım kısa imiş gibi.

Kapakları dikenle delik-deşik olmuş gibi, Gözlerimin uyuyacak hâli yok.

Gece uzadıkça uzayınca derim ki, Ey gecem, gündüz dahâ çok uzakda!

Kırküçüncü Menâkıb: Nu’mân bin Beşîrden “radıyallahü teâlâ anh” doğru rivâyet ile gelmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (İçinizde ha- yâ bakımından en sâdıkınız, Osmân bin Affândır.) Bu haber zâhir delîldir ki, hiç kimsenin hayâ ve hicâbı bu ümmetde Os- mân bin Affânın “radıyallahü teâlâ anh” hayâ ve hicâbından dahâ çok ve üstün değildir. Hazret-i Âdem aleyhisselâmın ze- mânından bu zemâna gelene kadar, güzel ahlâkdan herkesde zuhûra gelmişdir. O güzel ahlâkdan hayâ, o ahlâkların eşrefle- rindendir. Bu sözün ma’nâsı odur ki, hayrdan ve şerden her nesne ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri halk etmişdir, onu çift halk etmişdir. Kur’ân-ı kerîm onunla nâtıkdır. (Her şeyden çift yaratdık...) buyurulmakdadır. [Zâriyât sûresi 49.cu âyet-i kerîmesi meâli.] Açlığı yaratdı. Tokluğu onun çifti kıldı. Sıhhati yaratdı. Hastalığı ona çift kıldı. Fakîrliği yaratdı. Zen- gin olmağı ona çift kıldı. Kimseye muhtâc olmamak ile, başka- larına yük olmağı çift kıldı. Gönlü [kalbi] yaratdı. Rûhu ona çift kıldı. Nefesi yaratdı. Râyihâyı ona çift kıldı. Dîni yaratdı. Kemâli ona çift kıldı. (Bugün dîninizi temâm etdim!) [Mâide

sûresi 3.cü âyet-i kerîme meâli]. Dünyâyı yaratdı. Zevâli [yok olmağı] ona çift kıldı. (Dünyâ malından yanınızda olanlar fâ- nîdir. Allahın indinde, Cennetdeki sevâb, oradakilerle bâkî- dir!) [Nahl sûresi 96.ci âyet-i kerîme meâli.] Toprağı yaratdı. Sükûnu [ızdırâbsızlığı] onun çifti eyledi. Ateşi yaratdı. Hare- keti onun çifti eyledi. Yer altını yaratdı. Darlığı ve karanlığı onun çifti eyledi. Yeri yaratdı. Açılmağı, yayılmağı onun çifti eyledi. (Allahü teâlâ sizin için arzı döşek yapmışdır. [Yeri ge- niş eyledi ki, üzerinde geniş yollar açasınız.]) [Nûh sûresi 19.cu âyet-i kerîme meâli.] Gökü yaratdı. Yüksekliği [mertebeyi] onun çifti eyledi. (Yedi kat gökleri çok kuvvetli sağlam kıldık. Zemânla bozulmaz.) [Nebe’ sûresi 12.ci âyet-i kerîme meâli.] Cenneti yaratdı. Maddî ve ma’nevî sıkıntıları ona çift kıldı. Ni- tekim Seyyid-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri buyurdu ki: (Cennet, istenmiyen, sıkıntı veren şeyler ile örtülüdür. Cehennem de, şehvetler, arzûlanan şeyler ile örtü- lüdür.) Îmânı yaratdı. Hayâyı onun çifti eyledi. Çeşidli haber- lerde gelmişdir. Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâ- yet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu- yurmuşdur ki: (Hayâ ve îmân bir arada bulunur.) Ya’nî hayâ ve îmânı birbirinin çifti eyledi. Lâkin hayâyı gözde yaratdı. Ne kadar ki, hayâ gözdedir. Îmân da gönüldedir. Allahü teâlâ ko- rusun, hayâ gözden zâil olunca [gidince], îmân da gönül [kalb] de za’îf olur. Bu ikisi de kat’î delîl ile sâbitdir. Şek ve şübhe yokdur.

Osmân Zinnûreyn hazretlerinin zemânında, yeryüzünde on- dan fazîletli ve azîz, yüksek hâlli kimse yok idi. Osmân “radıyal- lahü anh” hazretlerinin yüksek hâlleri ve hayâsı ve sehâveti ve sâir menâkıbları sayısızdır. Hayâ, Allahü teâlâ ve tekaddes haz- retlerinin sıfatlarındandır. Mahlûklara da bu sıfat gelmişdir. Halka gelen o hayâ sıfatı birkaç çeşiddir.

Birinci çeşidi hayâ-i hacâletdir. Ya’nî utanmak şeklindeki hayâdır. Âdem alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm hazret- lerinin hayâsı gibi. Buğday dânesi yidi. Üzerinde elbise [Cennet elbisesi] kalmadı. Hacil oldu [utandı], yüzünü döndürdü. Alla- hü teâlâ hazretleri. (Bizden kaçıyor musun!), buyurdu. Hâyır, yâ Rabbî! Elbiselerim çıkarıldığı için utanıyorum. O utanma- dan dolayı yüzümü döndüm.

– 239 –

İkinci nev’i, hayâ-i azametdir. İsrâfîl aleyhisselâmın hayâsı gibi. Haberde gelmişdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (İsrâfîl her gün yetmiş kerre yüzünü kendi kanadı ile örter ve der ki, yâ ilâhel âlemîn! Ne ya- pabilirim ki, herkes gibi sana lâyık bir secde ve bir rükû’ etme- ğe kâdir değilim.)

Üçüncü nev’i, heybet hayâsıdır. Melekler ve Nebîler hayâsı gibi ki, (Yâ Rabbî! Seni tesbîh ve tenzîh ederiz. Sana hakkı ile ibâdet edemedik), derler.

Dördüncü nev’i hayâ, hürmet ve hizmetdir. Mûsâ bin İmrân alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm hayâsı gibi. Mûsâ aley- hisselâm buyurdu ki: (Yâ Rabbel âlemîn. Bana Cennet gerek- dir. Senden isterim. Senin dîdârın gerek. Onu da senden iste- rim. Lâkin her vakt ki, bana tuz, ekmek ve koyun için lâzım olan hakîr şeyler gerekince, bunları ben senden nasıl isterim.) Allahü teâlâ hazretleri, (Yâ Mûsâ! Maksad budur. Ya’nî onla- rı istemekdir. Kul, her vaktde bir sebeble, bir ihtiyâc ile huzû- ra gelsin. Münâcât etsin. O behâne ile [o sebeble] kulluğunu yerine getirsin. Vefâsını tâze tutsun.) Bu kıssa uzundur. Bu makâmda bundan ziyâde mümkin değildir. Ammâ o hayâ ki, Allahü teâlâ hazretlerinin ni’met ve sıfatıdır. Günâhları örter ve afv eder. Kullarının günâhlarını görür, örter, afv eder. Bir- çok haberde gelmişdir. Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Bir mü’min ve günâhkâr kul kabr- den kalkar, Sırat heyecânı ve Cehennem korkusu ile mahşere gelirken, iki yol başına erişir. Korkarak ve ağlıyarak, sükûnet ve karâr ile, yolun birisine girer. Kimse ondan bir söz süâl et- mez. Dosdoğru Cennet kapısına erişir. Sağ ayağını kapıdan içeri koyup, sol ayağını yerinden kaldırmazdan evvel, Allahü teâlâ ve tekaddes, bilâ-vâsıta [vâsıtasız] o kulun sağ eline bir nâme verir. Kulum, sen al bu nâmeyi oku ve o nâme içindeki- leri öğren. Ondan sonra, hükm senin hükmündür. Cennet-i ebediyyeye gir ve ondaki senin himmetin ve murâdındır. Ora- da ebedî olarak kal, buyurur. O kul da nâmeye bakar görür ki, (ey benim kulum, her ne yapdın ise, gördüm ve bildim. Lâkin

yapdığın işlerini, tekrâr sana göstermeğe hayâ etdim,) yazılmış, görür.) Bu haberin benzeri Ebû Süleymân-ı Dârânî rivâyeti ile başka bir vaktde gelmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ ve azze ve celle buyurmuşdur. Gökden indirilen kitâbların ba’zısında, benim kulum, her ne kadar ki, sen günâhkârsın ve günâhından korkarsın ve hayâ edicisin. İzzim ve celâlim hakkı için aybları- nı ve günâhlarını Âdemoğlunun gözünden ve gönlünden gizli ederim. Ve gözünün hâinliklerini, bedeninin gizli günâhlarını meleklerin anlayışından saklarım. Ben yanılmalarını ve günâh- larını levh-i mahfûzda, kirâmen kâtibinden gizli tutarım. Ve kı- yâmetde seni muhâsebe makâmına getirir ve hesâbını kolay eylerim!)

Her kimse ki, günâhkâr olur. Günâhları sebebi ile utanır ve korkar. Onun hesâbı çetin olmaz. Hazret-i Osmân bin Af- fân “radıyallahü teâlâ anh” her günâhdan kaçınır, her iyiliği yapar, hilm, vefâ ve hayâ sâhibi idi, utanır idi. Osmân bin Af- fân hazretlerine hesâb olmaz. Osmânın dostlarına da hesâb az olur. Birçok haberde gelmişdir: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Allahü teâlâ kıyâmet günün- de yüzyirmidörtbinden ziyâde nebîyi “alâ nebiyyinâ ve aley- hissalâtü vesselâm” ümmetleri ile muhâsebe yerinde durdu- rur. Herkesi meşgûl olduğu şey mikdârı [ameline göre] çok müddet veyâ az müddet o yerde durdurur. Osmân bin Affân hazretlerini ve onu sevenleri hesâbsız mahşerden geçirir.) Herkesi makâmı ne olursa olsun, sıdk [doğruyu söyleyecek] makâma getirir. Allahü teâlâ Resûllere ve Nebîlere çok fazî- letler, menâkıbler vermişdir. O haslet ve fazîlet ve fahr-i şehâ- det ki [şehîd olmak ki], Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Zekeriyyâ ve Yahyâ “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine vermişdir. [Hazret-i Osmâna da vermişdir.] İkin- ci haslet, fadl-ı zühd ve fahr-i hicretdir ki, Allahü teâlâ Îsâ bin Meryeme “ala nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” vermiş- dir. Üçüncü haslet, mukâleme fazîleti ki, Allahü teâlâ ve te- kaddes hazretleri onu Mûsâ kelîme “alâ nebiyyinâ ve aleyhis- salâtü vesselâm” vermişdir. Dördüncü haslet, hüsn-i cemâl fa- zîleti ki, Rabbil âlemîn onu Yûsüfe “alâ nebiyyinâ ve aleyhis- salâtü vesselâm” vermişdir. Beşinci haslet, cömertlik [sehâ-

vet] fazîletidir. Allahü teâlâ onu İbrâhîm halîl “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine vermişdir. Altıncı has- let, yaşlılık, pîrlik [ihtiyârlık] üstünlüğü ki, Allahü teâlâ onu Nûh “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine vermişdir. Yedinci haslet, hayâ ve hicâb fazîletidir ki, Allahü tebâreke ve teâlâ onu Âdem safiyyullaha ve Muhammed Mustafâ “aleyhi efdalüssalât ve ekmelüttehıyyât” hazretleri- ne vermişdir. Allahü teâlâ bu fazîletlerin temâmını ve bu me- nâkıbın mahsûlünü Osmân bin Affân hazretlerine vermişdir. Onun hayâsı fazîletlerine işâretdir.

Şimdi diğer hasletlerinin fedâilinden de birer harf işit. Alla- hü teâlâ pîrlik [ihtiyârlık] hil’atini [elbisesini] Nûh aleyhisselâm hazretlerine vermişdir. Nûh aleyhisselâm o sebebdendir ki, Resûllerinin pîri olmuşdur. Bunun gibi, Allahü teâlâ azze ve celle pîrlik hil’atini [elbisesini] Osmâna verdi. Osmân “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretleri de o sebeble kendi zemânında üm- metin pîri oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ömr-i şerîfleri altmışüç idi. Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü anhümâ” da ömr-ü şerîfleri alt- mışüç oldu. Lâkin Osmân-ı Zinnûreyn hazretlerinin ömrü on- lara muvâfık olmadı. Sekseniki yaşında vefât etdi. Onun ömrü- nün uzun olmasını, ömrünün sonunda, kahr ve zulm ve cevr görmesini Allahü teâlâ âlimdir, bilir. Yahyâ bin Zekeriyyâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhimessalâtü vesselâm” gibi; mubârek başını keserler. Allahü tebâreke ve teâlâ, Osmân “radıyallahü anh” hazretlerinin ömrünü uzun irâde etmiş ki, o sebeble cân teslîm etdiği vaktde râhat olsun. Ma’lûmdur ki, ham meyve tâze ağaç- dan zor ayrılır. Bunun gibi genç olan kişinin rûhu da bedenin- den zor çıkar. Kemâl bulmuş [olgunlaşmış] meyve ağacından tez [kolay] ayrılır. Pîr [yaşlı] olan kimsenin de rûhu bedenin- den kolay çıkar [ayrılır].

Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Fütüvvet ve sehâveti Peygamberlerin önderi olması için, İbrâhîm “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine verdi. Bunu Osmân “radı- yallahü teâlâ anh” hazretlerine de verdi ki, böylece zemân-ı şe- rîfinde Evliyânın önderi olsun!

(İşâret): Râhib Mugîrenin Tâifde bir bağı vardı. Kâfirler,

her hafta başında o bağda bir meyvenin turfandası yetişir, diye öğündüler. Mü’minler de, Medîne-i münevverede, hazret-i Os- mânın “radıyallahü teâlâ anh” serâyı var. Bir yıl ki üçyüzaltmış gündür. Hergün o serâyda, garîblere ve miskînlere bir yeni da’vet ve açıkdan [âşikâre] müsâfir kabûl olunur, diye öğündü- ler. Şâir onu nasıl övmüşdür. Şi’r:

Bu fânî dünyâda ümîd edilen ne varsa, Onun kapısında kavuşulur!

Çünki, Allahü teâlâ böyle yaratmışdır,

Cennetde azâb bulunmadığı gibi, onda cimriliğin zerresi bile çok garîb düşer.

Cihânda vefâ olarak ne varsa,

Onun adâletli kapısında temâm olur.

Onun cömertlik anberi şarka ve miski Şâma ulaşdı, Ona iftihâr elbisesi giydirilip, tekrâr selâm verildi.

Nasıl ki İbrâhîm aleyhisselâmın putlara tapması mümkin değilse, Onun için de cimrilik mümkin değildir.

Kırkdördüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Cebrâîl aleyhisselâm bana söyledi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ, Yûsüf-i Sıddîk aleyhisse- lâm hazretlerine vermiş olduğu güzelliğin benzerini Osmân bin Affâna da vermişdir. Her kim Yûsüf aleyhisselâmın cemâlini görmek isterse, Osmânın cemâlini görsün. Fekat, her kim Yû- süf aleyhisselâmın cemâlini gördü, fitneye düşdü. Her kim Os- mânın cemâlini gördü, hürmet eder oldular. Bir haberde de gel- mişdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyur- muşdur: Ben nice kerre istedim ki, Osmânın yüzünü kemâli üzere göreyim, kâdir olmadım. Bir gün Cebrâîl aleyhisselâma dedim, Yâ Cebrâîl! Ben ne kadar istedim, Osmânın cemâlini te- mâmen göreyim. Cebrâîl aleyhisselâm dedi. Ben de kâdir ola- madım ki, Osmânın cemâlini göreyim. Yâ Resûlallah! O kadar hurmet ve büyüklük ve haşmeti, biz meleklerin kalbinde zuhû- ra gelmişdir ki, gözlerimiz Osmânın cemâlini müşâhede etmek- den alıkoymuşdur. Yâ Resûlallah! Her gece yarısı ki, Osmân evinden mescide gelir. Göklerin ve yedi yerin meleklerine, Os- mânın haşmet ve hayâsından hacâlet gelir [utanırlar, mahcûb olurlar].

– 243 –

Kırkbeşinci Menâkıb: Câbir ve Enes “radıyallahü teâlâ an- hümâ” hazretleri rivâyet etmişlerdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Ben mi’râc gecesi dünyâ gökünde bir mihrâb gördüm. Dört mil uzunluğu, bir mil eni ve mercân dânesinden idi. O mihrâbın içinde Os- mânın hüsn ve cemâlinin sûretini gördüm. İkinci gökün üze- rinde bir mihrâb gördüm. Kırk mil uzunluğu ve on mil eni ve bir dâne inciden idi. Onun da içinde Osmânın hüsn ve cemâli- nin sûretini gördüm. Üçüncü gökün üzerinde bir mihrâb gör- düm. Dörtyüz mil uzunluğu ve yüz mil eni ve bir firûzeden idi. O mihrâbın içinde Osmânın güzel sûretini gördüm. Dördüncü gök üzerinde bir mihrâb gördüm. İkibin mil uzunluğu ve bin mil eni ve bir yâkut dânesinden idi. O mihrâbın içinde Osmâ- nın güzel yüzünü gördüm. Beşinci gök üzerinde bir mihrâb gördüm. Üç bin mil uzunluğu, ikibin mil eni, bir dâne kırmızı yâkutdan idi. O mihrâbın içinde Osmânın genç cemâlini gör- düm. Altıncı gök üzerinde bir mihrâb gördüm. Dört bin mil uzunluğu ve bin mil eni ve bir dâne zebercedden idi. O mihrâ- bın içinde Osmânın hüsn-ü sûretini gördüm. Fevc fevc, tâife tâife, gürûh gürûh, her ân ve her sâat mukarreblerden ve rû- hânîlerden ve kerûbîlerden [melekler] gelirler ve o mihrâbın berâberinde durup, Osmânın hüsn-i sûret ve cemâline karşı Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine senâ ederler. Ben dedim ki, yâ Cebrâîl! Mihrâbların sadrında [içinde] olan Osmânın bu sûret, hüsn ve cemâli ne zemândan beri zûhura gelmişdir. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm dedi: O Allahü teâlâ hakkı için ki, Âdem safîyullah “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” halk olunmazdan dörtyüz bin sene önce, Osmânın bu sûret ve cemâli bu yedi gök üzerinde mihrâblarda zuhûr etmişdir. Amel-i sâlihînin bereketinden ve hayrâtından zuhûra gelmiş- dir.)

Bu sâlih amellerin birincisi odur ki, Osmân “radıyallahü anh” dâimâ oruc tutardı. İkincisi, gece yatmaz. Bütün gece ne- mâz kılardı. Üçüncüsü, elbisesi olmıyanlara elbise alarak giyin- dirir. Dördüncüsü, açların karnını doyurur. Beşincisi, Sûre-i ih- lâsı çok okur. Altıncısı, hazret-i Osmân gönlünde müslimânlara bir zerre gıl ve gış, kin, hased, sû-i zân tutmaz. Yedincisi, her

acz, her belâ, her musîbet Osmânın önüne gelir. O hâlde hışmı- nı yutup, sabr eder ve kimseye şikâyet etmezdi.

Kırkaltıncı Menâkıb: Ebû Osmân Hayrî “rahmetullahi aleyh” (Letâif) kitâbında yazmışdır. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Mi’râc gecesi beni göke götür- düler. Dünyâ göküne vardım. Osmânın sûretini gördüm. De- dim, bu mertebeye ne ile erişdin. Dedi, gece nemâzı ile. İkinci göke vardım. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye ne ile erişdin. Dedi, Kur’ân-ı azîm-üş-şân okumak ile. Üçüncü göke erişdim. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye ne ile erdin. Dedi, sûre-i İhlâs okumak ile. Dördüncü göke var- dım. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye ne ile erişdin. Dedi, Âl-i Resûle [Resûlün akrabâsına] nasîhat etmek- le. Beşinci göke erişdim. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye ne ile erişdin. Dedi, Mescidde i’tikâf etmekle. Altın- cı göke vardım. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebe- ye ne ile erişdin. Dedi, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden hayâ etmek ile. Yedinci göke erişdim. Osmânın sûretini gör- düm. Dedim, bu mertebeye ne ile erişdin. Dedi, Musîbetler ve mihnetler çekmekle.)

Kırkyedinci Menâkıb: Osmân “radıyallahü teâlâ anh” haz- retlerine Zinnûreyn denilmesinden bir mikdâr anlatılmışdı. Lâkin, dahâ da ziyâde [çok] beyan edelim. Ma’lûmdur ki, Al- lahü teâlâ hazretleri Mûsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” hazretlerine iki nûr vermişdi. Biri Tevrât nûru. Biri Yed-i Bey- dâ nûru. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine de iki nûr vermişdi. O sebeble Zinnûreyn derler. Bir kavl de şudur ki, iki nûr, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- nin iki kerîmelerini, biri Rukayye ve biri Ümmü Gülsümdür “radıyallahü teâlâ anhünne”; almışdır. Aliyyül mürtedâ “radı- yallahü teâlâ anh” hazretlerinin öğünmesi Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin bir kerîmesiyle idi. Os- mân “radıyallahü anh” hazretlerinin öğünmesi ondan ziyâde olur. O iki nûr iki hicretdir ki, Osmân bin Affâna nasîb olmuş- dur. Bir kavl de odur ki, o iki nûr iki gazâdır. Biri Bedr gazâsı, biri Hudeybiye gazâsıdır. Ammâ Bedr gazâsında Resûlullah

“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Osmân bin Affân hazretlerine buyurdular ki, (Yâ Osmân! Ben sendenim, sen bendensin!) Hem kendi nûrunu tutasın ve hem benim nûrumu tutasın. Hudeybiye gazâsında Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, işte bu iki elimin bi- ri benim elimdir. Ve biri Osmânın elidir. Doğru Bî’at-ı Rıdvân etdim. O vaktde Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin iki mubârek eli birbirine ulaşdı. Bir elinden gü- neş gibi bir nûr ve bir elinden ay gibi bir nûr parladı. Buyurdu- lar ki, (Bu iki nûr Osmânın nûrudur. Osmân benim ile ebedî olarak Cennetde refîkdir.) Bir kavl de odur ki, iki nûrun biri, gündüz oruclu olmanın, biri gece nemâz kılmanın nûrudur. Bir kavlde odur ki, o iki nûrun biri îmân nûru ve biri Kur’ân nûru- dur. Bir kavl de odur ki, iki nûrun biri zâhirinin nûru ve biri bâtınının nûrudur. Herkesin ittifâkıyla Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hem şeyh-i ehl-i îmân idi ve hem şeyh-i Kur’ân idi. Şu sebebden Şeyh-i ehl-i îmân idi ki, yetîmler babası idi. Dert- liler yardımcısı idi. İhtiyâr kadınların yardımcısı idi. A’mâlara yardım ederdi. Medîne-i münevvere beldesinde bir aç veyâ bir çıplak var ise, o aç kimseyi doyurmayınca kendi yimez, o çıp- lak kimseyi giyindirmeyince, kendi giyinmezdi. Şeyh-i Kur’ân idi. Ya’nî Kur’ân-ı azîmüşşânı kendi haddı ile dört mushaf-ı şe- rîf yazdı. Âlemin dört tarafına gönderdi. Yirmi küsür sene ak- şam nemâzını kıldıkdan sonra, dört rek’at nemâz kıldı. Her rek’atde sûre-i Fâtihâdan sonra kırk kerre Kulhüvallahü ehad sûresini okurdu. Ondan sonra ihlâs ile dörtbin tesbîh, tehlîl ve düâ okurdu. Bunları yerine getirdikden sonra, bütün Kur’ân-ı azîmi ki, yüzondört sûre, altıbinaltıyüzaltmışaltı âyetdir, bir kavle göre; tertîb ve tertil ile her gece vitr nemâzında okurdu. Bu mertebelerden sonra, bir de şehâdet mertebesine kavuşdu. Haberde gelmişdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Ben mi’râc gecesi dedim ki, yâ Rabbî! Osmân bin Affân senin hesâbın için hayâ eder. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu: Yâ Muhammed! Ben cümle mahlûku hesâba çeksem de Osmâna hesâb etmem, ben Osmândan hesâbı ref’ etmişim [kaldırdım].)

İşâret: Her kim beş nesneyi yapar; ondan beş nesneyi men’

– 246 –

etmezler. Her kim hayâ eder. Ondan hayâ ederler. Her kim rahm eder [rahmet eder], ona rahmet ederler. Her kim malını Cennete bedel verir. Cenneti ona bedel verirler. Her kim afv eder. Onu afv ederler. Her kim Hak sübhânehü ve teâlâ hazret- lerini tanıdı. Ya’nî bilip korkdu. İşleri temâm olur. Allahü teâ- lâ hazretlerini bulup, vâsıl olur. Bu beş nesneyi Osmân bin Af- fân “radıyallahü anh” yapardı.

Nükte: Büyüklük dünyâda dört şey ile olur. Âhıretde de dört şey ile olur. Dünyâda hüsn ve cemâl ile olur. Sehâvet ve mal ile olur. Aşîret ve Âl [yakınlar] ile olur. Âhıretde iyi sünnet ve iyi ibâdet ile, iyi huy ile ve iyi sîret ile olur. Emîr-ül mü’mi- nîn Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinde, bu sekizi de mevcûd idi. Mal ve cemâl sâhibi idi. Resûlullahın “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yakın akrabâsından idi. Emîr-ül mü’minîn idi. Sünneti iyi bilirdi ki, Kur’ân-ı azîm-üş-şânı topla- yıp, dört tarafa gönderdi. Kıyâmete kadar tilâvet edenlerin se- vâbına ortak oldu. Ahlâkının güzel olmasından dolayı, Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” muhterem kerîmeleri Ümmü Gülsümü “radıyallahü teâlâ anhâ”, hazret-i Osmâna “radıyallahü teâlâ anh” tezvîc buyurduklarında söyledikleri da- hâ önce beyân olunmuşdur. İbâdeti ve iyiliği de dahâ önce bil- dirildi. Sîreti, iyiliği odur ki, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” kalkdı, Osmân bin Affân hazretlerinin huzûruna gitmek için çıkdı. Giderken yolda bir kadın gördü. Tekrâr ona bakdı. Sonra huzûrlarına vardı. Osmân “radıyallahü anh” buyurdular ki, (Yâ Ebâ Hüreyre! Gözlerinizde zinâ eseri görürüm!) Ebû Hüreyre dedi, yâ Emîr-el mü’minîn! Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sonra vahy inmiş midir? Buyurdular, vahy inmedi. Velâkin, mü’minin firâseti doğrudur. Nitekim, Seyyid-il âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu- yurdular ki: (Mü’minin firâsetinden kaçınınız. Çünki, mü’min, Allahü teâlânın nûru ile bakar.)

(İşâret): İslâmın bekâsı dört nesne iledir. Kırâet ile, tahâret ile ve ibâdet ile ve mücâhede ile. Allahü tebâreke ve teâlâ haz- retleri, bu dördünü de hazret-i Osmâna “radıyallahü teâlâ anh” müyesser eyledi. Bu dört dâimâ onun için olur: Kur’ân-ı azîmi kırâ’et için cem’ etdi. Rûme kuyusunu, mü’minlerin su içmesi

– 247 –

için satın aldı. Mescid-i şerîfi ibâdet için genişletdi. Tebûk gazâ- sında askeri mücâhede için techîz etdi.

Kırksekizinci Menâkıb: Haberde gelmişdir. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” bir gün, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, kendi evlerine hiç yiyecek [ta’âm] göndermediğini işitmişdi. Evdekilerin rengi açlıkdan değişmişdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri mescid-i şerîfe teşrîf buyurmuş ve nemâz kılıyorlar idi. Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” bu hâli haber aldı. Hazret-i Selmâna ıtab eyledi ki, niçin acele haber vermedin. O sâat bir semîz koyun, bir mikdâr bal ve bir dank un getirdip, Âişe-i Sıd- dîka “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinin hücre-i şerîfine [evine] gönderdi. Yâ Âişe, yâ ümmül mü’minîn! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin bunu, hanımla- rı [evleri] arasında taksim edeceğini biliyorum! Sen söyle ki taksim etmesin. Ben her eve bu kadar gönderdim. Âişe-i Sıddî- ka “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki, ben emr etdim. Ko- yunu boğazladılar. Ekmeği pişirdim. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretleri, devletle ve se’âdetle mescid-i şe- rîfden geldiler. Bu unu, ekmeği ve balı gördüler. Bunlar nere- den geldi diye sordular. Hâdiseyi söyledim. İstedi ki, diğer ev- lere [hânelerine] de taksim etsin. Hazret-i Osmânın söylediğini haber verdim. Mubârek ellerini kaldırıp, buyurdu ki: (Yâ Rab- bî! Osmânın gelmiş ve gelecek gizli ve âşikâr günâhlarını afv et!)

Kırkdokuzuncu Menâkıb: Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden süâl etdiler. Yâ Emîr-el mü’minîn! Allahü tebâ- reke ve teâlâ hazretleri hakkı için söyle ki, bu makâma ne ile ulaşdın. Cevâb verdi ki, Kitâbullahı sağ tarafıma koydum. Sün- net-i Resûlullahı sol tarafıma koydum. Bilirdim ki, Allahü teâ- lâ hazretleri benim sırlarımı bilir.

Haberde gelmişdir. Hazret-i Alî kerremallahü vecheh ve ra- dıyallahü anh”, Fâtimâ-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” üze- rine bir başka hanım dahâ almak istedi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine kerîh gelip, hazret-i Alîye üzüldüler. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” şefâ’at et- di. Afv etmedi. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” şefâ’at

– 248 –

etdi. Afv etmedi. Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” şe- fâ’at etdi. Afv buyurdular. Sonra sordular ki, yâ Fahr-i âlem ve yâ seyyid-i veledi benî âdem! Neden Ebû Bekr ve Ömerin şe- fâ’atini kabûl etmediniz de Osmânın şefâ’atini kabûl edip, afv etdiniz. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- ri buyurdular ki, (Bir kimsenin şefâ’atini kabûl etdim ki, Alla- hü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hitâb edip dese ki, yâ Rab! Bu yer ile gökü yer değişdir, yer değişdirir. Veyâ dese ki, yâ Rab! Ümmet-i Muhammedin cümle âsîlerine rahmet eyle! Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri şefâ’atini kabûl edip, cümlesini afv eder.)

Ellinci Menâkıb: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Âişe-i Sıddîkanın “radıyallahü teâlâ an- hâ” hücresinde [evinde] otururdu. Hazret-i Osmân “radıyalla- hü anh” dört deve yükü buğdayı Fahr-i kâinâta hediyye etdiler. Hizmetcileri geri gelip dediler ki, yâ efendi, buğdayı Habîb-i Rabbil âlemîn, muhâcirîne verdiler. Hazret-i Osmân dört deve yükü dahâ buğdayı gönderdi. Onu da Resûl-i ekrem hazretleri Ensâra dağıtdılar. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” dört deve yükü buğdayı dahâ gönderdi. Fahr-i kâinât onu da ıyâli arasında taksîm edip, evlerine gönderdiler. Getiren hiz- metcilere sordular ki, seyyidinize kaç deve yükü buğday getir- mişlerdi. Hizmetciler dediler, oniki yük. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular. (Temâmını bize gönderdi. Kendi için bir mikdâr alıkoymadı.) Mubârek ellerini kaldırıp, buyurdu: (Yâ Rab! Ben Osmânın ihsânından âciz oldum. Her kim bana ihsân etdi, Ben ona mükâfatını verdim. Ammâ Os- mânın mükâfâtından âcizim yâ Rab. Sen Osmâna karşılığını ver.) Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Buyurdu, (Yâ Mu- hammed! Cebbâr-i âlem sana selâm eder. Buyurdu ki, Osmâ- na benden selâm söyle. Söyle ki, biz ondan râzı olduk. Onu Cennetde Muhammede refîk etdik. Arasat hesâbını ondan ref’ etdik. Eğer sen ona mükâfatdan âciz isen, biz ona mükâfatdan âciz değiliz.)

Ellibirinci Menâkıb: Bir gün hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” yedi tabağı altın ile doldurup, yedi hizmetcinin eline verdi. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”

– 249 –

hazretlerine hediyye gönderdi. Hizmetciler, tabakları huzûruna koydular. Hazret-i Resûl-i ekrem buyurdular ki, geri gidin, efendinize selâm götürün. Hizmetciler [köleler] dediler ki: Yâ Resûlallah, efendimiz bizi de tabaklar ile size hibe etmişdir. Re- sûlullah hazretleri buyurdular ki, (Yâ Rabbî! Osmânı sana ha- vâle etdim.) Hemen Cebrâîl aleyhisselâm geldi ki, (Allahü teâ- lâ sana selâm eder ve buyurur ki, Osmâna benden selâm erişdir ve de ki, Huld ve Na’îm Cennetini bu hediyyesine karşılık ola- rak ona bağışladım.)

Elliikinci Menâkıb: Aliyyül-Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerine düğün yapmak istedi. Dünyâlıkdan hiçbir nesnesi yok idi ki, harc etsin. Kendi zırhını pazara gönderdi. Satıp, düğününe harc edecekdi. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” pazarda ge- zerken, hazret-i Alînin zırhını tanıdı. Dellâlı çağırıp dedi ki, bu zırha, sâhibi ne behâ [fiyât] ister. Dellâl dedi, dörtyüz dirhem is- ter. Osmân “radıyallahü anh” buyurdu ki, gel akçasını al. Se’âdethânesine vardı. Zırhı dellâldan alıp, behâsını verdi. Bir dörtyüz dirhem de sayıp, zırhı da üzerine koyup, hazret-i Alîye gönderdi. Buyurdu ki, bu zırh senden gayriye lâyık değildir. Bu akçayı da düğüne harc et. Bizim özrümüzü de kabûl et.

Elliüçüncü Menâkıb: Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” Şâmdan yüz deve yükü buğday getiren kervânı geldi. Me- dîne-i münevverede kaht [kıtlık] var idi. Sahâbe-i güzîn “rıdvâ- nullahi teâlâ aleyhim ecma’în” işitdiler ki, hazret-i Osmânın kervânı gelmiş, satlık buğdayı varmış. Varıp müşterî oldular. Bir menn’ine yedi dirhem verdiler. Hazret-i Osmân satmam, dedi. Niçin dediler. Sizden dahâ fazla fiyât ile alıcı var. Her kim dahâ fazla verirse ona veririm, dedi. Sahâbe-i kirâm mağmûm [gamlı] ve mahzûn dönüp, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâ- lâ anh” hazretlerinin huzûruna varıp, söylediler. Dediler, yâ Sıddîk, yâ halîfe-i resûl-i muhtâr; bilmezsin ki, Osmân bu gün bize neyledi. Biz buğdayını almağa vardık. Her menn’ine yedi dirhem verdik. Vermedi. Bize, sizden dahâ fazla fiyât ile müşte- rî var. Ona vereceğim diye de cevâb verdi. Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin eshâbına böyle cevâb vermesi lâyık mıdır. Eshâbdan ve Muhâcir ve Ensârdan olarak

– 250 –

kim vardır ki, böyle ihtiyâc mahallinde malını satmayıp, ziyâde [çok] para ister. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular, sizin Osmân ile münâkaşanız olmamışdır. Onun hakkında kötü düşünmeyiniz ki, o Cennet-i Me’vâda Re- sûlullahın refîkidir. Resûlullahın dâmâdıdır. Siz Osmânın sözü- nü düşünmemişsinizdir. Sonra Sahâbe-i güzîne buyurdular ki, benim ile geliniz. Se’âdet ile kalkıp, hazret-i Osmânın yanına geldiler. Hazret-i Osmâna buyurdular ki: Yâ Osmân! Eshâb siz- den şikâyet edip, sizin bir sözünüze üzülmüşler. Hazret-i Os- mân dedi ki; yâ halîfe-i Resûlillah, söylediklerim hakkında ne söylerler. Ebû Bekr “radıyallahü anh” dedi ki: Sen demişsin ki, sizden dahâ fazla fiyât ile almak istiyen var. Hazret-i Osmân de- di ki: Evet yâ halîfe-i Resûlillah! O fazlaya alan, onun birini ye- diyüze alır. Bunlar biri yediye alır. Biz bu buğdayı ona verdik ki, biri yediyüze alır. O yüz deve yükü buğdayı Medîne fukarâ- sına tasadduk edip ve develeri de kurban etdi. Ebû Bekr-i Sıd- dîk “radıyallahü teâlâ anh” bunu görüp, şâd oldu. Kalkıp, Os- mân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin alnından öpdü. Bu- yurdu ki: Ben bilmişdim ki, Eshâb senin sözünü anlamamışlar- dır ve murâdının ne olduğunu bilmemişlerdir. O gece emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rü’yâda gördü. Hulle- ler giymiş, mubârek başına sarığını sarmış; mubârek elinde bir demet menekşe ile, nâzik civânlar gibi gülerek bağdan geliyor- du. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah! Nereden teşrîf edersiniz.) Buyurdular: (Osmân bin Affânın ziyâfetinden geliyorum. İyi sadaka verdi. Allahü te- bâreke ve teâlâ hazretleri dörtyüz yük misk ve anber hazret-i Osmâna verdi.)

Ellidördüncü Menâkıb: Haberde gelmişdir. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Osmân bin Affânın şehîd olduğu vaktde, kıyâmet gününe kadar her kim müslimânların erkeğinden ve kadınından, Osmânın şehâ- detini okuyunca; yâhud dinleyince, yâhud fikr edince [düşünün- ce], onun sebebi ile mahzûn ve mağmûm [gamlı] olup, gözün- den yaş gelirse, o kimsenin kulağı, ölüm zemânında Lâ büşrâ [müjde yok] nidâsını işitmez. Onun gözü kabrde ve kıyâmetde karanlık ve körlük görmez. Onun gönlü dünyâda ve âhıretde

ayrılık derdi ile dertlenmez.) [Ya’nî müjde var nidâsını işitir. Kabr ve karanlıkda görür. Gönlü açık olur.]

Ellibeşinci Menâkıb: Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremalla- hü vecheh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retlerinden sordu: (Yâ Resûlallah! Kıyâmet günü evvelâ kimin hesâbını görürler.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri buyurdular ki, (Evvelâ hesâbı görülen benim. Sonra Ebû Bekr, sonra Ömer, sonra sen yâ Alî!). Hazret-i Alî dedi ki, (Osmânın hesâbı nasıl olur?) Buyurdular ki, (Benim bir vakt Osmâna bir hâcetim düşdü [ihtiyâcım oldu]. O hâceti Os- mândan gizli taleb etdim [Gizlice yapmasını istedim]. Osmân o hâcetimi [isteğimi] gizlice yerine getirdi. Ben Hak sübhânehü ve teâlâdan ricâ etdim [istedim], Osmânın hesâbı gizli olsun.)

(Düâ): Emîr-ül mü’minîn Osmân “radıyallahü teâlâ anh” dâimâ bu düâyı okurdu: (Allahım! Dînimi, islâmımı, emânetimi ve îmânımı, fercimi [hayâmı] muhâfaza eyle!)

Osmân; üçüncü meh-i hilâfet, mazlûm-ü şehîd-ü zü se’âdet.

Dâmâd-ı Nebî, kemâl pîşe, ferhunde likâ, şeh-i firâset.

Ol himmet edip, becân ol dem, techîz olundu, ceyş-i usret.

Bu dîn-i mübîne, her cihetle, hizmetle buldu, fevz-u rif’at.

Eylerdi hayâ, Melâik, ondan, tashîh olundu, bu rivâyet.

Nûreyni sahâbet etdi; oldu, mahsûs ona, bu büyük devlet.

Sevmek gerek, ol bihin kadrî, İslâma budur, büyük alâmet.

Ayrılma! O şem’i râh-ı dinden, lâzımsa sana eğer hidâyet.

Etsin o şehin Hudây-ı mennân, rûhuna hezâr ravh-u ihsân.

BEŞİNCİ BÂB

Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü anhüm” Menâkıbı:


Birinci Menâkıb: İmâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” (Mesâbîh-i şerîf) kitâbında, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet ederler. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretleri Uhud dağına çıkdılar. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” da Uhud dağına çıkdılar. Dağ sallandı, ya’nî zelzele oldu. Resûl-i ekrem “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mubârek ayağı şerîfleri ile dağa vurdu ve buyurdu ki, (Sâbit ol yâ Uhud! Senin üzerin- de bir Peygamber, bir Sıddîk, iki şehîd vardır.)

İkinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de Ebû Mûsâ el Eş’arî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl olunmuşdur. Ebû Mûsâ el-Eş’arî buyurdu ki, ben Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde idim. Me- dîne-i münevvere bağlarından bir bağda idik. Bir şahs geldi. Kapıyı açmak taleb etdi. Hazret-i Resûl-i ekrem bana buyurdu: (Var, kapıyı aç. Cennet ile onu müjdele!) Ben de varıp, kapıyı açdım. Bakdım ki, hazret-i Ebû Bekrdir. Resûlullahın buyurdu- ğu şey ile müjde verdim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd etdi. Ondan sonra bir şahs dahâ geldi. Kapıyı açmak ta- leb etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Var kapıyı aç ve Cennet ile ona müjde ver.) Ben de varıp, ka- pıyı açdım. Bakdım ki, hazret-i Ömerdir. Ona, Resûlullah haz- retlerinin buyurdukları şeyi haber verdim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd etdi. Ondan sonra bir şahs dahâ kapı- nın açılmasını taleb etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Var kapıyı aç ve Ona Cennet ile müjde ver ve o belâlar onun üzerine erişir.) Ben de varıp, kapı- yı açdım. Bakdım ki, hazret-i Osmândır. Ona, Resûlullah haz- retlerinin buyurduklarını haber verdim. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd edip,

sonra dedi ki, (Allahül müste’ân) [Yardım ancak Allahü teâlâ- dan istenir.]

Üçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf) kitâbında hasen olarak bildirilen hadîs-i şerîfde, Abdüllah ibni Ömer “radıyalla- hü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. İbni Ömer dedi ki, biz bu üç serveri, Ebû Bekr, Ömer ve Osmânı “radıyallahü anhüm”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” zemân-ı şerîflerinde andığımızda terdiye ederdik. Ya’nî “radıyallahü anh” der idik.

Dördüncü Menâkıb: (Lübâb-ül elbâb) kitâbında, Ömer Dehlekî “rahimehullahü teâlâ” rivâyet eylemişdir. Şihrîn-i Hôşeb din büyüklerindendir. Âhıret yolunun sâliklerindendir ve âriflerdendir. Tabakât-ı meşâyıhdendir. Basîret ve derece sâhiblerindendir. Demişlerdir ki, Bir gün öğle nemâzını kılıp, menzile dönerken [ikâmetgâhına giderken] iki merdi [kişiyi] gördüm. Birbiri ile husûmet [münâkaşa] ederler. Birbirine hoş olmıyan sözler söylerler. Ben dedim ki, Sübhânallah! Sizin el- biseniz mü’min libâsı, ammâ sözleriniz câhillerin sözleridir. O iki kişinin birisi dedi: Sen işitmez misin ki, bu mübtedi’ [i’tikâ- dı bozuk] kötü sözler söyler. Ben dedim, ne söyler. Dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra hilâfet, hazret-i Alînin idi. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân galebe edip, cebren hilâfete geçdiler, diye söyler. O mübtedi’a dedim, böyle söyleme. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra mü’minlerin büyüğü Ebû Bekr- dir. Sonra Ömer, ondan sonra Osmândır. Ondan sonra Alîdir “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Diğer sünnî merde [şah- sa] dedim ki, bununla münâkaşayı bırak. Allahü teâlâ onun ce- zâsını verir. O sünnî, Vallahi ben onu tâ benimle onun arasın- da hükm etmeyince elden bırakmam, dedi. Ben, Sübhânallah! Hazret-i Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” âhıre- te intikâl buyurmuşdur. Ve gökden vahy gelmesi de kesilmiş- dir. Sizin aranızda ben nasıl hükm edeyim, dedim. Sünnî olan genç bakdı gördü ki bir hamâm külhânı, ateş vurup, iyice kız- mış. O râfizîye dedi ki, insâf et ve söylediğin sözden pişmân ol ve rücû’ et. Yoksa, gel ikimiz bu ateşe girelim. Hak üzere olan Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile halâs olur [kur-

– 254 –

tulur]. O mübtedi’ râfizî dedi ki, insâf veremem, ben hak üze- reyim. Ammâ gel ateşe girelim. Ben [Şihrîn-i Hôşeb] dedim, etmeyiniz ki, Allahü tebâreke ve teâlâ bundan nehy etmişdir. O sünnî ve dîni pâk merd dedi ki, çâresiz ateşe girmeli. Sonra sünnî ve mübtedi’ her ikisi ateş yanına vardılar. Sünnî, başını yukarı kaldırıp, dedi, yâ Rabbel âlemîn! Şükr ve hamd, fadl ve minnet Senin içindir. Seni ve melekleri şâhid etdim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra halkın en iyisi Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, yâr-i gâr [mağara arkadaşı] ve mûnis-i Resûlullah idi. Dahâ bir çok fa- zîletlerini de saydı. Ondan sonra Ömer-ül Fârûkdur. Ondan sonra Osmân-ı Zinnûreyndir. Ondan sonra Aliyyül mürtedâ- dır “radıyallahü teâlâ anhüm”. Sonra, (Benim dînim ve mezhe- bim budur. Eğer Hak üzere isem, bu ateşi benim üzerimden halâs eyle ki, İbrâhîm Halîl “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” hazretlerini yakmadığın gibi, beni de yakma) dedi ve ateşe gir- di. Sonra râfizî baş kaldırıp, dedi ki, ey Bârî [ey Allahım!] Bü- tün hamd ve şükrler senin içindir. Benim mezhebim ve i’tikâ- dım budur ki, Resûlullah hazretlerinden sonra halkın en yük- seği Alî bin Ebî Tâlibdir. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân zulm et- diler. Hilâfeti ondan aldılar. Ebû Bekr, Ömer ve Osmândan bî- zârım. Eğer benim sözüm doğru ise, bu ateşi benim üzerime soğuk eyle, dedi ve o da ateşe girdi. O külhâncı, o fırının kapı- sını kapadı. Şihrin-i Hôşeb “rahimehullah” der ki, benim karâ- rım kalmadı. Hâlim mütegayyir oldu [değişdi]. Ondan buna, bundan ona koşdum ve dolandım ve fikr ederdim ki, onların hâli ateş içinde ne oluyordu. İkindi vakti oldu. Bakdım, o kül- hânın kapağı düşdü. Düşündüm ki, şimdi bu ateşden selâmet ile kim çıkar. Ağlardım ve gözüm ona bakıp dururdum. He- men gördüm o sünnî terlemiş olarak ateşden dışarı geldi. He- men kalkdım. Onu kucakladım. İki gözünün arasından öpdüm. Dedim ki, Allahü tebâreke ve teâlâ seni ateşde ne yapdı. Dedi ki, beni bir bostâna iletdiler ve bir döşek üzerinde uyutdular. Dediler, gelinlerin yatdığı gibi yat. Ben de bu âna dek yatdım. Tâ şimdi kalkıp, uyardılar ve dediler, kalk nemâz vakti geldi. İkindi nemâzını cemâ’at ile kılasın. Ben de dışarı geldim. Şih- rîn-i Hôşeb der ki, o sünnînin elini tutup, hemen o mekâna oturtup, külhâncıları çağırdım. Kürek getirip, o ateşi dışarı çı-

– 255 –

karıp, râfizîyi kürek ile çekdiler. Temâm vücûdu yanmış, kö- mür gibi olmuş. Ancak alnı üzeri açık kalmış, yanmamış. Alnı- nın üzerinde üç satır yazılmış. (Birinci satırda, (Bu tugyân ve isyân eden bir kuldur.) İkinci satırda, (Ebû Bekr, Ömer ve Os- mâna hurmet etmedi.) Üçüncü satırda, (Bu kul bâgî oldu [ıs- yân etdi]. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmâna kâfir oldu dedi ve Al- lahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmetinden ümîd kesdi.) yazılmışdı. Şihrîn-i Hôşeb der ki, o gün dörtbin râfizî tevbe edip, sünnî müslimân oldular. Üç gün boyunca etrâfdan halk gelip, o mübtedi’ râfizîye bakdılar. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin yapdığını ve kahrını müşâhede edip, ibret aldılar. Uzak şehrlere nâmeler [mektûblar] yazıp, gönderdiler ki, zin- hâr ve zinhâr [kat’iyyetle], hiç kimse, Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine kötü sözler söyleyip, seb’ etmeye ki, böyle ahvâl vâki’ oldu. (İbret alınız, ey akl sâhibleri.)

Beşinci Menâkıb: İstanbulda Mustafâ Pâşa Câmi’inde hal- ka nasîhat eden, Sünbül efendi seccâdesinde halîfe olan Ha- sen efendi “rahimehullah” rivâyet eder. Arabistânda seyâhat ederken, Hasen-i Basrî “kuddise sirruh” hazretlerinin mezâ- rını ziyâret etmek niyyeti ile Basraya vardım. Hâcı Ahmed derler bir mü’min muvahhid kimsenin odasına müsâfir ol- dum. Birkaç gün orada müsâfir kaldım. Konuşma esnâsında, hâcı Ahmed hikâye eyledi ki, şehrimizde Yahyâ adlı bir imâm var idi. Gâyet ilm ve söz sâhibi bir kimse idi. Lâkin râfizîler- den idi. Def’alarca, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer-ül Fârûk ve hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ an- hüm” haklarında nice uygunsuz sözler işitdik. Ammâ gelen pâşaların koltuğuna girmekle [onlar ile iyi geçinmek ile] kim- se ona bir şey yapmağa cür’et edemezdi. Onların ona zararı olmazdı. Hattâ bir gün pâşaya benden şikâyet eder. Benim onun ardında nemâz kılmadığımı, müslimânları onun arkasın- da nemâz kılmakdan, ona uymakdan men’ etdiğimi söyler. O da beni çağırıp, niçin imâma uyarak nemâz kılmazsın, dedi. Ben de dedim ki, sultânım, ahvâline vâkıf olduğum için uy- muyorum. Pâşa ıtâb tarîkiyle [azarlama yolu ile] dedi ki, el- bette uyup nemâz kılmalısın, yoksa sen bilirsin, hâlini perîşân

ederim. Ben dedim ki; sultânım! Göz göre göre kişi kendini ateşe bırakır mı? Bir kimsenin ahvâlini bildikden sonra, o ân- da başımı dahî kessen ona uyup [iktidâ’ edip] nemâz kılmam, dedim, dışarı çıkdım. Birkaç günden sonra, bir gün çarşıda otururken, o râfizî imâm Yahyâyı gördüm. İmâm durmayıp, yüksek sesle çağırıp, yanıma gelin müslimânlar diye seslenir. Acele ile, acaba ne haber var diye yanına vardık. Gördük ki, avucu içine dişlerini doldurmuş. Ne oldu diye süâl etdik. Ce- vâb verdi ki, bunlar, ağzımda olan dişlerimdir. Bu gece rü’yâmda gördüm. Kıyâmet kopmuş. Bana da susuzluk ârız olmuş ki, helâk olmak üzereyim [ölmek üzereyim]. Mahşer yerine giderken bir büyük havuz gördüm. Kenârında yaşlı, nûr yüzlü biri durur. Gelip-geçenlere su ulaşdırır. Yanına var- dım. Süâl etdim ki, sen kimsin. Ebû Bekr-i Sıddîkım “radıyal- lahü anh”, dedi. Ben dedim ki, dünyâda iken ben seni sev- mezdim. Suyundan da içmem. Sonra havuzun bir tarafını do- laşdım. Uzun boylu, salâbetli [sağlam] ve mehâbetli [heybet- li] sultân durur. Gelenlere su ulaşdırır. Yanına varıp, dedim ki, sen kimsin. Dedi ki, Ömer-ül Fârûkum “radıyallahü anh”. Ne dünyâda iken severdim, ne şimdi. Suyundan içmem deyip, havuzun bir tarafını dolaşdım. Gördüm ki bir alîm ve selîm bir pîr-i mubârek durur. Gelene ve gidene su ulaşdırır. Nûr yüzünden ışık vurur. Yanına varıp, dedim, sen kimsin! Ben Osmân-ı Zinnûreynim “radıyallahü anh”. Ben dedim. Seni dünyâda sevmezdim. Suyundan da içmem. Havuzun o köşesi- ni de dolaşdım. İri yapılı, orta boylu, uzun sakallı ve şecâ’at ve mehâbetli [heybetli] ve cesâretli bir sâhib-i se’âdet su ulaşdı- rır. Havuz kenârına, yanına vardım. Dedim ki, sen kimsin. Dedi ki, Aliyyül mürtedâyım “radıyallahü anh”. Ben hemen mubârek ayaklarına düşüp, yüzümü ve gözümü sürdüm. De- dim ki, sultânım, meded bana. Bir içim su ihsân et ki, gâyet susamışım. Buyurdu ki, yukarıda benim kardeşlerime rast gelmedin mi. Ben dedim, evet rast geldim. Lâkin ben onları sevmiyorum. Sularını da içmedim. Seni severim. Suyundan iç- mek isterim, deyince, İmâm hazretleri “radıyallahü teâlâ anh” benim sûratıma bir tokat vurdu ki, o ızdırâb ile uyan- dım. Bütün dişlerim avucumun içine düşdü. Ey müslimânlar, bu âna kadar dalâlet yolunda idim. Allahü teâlâya hamd ol-

sun ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ şimdi hidâyet edip, doğru yola kavuşdum, deyip, çihâr yâr-i güzînin muhabbetini kal- binde ihlâs ile yerleşdirdi. Rübâi:

Gördüğü rü’yâda ki, döküldü bütün dişleri, Se’âdet yolunu buldurdu, dökülen bu dişleri.

Zebânîler ona ateşi hâzırlamışlar iken, Böylece kurtuldu o elîm ateşden!

Altıncı Menâkıb: Bir râfizî, ayakkabısının ökçesine, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin ismlerini kazdırmışdı. Bir yola giderken basdığı yerde bu ser- verlerin ism-i şerîfleri okunurdu. Bir mü’min muvahhid kimse, onun ardında gelirdi. O serverlerin ismlerini görünce izin tutup gitdi [ya’nî o izi ta’kîb etdi]. Mel’ûn râfizî ana yoldan çıkıp, bir ormana sapmış. Bir ağaç gölgesinde uyumuş. O mü’min sofî de izleyip giderken, yoldan sapdığını görünce, o da ormana tevec- cüh edip [girip], o râfizîye erişip, gördü ki, yüzü üzerine yatmış. Ayakkabılarının altında o üç din büyüğünün ism-i şerîflerini kazımış gördü. Diledi ki o râfizîyi öldürsün. Yine düşündü ki, belki, bu ismlerin yazıldığından haberi yokdur, sorayım, dedi. Şî’î gözlerini açdı. Gördü ki, başı üzerinde bir sofî durur. Sofî sordu ki, ayaklarının altında olan ism-i şerîflerden haberin var mıdır. Mel’ûn râfizî, kötü sözler söylemeğe başlar. Sofînin ya- nında da bir gizli kılıncı var imiş. Çıkarıp (Bismillâhirrahmânir- rahîm) deyip, râfizîyi öldürür. Kılıncı kınına koyup, râfizînin murdar leşini sürüyüp, bir çukura koyar. Üzerine biraz çör-çöp bırakır. Sonra yoluna revân olur. Biraz yol gider. Karşıdan çok heybetli dört atlı görünür. Sofîyi görürler. Üzerine at salıp, der- ler ki, sen adam öldürmüşsün, kanlısın. Çabuk leşini bize gös- ter. Sofî feryâd eyledi. Ben fakîrim, kâtil değilim, nice-nice özr ve behâne ederse de, gördü ki ellerinden kurtulamadı. O dört atlının arasından birisi göğsüne harbesini dayayıp dedi ki, dön geri, yoksa sen bilirsin. Sofî de çâresiz önlerine düşüp, o mel’ûnun murdar leşini gömdüğü çukura gelir. Üzerinde olan çalıyı kaldırdığı gibi, bakdı ki, râfizînin yerinde bir büyük do- muz leşi yatar. Sofî onu gördüğü gibi, hayret edip, tefekküre vardı. Ondan sonra bu dört atlı sofîye dediler ki, sana müjde ol- sun ki, Allahü teâlâ senin cümle günâhlarını afv etdi ve Cehen-

– 258 –

nem ateşinden âzâd etdi. Cenneti nasîb kıldı. Sofî de şâd ve mesrûr olup, onlara sordu ki, siz kimlersiniz. Onlar buyurdular ki, birimiz Ebû Bekr ve birimiz Ömer ve birimiz Osmân, evvel- ce göğsüne harbeyi koyan da hazret-i Alîdir “radıyallahü an- hüm”. Sofî de Allahü tebâreke ve teâlânın bu ihsânına şükr edip, şâd ve handân olarak yoluna gitdi.

Yedinci Menâkıb: Bir zemânlar bir tâcir var idi. İsmine Ey- yûb bin Hasen derler idi. Pâdişâhlardan birine ba’zı kumaş ve meta’ satmak için huzûruna varır. Tesâdüfen o sırada pâdişâh; emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâ- lâ anhüm” hakkında uygun olmıyan kötü sözler söyler. Tâcirin gönlüne bu sözler hoş gelmez! Pâdişâha nasîhat etmek ister. Sonra, o sultânlara [üç halîfeye] dil uzatan zâlimlerden hayr gelmez, belki söylersem beni öldürür; deyip, işini görüp, gider. O gece Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- lerini rü’yâsında görür. O pâdişâhı da orada, huzûrlarında dur- muş görür. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri, tâcire iltifât edip, buyurur ki: (Benim Eshâbıma uygun- suz sözler [kelimeler] söyliyen bu mudur.) Evet yâ Resûlallah diye cevâb verdikde, bunu katl eyle diye öldürülmesini emr bu- yurur. Ben dedim, (Yâ Resûlallah! Bir nesne yokdur ki onu katl edeyim.) Resûl-i ekrem hazretleri tâcirin eline bir bıçak verir. Tâcir de emr-i şerîfine itâ’at edip, şahsı boğazlar. Rü’yâ- dan uyanıp, bu rü’yâyı varıp, şâha anlatmak ister. Serâyının ka- pısına varır ki, ağlamak ve feryâd sesleri işitir. Bu hâl nedir di- ye sorar. Cevâb verirler ki: Bu gece pâdişâhı yatağında katl et- mişler.

Sekizinci Menâkıb: Tebriz şehrinde bir râfizî vardı. Dâimâ işi-gücü bu üç serveri seb’ etmek [kötülemek] idi ve bunlara buğz ve adâvet etmek idi. Bir gece rü’yâsında gördü ki, kıyâmet kopmuş. Bütün mahlûklar ayak üzere durur. Herkes hayret içinde gezerken, buna gâyet susuzluk ârız olmuş. Mahşer yerin- de gezip, su ararken gördü ki, bir alay adam geçer. Aralarında bir mubârek âdem vardır. Elinde bir maşrapa tutar. Durmayıp, su dağıtır. O râfizî derhâl o ihtiyâr kişinin önüne vardı. Bana da su ver, dedi. O nûr yüzlü kişi su verdi. İçeceği sırada o pîrin ism-i şerîfini sordu. Dediler ki, bunun adına Ebû Bekr-i Sıddîk

– 259 –

“radıyallahü teâlâ anh” derler. Ne zemân ki o mubârek ismi işitdi. Suyu içmeyip geri verdi. Ondan sonra bir alay dahâ gel- di. Onların aralarında bir nûrânî ve vakâr sâhibi adam var. Elinde bir maşrapa su tutar. Durmayıp mahşer yerinde istiyene su verir. O râfizî onun yanına varıp, su istedi. O da maşrapayı sundu. İçeceği zemân onun da, ism-i şerîfini sordu. Dediler, bu- nun adına Ömer-ül Fârûk derler. Ne zemân Ömer-ül Fârûkun ism-i şerîfini işitdi. Suyu içmeyip, geri verdi. Ondan sonra bir alay dahâ adam geldi. Onların aralarında bir nûr yüzlü adam var. Elinde bir maşrapa ile su tutup, durmayıp ulaşdırır. O râfi- zî onun yanına varıp, su istedi. O da eline su verdi. İçeceği ze- mân ism-i şerîfini sordu. Dediler ki, bunun ismine Osmân-ı zin- nûreyn “radıyallahü teâlâ anh” derler. Osmân-ı zinnûreynin ism-i şerîfini işitdi. Suyu içmeyip, geri verdi. Ondan sonra bir alay dahâ adam geldi. Onların aralarında, büyük, heybetli, se’âdet sâhibi bir zât var. Elinde bir maşrapa su tutar. Durma- yıp, dağıtır. O râfizî derhâl yanına varıp su istedi. O zemân onun da ism-i şerîfini sordu. Dediler ki, bunun adı Aliyyül mür- tedâdır “radıyallahü teâlâ anh”. Aliyyül mürtedânın ism-i şerî- fini işitdi. Mubârek ayaklarına düşüp, meded yâ Alî, bana da su ver diye feryâd etdi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh ve ra- dıyallahü teâlâ anh” ona, önce geçen büyüklerden niçin su ta- leb edip, içmedin diye sordu. O râfizî dedi ki, ben dünyâda iken onları sevmezdim. Dâimâ buğz ve adâvet ederdim. Onların su- larından da içmem. Ben seni severdim. Senin âşıklarındanım, dedi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” iki mubârek par- maklarını o râfizînin gözlerine sokup, iki gözünü de çıkardı. O acı ile uykudan uyanıp, kendini kör buldu. Hattâ ba’zı kimse- lerden mervîdir ki, merhûm Sultân Süleymân “aleyhirrahmetü rabbihül gufrân” acem [Îrân] seferinde o köre Tebrîz sokakla- rında rast gelmişdir ki, süâl edip, bu vak’âyı bizzat kendinden, olduğu gibi işitmişdir. Yapdığı işe pişmân olup, dâimâ tevbe ve istigfâr ederdi. Ve halka nasîhat ederdi.

Dokuzuncu Menâkıb: Bir mü’min muvahhid ile bir râfizî, Mekke-i Mükerremeye giderken yol arkadaşı oldular. O mü’min, râfizîye herhâlde nasîhat eder ve derdi ki: (Gel bu râ- fizîlikden ferâgat eyle, bunun sonu nedâmetdir [pişmânlıkdır].

– 260 –

Dünyâda yüz karalığıdır ve âhıretde hasretdir. Göz göre göre niçin kendine kıyarsın. Ve cânını Cehennem ateşine atarsın. Molla Câmî “kuddise sirruhüssâmî” hazretlerinin kıt’asını râ- fizîler hakkında işitmemişmisin. Bu kötü fi’lden vazgeç. Yok- sa son pişmânlık fâide vermez. İşitmedim ki, bir kimse Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahü teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerini sevmese; Allahü tebâreke ve teâlâ saklasın; o kimse nasîhat al- mayıp, aslâ ona tenbîh te’sîr etmez.) Gördü ki, insâfa gelmedi. Hem meşhûrdur: Cühûd îmâna gelmez! Mülhid kişi tevbekâr olmaz! O mü’mine nisbet için, râfizî i’tikâdından vazgeçmedi. Nasîhatlarını maskaralığa aldı. Hikmet-i Rabbânî, Kâ’be-i şe- rîfeye yaklaşdıklarında, bir hınzır göründü. Hemen o mel’ûn râfizî deve üzerinde iken, Allahü teâlânın emri ile hınzır şek- linde olup, deve üzerinden yere atlayıp, hınzırlara karışıp, on- lar ile gitdi. Bütün hâcılar bu ahvâli görüp, ibret aldılar. Aklı olan kimse bu kıssadan hisse alıp, çihâr yâr-i güzîn “rıdvânul- lahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerine karşı, zerre mikdârı buğz ve adâvetden kalbini pâk edip, hem çihâr yâr-i güzîn sev- gisi ile kalbini doldurur.

Onuncu Menâkıb: Bir zemânda bir yehûdî bir râfizî ile çeki- şip, dövüşürler. Allahü teâlâ kelbi [köpeği] hınzır [domuz] üze- rine musallat eder. Yehûdî râfizînin gözünü çıkarır. Râfizî ye- hûdînin eteğine yapışıp, mahkemeye götürüp, kâdî huzûruna varırlar. Râfizî der ki, bu yehûdî benim gözümü çıkardı. Efendi hazretleri, hakkımı bu yehûdîden alıver. Kâdî efendi, yehûdîye ıtâb edip, bre mel’ûn, bu kişinin gözünü niçin çıkardın, dedi. Yehûdî dedi, sultânım işitdim ki, rûz-i mahşerde râfizîler yehû- dîlerin merkebi olup, yehûdîler üzerine binip, Cehennem ateşi- ne varırlar. Benim o gün bineğim bu olsun diye gözünün birini çıkardım. Zîrâ hâfızam za’îf ve görüşüm azdır. Şâyed o günde teşhîs etmem güç olup ve yaya olarak Cehenneme varmakdan ise, bir gözlü merkebe binmek iyidir, dedi. Kâdî efendi ve mec- lisde hâzır olanlar yehûdînin bu ilzâmından hoşlandılar ve râfi- zîye ta’zîr eylediler [azarladılar]. Muhakkak râfizîlerin Allahü teâlâ katında ve insanlar yanında bütün milletden kötü olduk- larında şübhe yokdur. Zîrâ kâfirlerin inâdları bâtıl da olsa birer cevâbları vardır. Ammâ bu mel’ûnların aslâ bir delîlleri yokdur. Ondan dolayıdır ki, hazret-i Molla Câmî “kuddise sirruhüssâ-

– 261 –

mî” râfizîler hakkında şöyle buyurmuşdur: Kıt’a:

Râfizî olur kıyâmetde yehûdî eşeği,

Yeder onu mülhid câhil, tutup elinde yularını.

Nasrânî elinde bir demir çomak ile, Sürer onu tâ o menzile dâr-el bevâr.

Nice yüzbin la’net o Hakdan, Resûlden de, Eşeğe binene yedene sürene ki var.

Râfizîler kıyâmet gününde başka bir bölük olup, süâlsiz ve azâbsız Cennete dâhil olalım diye ümîd edip, doğru Cennetin yolunu tutup, giderler. Cennet kapılarından bir kapıya varır- lar. Görürler ki, kapıda Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” haz- retleri durur. Durmadan kevser şerâbını ehl-i islâma içirir. Râ- fizîler hazret-i Ebû Bekri görünce derler ki, dünyâda iken biz bunu sevmezdik. Şimdi de bunun olduğu kapıdan Cennete girmeyiz. Ve bunun elinden kevser şerâbını içmeyiz. Oradan dönüp Cennetin bir başka kapısına varırlar. Görürler ki, o ka- pıda hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” durur. Durmadan mü’minlere kevser şerâbı içirir. Tekrâr o hınzırlar derler ki, dünyâda iken biz bunu sevmezdik. Şimdi bunun olduğu kapı- dan Cennete girmeyiz. Ve kevser şerâbını da içmeyiz. Oradan dönüp, bir başka kapısına varırlar. O kapıda Osmân “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretleri durur. Müslimânlara kevser şerâbı içirir. Tekrâr o murdârlar derler ki, dünyâda iken biz bunu da sevmezdik. Onun olduğu kapıdan da Cennete girmeyiz. Bu- nun da elinden kevser şerâbını içmeyiz. Oradan da dönüp, Cennetin bir başka kapısına varırlar. Görseler ki, o kapıda du- ran İmâm-ı Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Bunlara sorar ki, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osmâ- nın “radıyallahü teâlâ anhüm” kapılarına uğramadınız mı? Onlardan kevser şerâbını içmediniz mi? Onlar derler ki, On- ları biz dünyâda iken sevmezdik. Onun için biz bugün de on- ların şerâblarından da içmedik. Onların kapılarından Cennete girmedik. Dünyâda iken biz seni severdik. Senin elinden kev- ser şerâbını içmek isteriz. Senin kapından Cennete girmek is- teriz. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bunları red eyle- yip, bre mel’ûnlar! Bilmez misiniz ki onlardan tezkire alma-

– 262 –

yınca kimseyi Cennete koymam ve kevser şerâbını içirmem. Yıkılın buradan, buyurur. Hazret-i Alîden yüz bulamayınca, can başlarına sıçrar. Bilirler ki, yanlış yola gitdiklerinden belâ- ya uğradılar. Yapdıkları işe pişmân olup, nedâmetler çekerler. Velâkin bu pişmânlıklarının fâidesini görmezler. Bu felâketde iken her râfizîye birer yehûdî havâle olunur. Şimdiye dek siz- leri ararız, nerede gezersiniz, derler. Yine o hâlde birer nasrâ- nî de gelerek, birer râfizînin sakalını tutup, çeke-çeke mahşer yerinin temâmını gezdirirler. Bütün mahşer halkı arasında rüsvay olurlar. Ondan sonra Allahü teâlâ korusun, azâb için zebânîler gelir. Temâmını bu hâl ile Cehenneme götürürler. Beyt:

Ni’metleri fânî olan bu denî dünyâyı aşağı tut, Sonu pişmânlık olan işi yapma.

Mahşer ehli bunlardan yüz dönüp, nefret ederler.

Onbirinci Menâkıb: Din büyüklerinden biri rivâyet eder. Medâyinde bulunuyordum. Her nerede bir kimse vefât etse, varıp ona kefen sarardım. Bir kimse gelip dedi ki, Kûfe ehlin- den bir kervân geldi. Aralarında biri vefât etdi. Gelip kefen sa- rasın. Hizmetçimi kefen almağa gönderdim. Ben o kimsenin meyyitini görmeğe vardım. Yanına vardım. Gördüm ki, vefât eylemiş. Karnı üzerine bir kerpiç koymuşlar. Âniden o meyyit kalkıp oturdu. Feryâd edip, dedi ki, yazıklar olsun bana, vay bana. Ben dedim ki, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlul- lah) söyle. Bana dedi ki, bu kelime-i şerîfeyi demenin fâidesi yokdur. Zîrâ ben kavmim ile olurken, Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine dil uzatıp, uy- gunsuz sözler söylerlerdi. Ben de onlara uyar, söylerdim. So- nunda helâk oldum. Beni Cehenneme iletip yerimi gösterdiler. Benim rûhumu geri verdiler ki, halka haber vereyim. Sakın, sa- kın, o serverlere dil uzatmayın. Bu sözleri temâm etdikden sonra, tekrâr öldü. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olun- muşdur.

Onikinci Menâkıb: Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” ri- vâyet buyurmuşlardır. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine uygun olmıyan sözler söyleyen bir

– 263 –

kimse vardı. Bir gün yüzünde bir yara peydâh oldu. O yara gi- derek yüzünü tutup, yüzünün temâmı kara oldu. Her dürlü ilâ- cı denediler, şifâ bulmadı. Bütün insanların yanında rüsvay ol- du. Sonra bu şeklde öldü. Hem dünyâda ve hem âhıretde me- lâmet oldu [yüzü kara olmak bedbahtlığına kavuşdu]. (Şevâ- hid-ün nübüvve)den terceme olunmuşdur.

Onüçüncü Menâkıb: Büyüklerden biri rivâyet eder. Çocuk- luğumda râfizî bir hocam var idi. Beni de râfizî yapmışdı. Bir gece rü’yâmda kıyâmet kopmuş. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri huzûrlarına ve mubârek hâk-i pâ- yelerine bütün halk toplanmış, şefâ’at ricâ ederler. Ben de hu- zûrlarına vardım ki, şefâ’at isteyeyim. Gördüm, sağ yanında nûr yüzlü, selîm ve hilm sâhibi ihtiyâr durur. Sol yanında bir mubârek kimse durur. O da şecâ’atlı ve bahâdır ve mubârek yüzü nûrlu bir kimsedir. Hemen beni gördüler. Dediler ki; yâ Resûlallah! Bu adam bizden ne ister ki, her gün bize dil uzatı- yor, biz bu adama ne yapdık. Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretleri mubârek elini uzatıp, beni tutmak iste- di. Ben kaçdım. Bu ızdırâb ile ve bu korku ile uykudan uyan- dım. Gördüm ki, bütün saçım ve sakalım ve kaşım ve kirpiğim dökülmüş. Dört ay dışarı çıkamadım. Dünyânın ilâcını kullan- dım. Aslâ fâide vermedi. Bir gün dostlarımdan biri beni görme- ğe geldi. Benim hâlimi sordukda, ben de ahvâlimi olduğu gibi anlatdım. O da dedi ki, sen meğer Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine salevât getirmekden habersizsin. Birkaç gün salevât-i şerîfe getirmeğe devâm eyle ve Eshâb-ı gü- zîn “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” hazretlerine, derûn-i dilden [kalbden] muhabbet eyle. Yapdığın kabâhatlere tevbe ve istig- fâr eyle. Ümîd edilir ki, kısa zemânda bu belâdan kurtulup, ha- lâs olursun. Hemen ibrik getirtip, abdest alıp, sonra iki rek’at nemâz kılıp, hâlis niyyet ile etdiğim işlere nâdim olup, tevbe ve istigfâra meşgûl oldum. Bir hafta temâm olmadan saçım ve sa- kalım, kaşım ve kirpiğim çıkıp, evvelkinden de çok oldu. Onun için, bu sultânlara ihânet üzere olanlar, dünyâda ve âhıretde sı- kıntıdan kurtulamazlar. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmuşdur.

Ondördüncü Menâkıb: İmâm-ı Müstagfirî (Delâil-i Nübüv-

– 264 –

ve) adlı kitâbında yazmışdır. Büyüklerden birisi rivâyet eder. Üç nefer kimse Yemen diyârına doğru yola çıkdılar. Bu müsli- mânlara bir de râfizî katılmış idi. Râfizî, O serverler [Eshâb-ı kirâm] hakkında uygunsuz kelimeler söylerdi. Bu müslimânlar ona her ne kadar nasîhatlar etdiler ise de aslâ te’sîr etmeyip, râ- fizî devâm ederdi. Berâberce birgün bir menzile kondular. Bir mikdâr istirâhat etdiler. Bir zemândan sonra uykudan uyanıp, abdest almağa kalkdılar. O bedbaht maymûn gibi yatarken, onu da uyardılar. Hemen uykudan uyandı. Âh, âh, herhâlde ben bu menzilde kalsam gerekdir, dedi. Müslimânlar dediler ki, bu menzilde niçin kalacaksın, aslâ olmaz. O bedbaht dedi ki, Peygamberi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” rü’yâda gördüm ki, başımın ucuna geldi. Bana dedi ki, bre bedbaht, bu menzil- de senin sûretin değişse gerek. Bu müslimânlar dediler ki, ne durursun, kalkıp, abdest alıp, tevbe ve istigfâra meşgûl olup, ni- yâzda bulun. O da ayaklarını toplayıp, kalkmak istedikde, o ân Allahü teâlânın emri ile iki ayak parmakları değişikliğe uğra- yıp, maymun parmakları gibi oldu. Ondan sonra topuklarına kadar değişdi. Ondan sonra dizine kadar, ondan sonra kuşağı- na kadar, ondan sonra göğsüne kadar çıkdı. Sonra, temâm vü- cûdu maymûn oldu. Müslimânlar bu hâli görünce, tutup sıkıca devenin üzerine bağladılar. Yemene yakın vardıkda, akşama yakın bir meşelik yere uğradılar. Orada çok maymûn vardı. He- men maymûnları gördü. Deve üzerinden zorlayıp, bağlarını kı- rıp, yere indi. Varıp o maymûnlara ulaşdı. Biz de maymûnlar- dan korkduk ki, bize hücûm edecekler diye. Sonra gördük ki, bütün maymûnlar yakın yere gelip, durdular. Değişikliğe uğra- yan aralarından ayrılıp, bize karşı gelip, durdu. Gözlerinden o kadar yaş akdı ki, vasfa gelmez [anlatılamaz]. Sonra diğer may- mûnlara karşı gitdi. Şimdi aklı olan kimselere hemen bu ibret yeter. Nerede kaldı ki, o büyükler hakkında nice âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır.

Yâ Rab, lutfün ile dâimâ bize doğru yolu göster, Sapık yolları değil, sana varan yolu göster.

Onbeşinci Menâkıb: Büyüklerden biri Şâm şehrine uğrar. Bir mescidde sabâh nemâzını kılar. İmâm nemâzı kıldıkdan sonra, arkasını mihrâba dönüp, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân

“radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin haklarında uygunsuz sözler söylemeğe başlar. O büyük zât, imâmdan bu sözleri işi- tince çok üzülüp ve mahzûn olarak kalkıp, yoluna gider. Bir se- neden sonra yine yolu Şâm şehrine uğrar. Tekrâr o mescide va- rıp, sabâh nemâzını kılar. Nemâzı kıldıkdan sonra, imâm olan kimse, arkasını mihrâba dönüp, O serverlerin [Ebû Bekr, Ömer, Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin] bü- yüklüklerinden bahs etmeğe, onları medh etmeğe başlar. O büyük zât, cemâ’atden birine süâl eyler ki, bu imâm geçen se- ne o serverlerin şânlarına uygunsuz sözler söyledi. Şimdi de medh ve senâ eyledi. Sebebi nedir. O müslimân dedi ki, evvel- ki imâmı görmek ister misin. O büyük zât dedi, görmek iste- rim. O da önüne düşüp, bir odaya girdiler. Gördü ki, bir siyâh köpek, boynundan zincir ile bağlı, yatar. O büyük dedi ki, bu kelb [köpek] nedir. O müslimân dedi ki, geçen seneki imâm budur. O din büyüklerine hâşâ, uygunsuz sözler söylerdi. Bir gün arkasını mihrâba dönüp, kötü âdeti üzere kötü sözler söy- lerken, değişip, bu sûrete girdi. O büyük yanına varıp, sen ge- çen seneki imâm mısın. O da eli ile başına işâret edip ve gözle- rinden yaş akıtdı. Bu büyük de, Hak Sübhânehü ve teâlâ haz- retlerine şükr edip, işte cezânı buldun, dedi. (Şevâhid-ün nü- büvve)den terceme olunmuşdur.

Onaltıncı Menâkıb: Gâzîlerden biri rivâyet eder. Bir gazâda, cemâ’at ile gazâya giderken, aramızda Benî Temîmden Ebû Hayyân nâmında bir kimse vardı. O serverlerin haklarında uy- gun olmıyan çirkin sözler söylerdi. Hepimiz o mel’ûna nasîhat ederdik. Fâide etmeyip, uslanmazdı. Yolda bir hâkim var idi. Yolumuz ona uğradı. Hâdiseyi hâkime açıkladık. Hâkim bize dedi ki, o kimseyi benim yanımda bırakın. Mümkindir, onu ıs- lâh edeyim. Bir zemândan sonra yola müteveccih olup, gider- ken, o bedbahtı gördük ki, arkamızdan yetişdi. O mel’ûn kişiye hâkim hil’at giydirip, bir at bağışlamış. Ardımızdan yetişdi. Bi- ze eziyyet vermek maksadı ile yine o serverlere uygunsuz söz- ler söylemeğe başladı. Bize karşı, ey Allahın düşmanları, beni nasıl buldunuz, dedi. Biz de dedik ki, ey bedbaht ve nasîbsiz kimse, bizden uzak ol. Yanımızda yürüme. Tâ ki senin nasîbsiz- liğin bize de bulaşmasın. Hepimiz üzerine yürüdük. Kovduk. Bizden uzak yürüdü. Mel’ûn, kazâ-i hâcet sebebi ile, yoldan sa-

pıp, bir yerde otururken, kızıl arılar üzerine hücûm etmişler. Mel’ûn feryâda başlayıp, bizden yardım istedikde, biz de şâyed bundan kurtulursa, insâfa gelir diye, bu niyyet ile yardıma var- dık. Yanına vardığımızda, o arılar bize hücûm edip, az kaldı ki, hepimizi helâk edecekler. Biz de sokmalarına tâkat getireme- yip, çâresiz geriye kaçdık. O arılar da bize saldırmayı bırakıp, yine o bedbaht kişinin [râfizînin] üzerine saldırıp, bir sâatde gövdesinin etini delik-delik edip, bağıra-bağıra ölüp, cânı Ce- henneme gitdi. Biz de bir yerde durup, bunun ahvâlini seyr ederken ve birbirimiz ile söyleşirken, gaybdan bir ses işitdik ki, çihâr yâr-i güzîni sevmiyen kişinin dünyâda cezâsı budur. Âhı- retde yakalanacağı azâbların şiddeti ve nihâyeti yokdur, diyor- du. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olundu.

Onyedinci Menâkıb: Şeyh-i Ekber [Muhyiddîn-i Arabî] “kuddise sirruhül’azîz” hazretleri (Fütühât-ı Mekkiyye) adlı ki- tâbında zikr etmişdir. Evliyâullahdan bir tâife vardır ki, Rece- bîler derler. Onlar kırk kişi olup, fazla ve eksik olmazlar. Onla- rın hâli Receb ayının ilk gününde öyle olur ki, sanki gökler üze- rine konulmuşdur. Harekete mecalleri olmaz. Ne ayak üzerine durabilirler ve ne oturabilirler. Ellerini ve ayaklarını değil, göz- lerini harekete kâdir olamazlar. Recebin ilk gününde öyle olur- lar. Ammâ günden güne o hâlet bunlardan kalkar. Şa’bân ayı girince, temâmen o hâlden kurtulurlar. Onlara Recebde Allahü teâlânın izni ile çok keşf ve nihâyetsiz tecellîler olur. Şa’bân ayı girince bu hâller onlardan kalkar. Ba’zan o hâllerin ba’zısı o tâ- ifenin ba’zısında sene temâm oluncaya kadar bâkî kalır. Haz- ret-i Şeyh “rahmetullahi teâlâ” der ki, o tâifeden birini gördüm ki, onda râfizînin keşfi bâkî kalmışdı. O Recebî, râfizîleri hınzır şeklinde görürdü. Ba’zan olurdu ki, hâli örtülü bir kişiye, hiç kimsenin mezhebini bilmediği kimseye uğrardı. Eğer o kişi râ- fizî i’tikâdında ise, hınzır sûretinde görürdü. O şahsı taleb eder- di. Ona nasîhat ederdi. Tevbe etmesini ve Allahü teâlâ hazret- lerine rücû’ etmesini ve râfizî olduğunu söylerdi. O şahs teac- cüb ederdi. Eğer tevbe ederse ve tevbesinde sâdık olursa, onu insan sûretinde görürdü. Derdi ki, doğru söylersin. Eğer yalan söylüyorsa, o şahsı yine hınzır sûretinde görürdü. Tevbe etme- din. Yalan söylüyorsun, derdi. Bir gün, şâfi’î mezhebinde olan ve iyi olarak bilinen iki kimse ona geldiler. Hiç kimse onların

– 267 –

râfizî i’tikâdında olduğunu zan etmezdi. Şi’â cemâ’atinden de değiller idi. Lâkin o mezhebi seçmişler idi. O iki mu’temed kim- se, o azîze [büyük zâta] vardılar. Bunları dışarı çıkarın, buyur- du. Sebebini sordular. Buyurdu ki, ben sizi hınzır sûretinde gö- rürüm. Bu benimle Hak Sübhânehü ve teâlâ arasında bir alâ- metdir ki, râfizîleri bana bu sûretde gösterir. Bu ma’nâdan te’accüb edip [şaşırıp], hemen o bâtıl mezhebden ve fâsid i’ti- kâddan temâmen dönüp, kurtuldular.

Onsekizinci Menâkıb: O sultânın haklarında edebsizlik et- miş ve uygunsuz sözler söylemiş olan râfizî tâifesinin cezâları. Hâce Muhammed Pârisâ “kuddise sirruhül’azîz” hazretleri (Fasl-ül-hitâb) adlı kitâbda buyurmuşdur. Hazret-i Alî “kerre- mallahü vecheh” buyurmuşlardır ki: (Bir tâife beni Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin üzer- lerine tafdîl ederler [üstün tutarlar]. Gönüllerinde nifâk vardır. Bununla ehl-i islâm arasına ihtilâf ve fitne salarlar. Bana Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri haber verdi. Bunların katli ile bana emr eyledi. Zâhiren ehl-i islâma kardeş olduklarını söylerler. Bâtınlarında din düşmanıdırlar. Yalanı güzel, kötülükleri temiz görürler. Mushaf-ı şerîfi iptâl ederler. [Kur’ân-ı kerîmin hükmünü kaldırırlar.] Fücûr [kötülük] üzeri- ne birbirleri ile yarışırlar. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine ve Eshâb-ı kirâm hazretlerinin büyükleri- ne seb’ ederler. [Dil uzatırlar.] Eshâb-ı kirâm arasında olan vâ- kı’aları anlatıp, anladıklarına tâbi’ olurlar. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri onları afv etmez. Küçükleri büyüklerinden bo- zuk fikrleri öğrenip, o şeklde terbiye olunurlar. Sünnet-i islâmı harâb ederler. Bid’at-ı seyyieleri ihyâ ederler [yayarlar]. O ze- mânda Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sünneti- ne yapışan kimse şehîdlerin ve âbidlerin efdalidir. Se’âdet onla- rındır. Yeryüzünde râfizîden dahâ hoşlanılmıyan kimse yokdur. Yerin gadabı onlaradır. Gök istemiyerek onların üzerine gölge verir. O tâifenin âlimleri o günde gök altında olan kimselerin şerlisidir. Fitne onlardan çıkar ve onlarda olur. Allahü teâlâ ko- rusun. Onlar şu kimselerdir ki, gökdeki melekler arasında pis- likler diye adlandırılırlar. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerini meclislerinde ve mahfellerinde ve mescidlerinde seb’ ederler [kötülerler]. Bu habîs işi kendilerine

– 268 –

şi’âr ederler. Hikmet kalblerinden gider. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri râfizî, bid’at ve dalâlet ehlinin şekllerini değiş- dirir.)

Eshâb-ı güzîn bu sözleri işitdiler. Dediler ki, (Yâ Emîr-el mü’minîn. Eğer biz o zemâna erişirsek ne yapalım.) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinin havârîleri gibi olunuz. Al- lahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Nebîsine itâ’atden ve Eshâbı- na muhabbetden ve o tâifeden [râfizîlerden] uzak olmakdan başka size bir şey emr etmemişdir. Ben size derim, Hak ve sün- net üzerine olmak, bid’at ve dalâlet üzerine olmakdan hayrlı- dır.)

Rivâyet olundu ki, imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh ve ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretlerine bu haber erişdi ki; Abdüllah bin Sebe’ seni Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” üzerine tafdîl eder [üstün tutar]. Alî “kerremallahü vecheh” yemîn ederek (Vallahi onu öldürürüm) buyurdu. De- diler ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Sana muhabbet edeni katl eder misin! Elbette. Benim olduğum şehrde olmasın. Hemen bulun- duğu şehrden sürdü. (Şevâhid-ün nübüvve)den nakl olundu. Velhâsıl Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” aralarında bu dördü [dört büyük halîfe], mezîd-i fazîlet ve ke- mâl-i mekremet ve vüfûr-i ihtirâm ve ikrâm-i tâm ve hülefâ-i nübüvvet ve uyûn-ı ehl-i hicret ve büyüklerin büyüğü ve seçil- mişlerin seçilmişi olmakla en öndedirler. Bu bâbda kıyâs yap- mağa ve düşünmeğe hâcet yokdur. Nitekim, onları üstün bil- mek, büyüklerin sözü ve icmâ’ ile sâbitdir. Büyüklerin sözleri- ne ve icmâ’a uymak lâzımdır. Boş sözlere ve bid’atlere uyma- malıdır. Allahü teâlâ bizi bunlardan korusun. (Şevâhid-ün nü- büvve)den alınmışdır.

Ondokuzuncu Menâkıb: Ebüdderdâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Süveyde bin Akîkden rivâyet eder. Süveyde der ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine söyledim. Ben şi’âdan bir kavm üzerine uğradım ki, Ebû Bekr ve Ömer “ra- dıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerini naks ile zikr ederler [kö- tülerler]. Eğer onlar senin kalbinde olanı bilseler idi, bu sözü söylemeğe cür’et edemezlerdi. Hemen Aliyyül mürtedâ “ker-

remallahü vecheh” buyurdu ki: (Onlar hakkında kalbimde iyi- lik ve güzellikden başka birşey bulundurmakdan Allahü teâlâ- ya sığınırım). Sonra kalkdı. Mubârek gözleri yaş ile doldu. Eli- mi tutdu. Ağladığı hâlde gelip, minbere çıkdı. Elinde beyâz ve güzel bir nesne tutduğu hâlde, bir beliğ ve muhtasâr hutbe okudu. Buyurdu ki: Nedir o kavmlerin hâli ki, Kureyşin iki sey- yidini kötü zikr ederler. Ve bana zan ederler o şey ile ki, ben o şeyden pâkım. Ve onların dediklerinden berîyim. Ve onların dedikleri üzerine, onları Allah hakkı için cezâlandırırım. Onla- rı mü’min olanlar sevmez. Onlara ancak fâcirler buğz etmez. Her kim ki o ikisini sever. Muhakkak beni sever. Her kim o iki- sine buğz eder; bana buğz eder. Ben ondan berîyim. Bilmiş olunuz ki, muhakkak cümle nâsın hayrlısı bu ümmetde, Pey- gamberlerden sonra Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ anh”. En önce müslimân olan odur. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretlerine ondan sevgili yokdur. [En sev- diği odur.] Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri indinde bu üm- metin en mükerremi odur. Bu ümmetde Peygamberlerden sonra ondan efdal ve ondan hayrlı kimse olmadı. Dünyâda ve âhıretde ondan sonra bütün insanların hayrlısı Ömer-ül Fârûk- dur. Ondan sonra Osmân-ı Zinnûreyndir. Ondan sonra benim “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Allahü teâlâya benim için ve bütün müslimânlar için istigfâr ederim. [Eshâb-ı kirâmın üs- tünlükleri şânlarına yakışır şeklde; (Eshâb-ı kirâm), (Hak Sö- zün Vesîkaları), (Mektûbât Tercemesi) ve (Se’âdet-i Ebediy- ye) kitâblarında anlatılmışdır. Lütfen bu kitâblardan okuyu- nuz!]


Zâhidâ! Aç gözün, sahraya bak da, ibret al! Şu direksiz kubbe-i semâya bak da, ibret al! Görmek istersen, Cenâb-ı kibriyânın kudretin,

her sabâh, seher vakti, dünyâya bak da ibret al!

Pâdişâh olsan da, derler “er kişi niyyetine”, Var, musallada yatan mevtâya bak da, ibret al! Bir kefendir âkıbet, sermâye-i beğ ve fakîr, varlığa mağrur olan, mecnûn değil de, yâ nedir?

ALTINCI BÂB

Dördüncü Halîfe emîr-ül mü’minîn Esedillahi Gâlib Alî ib- ni Ebî Tâlibin “radıyallahü teâlâ anh” Menâkıbı hakkındadır:


Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâ- lâ anh”, ikrâm ve ihsân sâhibi dördüncü yârdır. Dindeki müşkil- ler onunla çözülmüşdür. Kardeşlik mesnedinin seyyidi odur. Fütüvvet sofrasını o kurmuşdur. Neseb-i şerîfleri Alî bin Ebî Tâlib bin Abdülmüttalib, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin neseb-i tâhirlerine ikinci babada [atada] birleşir ki, Abdülmüttalibdir. Neseb cihetinden bundan yakın yokdur. Ammâ, fazîlet husûsu, tertîb-i hilâfet üzeredir. [Üstün- lük sırası, hilâfet sırasıdır.]

Birinci Menâkıb: Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” haz- retlerinin doğuşları hakkındadır. Doğumları Mekke-i mükerre- mede vâki’ olmuşdur. [Hicretden yirmiüç sene evvel tevellüd et- mişdir.] Fil vak’asından otuz, İskenderden dokuzyüzonbir sene ve Pervîzin pâdişâhlığından sekiz sene geçmiş idi. Vâlidesi Fâtı- ma hâtun binti Esed bin Hâşim, bir gece rü’yâda gördü ki, evi nûr ile doldu. Kâ’benin etrâfında olan dağlar Kâ’beye secde edi- yorlardı. Eline dört kılınç verdiler. Elinden düşüp dört yana da- ğıldılar. Biri suya düşdü. Biri havâya uçup gitdi. Biri elinden dü- şüp kırıldı. Biri elinde bir aslan olup, hem kaçar. Hem dağlara düşer. Heybetinden bütün mahlûklar kaçarlar. Benî âdemden bir kimse yanına yaklaşamaz. Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretleri o aslanın yanına varıp ve tutup, kendine boyun eğdirir. Aslan ona itâ’at eder. Mubârek ayaklarına yüzü- nü ve gözünü sürüp, hizmet-i şerîflerinden ayrılmaz. Bu rü’yâ- dan dört ay geçmiş idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” Fâtıma hâtunun benzine bakıp, anladı. Dedi ki ey ana! Hâ- lin nedir. Yüzünde bir değişiklik vardır. Dedi ki, ey oğul! Hâmi- leyim. Himmet et, oğlum olsun. Bana bağışlar isen, ben de sana düâ ederim, dedi. Fâtıma hâtun, ey oğul, vallahi bu oğlanı sana nezr etdim. Senin olsun, dedi. Ebû Tâlib de kabûl edip, o da, ben de sana bu oğlanı nezr eyledim, ey oğul, dedi. Hemen Resûlul-

lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri düâ edip, vücû- da gelen o oğlan Alî Mürtedâ oldu. Çünki dokuz ay hâmilelik temâm oldu. Dünyâ mülküne hazret-i Alînin nûru direk gibi gö- ründü. Râvî der ki; hazret-i Alî doğduğu zemân, Peygamber-i Hüdâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” geldi. Mubârek parma- ğı ile, mubârek ağzının tükrüğünden alıp, hazret-i Alînin ağzına koydu. O da o mubârek ağız suyunu yutdu. Bu sebeble her sözü hikmet oldu. İlmi kemâlde oldu. Afv, kudret, se’âdet ve kerâ- met sâhibi oldu. Hem zafer ve nusretin sultânı oldu. Zühd, tak- vâ, vera’, fadl, kerem ve bütün güzel huyları topladı. Kulağına Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri tekbîr ve tehlîl okudu. Adını da Alî koydu. Dedi ki, Allahü teâlâ haz- retleri bunun adına Alî dedi. Annesi adına Haydar dedi. Zîrâ rü’yâda onu aslan olmuş gördü. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ayrıca Allahü teâlânın aslanı dedi ve hem Aliyyül Mürtedâ budur, buyurdu. Mubârek elleri ile kendisi yı- kadı. Mubârek başından sarığını çıkarıp, ikiye böldü. Bir bölü- ğünü başına bağladı. Bir bölüğü ile bedeninin yaşını sildi. Böy- lece mü’minlerin başlarının tâcı oldu. Ona nasîb olan bu se’âdet, eshâbdan kimseye nasîb olmamışdır.

Ba’zı rivâyetde şöyle bildirilmişdir: Annesi Fâtıma hâmile- liğinin son günlerinde, ziyâret niyyeti ile Beyt-i şerîfe girer. Beyt-i şerîf içinde iken doğum sancıları başlar. Dışarı çıkmağa kâdir olamayıp, Beyt içinde doğurur. Doğumu beyt içinde olur.

Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” rivâyet ederler. Bir gün Server-i âlem seyyid-i veled-i âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri oturuyordu. Hazret-i Alî gelip, geçdi. Bu- yurdu ki, yâ Âişe! Bil ki Alî arabın seyyididir. Ben dedim ki, yâ Resûlallah, sen değil misin? Buyurdu ki, Ben cümle insanların seyyidiyim. Türk, tatar, hind, arab ve acem kavmlerinin seyyi- diyim. O arab kavminin seyyididir.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Alînin “radı- yallahü teâlâ anh” beşiğini sallar idi. Beşiğinden çıkarıp götü- rürdü. İletir ve gezdirirdi. Her ne vakt ki, Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” gelse, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, derîn uykuda bile olsa duyardı [uyanırdı] ve beşiğin- den kollarını çıkarırdı. Ellerini hazret-i Resûlün boynuna sarar-

dı. O da hemen alıp, bağrına basardı. Alînin “radıyallahü teâlâ anh” annesi Fâtıma der ki: Dedim ki, ey cihânın bir dânesi! Mü- sâde ediniz, bunu [çocuğu] biz götürelim, bu işler [çocuğa bak- mak] bizim işimizdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri buyurdu ki, (Bu çocuk doğmadan evvel, bunu bana vermediniz mi? Bu benimdir, siz karışmayınız!)

Râvî (rivâyet eden) der ki, bir gün Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Harem-i şerîfe geldi. Aliyyül Mürtedâ omuzunda idi. İnsanlar [halk] oturup, pehlivânları söyleyip, herbirinin erliğini vasf ederlerdi. Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” dönüp onlara buyurdu ki: (Bu omu- zumdaki oğlan, bu söylediğiniz erlerin hepsinden üstün pehli- vân olacakdır. Yeryüzünde buna benzer bir pehlivân olmıya- cakdır. Sizin saydığınız erlerin çoğunu bu öldürecekdir ve def- terlerini dürecekdir.) Beyt:

Dünyâ halkı toplansa bir yana, Yalnızca bu kalırsa bir yana.

Aralarında ceng olursa, O gâlib gelse gerekdir.

Allahü teâlâ onu gâlip kılar, Bunun gibi bir süvâri gelmedi.

Onun gibi bir süvâri görmedi bu zemân, Kılıncını bir ân sallasa.

Ceng ola ki, günde bin kişi katl eder.

Onlar dediler ki, yâ Muhammed-ül Emîn! Biz seni, akllı ve sâdık, büyük kimse zan ederdik. Bu nasıl sözdür. Sen bir küçük çocuk için böyle söyliyorsun. Sen ona nasıl güveniyorsun. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri se’âdetle bu- yurdular ki: (Siz bunu unutmayınız. Nice yıllar sonra görürsünüz bu oğlanı!) Râvî der ki, üç yaşına girdiği zemân, Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile nemâz kıldı. Babası Ebû Tâlib onu gördü. Birşey söylemedi. Annesi söyledi ki, gö- rürmüsün bu Alî, o Muhammed ile nemâz kılıyor. Kâ’beye kar- şı secde ediyor. Bizim putlarımıza tapmaz. Ebû Tâlib dedi ki, yâ Fâtıma! Biz onu Muhammede vermişiz. Her ne yaparsa hakdır.

Savâb olur [doğrudur]. Henüz ma’sûmdur. Muhammed hangi dinde olursa, Alî de onun yoldaşı olsun, ayrılmasın. Birgün, Re- sûl-i ekrem, Alî ile nemâz kılarken Ebû Tâlib at ile gidiyordu. Alî, Resûlullahın sağ yanında dururdu. Meğer Ca’fer-i Tayyâr “radıyallahü anh” hazretleri Ebû Tâlibin atının ardında idi. De- di ki, ey gözümün nûru, in sen de var, Muhammedin sol yanın- da dur. Onlar ile sen de nemâz kıl. Devlet sâhibi keşf ve sır sâ- hibi olasın. Ca’fer de inip, vardı ve sol yanına durdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bakdı, gördü ki, Ca’fer de geldi, yanına durdu. Gönlü şâd oldu. Nemâz kılıp, bi- tirdikden sonra, buyurdu ki: (Yâ Ca’fer! Sana müjdeler olsun ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ sana iki kanat verir. Yer yüzünden tâ Cennete kadar uçarsın. Menzilin Cennet, refîkin Hûrîayn olur. Kavuşmak istediğin Rabbilâlemîn olsun!)

Ba’zı rivâyetde, doğumları fil senesinden otuz sene geçdik- de, Harem-i Kâ’bede, Receb ayının onüçünde Cum’a günü vâ- ki’ olduğu bildirilmişdir. Nakl edilir ki, Yemen diyârında Mi- rem adında müttekî bir âbid vardı. Zâhidlerin zâhidi idi. Kalb-i şerîfleri mâsivâdan pâk idi. Yüzdoksan senelik ömrlerini ibâdet köşesinde geçirip, mala mülke hiç bakmamış, seccâdeden gayri bir menzile ayak basmayıp, mihrâbdan başka yere dönmemiş idi. Bir gün münâcât etdi: İlâhî! Harem-i muhteremin sâkinle- rinden ve Kâ’be-i muazzamanın büyüklerinden birinin dîdârı [yüzünü görmek] ile müşerref olmak, istiyorum. Riyâsız düâsı kabûl oldu. Ebû Tâlib Mekke-i Mükerremenin şerefli büyüğü ve Kâ’be-i muazzamanın en kerîm sâkini idi. Bir seferde iken yolu o zâhid ve âbidin makâmına uğradı. Mirem Ebû Tâlibe ge- rekli ta’zîm şartlarını yerine getirdikden ve durumunu sorduk- dan sonra, Ebû Tâlib dedi ki: Mekke diyârında beni Hâşim ka- bîlesinden Abdülmuttalib oğlu Ebû Tâlibim. Zâhid bu haber- den çok sevinip, tekrâr ta’zîm edip, dedi ki: Elhamdülillah [Al- lahü teâlâya hamd olsun], murâdım hâsıl oldu, düâm kabûl ol- du [eseri açığa çıkdı]. Ey Ebû Tâlib; geçmişlerden bize şöyle bil- dirilmişdir ki, Abdülmuttalibin iki torunu olup, biri Abdüllahın sülbünden zuhûra gelip, Peygamber olur. Biri Ebû Tâlibden zâ- hir olup, se’âdet sâhibi olur. Peygamber otuz yaşına geldikde Alî dünyâya gelir. O Nebî ki, herkesin beklediği Peygamberdir. Henüz açığa çıkmamışdır ya’nî’ gelmemişdir. Ebû Tâlib dedi ki:

– 274 –

Ey şeyh! Nebî dünyâya gelip, henüz yirmidokuz yaşındadır. Mî- rem dedi ki: Yâ Ebâ Tâlib! Mekkeye döndükde, o ma’bûdün dergâhının yakını olana benden selâm götür. Arz et ki, Mîrem şehâdet eder ki, benzeri, ortağı olmıyan Allahü teâlâ vardır ve Sen onun Peygamberisin. Ey Ebû Tâlib! Senden mütevellid olan azîze de selâm götür. Ebû Tâlib [karşılarında] bir kurumuş nâr ağacı görüp, imtihân yolu ile dedi ki: Ey Şeyh, isterim ki, bu ağaçda meyve ve yaprak olsun. Senin sâdık olduğuna delîl ol- sun. Şeyh, Hakkın dergâhına ilticâ ve tedarru edip, dedi ki: İlâ- hî! Nebî ve Velî hurmeti için, sıfatlarını beyân edip, gelecekle- rini söyledim. Beni mahcûb etme. Derhâl kuru ağaçdan yaprak- lar ve iki dâne nâr meydâna geldi. Şeyh o nârların birini Ebû Tâlibe verdi. Ebû Tâlib, parçalayıp, iki dânesini yidi. Rivâyet edilir ki, o dâneler nutfeye sirâyet edip, Alîyyül Mürtedânın vü- cûdunun başlangıcı oldu. Değerli bir süs taşı gibi o eserden vü- cûd buldu. Ebû Tâlib, verilen müjdelere çok sevindi. Geri dö- nüp, Mekke-i Mükerremeye geldi. Sülbünden o nutfe Fâtıma binti Esedin bâtınına intikâl edip, hâmile oldu. Fâtıma binti Esedden nakl edilir: Ben Kâ’be-i şerîfi tavâf ediyordum. Do- ğum alâmetleri belirdi. Hazret-i Habîb-i Ekrem “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretleri beni görüp, firâsetle, durumumu anlayıp, buyurdu ki: Ey vâlide, tavâfını temâm etdin mi. Hâyır dedim. Buyurdu: Tavâfı temâm et. Eğer zor durumda kalırsan, harem-i Kâ’beye gir.

(Kitâb-ı Siyer-i Mustafâ)dan nakl etmişlerdir. Fâtıma binti Esed, Kâ’beyi tavâf ediyordu. Abbâs bin Abdülmuttalib ve bü- tün Benî Hâşim onun ardınca tavâf ile meşgûl idi. Doğum alâ- metleri belirdi. Dışarı çıkmağa mecâli kalmayıp, dedi ki, yâ Rabbî! Bana doğumu kolay kıl. O hâlde iken, evin dıvârı yarı- lıp, Fâtıma gözden gayb oldu. Rivâyet eden diyor ki, ben Hâ- ne-i Kâ’beye girip ahvâlini anlamak istedim. Müyesser olmadı. Üç gün gâib oldu. Dördüncü gün, Haremden çıkdı. Elinde Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” vardı. Fâtıma binti Esed Harem-i Kâ’beden hazret-i Alîyi evine götürüp, âdet üzerine beşiği bağladı. Ebû Tâlib gelip, istedi ki, mubârek yüzünü gör- sün. Örtüsüne el uzatdığında, hazret-i Alî eli ile, Ebû Tâlibin eline ma’nî olup ve yüzüne el uzatıp, çehresine vurdu. Yüzünü tahrîş etdi. Vâlidesi de gelip, emzirmek istedikde, ma’nî olup,

– 275 –

onun da, yüzünü tırmaladı. Ebû Tâlib, hayret edip, dedi ki, ey Fâtıma! Buna ne ism koyalım! Fâtıma dedi ki, ey Ebû Tâlib! Bu çocuğun pençesinde Esed [aslan] salâbeti var! Esed [aslan] demek münâsibdir. Ebû Tâlib dedi ki, benim niyyetim budur ki, Zeyd ismi ile adlandıralım. Lâkin Fahr-i âlem seyyid-i ve- led-i âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri onun doğum haberini aldıkda, ferâhnak [sevinçli, şâd] olup, Ebû Tâ- libin evine geldi. Sordu ki, bu çocuğun ismini ne koydunuz. Herkes ihtiyâr etdiğini beyân etdikde, hazret-i Habîb-i Ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurmuşlar ki, (benim niyyetim, Alî koymakdır. Âli himmet [yüksek arzûlu, himmetli] olsun!) Fâtıma dedi ki, bu ismi ben gâibden işitmiş- dim. Bir rivâyet de odur ki, vâlidesi [annesi] isminde nizâ edip, istihâre yolu ile Kâ’beye yönelip, Rabbine niyâzda bulunup, (Yâ Rabbî! Harem-i şerîfinde ikrâm eylediğin oğlum için tara- fından ism niyâz ederim!) dedi. Bu niyâz esnâsında Kâ’benin damından bir ses geldi ki, (ism-i şerîfini Alî koyun!). Mubârek ismini Alî koydular. Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri beşik yanına varmak istedi. Fâtıma dedi ki, ey Muhammed-ül emîn! Sakın onun yanına gitmeyiniz ki, bu oğlanın aslan gibi saldırıcı pençeleri var. Hazretinize bir edebsizlik yapabilir. Habîb-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ey Fâtı- ma! Alî bize karşı edebe riâyet eder!) Yanına varıp, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” derin uykuda iken, güzel gö- ren gözlerini açıp, Resûlullahın mubârek yüzüne bakdı. Hâl li- sânı ile bu rübâiyi terennüm ediyordu. Nazm:

Şükr müşerref oldum, devlet-i dîdârına, Kan dolu gözlerimi açdım, gül ruhsârına. Kat’etdiğim yokluk konakları zâyi’ olmadı, Vâsıl oldum, şimdi senin güneş şuâlarına!

Se’âdet sâhibi hazret-i Fahr-i Enbiyâ “salevâtullahi alâ ne- biyyinâ ve aleyhim ecma’în” beşiğinden kucağına aldı. Bir ze- mân mubârek dilini gül yaprağı gibi [Alî “radıyallahü teâlâ anh”ın] gonca dihenine [mubârek ağzına] koyup, serçeşme-i esrâr [esrâr çeşmesinin kaynağı] olan [nitekim Vennecmi sûre- sindeki âyet-i kerîmede (O, boş söz söylemez) buyruldu ki,] mubârek ağzının suyunu emzirdi. [Mubârek dilini ağzına koy-

– 276 –

du. Ağızdan ağıza emzirdi.]

Rivâyet edilir ki, hazret-i Mürtezânın “radıyallahü teâlâ anh” babası Ebû Tâlibin dokunmasına ma’nî olmasının sebebi, önce kendisine Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dokunmasını istemesi idi. Annesini emmesinden imtinâ etmesi- nin maksadı bu idi ki, önce Resûlulahın mubârek ağız suyundan emmekdi. Kıt’a:

Katre katre ma’rifet şerbetini, O deryâdan iktisâb etdi.

Feyz-i Hak o hilâli etmeğe Bedr, Kâbil-i nûr-ı âfitâb etdi.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir leğen hâ- zırlayıp, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” yıkanmasına bizzat meşgûl oldular. Sağ tarafını yıkayınca çocuk sol tarafa dönerdi. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu hâli görünce, ağlamağa başlardı. Fâtıma dedi ki, ey oğul, ağ- lamanızın sebebi nedir? Buyurdu ki, (Ey Fâtıma! Bu çocuğu önce ben yıkadım. Bu çocuk beni ömrümün nihâyetinde [vefât edince] yıkar. O zemân ben de sağ tarafımdan sol tarafıma ken- diliğimden dönerim!) Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onun terbiye olmasında çok gayret sarf edip, ilkbehâr bulutu gibi o goncaya kol-kanat gerdi. Mürtedâ beş ya- şına girdikde, Hîcâz memleketinde az yağmur sebebi ile kıtlık oldu. Gıdâ yokluğundan halk sıkıntıya düşdü. Ebû Tâlibin ço- luk-çocuğu çok idi. Bir gün hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Abbâsa “radıyallahü teâlâ anh” buyur- du ki: Ey amcam, sen zenginsin! Ebû Tâlib amcam, fakîr ve ço- cukları da çokdur. Münâsibdir ki, kıtlık geçinceye kadar herbi- rimiz Ebû Tâlibin çocuklarına bakalım. Ona ma’îşet husûsunda yardım edelim. Berâber Ebû Tâlibin huzûruna gelip, durumu söyledikde, Ebû Tâlib dedi ki, Ukayli benim ile bırakınız. Di- ğerlerini siz bilirsiniz! Hazret-i Abbâs, Ca’fer-i Tayyârı “radı- yallahü anhümâ” alıp, hazret-i Fâhr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Aliyyül Mürtedâyı “kerremallahü vecheh” kabûl kılıp, hazret-i Alî Onun kefâletinde oldu. Hazret-i Ceb- râîl aleyhisselâm da’vete ruhsat müjdeci getirinceye kadar, ya- nında kaldı. Hazret-i Ebû Bekrden sonra hazret-i Alî îmân ge-

tirdi. Sonra diğer Sahâbe-i kirâm îmân getirdi “rıdvânullahi teâ- lâ aleyhim ecma’în”.

İkinci Menâkıb: Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerine nübüvvet Pazartesi günü bildirildi. Evvelâ hazret-i Ebû Bekr îmâna geldi. İkinci olarak Salı günü hazret-i imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh” îmâna geldi. Hazret-i Ebû Bekrden “radıyallahü teâlâ anh” evvel kimse îmâna gelmemiş- dir. İkinci îmâna imâm-ı Alî “radıyallahü anh” gelmişdir. On yaşında idi. Ba’zıları yedi yaşında idi dediler. İmâm-ı Alî “radı- yallahü anh” ömründe hiç puta tapmadı. Hak Sübhânehü ve teâlâ onu puta tapmakdan sakladı. Hattâ bir rivâyetde İmâm hazretleri buyurmuşlar ki: Annemin karnında yatarken, kilise- ye varıp, puta tapmak istedikde, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin inâyeti ile, annemin yüreği ağrımağa başlayıp, o kadar ızdırâp verdi ki, kiliseye varıp, puta tapmak isteğini unu- tup, kendi evine döndü. İmâm hazretleri, Sultân-ı kâinâtın “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-u şerîflerinde yetişmişdir. İmâm hazretlerinin yüksek şânları hakkında, üçyüz âyet-i kerî- me nâzil olduğunu, hazret-i Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” rivâ- yet etmişdir.

Üçüncü Menâkıb: Hazret-i imâm-ı Alînin “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” birkaç adı var idi. Bir ismi Ebûl Hasen, bir ismi Ebûl Hüseyn ve biri Haydar [aslan] ve bi- ri Kerrâr [muhârebede düşmana tekrâr tekrâr hamle eden], bi- ri Emîr-ün nahl ve biri Ebû el Reyhâneyn ve biri Esedillah ve biri Ebû Türâb [toprağın babası]dır. Lâkin kendileri her zemân buyururlar idi ki, bana Ebû Türâb adından sevgili ad yokdur. Zîrâ onu Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” koy- muşdur. Sebebi budur ki, bir gün Fâtıma-tüz Zehrâ ile imâm-ı Alî “radıyallahü teâlâ anhümâ” küsüşdüler. İmâm-ı Alî huzûr- suz olup, mescide varıp, kuru toprak üzerine yatdı. Fâtıma “ra- dıyallahü anhâ”, o hâl ile Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine varıp, dedi ki, devletlü ve izzetli sultâ- nım, babacağım! Yanlışlıkla hazret-i Alîyi küsdürdüm. Ammâ bilirim ki, suç benimdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” se’âdetle ve izzetle kalkıp, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini arayıp, mescidde buldu. Gördü ki, kuru toprak üze- rinde yatıyor. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn “sallallahü

teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Kalk yâ Alî, kalk yâ Alî!). Hazret-i Alî gördü ki, çağıran Fahr-i âlemdir. Ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı kâinât gördü ki, imâm-ı Alînin yüzüne toprak yapışmış. Bizzat mubârek elleri ile toprağı yüzünden sil- kip, (Kalk yâ Ebâ Türâb) buyurdu. Onun için hazret-i Alî “ker- remallahü vecheh” her zemân, (Bana Ebû Türâbdan sevgili ism yokdur) buyururlardı. Lâkin (Şevâhid-ün nübüvve)de şöyle ya- zılıdır. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Fâtıma-tüz-zehrânın “radıyallahü anhâ” evine gelip, hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” göremeyip, nerede olduğunu sordu. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ dedi ki, yâ Resûlallah! Ba’zı şeylerden üzülüp, dışarıya çıkdı. Gâlibâ mescide gitdi. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, se’âdetle mes- cide gelip, gördü ki, elbisesi latîf bedeninden düşüp, cism-i şerî- fi toz-toprak ile bulaşmış. Hazret-i Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o mubâreği temiz- leyip, (Kalk yâ Ebâ Türâb) buyurdu.

Dördüncü Menâkıb: (Hazret-i Alî ile hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhümâ” evlenmeleri.) Nakl olunur ki, Ser- ver-i Enbiyâ ve Resûl-i kibriyânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hadîce-i kübrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerin- den altı evlâd-ı kirâmları vücûda geldi. İkisi erkek ve dördü kız. Hadîce-i kübrâ, Fâtıma-i Zehrâyı “radıyallahü anhünne” kü- çük yaşda bırakıp, dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya göç etdi [vefât et- di]. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretleri hazret-i Fâtımayı bülûg çağına kadar kendi yanında bakıp, terbiye etdiler. Bir gün Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri Resûl-i ekremin huzûr-u şe- rîflerine bir hizmet için geldiler. Hizmet edip döndükde, haz- ret-i Fâtımaya, bakdılar ki, kemâle gelip, evlenme vaktine gel- mişler. Hemen hâtır-ı şerîflerine geldi ki, Fâtımanın vâlidesi hayâtda olsa idi, Fâtıma bülûga erdikde, onun çeyizini hâzırlar- dı. Zîrâ Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- rinin hazret-i Fâtımaya muhabbeti çok fazla idi. Sebebi bu idi ki, gâyet zâhide idi. Hem de vâlidesi olan Hadîce-i kübrâ “ra- dıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerine benzerdi. Bu husûs mubârek hâtırlarına gelince, derhâl hazret-i Cebrâîl aleyhissalâtü vesse- lâm” gelip, Allahü teâlâ hazretlerinin selâmını Habîbine getir-

– 279 –

di. Dedi ki; (Yâ Muhammed! Allahü teâlâ buyurur ki, Habîbim hiç merâk etmesin ki, ben Fâtıma kulumun bütün ihtiyâclarını ve elbiselerini Cennet libâslarından yapıp, yakında sâdık ve muvahhid ve has kuluma veririm.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerin- den bu kelâmı işitip, şükr secdesi yapdı. Sonra Cebrâîl aleyhis- selâm Allahü teâlânın huzûruna vardı ve geri döndü. Elinde bir altın sini, üstünde altın boğça ile örtülmüş, bin Kerûbiyân me- leği iledir. Arkasından hazret-i Mikâîl aleyhisselâm elinde bir altın sini, bir altın boğça örtülmüş ve ta’zîm için bin Kerûbiyân meleği iledir. Onun ardınca hazret-i İsrâfîl aleyhisselâtü vesse- lâm, elinde bir altın sini, bir altın boğça ile örtülmüş ve bin me- lek iledir. Onun ardınca, hazret-i Azrâîl aleyhisselâm, bir altın sini, bir altın boğça ile örtülmüş. Bin melek iledir. Bu melekler, getirip sinileri Server-i kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin huzûrlarına arz eylediler. Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bunları gördü. Buyurdu ki, yâ kardeşim Cebrâîl. Allahü teâlânın emr-i şerîfi nedir. Bu siniler ile ne emr ederler. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: Yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder ve buyurur ki, ben Habîbimin kızı Fâtıma-i Zehrâyı Alîye verdim. Arş-ı Uzmâda nikâh etdim. Hemen Habîbim de Eshâb arasın- da nikâh eylesin. Sinilerin birinde Cennet libâsları [elbiseleri] vardır. Fâtımaya giydirsin. Diğer sinilerde Cennet yiyecekleri vardır. Eshâbına ziyâfet versin. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu müjdeyi işitdi. Tekrâr şükr secdesi yapıp ve hazret-i Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâma dedi ki: Yâ kardeşim Cebrâîl. Dilerim ki, nikâhın nasıl yapıldığını aynen açıklıyasın. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, Yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ emr etdi ki, Cennet kapılarını aç- sınlar. Cenneti süslesinler. Sonra Cehennem kapılarını kapat- sınlar. Yedi kat gökde ve yerde ne kadar Kerûbiyân, mukarra- bîn ve rûhâniyyân var ise Arş-ı azîmin zıllinde [gölgesinde] şe- cere-i Tûbâ [Tûbâ ağacı altında] toplansınlar. Allahü teâlânın emri yerine geldi. Allahü teâlâ yine emr etdi ki, melekler üze- rine tatlı bir rüzgâr esdi ki, vasfı anlatılamaz. O tatlı rüzgâr, Cennet ağaçlarının üzerine eser. Çünki, Cennet ağaçlarının yapraklarının birbirine dokunması ile hoş bir sedâ hâsıl oldu ki, dinliyenlerin aklları başlarından gitdi. Ondan sonra gönül kuş-

larına emr eyledi ki nağmeye başladılar. Yâ Habîballah! Alla- hü tebâreke ve teâlâ hazretleri cemâlini arz buyurdu. Buyurdu ki, yâ Cebrâîl, sen aslanım Alînin vekîli ol. Ben de Fâtımanın vekîli olayım. Yâ Meleklerim siz de şâhid olunuz. Fâtımayı ha- lâlliğe Alîye verdim. Yâ Cebrâîl, sen de vekâletin hasebiyle Alî için kabûl eyle. Orada nikâh oldu. Sana da emr olundu ki, bu- rada da Sahâbe-i güzîni “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” toplayıp, nikâh yapasın. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bunu işitdi. Tekrâr şükr secdesi yapdı. Emr eyledi ki, Sahâbe-i güzîn hazretlerini toplasınlar. Ondan sonra hazret-i Cebrâîle dedi ki, yâ kardeşim Cebrâîl! Kızım Fâtıma benim hâtırımı kırmaz. Bu Cennet elbiselerini dünyâda giyme- ğe değmez. Geriye Cennete götürünüz! Sahâbe-i kirâm toplan- dı. Hazret-i Resûlün ve hazret-i Alînin vekîli kim olacak diye bakdılar. Biraz durakladılar. Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm ge- lip, dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana selâm edip, emr eyledi ki, hutbeyi hazret-i Alî okusun. Hazret-i Alî hutbeyi okudu [kimse onun yerine vekîl olmadı. Kendisi bulundu]. Dörtyüz akçe ile nikâh eylediler. Müjdeyi, hazret-i Fâtımaya “radıyallahü teâlâ anhâ” müjdelediler. Hazret-i Fâtıma râzı ol- madı. Hazret-i Cebrâîl tekrâr geldi. Yâ Resûlallah! Allahü te- bâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki; Fâtıma dörtyüz akçe ile nikâha râzı olmaz ise dörtbin akçe olsun. Geri hazret-i Fâtıma- ya söylediler. Yine râzı olmadı. Geri hazret-i Cebrâîl gelip, dörtbin altın emr olundu. Hazret-i Fâtıma yine râzı olmadı. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ emr etdi ki, Sen bizzat, hazret-i Fâtı- ma huzûruna varıp, murâdı ne ise süâl edesin. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Fâtımanın yanına varıp, murâdını süâl buyurduklarında, hazret-i Fâtıma dedi ki: Yâ Habîballah, murâdım budur ki, sen, mahşer meydânında mü’minlerin günâhkârlarından nicelerine şefâ’at edip, Cennete koyarsın. Ben de onların hâtunlarına şefâ’at edip, Cennete ko- yayım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri çıkıp, hazret-i Fâtımanın murâd-ı şerîflerini beyân buyurdu. Cebrâîl aleyhisselâm Allahü teâlânın huzûr-ı şerîflerine varıp, hazret-i Fâtımanın arzûsunu iletdi. Geri nüzûl edip [inip] dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ Fâtımanın murâ- dını kabûl edip, o da rûz-i cezâda [mahşer meydânında (kıyâ- met gününde)] şefâ’atcı olsun, diye buyurdu. Hazret-i Resûlul-

lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Fâtımaya, mu- râdı kabûl olup, şefî’a olduğunu [şefâ’at edeceğini] kendisine iletdi. Yâ Resûlallah! Hazretinizin şefâ’at edeceğine huccet [delîl] kelâm-ı kadîmde ve Fürkân-ı azîmde âyet-i kerîmeler- dir. Yâ bana kat’i hüccet [delîl] nedir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: Ey ciğer gûşem; cenâb-ı hazret-i Rabbil izzete murâdını arz edeyim. Göreyim ne fermân olunur. Çıkıp, Cebrâîl aleyhisselâma Fâtımanın mu- râdını beyân etdi. Cebrâîl aleyhisselâm Allahü teâlânın huzû- runa arz edip, hemen geri döndü. Elinde bir beyâz ipek getirdi. Resûlullahın huzûrunda ak ipeği açıp, içinden bir kâğıd çıkar- dı. (Yevm-i cezâda [kıyâmet gününde] mü’min hâtunların âsî- lerine, kulum Fâtımayı şefâ’atcı etdiğime bu hucceti yanında bulundursun.) Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o kâğıdı geri harîre [ipeğe] sarıp, hazret-i Fâtımaya getirdi. Hazret-i Fâtıma hucceti gördü. Kabûl edip, nikâha râzı oldu. (Allahü teâlâ kalbdekileri bilir. Allahü teâlâ için, neden böyledir diye sorulmaz.)

Rivâyetde gelmişdir ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Fâtımayı hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” verdiği zemân onsekiz akçe verdi. Bir gelinlik ve bir de kaftan aldı. Hazret-i Fâtımaya giydirdiği zemân, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ağladı. Hazret-i Fâtıma dedi ki, se’âdetim ve izzetim babam, niçin ağlarsın. Buyurdular ki, (ciğer gûşem, gözümün nûru kızım, onun için ağlarım ki, kıyâ- met gününde, Allahü teâlânın huzûrunda bu onsekiz akçe ile bu kaftanın hesâbını nasıl vereceksin.) Bunların hâli böyle olunca, gör zemâne adamları kızlarının dertlerine düşüp, nice bin, belki nice yük akçe çeyize sarf edenlerin âhıretde hâlleri nasıl olur. Hâlimiz kederlidir. Allahü Sübhânehü ve teâlâ haz- retleri inâyet ve hidâyet ile, Habîbi ve Ehl-i beyti hurmetine, keremi, fadlı ve ihsânı ile afv ve magfiret buyursun.

Beşinci Menâkıb: Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” orta boylunun kısası idi. Geniş göğüslü idi. Elâ gözlü idi. Mubârek sakalı bütün eshâbdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” çok idi. Mubârek karnı büyükce idi. Her ne zemân kâfirlerin yüzlerine baksa, kalblerine korku düşüp, hazân yaprağı gibi tit- rerlerdi. Bu mubârek cüsse ile üç, dört ve beş gün, ba’zan da ye-

– 282 –

di, sekiz gün yemek yimezdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretlerine süâl etdiler ki, hazret-i Alî yemek yi- mez, hikmeti nedir. Buyurdular ki; (Hazret-i Alînin kuvvet-i kudsiyyesi vardır. Açlığı bilmez.) Umûmiyyetle gazâlarda nice günler yemek yimez ve gazâ ile meşgûl olurdu. Açlık hâtır-ı şe- rîflerine gelmezdi. Kuvvet-i kudsiyyesi ile içi temâmen dolu idi. Bir gazâ vâki’ olmamışdır ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” onda mevcûd olmasın. Bir kal’ayı almakda zorlanılsa ve- yâ düşman galebe etse, Sultân-ı kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sancağı hazret-i Alînin eline verip de buyururdu ki, (Yâ Alî! Bu feth senindir. Var feth eyle! Seni Allahü Sübhâne- hü ve teâlâ hazretlerine ısmarladım) diye gönderirdi. Feth eder- di.

Altıncı Menâkıb: Benî Necrân derler, hıristiyanlardan bir kabîle var idi. Kalabalık bir kabîle idi. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bunlara her ne kadar nasîhatda bulun- du ise de, kimse râzı olmayıp, ıslâh olmadılar. İnâd ve taşkın- lıklarını artdırdılar. Bir vechle bunlar îmâna gelmediler. Bun- lar hakkında ibtihâl (karşılıklı yemînleşme) âyet-i kerîmesi nâ- zil oldu. İbtihâl ile emr olundular. Sûre-i Âl-i imrânda, [61.ci âyet-i kerîmede] meâlen buyurulmuşdur: (Seninle mücâdele edenlere [hıristiyanlara] de ki: Geliniz biz ve siz, oğullarımızı [evlâdlarımızı], kadınlarımızı ve kendimizi çağıralım. Sonra ib- tihâl edelim. [Îsâ aleyhisselâm hakkında] kim yalan söylüyor ise, Allahü teâlânın la’neti onun üzerine olsun diyelim!) (Tef- sîr-i Meâlim)de buyurmuş ki, (......... ya’nî kim ki seninle, haz- ret-i Îsâ aleyhisselâm hakkında mücâdele etse, sana, hazret-i Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın kulu ve Resûlü olduğu hak- kında ilm geldikden sonra, denildi ki, ebnâünâdan murâd Fâ- tıma “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleridir. Enfüsenâdan mu- râd, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- nin kendileridir ve hazret-i Alî “kerremallahü vecheh”dir. Zî- râ, arablarda, kişinin, amca oğlu kişinin kendisinden sayılır.) Nitekim Allahü teâlâ hazretleri buyurur: (........ murâd ihvâne- küm demekdir). Denildi ki, ibtihâl cümle ehli dîne umûmdur. İbni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdular ki, ya’nî düâda tadarru’ edelim. Ve Kelbî dedi ki, düâda ictihâd ve mübâlaga edelim. Kesâî ve Ebû Ubeyde dediler ki, (lâin) edişelim [birbi-

– 283 –

rimize la’net edelim!]. Zîrâ ibtihâl telâundur. (La’netleşmek- dir.) La’netullah ma’nâsına derler. (Allahü teâlânın la’neti onun üzerine olsun demekdir.) Bizden ve sizden hepimiz Alla- hın la’netini yalancılar üzerine kılalım.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu âyet-i ke- rîmeyi Necrân kavmi üzerine okudu ve onları mübâheleye da’vet etdi. Onlar refîklerimize [arkadaşlarımıza] gidelim. Emîrimizle müşâvere edelim. Sonra yarın gelelim dediler. Va- rıp bir yere toplandılar. Reîslerine mubâhele hakkında ne dü- şündüğünü sordular. Ona, yâ Mesîhin kulu! Rey’ hakkında ne düşünürsün, dediler. O dedi ki: Yâ Nasâra cemâ’ati. Muhak- kak siz biliniz ki, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri Peygamberdir. Vallahi la’net etmez. Bir kavm Peygamber ile mübâheleye kalkışırsa, o kavmin büyüğü, küçü- ğü muhakkak helâk olur. Hemen sâhibinizin yanına varınız. Kavli üzerine ikâmet edip, va’d alınıp, kendi bildiğinizden dö- nün.

Ertesi gün, hazret-i Alî ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine geldiler. Hâlbuki Resûlullah hazretleri Hüseyni kucağına almış, hazret-i Hasenin elinden tutmuş, hazret-i Fâtıma ardınca yürürdü “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bunlara, (ben düâ edeyim, siz âmîn deyiniz,) buyurdu. Nasâra kavminin reîsleri yanındaki hıristiyanlara de- di ki, yâ nasâra cemâ’ati. Ben muhakkak öyle yüzler görüyo- rum ki, eğer Allahü teâlâ hazretlerinden, bir dağı yerinden kal- dırmasını isteseler, Allahü teâlâ hazretleri, o dağı onlar hürme- tine kaldırır. Sakın mübâhele etmeyiniz! Yoksa helâk olursu- nuz. Kıyâmete kadar yeryüzünde nasrânî kalmaz. Sonra reîsle- ri, Peygamberimize “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dedi ki, yâ Ebel Kâsım! Biz karâr verdik ki, seninle, mübâhele etmiye- lim. Senden ayrılalım. Sen dînin üzerine sâbit ol. Biz de dînimiz üzerinde sâbit olalım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdular ki, (Mübâheleden vaz geçdi iseniz müslimân olunuz. Size lâzım olan şey, müslimânlara olur.) Onlar müsli- mân olmak istemediler. (Kıtâle hâzır olun. Muhakkak sizinle mukâtele ederiz) buyuruldu. Onlar dediler ki, biz seninle harb edemeyiz. Lâkin seninle sulh olalım ki, bizimle mukâtele etmi-

– 284 –

yesiniz. Bizi korkutmıyasınız. Dînimizden döndürmiyesiniz. Biz de sana her sene iki bin hulle verelim. Bin hulle Saferde, bin hul- le Recebde. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu kavl üzerine sulh etdi. Sonra buyurdular ki; (Nefsim yed-i kud- retinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, azâb Necran ehlin- den döndü. Eğer mübâhele etseler idi, maymûna ve hınzıra dö- nerlerdi. Bulundukları vâdi ateş ile dolardı. Allahü teâlâ Necrâ- nın ve halkının kökünü kazırdı. Ağaçlardaki kuşlar bile canlı kalmaz, bir sene geçmeden hepsi helâk olurlardı.) [(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 369.cu sahîfesine bakınız!]

Yedinci Menâkıb: Mîr Hüseyn Vâ’ız “rahimehullahü teâlâ” (Mevâhib-i aliyye) adlı tefsîrinde, sûre-i Bekarada 274.cü âyet-i kerîmenin tefsîrinde, beyân etmişdir. Bu âyet-i kerîmenin indi- riliş sebebinde bildirilmişdir. Hazret-i Aliyyül Mürtedânın “ker- remallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” dört dirhemi var idi. Onun birisini âşikâre [açıkdan] tasadduk eyledi [sadaka verdi]. Birisini gizli tasadduk etdi. Birisini kara gecede, birisini de gün- düz tasadduk eyledi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. (Mallarını Allah yolunda, gece- gündüz, gizli-âşikâr olarak dağıtanların, Allahü teâlâ indinde ecrleri çokdur ve hâzırdır. Onlar için gelecekde korku yokdur. Geçmiş için mahzûn olmaz, üzülmezler.) [Bekara sûresi 274.cü âyet-i kerîme meâli.] Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anh” bu çe- şid sadaka vermesine hangi şeyin sebeb olduğunu sordu. Cevâb verdi ki, bu dört şekl dışında sadaka verme yolu görmedim. Her şeklde sadaka verdim ki, bunlardan biri kabûl şerefi bulup, di- ğerleri de Allahü teâlânın rızâsına erer.

Sekizinci Menâkıb: (Meâlim-üt-tenzîl)de sûre-i Secdede, meâl-i şerîfi, (Îmân eden [inanan] kimse, fâsık [inanmıyan] gibi midir. Bunlar eşit olmazlar) olan, onaltıncı âyet-i kerîmenin tef- sîrinde, Muhyissünne “rahimehullahü teâlâ” beyân buyurmuş- lar. Bu âyet-i kerîme, Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” ve Velîd bin Ebî Mu’ayt hakkında nâzil olmuşdur. Velîd bin Ebî Mu’ayt, Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin ana tarafından akrabâsıdır. Hazret-i Alî ile Velîd arasında çekişme ve münâkaşa oldu. Velîd hazret-i Alîye dedi ki; sen sus! Mu- hakkak sen çocuksun. Ben lisân cihetinde senden dahâ açığım.

– 285 –

Mızrak [ok] atmakda senden mâhirim. Kalb cihetinden senden cesâretliyim. Harblerde, haşmet cihetinden dahâ gösterişliyim. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, sen sus! Muhak- kak sen fâsıksın. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi gönderdiler. (Onlar müsâvî değillerdir) buyurdular. (İkisi müsâvî değildir) buyurmadılar. Zîrâ bir mü’min ve bir fâ- sık murâd etmediler. Belki bütün mü’minleri ve bütün fâsıkları irâde buyurdular.

Dokuzuncu Menâkıb: (Meâlim-üt-tenzîl) tefsîrinde, imâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” hazretleri (Hel etâ) [insan] sûre- sinde, meâl-i şerîfi (Onlar kendileri arzû etdikleri [içleri çekdi- ği hâlde] yiyeceği, fakîrlere [yoksullara], öksüze ve esîre yidi- rirler) olan sekizinci âyet-i kerîmenin tefsîrinde beyân buyur- muşdur ki, bu âyet-i kerîmenin nüzûl [iniş] sebebinde ihtilâf et- mişlerdir. Mücâhid ve Atâ, İbni Abbâs “radıyallahü teâlâ an- hümâ” hazretlerinden, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hakkında nâzil olduğunu rivâyet etmişlerdir. Kıssasını kısalta- rak beyân etmişler. Lâkin diğer tefsîrlerde ve menâkıbda şu şeklde anlatılmışdır. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn “radı- yallahü teâlâ anhümâ” hasta olmuşlardı. Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Sahâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile görmeğe vardılar. Hazret-i Alî ve hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâya “radıyal- lahü teâlâ anhümâ” hitâb edip, buyurdular ki, (Bu ciğer gûşe- lerinize bir nezr eyleyin [bir adak adayın]!) O iki Server ve Fıd- da adlı câriyeleri, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu ikisi- ne [ya’nî Hasen ve Hüseyn “radıyallahü anhümâ” hazretleri- ne] sıhhat verir ise, üçer gün oruc bize nezr olsun dediler. O iki Cennet râyihâları şifâ buldu. Ancak evlerinde yinilecek birşeyi yok idi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” varıp, bir yehûdî- den üç sa’ arpa borç aldı. Üçü de nezr etdikleri oruclara niyyet etdiler. O ölçek arpanın bir ölçeğini hazret-i Fâtıma “radıyalla- hü teâlâ anhâ” hazretlerinin câriyesi üğütüp, beş adet ekmek pişirdi. Kendileri beş kişi idiler. İftâr vakti oldu. O beş çöreğin birini hazret-i Alînin önüne ve birini hazret-i Hasenin önüne ve birini hazret-i Hüseynin önüne ve birini Fıdda câriyeye ve birini de [hazret-i Fâtıma] kendi önüne koydu. İftâr yapacak- lardı. Bir miskîn gelip, dedi ki: Yâ Ehl-i beyt-i Resûlallah! Mis-

– 286 –

kîn müslimânlardan bir miskînim. Bana yiyecek verin. Allahü teâlâ hazretleri sizi Cennet ni’metleri ile ta’âmlandırsın. Elle- rindeki çörekleri ona sadaka verip, kendileri su ile iftâr etdiler. Ertesi gün yine oruc tutdular. Câriye bir ölçek arpa dahâ üğü- tüp, yine beş çörek pişirdi. İftâr vaktinde, önlerine alıp, iftâr edecekleri sırada, bir yetîm geldi. Beşi de çörekleri ona verip, o yetîmi sevindirip, kendileri su ile iftâr edip, uyudular. Ertesi günü yine oruc tutdular. O kalan bir ölçek arpayı da, beş çörek yapıp, önlerine aldılar. İftâr edecekleri vakt, bir esîr gelip, de- di ki, üç gündür açım. Beni bağlayıp, yemek de vermediler. Al- lahü teâlâ için bana acıyın, dedi. Beşi de çöreklerini ona verip, yine su ile iftâr etdiler. Ba’zı rivâyetde o esîr şirk ehlinden idi. Bu rivâyet delîl olur ki, ehl-i şirkden de olsalar, esîrlere yiyecek verilirse, sevâb olacağı anlaşılmakdadır. (Meâlim-üt-tenzîl)de böyle yazılıdır.

Rivâyet olunur ki, dördüncü gün sabâhladılar. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseynin “radıyallahü teâlâ anhümâ” ellerinden tutup, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîfle- rine götürdüler. Hazret-i Habîb-i ekrem onları, açlıkdan kuş yavrusu gibi titrerler şeklde gördüler. Alî “kerremallahü vec- heh” hazretlerine buyurdu ki, yâ Alî! Bizi üzüntüye gark etdin. Kalkıp bunları aldı. Hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ an- hâ” yanına vardı. Fâtımayı mihrâbında gördü ki, karnı arkasına yapışmış ve mubârek gözleri çukura gitmiş. Üzüntüsü dahâ da artdı. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm nâzil oldu ve dedi ki; Yâ Muhammed! Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri mubârek et- sin. Ehl-i beytin hakkında âyet-i kerîme gönderdi. (Hel etâ) sû- resini okudu. Rivâyet olundu ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bunları bu hâlde görünce buyurdular ki: (Yâ kızım Fâtıma! Baban üç gündür ta’âm yimemişdir.)

Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Medîneden dışarı gitdi. Gördü ki, bir arab kuyudan su çekip, davarına su verir. Alî “ra- dıyallahü teâlâ anh” araba dedi ki, yâ kişi, sana ücret ile su çe- keyim mi. O da hoş [iyi] olur dedi. Her kovaya bir avuç hurma- ya ücret ile pazarlık etdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” su çekmeğe başladılar. Yeteri kadar çekip, son kovayı çekdiklerinde, Allahü teâlânın hikmeti, kovanın ipi kopup, ko-

– 287 –

va kuyuya düşdü. Arab, Alînin “radıyallahü teâlâ anh” mubâ- rek yüzüne bir tokat vurdu. Getirip, hesâbınca hurma verdi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” mubârek elini, o derin kuyuya sokup, kovayı çıkardı. Arabın eline verdi. Sonra da koyup, gitdi. Haz- ret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhâ” yanına varıp, hurmayı önlerine koydu. Hurmayı yir iken, hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” bakdı. Mubârek yüzünde tokat eserini gördü. Dedi ki, yâ Alî, yüzünüzde bir iz vardır; bu nedir. Alî “radıyallahü teâlâ anh” gizleyip, birşey yokdur, buyurdular. Bu tarafda ise hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, kovayı kuyudan alıp, ara- bın eline verip gitmişdi. Arab da hayret etmişdi. Düşündü ki, eğer bu kişinin dîni ki, Muhammed dînidir. Hak din olmasa idi, bu derin kuyudan kovayı nasıl çıkarırdı. Kendi kendisine dedi ki, bir el ki böyle küstâhlık etmiş olsun, o el bana lâzım değildir deyip, hazret-i Alîye vuran elini kesip, eline aldı. Alî “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretlerinin huzûrlarına gitmek üzere yola ko- yulup, geldi ve kapıyı çaldı. Hazret-i Alî “kerremallahü vec- heh” kapıya çıkıp, gördüğü gibi, acele ile geri içeri girip, dedi ki; yâ Resûlallah! Bir arab gelmiş. Elinde kendinin bir kesik eli var. Kanı akar. Ağlar. Sizi görmek ister. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” tebessüm edip, buyurdu ki, yâ Alî! O arab edebsizlik eden arabdır. Söyle içeri gelsin. Varıp, söyledi. Arab içeri girdikde, hazret-i Habîbullah o arabı o hâl üzere gö- rüp, üzüldü. Ona dedi ki, niçin böyle hatâya düşdün, hatâ işle- din. Arab ağlıyarak, küstâhlığının özrünü dileyerek îmâna gel- di. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kesik elini ye- rine koyup, mubârek ağzının suyunu sürüp, düâ buyurdu. Alla- hü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile arabın eli sapasağ- lam oldu.

Onuncu Menâkıb: (Menkıbe-i Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyalla- hü teâlâ anhâ”.) Rivâyet olunur ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri; Aliyyül Mürtedâ hazretlerine bu- yurdular ki, (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâyı sever misin!) Hazret-i Alî dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah.) (Beni sever misin.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi, (Evet, yâ Resûlallah.) Buyur- du ki, (Fâtımayı sever misin.) Dedi ki (Evet, yâ Resûlallah!). Buyurdu ki (Hasen ve Hüseyni sever misin.) Dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel-

– 288 –

lem” buyurdu ki, (Yâ Alî! Bu kadar muhabbeti bir gönüle na- sıl sığdırırsın!) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mu’ciz süâl be- yânlarına cevâb veremediğini beyân etdi. Hazret-i Fâtıma “ra- dıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki; bunda üzülecek ne vardır. Allahü Sübhânehü ve teâlâyı sevmek, îmândan ve akldandır. Muhammed aleyhisselâmı sevmek îmândandır. Beni sevmek şehvetindendir. Hasen ve Hüseyni sevmek tabî’atındandır, de- di. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” acele, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına gelip, o cevâbı söyledi. Resûlullah buyurdu ki, (Demek olur ki, bu yemiş nü- büvvet ağacının yemişidir.) Ya’nî yâ Alî, bu cevâb senin değil- dir. Fâtımanın cevâbıdır. Bu cevâbda derin ilm vardır. Düşün- melidir.

Onbirinci Menâkıb: [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının 250.ci sahî- fesinde buyuruluyor ki: (Bahr-ül-Ulûm) adındaki tefsîrde bildi- rilen hadîs-i şerîflerde, (Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekrdir. Dinde en kuvvetli olan Ömerdir. Hayâsı en çok olan, Osmândır. İslâmiyyetde her süâli cevâblandıran Alîdir. Halâl ve harâm olanları en iyi bilen Mu’âzdır. Kur’ân-ı kerîmi en güzel okuyan Ubeyy bin Kâ’bdır. Münâfıkları tanıyan, Huzeyfetibni Yemândır. Îsâ aleyhisselâmın zühdünü görmek isteyen Ebû Ze- rin zühdüne baksın! Cennet, Selmân-ı Fârisîye âşıkdır. Hâlid bin Velîd, Allahın kılıcıdır. Hamza, Allahü teâlânın arslanıdır. Ha- sen ve Hüseyn Cennet gençlerinin en üstünüdür. Ca’fer bin Ebî Tâlib, Cennetde meleklerle berâber uçar. Cennet kapısını ilk açacak olan Bilâldir. Benim Kevser havuzumdan ilk içecek olan Suheyb-i Rûmîdir. Kıyâmet günü melekler ilk önce Ebüdderdâ ile müsâfeha eder. Her Peygamberin bir arkadaşı vardır. Benim arkadaşım Sa’d bin Mu’âzdır. Her Peygamberin Eshâbından seçdikleri vardır. Benim seçdiklerim, Talha ve Zübeyrdir. Her Peygamberin mahrem işlerini gören yardımcısı vardır. Benim yardımcım, Enes bin Mâlikdir. Her ümmetde hakîm vardır. Benim ümmetimde hikmeti çok söyliyen Ebû Hüreyredir. Hassân bin Sâbitin sözleri Allah tarafından te’sîrlidir. Ebû Tal- hanın harb meydânındaki sesi, bir fırka askerden dahâ kuvvet- lidir) buyurdu. (Bahr-ül-ulûm) kitâbını yazan Alâüddîn Alî Semerkandî sekizyüzaltmış (860) senesinde, Anadoluda Lâ-

– 289 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:19

rende şehrinde vefât etmişdir.]

Onikinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de, sahîh hadîsler bâ- bında, Sa’d bin Ebî Vakkâsdan “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri Alîye “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, (Senin ile ben, Hârûn ile Mûsâ “aleyhimesselâm” gibiyiz. Benden sonra Peygamber yokdur.) Türpüştî “rahimehullah” dedi ki, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Tebûk ga- zâsı için yola çıkdıklarında, hazret-i Alîyi Medînede Ehl-i beyti üzerine halîfe bırakdı. Emr etdi ki, onların işlerini görsün. Mü- nâfıklar işitip, birbirine dediler ki, Alîyi halîfe bırakmakdan maksadı, onun yanında bulunmasından [sohbetinden] sıkıldığı için idi. [Münâfıklar böyle dediler.] Hazret-i Alî münâfıkların bu sapık sözlerini işitdi. Silâhını kuşanıp, çıkdı. Resûlullah “sal- lallahü aleyhi ve sellem” (Cürf) adlı menzilde konaklamış idi. Huzûr-ı şerîflerine varıp, dediler ki, yâ Resûlallah! Münâfıklar, bu kölenizi halîfe etmenizin sebebini, yanınızda götürünce sıkı- lacağınızdan ötürü olduğunu söyliyorlar. Habîb-i Muhterem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Münâfıklar yalan söylüyorlar! Seni Medînede bırakdıklarıma halîfe yapdım. Ge- ri dön. Benim ehlime ve senin ehline halîfem ol. Yâ Alî! Benim ile; Mûsâ aleyhisselâm ile Hârûn aleyhisselâmın olduğu gibi ol- mak istemez misin! Nitekim Hak celle ve alâ buyurur; (A’râf 142.ci âyet) (Mûsâ, kardeşi Hârûna, kavmimde halîfem ol! de- diğini haber vermişdir.))

Müslim şârihi “rahimehullahü teâlâ” beyân edip, dediler ki, bu hadîs-i şerîf o hadîs-i şerîflerdendir ki, râfizî ve diğer şî’a fır- kaları bunu sened olarak almışlardır. Bu hadîs-i şerîfe göre hi- lâfet, muhakkak hazret-i Alînin idi. Başkasının halîfe olmasına kendisi râzı olmuşdur. Bu fırkalar ihtilâf etdiler. Râfizîler Sa- hâbe-i güzîni hazret-i Alî üzerine başkasını üstün tutdukları için, tekfîr etdiler. Ba’zıları da çok taşkınlık edip, hazret-i Alî- yi de tekfîr etdiler ki, kendi kötü düşüncelerince hilâfet kendi- nin hakkı idi. Niçin taleb etmeğe gayret etmedi. Bu tâife mez- heblerinin çok aşırılığı cihetinden ve akllarının çok fesâdından, bunlar muhâtab kabûl edilmemiş ve sözlerine cevâb verilme- mişdir.

– 290 –

Kâdî “rahimehullah” buyurmuşdur ki, bu sözleri söyliyen kimsenin küfründe şübhe yokdur. Zîrâ bir kimse ki, bütün üm- meti tekfîr eder, ilk asrı tekfîr eder. Muhakkak ki, nakl edilen dîni bâtıl kılmış olur. İslâmı kötülemiş olup, Allahü teâlâ muhâ- faza etsin, kâfir olur. Ammâ Gulât-ı râfizîden başkası, bunların yolundan gitmemişdir. İmâmiyye ve ba’zı mu’tezile; Sahâbe “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hazret-i Alîden “radıyal- lahü teâlâ anh” önce diğerlerini halîfe seçdikleri için hatâ etdi- ler, derler. Ancak tekfîr etmezler. Hâlbuki bu hadîs-i şerîfde bunların hiçbirine delîl yokdur. Belki bunda hazret-i Alînin “radıyallahü anh” fazîletinin isbâtı için delîl vardır. Ammâ gay- riden efdal olmasına ve gayri ile misilli olmasına kinâye yokdur. [Başkalarından üstünlüğü veyâ berâberliği anlaşılmamalıdır.] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra halîfe olacağına işâret yokdur. Zîrâ bu sözü Tebûk gazâ- sına gitdikleri vakt, Medîne-i münevverede kendi yerine geçir- melerinde buyurdular. Yukarıda zikr olundu. Bu sözü kuvvet- lendiren odur ki, hazret-i Hârûn aleyhisselâm hazret-i Alîye benzetilmişdir. Hazret-i Mûsâ aleyhissalâtü vesselâmdan sonra [Hârûn aleyhisselâm] halîfe olmadı. Mûsâ aleyhisselâmın vefâ- tından meşhûr rivâyete göre kırk yıl sonra vefât etdi. Dediler ki, o vefât etdiğinde onu halîfe yapmadı. Rabbine münacât etme- ğe giderken, onu yerine halîfe yapdı. [Hârûn aleyhisselâm on- dan sonra halîfe olmadı.]

Onüçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de, anlatılan menâkı- bın meşhûr olan hadîs-i şerîflerinde zikr olunmuşdur. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurmuşdur ki, ekin dânesini biti- ren ve insanı halk eden Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ümmî olan Nebî “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni kasd ederek; (Alîyi ancak mü’minler sever. Alîye ancak münâfıklar buğz eder!) buyurmuşdur.

Müslim şârihi “rahimehullahü teâlâ” buyurmuşlar ki, bu ha- dîs-i sahîhin ma’nâsı şudur. Muhakkak ki bir kimse, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yakınlığını, Resûlullahın hazret-i Alîye sevgi- sini bilir ve hazret-i Alîden sâdır olan şeyleri islâmın yayılmasın- da ve islâmda hizmetlerini düşünerek, bu sebebler ile hazret-i Alîye muhabbet ederse, o kimsenin îmânın sıhhatine delîller-

– 291 –

den olur. Allahü teâlânın râzı olduğu ve islâma hizmetleri ve yu- karıdaki sebeblerin aksine Alîye “radıyallahü teâlâ anh” buğz ederse, o muhabbet eden kimsenin zıddı olup, nifâkı şiddetli olur. Fesâdı çok olur. Allahü teâlâ muhâfaza etsin.

Ondördüncü Menâkıb: Yukarıda bahs edilen hadîs-i şerîfler- den sonra, Sehl ibni Sa’d “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri buyurdular ki: (Hayber günü muhakkak ben bu bayrağı yarın bir şahsa veririm. Allahü teâlâ onun üzerinde feth müyesser eyler. O şahs Allahü teâlâ hazretlerini ve Resûlünü sever. Allahü teâlâ hazretleri ve Resûlü de onu severler.) O gü- nün sabâhında, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine sür’atle varanlardan her biri ümîd ederler ki, bayrak kendisine verilsin. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Alî bin Ebî Tâlib nerededir.). Dediler, yâ Resûlallah, hazret-i Alînin gözleri ağrıyor. Buyurdular ki, (Adam gönderin, getirsinler). Vardılar, getirdiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek tükrüğünü, hazret-i Alînin gözlerine sürdü. Ağrıdan kurtuldu. Sanki hiç ağrı görme- miş gibi idi. Alemi [bayrağı] hazret-i Alîye verdi. Hazret-i Alî dedi ki, yâ Resûlallah! Kâfirler ile bizim gibi oluncaya kadar muhârebe edeceğim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdular ki, (Rıfk ve sükûn üzere hareket eyle. Hattâ onların topraklarına gir. Sonra onları islâma da’vet et. Allahü teâlânın islâm dîninde onlar hakkında bildirdiklerini haber ver. Allahü tebâreke ve teâlânın senin sebebin ile bir şahsa hidâyet vermesi, muhakkak kırmızı develerin olup, sadaka vermenden hayrlıdır.)

Onbeşinci Menâkıb: (Mesâbîh)in yine hazret-i Alî “radıyal- lahü teâlâ anh” ile alâkalı menâkıbın hadîs-i şerîfler kısmında, İmrân bin Hasîn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâ- yet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Alî benden, ben de Ondanım. Alî bütün mü’minlerin velîsidir.) Şârîh Tayyibî “rahmetullahi teâlâ aleyh” beyân etmişdir. Kâdî “rahimehullahü teâlâ” buyurdular ki: Şî’a tâifesi dediler ki; tasarruf edici hazret-i Alîdir. Ve dedi- ler ki, hadîs-i şerîfin ma’nâsı budur ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, tasarruf etdiği herşeyde hazret-i Alî ta-

– 292 –

sarrufa müstehak olur. Mü’minlerin işlerini görmek de tasarru- fa girer. Onun için hazret-i Alî mü’minlerin imâmıdır. Biz on- lara deriz ki, mü’minlerin velîsi olmağı, halîfe (imâm) olmak ma’nâsına anlamak doğru olmaz. O zemân bütün mü’minlerin işlerini de üzerine almak îcâb eder. Zîrâ Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hayâtlarında mü’minlerin bü- tün işlerini kendileri görürdü. Ancak vâcib oldu ki, vilâyeti [ve- lî olmağı], muhabbet ve buna benzer şeyler şekliyle anlamalı- dır.

Onaltıncı Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de bahs edilen menâkıbın meşhûr hadîs-i şerîfler kısmında, Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olun- muşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- ri, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazret- lerini birbiri arasında kardeş kıldı. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” sonraya kaldı. Mubârek gözlerinden yaş akar [ya’nî ağlar idi]. Dedi ki; Yâ Resûlallah! Sahâbe-i güzîni aralarında kardeş kıldın. Beni kimse ile kardeş yapmadın. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Sen benim dün- yâda ve âhıretde kardeşimsin.) (Tirmizî) rivâyet etmişdir.

Onyedinci Menâkıb: Yine yukarıdaki hadîs-i şerîfden son- ra, Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edil- mişdir. Enes “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin yanında bir pişmiş kuş var idi. Buyurdular ki; (Allahım! Bana mahlûkların- dan en çok sevdiğini gönder!) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Berâberce yidiler. (Tirmizî) rivâyet etdi ve dedi ki, bu hadîs-i şerîf hasen ve garîbdir. Şârih Türpüştî (Allahü teâlâ ona hayrlar versin) “rahimehullah” bu hadîs-i şerîfin şerhinde, fesâhat ve belâgat ile geniş bir mukaddemeden sonra buyur- muş ki, bu bir hadîsdir ki, mübtedi’ler [yoldan çıkmışlar] bu- nun ile oklarını bileyip, bunu vesîle yapıp, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetine hücûm ederler. Hâlbuki o hazretin hilâfeti, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin intikâlinden [vefâtından] sonra, bu ümmetde müslimânların icmâ’ı ile sâbit olan ahkâmın evvelidir. Dîni ayakda durduran direklerin en sağlamıdır. Bu hadîs-i şerîf, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” birinci halîfe ol-

– 293 –

masını ve diğer Sahâbeden üstün olmasını îcâb etdiren sahîh hadîsler ve buna ilâve olarak Sahâbe-i kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” icmâ’ı karşısında mukâvemet edemez. Zîrâ bu bahs edilen hadîs-i şerîf, nakl ehli için mekâle [bend] vardır. Bu misilli hadîs icmâ’ın hilâfı üzerine olmak câiz olmaz. Husûsan o Sahâbe ya’nî Enes “radıyallahü teâlâ anh” ki, bu hadîs-i şerîfi rivâyet etdi. Eshâb-ı kirâmın icmâ’ında [ya’nî haz- ret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” halîfe seçiminde] ha- yâtda idi. Eshâb-ı kirâm bu hadîs-i şerîfi işitdikleri hâlde icmâ’ etmişlerdir. Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden bu ha- dîs sâbit ise, ma’nâsı bozulmıyacak şeklde te’vîl edilebilir. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, en çok sevdiğini, gönder buyurması, en çok sevdiklerinden birini gön- der ma’nâsınadır. Çünki, Resûlullah da Allahü teâlânın yarat- dıkları içindedir. Allahü teâlânın en çok sevdiği Odur. Bu misil- li kelâm arabîde çokdur. Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullahdan dahâ sevgili olması düşünülemez. Eğer de- nilirse ki, dinde Allahü teâlânın en sevdiği kul odur. Biz de öy- le deriz. Sahîh nass ve icmâ’ı ümmet ile bildirilmişdir. Muhak- kak, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri amcası oğullarından kendisine sevgili olanı murâd etdiler. Zîrâ Resûlullah hazretlerinin ba’zan olur idi ki, inci dökülen kelâm- ları mutlak olurdu. Ba’zan şartlı olurdu. Ba’zan umûmî olurdu. Ba’zan husûsî olurdu. Fehm sâhibi olan bilirdi. Türpüştînin açıklaması sona erdi. Yine (Mesâbîh)de bu hadîsin akabinde, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurur ki, ne zemân ki Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- lerine süâl sorardım. Cevâb verirdi. Ben susunca o başlardı.

Onsekizinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de bu hadîs-i şerîfden sonra, hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Hikmetin evi benim. Kapısı Alîdir!) Tirmizî rivâyet etmişdir ki, bu hadîs-i şerîf garîbdir. Muhyissünne Begavî “rahimehulla- hü teâlâ” (Mesâbîh)in yazarıdır. Buyurdular ki, Şüreykden baş- ka, vesîka olan hiçbir kitâbda bildirilmemişdir, Onun isnâdı ka- rârsızdır. Şârih Tayyibî “rahimehullahü teâlâ” beyân etmiş ki, şî’a fırkası bu hadîs-i şerîfi delîl göstererek, derler ki, muhak- kak; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerin-

– 294 –

den ilm ve hikmet almak Alîye “radıyallahü teâlâ anh” mahsûs- dur. Gayrileri alamaz. İllâ Alî “kerremallahü vecheh” vâsıtası ile alır. Zîrâ eve dâhil olunmak [eve girmek] kapısından olur. Allahü teâlâ hazretleri kelâm-ı kadîminde buyurmuşdur ki; (... Evlerinize kapılarından girip çıkınız) [Bekara sûresi 189.cu âyet-i kerîme meâli.]. Hâlbuki onlara bu hadîs-i şerîfde hüccet [sened] yokdur. Cennet evi hikmet evinden dahâ geniş değildir. Cennet evinin ise sekiz kapısı vardır. Yine (Mesâbîh)de bu ha- dîsin akabinde Câbir “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden ri- vâyet edilmişdir. Dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Alîyi da’vet etdi. O gün Tâife gön- derdi. Onunla gizli söyleşdi. İnsanlar söylediler ki, muhakkak amcasının oğlu ile gizli söylemesi uzadı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Onun ile ben de- ğil, Allahü teâlâ gizli konuşdu.) Şârih Tayyibî “rahimehullahü teâlâ” şöyle açıklamışdır. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bana emr eyledi ki, hazret-i Alî ile gizli konuşayım. Ben derim ki, o gizli söyleşdikleri kelâm, ilâhî sırlara âid sözler ve gayba âid sırlar idi. Yine (Mesâbîh)i şerîfde o menâkıbın sonunda, Ümm-i Atiyyeden “radıyallahü anhâ” rivâyet edilmişdir. Dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ga- zâya bir bölük asker gönderdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” onların içinde idi. Ben, Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim, mubârek ellerini kaldırıp, buyurdu ki, (Yâ Rabbî! Alîyi tekrâr görünceye kadar, bana ölüm verme!)

Ondokuzuncu Menâkıb: Bir gün Eshâb-ı güzîn “rıdvânulla- hi teâlâ aleyhim ecma’în”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine dediler ki, yâ Resûlallah! Hazret-i Alî- yi bu kadar çok seversiniz. Hikmeti nedir, bize haber ver ki, biz de bilelim ve evvelki muhabbetimizden de çok muhabbet ede- lim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Varın Alîyi çağırın! Ondan haber alırsınız!) Es- hâbdan biri hazret-i Alîyi çağırmağa gitdi. Alî “radıyallahü teâ- lâ anh” gelmeden, Server-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Ey benim Eshâbım! Bir kimseye iyilik et- seniz, o kimse karşılığında size kötülük yapsa, ne yaparsınız!) Dediler ki, (yine iyilik ederiz.) (Tekrâr size kötülük yapsa!)

– 295 –

Dediler, (yine iyilik ederiz.) (Tekrâr size kötülük yapsa, ne ya- parsınız!) buyurdukda, başlarını aşağıya salıp, cevâb vermedi- ler. O sırada hazret-i Alî, se’âdet ile geldiler. Hazret-i Fahr-i âlem ve Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri buyurdu ki, (Yâ Alî! Bir kimseye iyilik eylesen ve o sa- na mukâbelesinde kötülük yapsa, ne yapardın!), (Yâ Resûlal- lah! İyilik ederdim.) (Tekrâr kötülük yapsa!), (Yine iyilik eder- dim.) Sultân-ı kâinât “aleyhi efdalüssalevât” hazretleri, birbiri ardınca yedi def’a süâl buyurdular. Yedisine de, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” (iyilik ederdim) dedikden sonra, dedi ki, (O kimseye ben iyilik etdikce, o karşılığında bana kötülük yapsa, yine ben ona iyilik ederdim,) deyince, cümle Eshâb-ı gü- zîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri dediler ki; (Yâ Resûlallah! Hazret-i Alîyi bu kadar riâyet edip, sevip, mu- habbet etdiğiniz kadar var imiş.) Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hazret-i Alîyi kıskandıkları için böyle süâl sormadılar. Maksadları hazret-i Alînin yüksek mertebesi- ne ve derecesine vâkıf olmak için, süâl etmişlerdir.

Yirminci Menâkıb: (Resûl-i ekremin “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” mu’cizesine işâret): Birgün, Sultân-ı Enbiyâ ve Resûl-i müctebânın huzûrlarına üç kimse geldi. Biri hazret-i İb- râhîm aleyhisselâmın kavminden, biri hazret-i Mûsâ aleyhisse- lâmın kavminden, biri hazret-i Îsâ aleyhisselâmın kavminden idi. “Salevâtullahi aleyhim ve alâ nebiyyinâ.” Hazret-i İbrâhîm kavminden olan kimse ileri gelip, dedi ki: Yâ Muhammed! Bü- tün Peygamberlerin büyüğü ve efdali benim diyorsun. Nereden bilelim ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin makbûlü- sün. Hazret-i İbrâhîme Allahü teâlâ halîlim demişdir. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki; Allahü Süb- hânehü ve teâlâ hazretleri, hazret-i İbrâhîme halîlim dedi ise, bana habîbim demişdir. Kişinin dostumu yakındır, yoksa mah- bûbu mu [sevgilisi mi]. O kimse hayrân olup, cevâba kâdir ola- madı. Hemen Resûl-i ekremin mubârek cemâline nazar edip, kalbden (Eşhedü en lâ ilâhe illallah vahdehü lâ şerîkeleh. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh.) dedi. Ondan sonra hazret-i Mûsâ kavminden olan kimse ileri gelip, dedi ki, yâ Muhammed! Bütün Peygamberlerden benim mertebem yüksekdir. Hepsinin serveri ve sultânı benim, diyorsun. Nere-

– 296 –

den inanalım ki, Allahü teâlâ hazretlerinin yanında senin mer- teben, diğer Enbiyâdan yüksekdir. İşitdik ki, Allahü teâlâ , haz- ret-i Mûsâya kelîmim demişdir. Her zemân Tûr-i sînâya çıka- rıp, kelâm söyler idi. Hazret-i Fahr-i âlem ve seyyid-i veled-i Âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Mûsâya kelîmim dedi ise, bana habîbim, demişdir. Eğer hazret-i Mûsâyı Tûr-i sînâya çıkardı ise, bana, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmla, Cennet elbiseleri ile burakı donatıp, gökleri, yerleri, arşı ile kürsîyi ve Cennet ve Cehennemi ve kevn-ü mekânı az zemân içinde seyr etdirdi. Ka- be kavseyn ev ednâ rütbesine varınca, Allahü teâlâ bana o şekl- de ihsânlar ve nihâyetsiz lutfler eylemişdir ki, hicâbı aramızdan kalkmışdır. Elhamdülillah ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ biz za’îf kullarını o sultânın ümmetinden eyledi. Allahü teâlâ haz- retleri bana va’d eyledi ki, benim ümmetimden her kim benim rûh-i pâkime günde yüz kerre Salevât-i şerîfe getirmeyi âdet hâline getirip, terk eylemese, bin kerre rahmet eyler. Ve Cen- net içinde bin derece verir. Bin günâhı mahv olur. Bin altın sa- daka vermişcesine sevâb verir. Hazret-i Ebû Hüreyre “radıyal- lahü teâlâ anh” ve hazret-i Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişlerdir ki, o kimse de birşey söyliyemeyip, ce- vâba kâdir olmayıp, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin mubârek ayaklarına yüz sürüp, bin zevk ile parmak kaldırıp, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) dedi. Ondan sonra, hazret-i Îsâ aleyhisselâm kavminden olan, ileri gelip, dedi ki, yâ Mu- hammed! Allahü teâlâ hazretlerine bütün Peygamberlerden yakınım ve sevgiliyim. Seyyidil evvelin ve âhırîn benim, dersin. Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın rûhullah olduğunu işitmedin mi. Allahü teâlânın emri ile ölüleri diriltirdi. Fahr-ül kevneyn ve Resûl-i sekaleyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Varın, Alîyi çağırın.) Eshâbdan birisi gidip, hazret-i Alîyi ça- ğırdı. Hazret-i Alî geldikden sonra, Resûl-i ekrem hazretleri, o kimseye buyurdu ki, (Bir eski mezâr ki, ondan eski mezâr ol- masın. Var Alîye göster.) O kimse dedi, falan yerde bir mezâr vardır. Bin yıllık mezârdır. Hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Yâ Alî! Var o mezârın üze- rine üç kerre çağır. Bekle ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazret- lerinin emri ile ne zuhûr edecekdir.) Hazret-i Alî “radıyallahü

teâlâ anh” o mezârın üzerine varıp, bir kerre (yâ Ya’kûb!) diye çağırdı. Allahü tebâreke ve teâlânın emr-i şerîfi ile mezâr orta yerinden yarıldı. Bir def’a (yâ Ya’kûb) diye çağırdı. Mezâr açıl- dı. Bir def’a dahâ (yâ Ya’kûb) diye çağırdı. O sırada mezâr için- den bir nûrânî pîr kalkdı. Saçları uzamış. Başından toprağı sa- ça saça ayak üzerine durup, yüksek sesle söyledi ki, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah vahdehü lâ şerîke leh. Ve eşhedü enne Muham- meden abdühü ve Resûlüh.) Ondan sonra hazret-i Alî ile haz- ret-i Habîb-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzû- runa gitdiler. Bu açık mu’cizeyi görmekle çok kâfirler îmâna geldiler. Hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” kavmin- den olan kimse müslimân oldu.

Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i Alînin “kerremallahü vec- heh” bütün menkıbeleri yerine yalnız bu kifâyet eder. Habîb-i ekrem ve Nebiyy-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerine, Allahü teâlâdan Medîne-i münevvereye hic- ret emr olundu. Sultân-ı kâinâtın döşeğine hazret-i Alî girsin deyip, Allahü teâlâ tarafından emr edildi. Mekke-i Mükerre- mede kalıp, gerek se’âdethânelerinin işleri olsun, gerek kendi- leri ile alâkalı emânetleri sâhiblerine ulaşdırmak olsun ve ge- rekse Mekke-i Mükerremede kalan Sahâbîyi gözetmek olsun, cümle hizmetleri, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine sipâriş bu- yurdular. O gece kâfirler Sultân-ı kâinâtın evinin etrâfını kuşat- mışlar idi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ kendi lütfundan bütün kâfirlere uyku verdi. Şeytân aleyhilla’ne de kâfirler ile berâber idi. O da uyudu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ile çıkıp, se’âdet ile yürüyüverdiler. Allahü teâlâ azze şânühü azamet-i kibriyâsı ile, hazret-i Mikâîle ve hazret-i İsrâfîle “aleyhimesse- lâm” hoş hitâb edip, buyurdu ki, siz çok çabuk Alînin yanına yetişin. Kâfirler bir hatâ ederler. Göz açıp-kapayıncaya kadar, bu iki sultân yetişip, hazret-i Mikâîl hazret-i Alînin başı ucunda oturup, hazret-i İsrâfîl, mubârek ayakları tarafında oturup, dü- â ederler idi. Bir zemândan sonra şeytân aleyhilla’ne uykudan uyanıp, yüksek ses ile çağırdı ki, vay Muhammed kaçdı. Mel’ûn, insan sûretinde kâfirlere görünürdü. Mel’ûna dediler ki, nere- den bildin. Ben bilirim ki, ben uyku nedir bilmezdim. Bu gece

uyudum. Muhammed bana sihr edip, uyutdu; dedi. Ondan son- ra bütün kâfirler birden hücûm edip, içeri girdiler. Hazret-i Alî- yi Resûl-i ekremin döşeğinde gördüler. Resûl-i ekremi sordu- lar. O da bilmem diye cevâb verdi. Acele ile dışarı çıkdılar. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” ertesi gün o kadar kâfirlerin ara- sından çıkıp, Kâ’be-i şerîfde, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” se’âdetle oturdukları bir makâm var idi, o ma- kâma varıp, devletle ve şevketle oturdu. Resûlullah hazretlerin- de her kimin emâneti var ise, gelsin, benden alsın diye seslendi. Emâneti olanlar gelip, emânetlerini aldı. Bir kimsenin emâneti kalmayıp, cümlesini sâhiblerine teslîm eyledi. Mekke-i Müker- remede Eshâb-ı güzînden kimse kalmamış idi. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin se’âdethâneleri Mekke-i Mükerremede idi. Hazret-i Alî de Mekke-i Mükerre- mede idi. Bir zemândan sonra, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri emr eyledi ki, hazret-i Alî “radıyal- lahü teâlâ anh” se’âdethânelerini kaldırıp, Medîne-i Münevve- reye alıp, götürsün. Hazret-i Şâh-ı Merdân ve şîr-i yezdân se’âdet ile kalkıp, Kureyş kâfirlerinin cem’iyyetlerine varıp, de- di ki, inşâallahü teâlâ yarınki gün Medîne-i Münevvereye gide- ceğim. Eğer bir kimsenin bir sözü var ise ben burada iken söy- lesin. Cümlesi başlarını aşağı salıp, hiçbirisi cevâb vermedi. Hazret-i Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” gitdikden sonra, Ebû Cehl la’în dedi ki, yâ Kureyşin büyükleri. Niçin söylemezsiniz. Mâdem ki, hazret-i Muhammedin evi buradadır. Bizim ile düş- manlık etmez. Her birisi Ebû Cehlin yanınca şöyle böyle yapa- rız, dediler. Sonra hazret-i Abbâsa “radıyallahü teâlâ anh” yal- vardılar ki, var kardeşinin oğluna nasîhat eyle ki, Muhammedin evini götürmesin. Yoksa fesâd olur [aramız açılır]. Hazret-i Ab- bâs kalkıp, imâm-ı Alînin huzûruna varıp, bu konuşulanları söyledikde, şâh-ı merdân [Alî “radıyallahü anh”] buyurdular ki, yâ amca, inşâallah ben yarın, Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretlerinin se’âdethânelerini götürürüm. Her kim yoluma gelirse ceng ederim. Hazret-i Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” Kureyş kâfirlerine bu haberleri verince, huzûrsuz olup, şehrden çıkarmamak için söyleşdiler. Sonra sabâh oldu. Hazret-i Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin se’âdethânesini kaldı-

– 299 –

rıp, yola revân oldu. Kureyşden dört beş kimse, atlarına binip, hazret-i Alînin yoluna geldiler. Dön geri, yoksa senin ile ceng ederiz; dediler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yükleri in- dirip, kendisi cenge mübâşeret eyledi. Allahü teâlâ, hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” fırsat verip, onlara gâlip geldi. Sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yerden hâne-i se’âdetin yüklerini kaldırıp, yola revân oldular. Hazret-i Mik- dâd bin Esved yolda hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” üzerine gelip ceng eylediler. [Mikdâd henüz îmân etmemiş idi.] Hazret-i Alî söyletmeyip, bir darbe ile atından yıkdıkdan sonra, göğsü üzerine çıkıp, îmâna da’vet eyledi. O da hemen cân-ı gö- nülden kabûl edip, müslimân oldu. Hattâ bu sultânın bir oğlu Kerbelâda, hazret-i Hüseynin “radıyallahü teâlâ anh” uğruna mubârek cânını fedâ edip, şehîd olmuşdur. Bu zât Eshâb-ı gü- zîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin büyükle- rindendir ve behâdırlarındandır. Bu hikâyenin tafsîlini [dahâ genişini] isteyen (SİYER-İ NEBÎ)ye mürâce’at etsin. Orada ge- niş anlatılmışdır.

Yirmiikinci Menâkıb: Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremal- lahü vecheh” gâyet fakîr bir hâle geldi. Zîrâ Fahr-i âlem “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri (Fakîrlik ile öğünürüm!) buyurdular. O büyük zât, bu hadîs-i şerîfi Habîbullahdan işit- dikden sonra, dünyâya aslâ iltifât etmedi. Meselâ, mubârek eli- ne bin altın geçse, bir dânesi ertesi güne kalsın, demezdi. O gün hepsini fakîrlere dağıtırdı. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” (Sul- tân-ı Eshiyâ) [Cömerdlerin sultânı] buyururlar idi. Bir gün haz- ret-i Alî, Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü anhâ” hazretlerine bu- yurdular ki, yâ Hayrünnisâ! Yâ Resûlullahın kızı! Hiç zevcin ve halâlin Alî için yiyecek bir nesne var mıdır? Zîrâ çok acıkdım. Hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki, yâ Ebel-Hasen! O Allahü tebâreke ve teâlâ hakkı için ki, ondan gayri Allah yokdur. Şu ânda hiçbir şey yokdur. Lâkin mendil ucunda bağlı, altı akçe vardır. O akçeleri alıp, pazara varın. Hem kendiniz için bir nesnecik alın. Hem Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” meyve istediler. Onlar için de bir mikdâr meyve alın. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” o altı akçeyi alıp, pazara gitdi. Yolda giderken, bir kimse gördü. Bir

– 300 –

müslimânın eteğine yapışıp, durmayıp, çekip, gider. Der ki, ar- tık seni bırakmam, katlanmağa dermânım kalmamışdır. Yâ hakkımı ver. Yâ gel senin ile mahkemeye gidelim. O dertli adam ise, durmadan yalvarır ki, bir kaç gün dahâ lutf edip, ba- na mühlet ver. O kimse de der ki, sabra mecâlim yokdur. Zîrâ benim de çok sıkıntım, darlığım vardır. Hazret-i Alî “radıyalla- hü teâlâ anh” bunların çekişmelerini görünce, yanlarına varıp, süâl buyurdular ki, da’vânız kaç akçedir. Dediler ki, altı akçe- dir. Hazret-i Alî kendi kendine dedi ki, bu müslimânı bu elem- den kurtarayım. Nihâyet, hazret-i Fâtımaya bir yol ile cevâb ve- ririm. O altı akçeyi verip, o müslimânı ızdırâbdan kurtardı. On- dan sonra hazret-i Alî bir zemân ne cevâb vereyim diye tefek- küre vardı. Bir mikdâr zemân üzüldüler. Sonra yine düşündü ki, hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” seyyidetün-nisâdır. Resûlullahın kızıdır. Ne diyecek, dedi. Eli boş se’âdethâneleri- ne gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn “radı- yallahü teâlâ anhümâ” koşarak gelip, zan etdiler ki babaları ye- miş getirdi. Gördüler ki, boş geldi; bir nesne getirmedi. Ağla- mağa başladılar. Sonra hazret-i Fâtımaya buyurdular ki, yâ Hayrünnisâ! O altı akçe ile bir müslimânı habsden kurtardım. Hazret-i Fâtıma buyurdu ki, güzel yapdın, yâ İmâm. Elhamdü- lillah ki, bir müslimânı bunun gibi elemden kurtardın. Böyle bu- yurmakla berâber, mubârek hâtırları bir mikdâr mahzûn olur gibi oldu. Bizim ihtiyâcımız çok idi. Niçin böyle yapdın diyecek iken, öyle demeyip, hemen Allahü teâlâ hazretleri bize kâfîdir, dedi.

Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i Fâtımanın ga- mının olduğunu ve iki şeyhzâdenin ağladıklarını görünce; mu- bârek gönüllerine üzüntü gelip, bu elem ile dışarı çıkdı. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrla- rına varıp, cemâl-i şerîflerini müşâhede ederek, bu gamdan kur- tulayım niyyeti ile gitdi. Zîrâ bir kimsenin yüzbin gamı olsa, Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubâ- rek cemâline nazar eylese [baksa], bütün gamı ve gussası gitdik- den başka, kalbine birçok sürûrlar ve safâlar hâsıl olurdu. Onun için hazret-i Alî, Sultânı kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin mubârek ayaklarına yüz sürmeğe gitdi. Biraz gitdikden sonra, yolda bir kişiye rast geldi. Elinde bir besili de-

– 301 –

ve tutar idi. Hazret-i Alîye dedi ki, ey yiğit, bu deveyi satarım, alır mısın. Hazret-i Alî buyurdu ki, hâzır akçem yokdur. O şahs dedi ki, sana veresiye veririm. Hazret-i Alî dedi ki, ne kadara verirsin. Dedi ki, yüz akçeye veririm. Hazret-i Alî dedi ki, mak- bûlümdür; alırım. O da râzı olup, öyle olsun dedi. Deveyi haz- ret-i Alîye teslîm eyledi. Hazret-i Alî, deveyi eline alıp, biraz gitdikden sonra bir başka şahsa dahâ rast geldi. Dedi ki, yâ Alî, bu deveyi satar mısın. Hazret-i Alî, evet satarım dedi. O şahs dedi ki, üç yüz akçeye bana verir misin. Hemen vereyim, dedi. Deveyi o şahsa teslîm eyledi. O şahs da üçyüz akçeyi hazret-i Alîye temâmen verip, deveyi alıp-gitdi. Hazret-i Alî de sevinip, doğru pazara gitdi. Yiyecekler ve yemişler alıp, se’âdethânele- rine vardı. Kapıyı açıp, içeri girdiğinde şeyhzâdeler sevinip, ye- mişi ve ni’metleri aldılar. Yemeğe başladılar. Hazret-i Fâtıma- tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ”, hazret-i Alîye bu akçeyi ne- reden aldın, diye sordular. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Ondan sonra yemeği yiyip, neş’elendiler. Sonra, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd ve senâ ve şükr etdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Hayrünnisâ! Şimdi ben, Resûlullahın “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” meclisine gideyim. Se’âdet ile kalkıp, devlethâneden dışarı çıkdı. Biraz gitdiği gibi, karşıdan Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” göründü. O sıra- da Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazret- leri ile otururken buyurmuşdu ki, (Varayım, Alî ile Fâtımayı göreyim.) Se’âdet ile kalkıp, gelirken, hazret-i Alî ile karşılaşıp, tebessüm ederek, buyurdular ki, (Yâ Alî! Deveyi kimden satın aldın. Kime satdın.) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Allahü teâlâ ve Resûlü bilir.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Yâ Alî! Sana deveyi satan Ceb- râîl aleyhisselâm idi. Satın alan İsrâfîl aleyhisselâm idi. O deve Cennet develerinden idi. Yâ Alî! Sen o müslimânın sıkıntısını giderdiğin için, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri dünyâda yerine elli hasene verdi. Âhıretde vereceğinin hesâbını Allahü teâlâ hazretlerinden gayri kimse bilmez) “radıyallahü teâlâ anh”.

Yirmiüçüncü Menâkıb: Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Mi’râc-ı şerîfe çıkdıkları zemânda, dör-

düncü gökde bir aslan gördü. Diller ile anlatılamaz. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Cebrâîl aleyhisse- lâm hazretlerine sordular ki, (Yâ kardeşim Cebrâîl! Bu aslan nedir.) Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm cevâb verdi, (Yâ Resûlal- lah! Yabancı değildir. Hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” rûhâniyyetleridir. Yâ Habîballah! Mubârek parmağınızdan yü- züğünüzü çıkarıp, ağzına atın, dedi. Hazret-i Fâhr-i âlem “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yüzüğü aslanın üzerine atdığı gi- bi, tevâzû’ ve hürmet ile, yüzüğü ağzı ile aldı. Ondan sonra Sul- tân-ı kevneyn Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mi’râcdan indi. Ertesi gün Eshâb-ı güzîne, mi’râcdan haber verdi. Dördüncü gökde müşâhede buyurdukları aslanın vasfını şerh buyurdukları sırada, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” mubârek ağzından yüzüğü çıkarıp, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin huzûr-ı se’âdet- lerine koydular. Bütün Eshâb-ı güzîn, hazret-i Alînin bu merte- besini ve bu kerâmetini görünce hayrân oldular. Ne derece mertebesinin yüksek olduğunu bilip, meyl ve muhabbetleri çok fazla oldu “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.

Yirmidördüncü Menâkıb: Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” şân-ı şerîflerinde olan âyet-i kerîmeler beyânındadır.

1– Ba’zı âlimler derler ki, Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “ra- dıyallahü anh” mescidde nemâza durmuşdu. Bir dilenci düâ et- di. Bir şey istedi. Hazret-i Alî rükû’a varmış idi. Parmağındaki yüzüğü işâret ile o dilenciye verdi. Bu iş [amel] Allahü teâlâ hazretlerine makbûl gelip, meâl-i şerîfi, (Ancak Allahü teâlâ, Resûlü ve mü’minlerden îmân edenler, nemâzlarını kılanlar, rükû’da oldukları hâlde sadaka verenler, sizin velînizdir) olan âyet-i kerîmeyi gönderdi. [Mâide sûresi 55.ci âyet-i kerîme.]

İşâret: (Kıymetsiz, değeri olmıyan birşey kıymetli bir kimse- nin vermesi ile değerli olur.) Kadr gecesi bütün geceler gibi bir gece olmasına rağmen; Allahü teâlâ kıymet verdiği için; bin ay- dan dahâ kıymetli olmuşdur. Ümmetlerin iyisi bu ümmetdir ki, onların bir tâ’atları yediyüz olur. O mert hazret-i Alî “radıyal- lahü teâlâ anh”dır ki, üç dört arpa ekmeği ve yarım dinârlık bir gümüş yüzük verdiği için, o mertebelere yükselmişdir.

2– Abbâs ve Talha “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri

arasında bir münâzara vâkı’ oldu. Abbâs “radıyallahü anh” buyurdu ki, hâcılara suyu ben dağıtdığım için dahâ fazîletliyim. Talha “radıyallahü anh” buyurdu ki, Beyt-i şerîfin kilidini ben tutarım. İstersem gece orada kalırım. Onun için ben dahâ fazî- letliyim. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdu ki, siz ne dersiniz! Ben sizden on ay evvel yüzümü bu kıbleye dön- müşüm. Siz o zemân yokdunuz. Allahü Sübhânehü ve teâlâ, meâl-i şerîfi (Hâcılara su vermeği ve Mescid-i harâmı binâ et- meği, îmân etmek ile ve Allah yolunda cihâd etmek ile bir mi tutuyorsunuz. Hâyır, böyle değildir. Allah zâlimlere [Resûline düşmanlık edenlere, Allahü teâlâya şirk koşanlara, dalâletde kalmakda ısrâr edenlere] hidâyet vermez. Derecesi Allah in- dinde en çok olanlar, Allaha îmân edenler, hicret edenler ile mallarını ve nefslerini Allah yolunda vererek cihâd edenler- dir) olan âyet-i kerîmeleri gönderdi. [Tevbe sûresi 19-20.ci âyeti kerîmeleri.]

3– Emîr-ül mü’minîn Alî bin Ebî Tâlib ve Fâtıma ve Hasen ve Hüseyn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hakkında, (Si- ze islâmiyyeti bildirdiğim ve Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız yakınım olanları seviniz!) [Şûrâ sûresi 23.cü âyet-i kerîme meâli.] buyuruldu. Katâde “radıyalla- hü teâlâ anh” buyurdular ki, (müşrikler bir cem’iyyetde, göre- lim bakalım, Muhammed getirdiği sözler üzerine bir karşılık is- tiyecek mi, dediler.) Bu sözler üzerine Allahü tebâreke ve teâ- lâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. Sa’îd bin Cübeyr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri İbni Abbâs “radıyallahü an- hümâ” hazretlerinden rivâyet etmişdir ki, bu karâbetden [ya- kınlıkdan], Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri, hazret-i Alî, Fâtıma ve Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini irâde etmişdir. Bir kimseye hiçbir hâlde bunları düşman tutmak lâyık olmaz.

4– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Aliyyül mürtedâ “kerremallahü vecheh” hazretlerinin pâk dinli olmasını beyân edip, buyurdular ki [Hicr sûresi 47-48.ci âyet-i kerîmelerinde meâlen], (Biz o ehl-i Cennetin sadrlarından [gönüllerinden] hık- dı ve hasedi çıkarırız. Onlar birbirlerine kardeş olarak serîrleri üzere, dâimâ birbirlerine mukâbildirler. Cennetde onlar, eziy- yet ve meşakkat mes etmez. Onlar Cennetden hiç ihrâc olun-

mazlar.) Âlimlerden ba’zısı buyurmuşlar ki, bu âyet-i azîme; hazret-i Alî, hazret-i Mu’âviye, hazret-i Talha, hazret-i Zübeyr ve hazret-i Âişe-i Sıddîkanın “radıyallahü teâlâ anhüm ec- ma’în” üstünlüklerini bildirmek için nâzil olmuşdur.

5– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki; (Ey mü’minler! Resûlullaha münâcât etdiğiniz vaktde, önce sadaka veriniz! Bu sizin için hayrlıdır. Nefslerinizi şübhe ve mal sevgi- sinden en iyi temizleyicidir. Eğer sadaka verecek birşey bula- mazsanız, Allah gafûr ve rahîmdir.) [Mücâdele sûresi 12.ci âyet-i kerîme meâli.] (Münâcât; bir arzûyu gizli olarak söyle- mekdir.) Mücâhid buyurdular ki, hiçbir kimseye, bu âyet-i ke- rîme ile amel etmek, ittifak düşmedi. Hazret-i Alî bin Ebî Tâ- lib, bu fermân nâzil oldukdan sonra ne zemân Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile münâcât etmek is- tese idi, bir sadaka verirdi. İbni Ömer “radıyallahü teâlâ anhü- mâ” hazretleri se’âdet ile buyurdular ki, Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinde üç nesne var idi ki, on- lardan biri bende olaydı, bana kırmızı tüylü ve siyâh gözlü de- velerden sevgili olurdu. O şeylerden birincisi, Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri kendi kerîmeleri Fâ- tıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerini ona verdi. İkincisi, Hayber gününde feth için bayrağı ona verdi. Üçüncü- sü, necvî âyet-i kerîmesi ile; [(Resûlüme bir şey söyliyeceğiniz zemân, önce sadaka veriniz!) âyet-i kerîmesi ile] o amel etdi. Derler ki, Alînin “radıyallahü teâlâ anh” bir dinâr altını vardı. Onu on dirheme ayırdı. On dirhemi tasadduk etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden on mes’ele süâl etdi. Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine nasıl ibâdet edeyim.) Buyurdular ki: (Sıdk ve safâ ile!) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü ve teâlâ hazret- lerinden ne isteyeyim.) Buyurdular ki, (Dünyâda ve âhıretde âfiyet ve magfiret iste.) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Benim üzeri- me ne lâzımdır.) Buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddesin buyurduğunu tutmak ve Resûlünün buyurduğunu tutmak.) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Ne edeyim ki, benim kurtuluşum on- da olsun.) Buyurdular ki: (Halâl yi ve doğru söyle!) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Râhat ne şeydedir.) Buyurdular ki: (Allahü te- bâreke ve teâlâ hazretlerinin dîdârında.) Dedi ki: (Yâ Resûlal-

lah! Fesâd nedir.) Buyurdular ki: (Kâfir olmak. Hak sübhâne- hü ve teâlâ hazretlerine şirk koşmak). Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Vefâ nedir.) Buyurdular ki: (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eş- hedü enne Muhammeden Resûlullah!)

Nükte: Allahü teâlâ dilediğini azîz, dilediğini zelîl eder. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Mekkeli- ler arasında öyle olmuş idi ki, her kime söz söylese o kimse yüz çevirirdi. [Böylece Resûlullahı küçük düşürmek isterler idi.] Kur’ân-ı azîm-üş-şânda [Fussilet sûresi 26.cı âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Kâfirler, Kur’ân-ı kerîm için, onu dinlemeyiniz! Lagv ediniz! [Boş şeylerdir, diyerek bağırınız!]derlerdi) buyuruldu. Sonra mertebesini yükselterek (Onun sözünü işitebilmeniz için, önce sadaka vermeniz lâzımdır.) buyurdu. Dahâ sonra [Hücu- rât sûresi dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Ey mü’min- ler! Seslerinizi, Resûlullahın sesinden dahâ yükseltmeyiniz! Onunla konuşurken birbirinizle konuşur gibi bağrışmayınız!) buyuruldu. Dahâ sonra Allahü teâlâ, Resûlullahın Mekkede durmasına engel olan Mekkelilere karşılık, Onu bir dereceye yükseltdi ki, Cebrâîl aleyhisselâm ve cümle mukarreb melekler o dereceye ulaşamadı. Onu (Kabe kavseyn) makâmı ile şeref- lendirdi.

(İşâret): Yalan yere yemîn eden; Harem-i şerîfde avlanan, oruclarında ve nemâzlarında kusûru olanlar, fakîrlere birşey vererek Allahü teâlânın rızâsını kazanmağa çalışmalıdır. Bu, fa- kîrler için ne büyük bir makâmdır.

6– Allahü tebâreke ve teâlâ [Câsiye sûresi 21.ci âyet-i kerî- mesinde meâlen]: (Dünyâda kötü amel işleyenleri; îmânlı olan- lar ve sâlih amel yapanlar gibi hayâtda ve öldükden sonra mü- sâvî kılacağımızı mı zan ediyorlar. Buna ne ile hükm ediyorlar!) buyurdu. Bu âyet-i kerîme hazret-i Alînin “kerremallahü vec- heh” şânının şerefi için nâzil olmuşdur ki, îmânı doğru idi. Bü- tün işleri lâyık ve beğenilmiş ve riyâsız, yakışır idi. Müşrikler ise ona derlerdi ki, (Dedikleriniz doğru çıksa bile, Allahü teâlâ bi- zi, dünyâda olduğu gibi yine sizden üstün kılar.)

7– Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Ahzâb sûresi 33.cü âyet-i kerîmesinde meâlen; (Ey Habîbimin Ehl-i beyti! Allahü teâlâ, sizin günâhsız olmanızı istiyor.) buyurdu. Resûlullah “sal-

lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ehl-i beyti, ezvâc-› tâhirât ve yak›nlar› ve aşîreti, Alî ve Fât›ma ve Hasen ve Hü- seyndir “rad›yallahü teâlâ anhüm”.

Yirmibeşinci Menâk›b: Alî “rad›yallahü anh” hazretlerinin üstünlükleri hakk›nda söylenen haberler beyân›ndad›r.

1– Sa’îd bin Cübeyr, Abdüllah ibni Abbâsdan “rad›yallahü teâlâ anhüm” rivâyet eder. ‹bni Abbâs “rad›yallahü anh” der ki, meâli şerîfi, (Ey Resûlüm! Sen insanlar› korkutucusun! Her kavme doğru yolu gösterici birisi vard›r) olan, Ra’d sûresi ye- dinci âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Korkutucu benim. Alî yol göste- ricidir. Yâ Alî! Senin ile gidenler, doğru yolda gidenlerdir.)

2– Rebi’atebni Nâcid, Alî bin Ebî Tâlib “rad›yallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet eder. Buyurdular ki, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni çağ›rd› ve buyurdu ki, (Yâ Alî! Îsâ bin Meryem aleyhisselâm” gibisin. Yehûdî ona buğz etdi. Hattâ vâlidesi Meryem hazretlerine, hâşâ sümme hâ- şâ bühtân etdiler. Nasârâ ona muhabbet etdiler. Hattâ onu bir makâma ç›kard›lar ki, onun makâm› değil idi.) Alî “rad›yallahü teâlâ anh” buyurdular ki: Çok kimseler benim yüzümden helâk olurlar. Ba’z›s› beni ifrâtla severler. Diğer Sahâbe-i güzîne buğz ederler. Ben onlar› sevmem. Ba’z›s› bana buğz ederler. Diğer Sahâbeleri severler. Bu iki tâife de Cehennem ehlidir. Ben Ne- bî değilim. Bana vahy nâzil olmaz. Lâkin, kudretim olduğu ka- dar Kitâb ile amel ederim. Allahü teâlân›n tâ’at›nda ben ne emr edersem, size vâcibdir. ‹steseniz de istemeseniz de yapman›z lâ- z›md›r. Ma’siyyetde bana itâ’at etmeyiniz. Zîrâ bana itâ’at iyi- likdedir.

3– Kays bin Hâris rivâyet eder: Bir kişi Mu’âviye bin Ebî Süfyândan “rad›yallahü anhüm” bir mes’ele süâl etdi. Mu’âviye “rad›yallahü teâlâ anh” dedi ki; Var [git] hazret-i Alîden süâl et ki, o benden iyi bilir. O kişi dedi ki, ben bu mes’elede senin ce- vâb›n› isterim. Senin vereceğin cevâb› Alînin cevâb›ndan çok severim. Mu’âviye “rad›yallahü teâlâ anh” dedi ki: Sen yalan söyledin. Sen kötü kişisin. Muhakkak sen, Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ilmde mu’azzez ve mü- kerrem tutduğu kimseden ikrâh etdin. Buyurdu ki: (Yâ Alî, Sen

benim yanımda, Hârûnun Mûsâ “aleyhimesselâm” yanında ol- duğu gibisin. Benden sonra Peygamber gelmez.) Çok gördüm ki, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” onun ile meşveret ederdi. Eğer bir mes’elede müşkili olsa idi, Alî burada mıdır, der idi. Mu’âviye “radıyallahü anh” o kişiye dedi ki, kalk, Allahü tebâ- reke ve teâlâ ayaklarına kuvvet vermesin. O kişinin adını ken- di divânından sildi.

4– Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” buyurdu ki, bir vakt Mu’âviye “radıyallahü anh” bir hâcetinden dolayı benim yanıma gelmiş idi. Alîden “radıyallahü anh” bahs etdi. Ben de- dim, üç haslet Alî de vardır ki, eğer o üçden birisi bende olsay- dı, bana dünyâdan ve içindekilerden sevgili gelirdi. İşitdim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- du, (Her kim ki ben onun velîsiyim. Alî de onun velîsidir.) [Be- ni seven Alîyi de sever.] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim ki, Hayber günü buyurdu: (Ya- rın ben bayrağı bir kimseye vereyim ki, Allahü teâlâ ve Resûlü onu severler. Ve o da Allahı ve Resûlünü sever.) Alemi [bayra- ğı, sancağı] Alîye verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim ki, buyurdu: (Yâ Alî! Sen be- nimle; Hârûnun Mûsâ “aleyhimesselâm” ile olduğu gibisin.)

5– Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet etmiş- dir. Buyurdular ki: (O beni mi’râca iletdikleri gece, göklerde hi- câblardan geçdim. Hicâbların arasından bir nidâ edici nidâ etdi ki, (Yâ Muhammed! Senin baban İbrâhîm ne güzel babadır. Alî bin Ebî Tâlib ne güzel kardeşdir. Ona hayr ile vasıyyet eyle.)) Hasen-i Basrî, Enes bin Mâlikden “radıyallahü teâlâ anh” rivâ- yet eyler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri buyurdu ki: (Üç kimse vardır ki, Cennet onlara müştakdır. Alî bin Ebî Tâlib, Ammâr bin Yâser, Selmân-ı Fârisî “radıyal- lahü teâlâ anhüm”).

6– Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” buyurdu ki: Bir gün hazret-i Mu’âviye bana dedi ki, Alîyi sever misin. Ben onu nice sevmiyeyim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri hazret-i Alîye buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen bana, Hârûnun Mûsâya “aleyhimesselâm” yakınlığı gibisin!) Bedr

gününde onu gördüm. Muhârebeden dışarıya geldi. Karnından bir ses gelir ve bir beyt okurdu. O cengden, kılıncı küffâr kanı ile boyanmayınca dönmedi.

7– Âmileyn Şerhabîl Şâbî der ki; Alî Mürtedâ “kerremalla- hü vecheh” hazretleri, Cemel vak’ası günü, Zeyd bin Serhânı gördü. Zeyd düşmüş, kan içinde yuvarlanır. Hazret-i Alî “radı- yallahü teâlâ anh” başı yanında durdu. Buyurdu ki: Yâ Zeyd! Allahü teâlâ hazretleri sana rahmet etsin. Ben seni güvenilir [emânete sâhib çıkıcı] ve iyi işli bilirdim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri sana Cennet ile müjde vermiş- dir. Zeyd, kan arasından elini kaldırıp, dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn! Sana da müjde olsun Cennet ile ki, Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” müjde vermişdir. Bu cengde se- nin ile bulunmadım ki, ceng edeyim ve safları birbirine vurayım ve hasmları helâk edeyim. Fekat bunları halka riyâ ve süm’adan (riyâkârlık) ötürü veyâ dünyâ tamâ’ından ötürü yapmıyayım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- du ki: (İmâm-ı Alî iyilerdendir. Bâgîleri [isyân edenleri] öldü- rür. Ona yardım eden iyi şeylere kavuşur. Ona yardım etmiyen iyi şeylerden uzak kalır, mahrûm kalır.) Bunu işitdim, sevdim ki, gazâlarda senin ile olayım. Senin dostlarından [yârlarından] olayım. Bunları dedi ve rûhunu teslîm etdi “radıyallahü teâlâ anh”.

8– Amr bin el Cûmî rivâyet eder. Ben Resûlullahın “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûrunda oturmuş idim. Buyurdu ki, (Yâ Amr!). (Lebbeyk yâ Resûlallah!) dedim. Buyurdu; (İs- ter misin ki, Cennetin direğini sana göstereyim.) Dedim, isterim yâ Resûlallah! O sırada Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” oradan geçdi. Buyurdu: (Bu kişi ve bunun ehli Cennetin direğidirler.) Yine Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü anhümâ” hazretlerinin rivâyeti ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Alî bedende baş menzilesinde- dir.)

9– Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Beni mi’râca iletdikleri o gecede, Cebrâîl aleyhisselâm benim elimi tutdu. Beni Cennet derecelerinden bir müzeyyen derece-

de oturtdu. Orada bir ayva benim önüme koydu. Ben aldım, kokladım. Elimde döndürürken, iki bölük oldu. Bir hûrî ondan dışarı geldi ki, ondan güzel hûrî görmedim.) Dedi ki: (Esselâmü aleyke yâ Muhammed!) Ben cevâb verdim ve dedim, (Sen kim- sin). Benim ismim (Râdiyye-i Merdıyye)dir. Allahü teâlâ haz- retleri, beni üç şeyden yaratmışdır. Yukarı kısmımı anberden, orta kısmımı kâfurdan, aşağı kısmımı miskden. Beni âb-ı hayât ile yoğurdu. Ondan sonra, Hüdâvend-i Cebbâr ve Hâlık-i per- verdigâr bana (Ol!) dedi; oldum. Allahü teâlâ ve tekaddes haz- retleri beni, kardeşin hazret-i Alî ibni Ebî Tâlib için “radıyalla- hü anh” yaratmışdır. Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Her kim benden ayrıldı. Allahü teâlâ- dan ayrıldı. Yâ Alî! Her kim senden ayrıldı. Benden ayrıldı.) Hazret-i Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Server-i kâinât “aleyhi efdalüs salevât” hazretleri buyurdular ki: (Alî bin Ebî Tâlibi zikr etmek [anmak] ibâdetdir.) Hazret-i Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, ([Allahü teâlâ] Cennet kapı- sı üzerine, (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah Aliyyün Nâsır-ü Resûlillah) yazmışdır!) buyurmuşdur. Allahü Sübhâne- hü ve teâlâ hazretleri gökleri ve yerleri halk etmeden ikibin se- ne önce yazmışdır.

10– Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurur: Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retlerinin huzûrunda idim. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hakkında süâl olundukda, (Hikmeti on cüze taksîm etdiler. Do- kuz cüzünü Alî bin Ebî Tâlibe verdiler. Bir cüzünü sâir (diğer) insanlara verdiler!) buyurdular.

11– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” haz- retleri bildiriyor. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri bir gün dışarı çıkdı. Alînin elini kendi mubârek eli ile tutduğu hâlde, buyurdu ki: (Âgâh olun [uyanık olun]. Her kim, buna buğz eder. Muhakkak Allahü teâlâ hazretlerine ve Resûlüne buğz etmiş olur. Her kim buna muhabbet eder. Muhakkak Allahü teâlâ hazretlerine ve Resûlüne muhabbet etmiş olur.)

12– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâ- yet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri buyurdu ki: (Her kim hilmde İbrâhîm aleyhisselâma, hik- metde Nûh aleyhissalâtü vesselâma, çekdiği sıkıntılarda Yûsüf aleyhisselâma bakmak isterse; Alî bin Ebî Tâlibe baksın.) Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hu- zûr-ı şerîflerinde oturmuş idik. O sırada hazret-i Alî “kerre- mallahü teâlâ vecheh” geldi. Meclisin ardında oturdu. Resûlul- lah hazretleri onu çağırdı. Hattâ önüne oturdu. Buyurdu ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri seni dört haslet ile benim üzerime mükerrem ve müfeddâl [sâirlerinden ziyâde meziyyetli] kıldı. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hemen dizleri üzerine gelip, başını toprağa koyup, dedi ki, babam, anam sa- na fedâ olsun, yâ Resûlallah! Kölenin efendi üzerine fadlı olur mu? Buyurdular ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazret- leri bir kula ikrâm etmek isterse, gözlerin görmediği, kulakla- rın işitmediği ve bir beşerin hâtırına gelmiyen şeyi verir!) Enes “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, biz dedik, yâ Resûlallah! Bize onu beyân buyur, bilelim. Buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve te- kaddes hazretleri, ona Fâtıma gibi bir zevce nasîb etdi. Ben na- sîb olunmadım. Hasen ve Hüseyn gibi oğullar nasîb etdi. Ben nasîb olunmadım. Bir kayın ata ona nasîb olundu. Bana olun- madı.)

13– Sa’îd bin Cübeyr, Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâ- lâ anhüm” hazretlerinin elini tutup, gidiyordu. Zemzem kuyu- suna geldiler. Orada ise bir kavm oturmuşdu. Hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” şetm ederlerdi. [Ya’nî onu kötülüyor- lardı.] İbni Abbâs hazretleri buyurdu ki, beni dönderin. Onlar- dan yana geri döndürdüler. [Onların yanına vardılar.] Varıp, orada durdu ve buyurdu ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretle- rine ve Resûlüne yaramaz sözler söyliyen kimdir. Dediler ki: Bizim aramızda kimse Allahü teâlâ hazretlerine yaramaz söyle- mez. Ve bizim aramızda hazret-i Resûle hiç kimse yaramaz söy- lemez. Buyurdu ki, Alî bin Ebî Tâlibe yaramaz söyleyen ve şetm eden, var mıdır. Dediler, evet vardır. Buyurdu ki: İşitin, ben şehâdet ederim ki, bu kulağım ile işitdim; Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden, buyurdu ki: (Her

kim Alîye seb’ eder, muhakkak bana seb’ ederler. Her kim ba- na seb’ eder, muhakkak Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerine seb’ eder. Her kim Allahü teâlâ hazretlerine seb’ eder, Allahü teâlâ ve tekaddes anı yüz üzerine Cehenneme atar.)

14– Atıyye-tül Ufî der ki: Câbir bin Abdüllahın “radıyalla- hü teâlâ anh” huzûruna geldik. Pîr olmuş [ihtiyârlamış] ve kaş- ları gözlerini örtmüş idi. Ona, Alî “radıyallahü teâlâ anh” haz- retlerinin muhabbetinden sorduk. Başını kaldırıp, şöyle söyle- di. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin zemân-ı şerîflerinde bir kimsenin münâfık olduğunu Alîye buğz etmesi ve düşman tutması ile anlardık.

15– Şa’bî “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerini gördü ve buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin huzûrunda, makâm cihetinden en üstününe ve yakınlık cihetinden en yakınına ve kana’at cihetiyle agniyâ- sına [zenginine] bakarak mesrûr olmak isteyen, Alî bin Ebî Tâ- lib hazretlerine “radıyallahü teâlâ anh” baksın.

16– Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki, yâ Resûlallah! Senden sonra halkın hayrlısı kimdir, dedim. Bu- yurdular ki: (Ebû Bekr-i Sıddîkdır.) Dedim, ondan sonra, bu- yurdular ki: (Ömerdir). Ondan sonra kimdir. Buyurdular ki: (Osmândır.)

Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” dedi ki, (Yâ Re- sûlallah! Alî hakkında hiçbir nesne söylemediniz.) Buyurdular ki: (Yâ cânım kızım! Alî benim nefsim demekdir. Hiç kimse gördün mü ki, kendini beğensin veyâ kendi hakkında bir şey söylesin!)

17– Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseyn, ceddi Alî bin Ebî Tâlib- den rivâyet eder. Alî “kerremallahü vecheh” hazretleri buyur- du ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana, ilmden bin bâb ta’lîm etdi. Her bâbdan da bin şeklini ta’lîm etdi [öğretdi].

18– Abdüllah el-Kindî rivâyet eder. Mu’âviye bin Ebî Süf- yân hac yapdı ve geldi. Cemâ’at ortasında oturdu. Abdüllah bin Abbâs ve Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhüm” haz-

retlerinin huzûrlarında Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” elini, Abdüllah bin Abbâsın “radıyallahü teâlâ anhümâ” dizi üzerine koyup, dedi ki, ben Senin amca oğlundan hilâfete dahâ lâyıkım. Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri bu- yurdu; niçin. Dedi ki, ondan dolayı ki, ben o halîfenin amcazâ- desiyim ki, onu zulm ile katl etdiler. Ya’nî o Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Abdüllah dedi ki: O hilâ- fete senden şu sebeb ile dahâ lâyıkdır ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yakınlığı senin amcazâden yakınlığından ile- ridir. Hazret-i Mu’âviye bunu işitdi ve susdu. Yüzünü Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine döndürdü. Dedi ki: yâ Sa’d! Sen hakkı bâtıldan ayırmaz mısın! Bizim lehi- mize veyâ aleyhimize olur musun. Sa’d dedi ki: Zulmet yeri kapladığı vakt, sabr edemem. Tâ âlem rûşen olsun, gideyim. Hazret-i Mu’âviye dedi, vallahi ben Kur’ân-ı azîm-üş-şânı oku- dum. Onda bir şey bulmadım. Sa’d dedi: Sen bu sözü kabûl eder misin. Ben Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim, Alî bin Ebî Tâlibe buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen hak ilesin. Hak senin iledir.) Hazret-i Mu’âviye dedi ki: Bir kimse getir ki, bunu senin ile işitmiş olsun. Sa’d dedi ki: Ümmü Seleme işitmişdir. Râvî der ki; hazret-i Mu’âviye ve o cemâ’at cümlesi kalkıp, Ümmü Selemenin “radıyallahü teâlâ anhâ” hu- zûrlarına vardılar. Dediler ki: Yâ Ümmül mü’minîn! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sizin rivâyeti- niz ile Sa’d bir hadîs-i şerîf söyler. Ümmü Seleme dedi, ne söy- ler. Der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri Alîye (Sen hak ilesin, hak senin iledir,) buyurmuşdur. Ümm-ü Seleme hazretleri, doğru söyler. Ben kendi evimde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim buyurdu. Hazret-i Mu’âviye yüzünü döndürüp, hazret-i Sa’d ve sâir Eshâb-ı güzîn hazretlerine bakıp, onlardan özr di- leyip, eğer ben bu hadîs-i şerîfi önceden işitmiş olaydım, dâimâ, Alî bin Ebî Tâlibin hâdimi olurdum, buyurdu.

19– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet etdi. Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- ri buyurdular ki: (Ben ilmin terâzîsiyim. Alî o terâzînin kefele- ridir. Hazret-i Hasen ve Hüseyn ipleridir. Fâtıma alâkasıdır [ke- felerin asıldığı demiridir] ve benden sonra imâmlar o terâzinin

– 313 –

amûdîdir [düşey demiridir]. O terâzî ile bizim dostlarımızın amelini tartarlar.) Hazret-i Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdular ki: (Ben ilmin şehriyim. Alî o şehrin kapısıdır. O kapının halkası Mu’âviyedir.)

20– Hazret-i Mu’âz bin Cebel “radıyallahü anh” rivâyet et- mişdir. Habîb-i Hudâ Resûl-i Müctebâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ bir kavmi günâhlarından pâk eder, saçları temâmen dökülen kimseler gibi ki, bu kavmin evveli Alî bin Ebî Tâlibdir.)

21– Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü vecheh” rivâ- yet eder. Hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdular ki: Hazret-i Mûsâ bin İmrân “salavâtulla- hi aleyhi ve alâ nebiyyinâ” Allahü tebâreke ve teâlâ hazretle- rinden istedi ve dedi, yâ Rabbî! Benim kardeşim Hârûn vefât etdi. Sen onu afv et. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri vahy et- di ki, yâ Mûsâ! Eğer, önce ve sonra gelenlerin afvını benden is- teseydin kabûl ederdim. Hüseyn bin Alî bin Ebî Tâlibin kâtili- ni, ya’nî Onu şehîd edeni afv etmiyeceğim.

Yine hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” rivâyet eder. Habîb-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu- lar ki: Mûsâ bin İmrân “aleyhisselâm” Rabbinden istedi ki, Hü- seyn bin Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rûhunu ziyâ- ret etsin Onun ziyâretine yetmişbin melek ile geldi. Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûl-i kâi- nât, aleyhi efdalüssalevât hazretleri buyurdular ki: (Hak teâlâ hazretleri benî İsrâîlden nebîlerine su’izanları ve buğzları sebe- bi ile yağmuru men’ buyurdu. Bu ümmetden Alî bin Ebî Tâlibe adâvet etdikleri için de yağmuru men’ eder.)

22– Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri buyurdu ki: (Alî bin Ebî Tâlibin bu ümmet üzerine hakkı, babanın oğlu üzerine hakkı gibidir.)

23– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâ- yet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri buyurdular ki: (Hazret-i Alî ibni Ebî Tâlibin muhabbeti,

– 314 –

günâhları yir, mahv eder. Nasıl ki ateş odunu yiyip mahv etdi- ği gibi.)

24– Mu’az bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- du ki: (Alî bin Ebî Tâlibin sevgisi, bir hasenedir ki, ya’nî bir tâ’atdır ki, hiç bir seyyie, ya’nî hiçbir ma’siyyet onunla zarar ve- remez. Buğz ve adâveti bir seyyiedir ki, hiçbir hasene onunla fâide veremez.) Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Benim sırrımın sâhibi Alî bin Ebî Tâlibdir “ra- dıyallahü teâlâ anh”.)

25– Abdüllah bin Ca’fer “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Benim, Alî aslımdır. Ve Ca’fer fer’imdir. Yâ- hud Ca’fer aslımdır; Alî fer’imdir) “radıyallahü teâlâ anhümâ”.

26– Ümm-i Seleme “radıyallahü anhâ” rivâyet eder. Habîb-i ekrem “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdular ki, (Alî ve onun gü- rûhu [fırkası] kıyâmet gününde necât buluculardır [kurtulanlar- dır].)

27– Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” hazretleri buyurdu ki: (Alî benim ilmimin kapısıdır. Âşikâre edicidir, bildirmem lâzım gelen şeyleri ümmetime açıklayıcıdır. Benden sonra, onu sev- mek îmândandır. Ona buğz etmek nifâkdandır. Ona nazar et- mek [bakmak] rahmetdendir. Onun muhabbeti ibâdetdir.)

28– Ümm-ü Seleme “radıyallahü teâlâ anhâ” rivâyet eder. Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu- yurdular ki, (Kur’ân-ı azîm-üş-şân Alî iledir. Alî Kur’ân-ı azîm- üş-şân iledir.) Ya’nî hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” her ze- mân Kur’ân-ı azîm-üş-şânın hükmü ve emri iledir. Kur’ân-ı ke- rîm de onun imâmı ve yol göstericisidir.

29– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu- lar ki: (Patlıcan yiyiniz ki, o bir ağaçdır. Ben onu Cennet-ül Me’vâda gördüm. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin vah- dâniyyetine ve Benim Peygamberliğime ve Alînin velîliğine şe-

hâdet etdi. Her kim patlıcanı, zarar niyyeti ile yirse, zarar olur. Eğer şifâ niyyeti ile yirse, şifâ olur.)

30– Huzeyfe tebni Yemân “radıyallahü anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: Eğer halk, Alîye emîr-ül mü’minin ismi ne zemân ve- rildiğini bilseler idi, Alînin fazîletini inkâr etmezlerdi. Hâlbuki Âdem aleyhissalâtü vesselâm rûh ile beden arasında idi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki: Ben sizin Rabbinizim, Muhammed Nebînizdir. O zemân Alîye “radıyallahü teâlâ anh” emîr-ül mü’minîn denildi.

31– Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: (Eğer gökleri ve yerleri terâzînin bir kefesine koysa- lar, Alînin îmânını diğer kefesine koysalar, Alînin îmânı ağır gelir.)

32– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eğer cümle halk Alî bin Ebî Tâlibin muhabbe- ti üzerine birleşseler idi, Allahü teâlâ ve tekaddes Cehennemi yaratmazdı.)

33– (Eğer Alî yaratılmasa idi, dünyâda Fâtımaya münâsib kimse bulunmaz idi) buyuruldu.

34– Mu’âviye bin Hîdet “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet et- mişdir: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Kalbinde Alî bin Ebî Tâlibin buğzu olduğu hâl- de ölen kimse, ister yehûdî olsun, ister nasârâ olsun, fark et- mez.)

35– Mu’âz bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş- dir: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu- yurdular ki: (Alînin “radıyallahü anh” yüzüne nazar etmek [bakmak] ibâdetdir.)

36– Ebû Berze-tel Eslemî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ bana husûsî bir ahd verdi. Bana nice kerre buyurdu ki, bu husûsî ahdimi kabûl et-

din mi. Ben dedim, evet yâ Rabbî bu ahdi kabûl etdim.) Ebû Berze-i Eslemî der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdu ki, (Dedim, yâ Rabbel’âlemîn! Bu ahdini ki be- nim ile etdin. Ve ben o ahdi senden kabûl etdim. Bana söyle o ahd nedir. Allahü Sübhânehü ve teâlâ bana vâsıtasız olarak bu- yurdu ki, o ahd odur ki, sen bilesin, benden cümle halka diye- sin ki, Alî hidâyeti göstericidir, doğru yolun işâretidir. Mutî’le- rin ve muvahhidlerin gözlerinin nûrudur. Müslimân ve mü’min- lerin serverleridir. Ben bütün kullarıma benim birliğimi ve tev- hîdimi lâzım kılmışım. Bütün ümmetine senin risâletini tasdîk etmelerini lâzım kılmışım. Bütün mü’minlere Alînin muhabbe- tini ve meveddetini [sevmeği] lâzım kılmışım. Her kim Alîyi dost tutar, Allahü teâlâyı [beni] ve Muhammedi [seni] dost tut- muş olur. Muhakkak ki o kimse hakîkî dost olur. Alîyi sevmi- yen de hakîkî düşmân olur.)

(İşâret): Zühd ve vefâ ehli Alîdir. Sıdk ve safâ ehli Alîdir. Cö- mert ve sehâ ehli Alîdir. Rıfk ve rızâ ehli Alîdir. Mahrem-i rav- da-i asfiyâ Alîdir. Mefhâr-ı fadl-ı a’lâ Alîdir. Mahrem-i fadl-ı nu’mâ Alîdir. Kendi zemân-ı şerîfinde Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin mahlûkunun kıdvesidir. Semere-i şecere-i dîn-i Hudâ-i teâlâ Alîdir. Müstevcibül fedâil ve tefâdul ve meâsir Alî- dir. Alî Mürtedâ “kerremallahü teâlâ vecheh” hazretlerinin mu- bârek gönlü, kâfirler ve mülhidler ve hâricîler üzerine, Cehen- nem Mâlikinin Cehennem ehli üzerine gönlünden şiddetli katı idi. Mubârek gönlü, dervişler ve yetîmler ve Cennet ehli üzerine, Cennet Rıdvânının gönlünden dahâ yumuşak idi. Alî “radıyalla- hü teâlâ anh” hazretleri behâdırlıkda, aslancasına mertlikde, kâ- firlere ve mülhidlere çok şiddetli zehrden acı idi. Civânmertlik- de, dervişlere bal ve şekerden tatlı idi. Her vakt ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hâmiyyet (iyilik severlik) ve siyâsete gi- deydi, Cehennemin sam yeli ve zakkûmu pişer ve ölürdü. Her vakt ki şefkat ve kerâmetde gideydi, Cennetin Na’îm nesimi pi- şer ve ölürdü. Her vakt ki Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” Zül- fikârı elinde tutar idi, kâfirlerin ve mülhidlerin ve ehl-i hevâların cânları tenlerinde muzdarib olurdu. Her vakt ki akçe keselerini eline alıp, açdığı zemân, fakîrlerin ve yetîmlerin cânları tenlerin- de sâkin olurdu.

Yirmialtıncı Menâkıb: Rüknül-islâm Ahmed Cürcânî “rahi-

mehullahü teâlâ” rivâyet eder. Yüzden fazla Eshâb-ı güzîn “rıd- vânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin rivâyeti ile işit- dim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu- lar: (Alînin bir kerre Amr bin Abdûdün karşısına çıkması, üm- metimin kıyâmete dek ibâdetinden hayrlıdır.) Amr bin Abdûd arabî idi, Kureyşî idi. Mudar bin Nizâr evlâdından idi. Fekat Âd kavminin kuvvetinde idi. Ömründe hiçbir cengden yenilerek dönmemiş idi. Yalnız Bedr cenginde yaralanıp düşmüş idi. Ya- rası iyi oldu. Tekrâr Hendek cengine geldi. Onun gelmesinden müslimânlara korku hâsıl oldu. O vâkı’ada yirmibir gün ok ve kılınç ile ve mızrak ile ve taş ile ceng oldu. Yirmiikinci gününde ceng ve cidâl iyice şiddetlendi. Amr bin Abdûd, Hendek kenâ- rına gelip, meydâna er istedi. Müslimânlardan karşılık veren ol- madı. Bir dahâ istedi. Kimse varmadı. Yedi kerre da’vet etdi. Yedincide, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efen- dimiz hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini çağır- dı ve huzûrlarına oturtdu. Buyurdu ki, (Yâ Alî! Benim atıma bin. Zülfikârı al. Amr bin Abdûdün önüne mertçe var. Onun uzun boylu oluşundan ve heybetinden üzülüp, endîşe etme ki, ben Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinden, düâ ederim ki, sana nusret edip ve senin elin ile müslimânlardan şe- rîri def’ eder.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” düldüle binip, Zülfi- kârı kuşandı. O aslan ki, avını gözleyip, gider gibi, Amr bin Ab- dûdün önüne vardı. Birbirini gördüler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: Yâ Amr, işitdim ki, sen Kâ’be kar- şısında ahd etmişsin ki, Kureyşden bir kimse senden iki hâcet is- tedikde, o isteklerden birini yerine getirecekmişsin. Evet yâ Alî. Ben bu ahdi etdim. Hazret-i Alî buyurdu: Yâ Amr! Şimdi sen bilirsin ki, ben Kureyşdenim. Senden iki hâcet isterim. Eğer iki- sini de kabûl etmez isen, bâri birisini kabûl et! Evvelâ senden is- terim ki, bu sâatde, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin vah- dâniyyetini ve Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin risâletini ikrâr edesin. Dedi ki; Bunu kabûl et- mem. Başka ne istersin. Buyurdu ki: Onu isterim ki, bu sâatde, bu iki kuvveti birbirine koyasın, sen Mekke-i Mükerremeye dö- nesin. Bunu kabûl etdim. Ammâ, Ebû Bekr ve Ömer ve Osmâ- nın başlarını keserim. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, Ey sefîh! Benim başımı kesmeyince onların başını nasıl ke- sersin. Ey Alî, sen gençsin. Henüz dünyâyı görmemişsin. İste-

mem ki, senin başını keseyim. Hazret-i Murtedâ buyurdu ki: Ben isterim ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin tevfîki ile, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin düâsı ile senin başını keseyim. Bu sözden Amr harâretlendi. Hemen atından inip, atını bırakdı. Hazret-i Alîye doğru yürüdü. Hazret-i Alî de “kerremallahü vecheh” atından inip, yaya oldu. Birbirine hamle edip, dolaşdılar. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, fırsatı bulup ceng arasında Zülfikârı ile bir darbe vu- rup, uyluğunu dibinden ayırıp, düşürdü. Hazret-i Alî, Amrın bacağını teninden ayırıp, yüzünü ondan döndürüp, uzaklaşır- ken, Amr, kendi kesilmiş bacağını eline alıp, hazret-i Alînin ar- dınca atdı. Öyle bir atdı ki, eğer hazret-i Alî, onun önünden sap- masa idi, o ayak parçası ile helâk olurdu. Hazret-i Alî “radıyal- lahü teâlâ anh” tekrâr dönüp, Amr bin Abdüdün başını kesdi. O sırada Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendi- miz hazretleri tekbîr alıp, buyurdu ki; (Alînin Amr bin Abdûd ile bir kerre karşılaşması, ümmetimin kıyâmete kadar olan ibâ- detlerinden hayrlıdır.)

Yirmiyedinci Menâkıb: Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” vasıyyetleri beyânındadır.

1– Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: (Yâ Alî! Sana beş yüz koyun vermemi mi, yoksa dînin ve dünyân kurtuluşuna sebeb olacak beş kelime ta’lîm etmemi mi sevgili tutarsın!) Ben dedim; kelimeleri isterim. Bir düâ öğ- retdiler. (Allahım! Benim günâhımı afv eyle! Hulkumü geniş eyle! Kesbimi [kazancımı] temiz kıl. Bana nasîb etdiğin şey’e kana’at edici eyle. Beğenmediğin şeye nefsimi meyl etdirme.) Sonra Resûlullah buyurdu ki: (Yâ Alî! Sonu üzüntü ve ağlamak olmıyan hiçbir sevinç ve neş’e yokdur.)

2– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eyler ki, Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu- lar: (Yâ Alî! Sen Kâ’be menzilesindesin! Bütün herkes Kâ’be- ye varır. Kâ’be hiçbir yere varmaz. Eğer bir kavm sana gelip, bu hilâfet emrini sana teslîm ederlerse, onlardan kabûl eyle! Eğer gelmezler ise, sen onlara varma.)

3– Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eyledi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen ehl-i Cennetsin. Yakın zemânda bir kavm gelir ki, onların lakabları olur. Onlara râfizî derler. Eğer sen onlara yetişirsen onları öldür ki, müşriklerdir. Ne Cum’a bi- lirler, ne cemâ’at bilirler! Ebû Bekr ve Ömeri seb’ ederler [kö- tülerler].)

4– Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâ- yet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri buyurdu ki: (Yâ Alî! Süâl etdim Allahü teâlâ hazretlerin- den ki, seni hilâfetde öne alsın. Üç kerre istedim. Allahü teâlâ ve tekaddes kabûl etmedi. Ebû Bekri öne aldı.)

5– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazret- leri rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazret- leri Fâtımayı sana tezvîc etdi. Ve ona yeri sıdâk [yeryüzünü mehr] kıldı. Her kim yeryüzünde sana buğz edici olduğu hâlde yürürse, bu yürümesi harâmdır.)

6– Ammâr bin Yâser “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş- dir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yâ Alî! Allahü teâlâ hazretleri seni bir zînet ile zînetlendirdi ki, dünyâyı terk etmek olan ve kendisine sevgili olan zühd ile zî- netledi. Öyle takdîr etdi ki dünyâdan birşeye nâil olmıyasın!)

7– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yâ Alî! Yalnız Rabbinden ümîd edici ol! Günâhından başka birşeyden korkma! Birşey sorduklarında bilmez isen, Allahü teâlâ bilir demekden ar etme.)

8– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu- lar ki: (Yâ Alî! Cimri ve bahîl olma. Yüzünü güler tutasın [gü- leryüzlü olasın]. Kerîm ve ikrâm edici olasın ki, mü’min yumu- şak yüzlü ve cömert olur. Münâfık kaba ve cimri olur. Benim ümmetimin cömertlerinin günâhları, güneşde buzun eridiği gibi erir.)

9– Ebû Mûsâ “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Re-

sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu- lar ki: (Yâ Alî! Ben kendim için râzı olduğum şeylere, senin için de râzı olurum. Kendim için kerîh gördüğüm nesneyi, se- nin için de kerîh görürüm. Kur’ân-ı azîm-üş-şânı cünüb oldu- ğun hâlde okuma. Rükû’ ve secdede Kur’ân-ı kerîmi okumıya- sın. Saçlarını başın üstünde topladığın hâlde nemâz kılmıya- sın.)

10– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Gayretli ol ki, Allahü teâlâ gayretli olanı sever. Sa- hî [cömert] ol ki, Allahü teâlâ sahî [cömert] olanı sever. Cesâ- retli ol ki, Allahü teâlâ ve tekaddes şecâ’ati sever. Eğer bir kim- se senden bir hâcet istese, onun hâcetini bitir. Eğer o kimse o hâcete lâyık değil ise, sen hâcet bitirmeğe lâyıksın!)

11– Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” hazretleri rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: (Yâ Alî! İnsanlar, Allahü teâlâ hazretlerine yaklaşıyo- ruz diye çalışıp-kazandıkları zemân, sen akl kesb eyle, tâ onla- ra sebkat edesin [onlardan ileri geçesin.] Allahü teâlâya dünyâ- da ve âhıretde yaklaşmak derece ve kıymetinin onlardan önde olması için gayret edesin.)

12– Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Baş ağrısı seni râhatsız edecek kadar olursa, iki eli- ni başın üzerine koyup, sûre-i Haşrın âhırini [sonunu] oku. “Lev enzelnâ” âyet-i kerîmesinden sonuna kadar oku.)

13– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Yalan söylemekden sakın. Eğer zan edersen ki, o yalan seni kurtarır, yalan söyleme. Sana doğru söylemek lâzım olsun. O doğru seni helâk edecek bile olsa, doğru söyle.)

14– Hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: (Yâ Alî! Beş kelime ki, Cebrâîl bana ta’lîm etmişdir. Onları sana ta’lîm etmemi mi seversin. Yoksa emr edeyim sana

beş keçi versinler, bunu mu seversin!) Hazret-i Alî dedi, (Yâ Resûlallah! Ben o beş kelimeyi severim.) Buyurdular ki: (Ey mahlûklara rızk veren! Ey fakîrlere rahmet eden! Ey zor du- rumda olanları kabûl eden! Ey mü’minlerin Velîsi! Ey rahmet edenlerin en rahîmi! Bana rahmet et, acı.)

15– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yâ Alî! Perşembe gününde bıyığını kırk ve tırnağını kes. Koltuğunu yol, kasığını traş eyle. Cum’a günü temiz elbise giy! Güzel koku isti’mâl eyle [sürün, kullan].)

16– Nizâmüddîn Abdül’vâhid ibni el Fadl el-Fermâdî, ceddi Ebül Kâsım Gürgânîden isnâd ile, o da Mûsâ Kâzım bin Ca’fer Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Alî Zeynel’âbidîn bin Hüseyn bin Alî bin Ebî Tâlibden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş- dir. Hazret-i Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Yâ Alî! Mer- cimek yemeğine devâm et ki, yetmiş Nebî mercimek yidiler ve ona bereket ile düâ etdiler. Sonuncuları Îsâ bin Meryemdir “alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”.)

Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şânlarını anlatan haberler hakkındadır.

1– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: (Beni mi’râca çıkardıkları o gece gördüm. Arşın aya- ğında yazılmış, ben birim, benden başka ilâh yokdur. Adn Cen- netini ben yaratdım. Yaratdıklarımdan Resûlüm Muhammedi seçdim. Onu Alî ile kuvvetlendirip, yardım etdim.)

2– Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu- lar ki: (Kıyâmet günü olunca; Arşın sağında benim için kırmızı yâkutdan bir kubbe kurarlar. Arşın solunda İbrâhîm halîlullah için yâkutdan bir kubbe kurarlar. Bir kubbe de Alî için benim ile İbrâhîm arasında beyâz inciden kurarlar. Siz iki Halîlin ara- sında olan Habîbi ne zan ediyorsunuz.)

3– Bilâl-i Habeşî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, mubârek yüzü

bedr olan aydan nûrlu olduğu hâlde bizim üzerimize çıkageldi. Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anh” karşılayıp, dedi ki, babam ve anam sana fedâ olsun; yâ Resûlallah, bu ne nûr- dur. Buyurdular ki: (Rabbimden azze ve celle müjde geldi, kar- deşim ve amcamoğlu ve kızımın zevci Alî “radıyallahü teâlâ an- hümâ” hakkında ki, Allahü tebâreke ve teâlâ o vakt ki, Fâtıma- yı Alîye tezvîc eyledi. Cennet hâzini Rıdvâna emr eyledi ki, Tû- bâ ağacını sallaya. Rıdvân da salladı. Tûbâ ağacından, bizim dostlarımızın adedince hüccetler saçıldı. Allahü teâlâ ve tekad- des nûrdan melekler yaratdı. Her meleğe o hüccetlerden bir hüccet verdi. O hüccetlerde yazılmışdır ki, Mustafânın ve ehl-i beytinin muhib ve muhlîsleri Cehennemden azâd olmuşdur.)

4– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet etmişdir. Buyurdular ki, (Kıyâmet günü olunca, bütün Peygam- berleri “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” bir yere top- larlar. Bir nidâ edici arş altından nidâ eder, yâ Enbiyâ cemâ’ati. Sizi sevenleriniz ile iftihâr edin. Ben Cihâr-ı yârim ile iftihâr ederim.)

5– (O kimseler ki, îmân getirdiler ve sâlih amel işlediler. Ya- kın zemânda Allahü rahmân onlara kendi dostluğunu, muhab- betini verir.) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki; ya’nî Allahü teâlâ onları dost tutar ve onları dost kılar ki, onları yer ve gök ehline sevdi- rir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü Sübhânehü ve teâlâ bir kulunu severse, Cebrâîl aley- hisselâma buyurur ki, filân kimseyi dost tutdum. Siz de dost tu- tun. Cebrâîl ve melekler de dost tutarlar.) Onlardan yine bir ni- dâ edici gökden nidâ eder ki, Allahü tebâreke ve teâlâ filân kimseyi dost tutdu. Siz de ey yer ehli onu dost tutunuz. Hepsi dost tutup, severler. Onun muhabbetini yer halkının da kalbine salar. Bütün yer ehli de muhabbet ederler. Abdüllah ibni Ab- bâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurur ki, âyet-i kerîmede, (vüdd) lafzından murâd, Alî bin Ebî Tâlibin “radıyallahü teâlâ anh” muhabbetidir ki, onu mü’minlerin kalbinde tatlı etmişdir.

6– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” haber vermişdir. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîfin-

de oturmuşduk. Ensârdan, Ebû Ukayl demekle ma’rûf bir kişi kalkıp, dedi ki: Yâ Resûlallah! Senden sonra nâsın hayrlısı kim- dir. Buyurdu ki: (Ebû Bekr-i Sıddîkdır). Ondan sonra kimdir. Buyurdu ki: (Ömer-ül Fârûkdur). Ondan sonra kimdir, dedi. Buyurdu ki: (Osmân bin Affândır). Ondan sonra kimdir, dedi. Buyurdu ki: (Alî bin Ebî Tâlibdir). O dedi ki: Neden amcan oğ- lu Alîyi sonraya bırakdın, dördüncü etdin. Hâlbuki o senin kar- deşindir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri buyurdular: (Vay sana yâ Ebâ Ukayl. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri yüzyirmidörtbin (den ziyâde) Nebîyi halk etdi. İnsanlara gönderdi. Beni cümlesinin sonu kıldığını bilmiyor musun!) Ebû Ukayl dedi ki: (Evet yâ Resûlallah!). Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benim Peygam- berlerin sonuncusu olmamın ne zararı oldu ki, halîfelerin dör- düncüsü olmasının Alîye de zararı olsun! Yâ Ebâ Ukayl! Mu- hakkak Allahü teâlâ ve tekaddes bana; Âdem aleyhisselâmın yaratıldığı vaktden kıyâmete dek îmân getiren kimselerin sevâ- bını bağışladı. Ebû Bekre de benim bâis olduğum vaktden [Pey- gamberliğim bildirildiği vaktden] kıyâmete kadar gelen ve Ebû Bekri seven mü’minlerin sevâblarını bağışladı. Alî bin Ebî Tâ- libe de, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine Şarkdan garba ibâdet edenlerin sevâbını bağışladı.)

7– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu- lar ki: (Biz kıyâmetde dört atlı [süvâri] oluruz ve halk aç ve su- suz ve çıplak olurlar. Ben kendi bineğim [atım] Burak üzerinde olurum. Sâlih Nebî “aleyhisselâm” Nâkatullah [devesi] üzerine biner. Fâtıma benim asbâ adlı devem üzerine biner. Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” Cennet develerinden bir deve üzerine biner ki, bâtını Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin havfından ve zâhiri Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin rah- metinden olur. Başı üzerine tâc koyarlar ki, sekiz rüknü olur. Onun rûşenliği sekiz Cennetden olur. O kıyâmetde benim önümde nidâ eder ki, (Lâ ilâhe illallah. Muhammedün Resûlul- lah). Melekler önünden geçerken, bu bir mukarreb melekdir, derler. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin cenâbından bir nidâ gelir ki: Yâ Ehl-e mevkıf. [Ey mahşer halkı.] Bu mukarreb melek veyâ Peygamber değil, Alî bin Ebî Tâlibdir.) Arş önüne

– 324 –

gelir ve der ki: Yâ Rabbî; her kim beni sever, muhabbet eder, senin zâtına muhabbet eder, sever. Sonra mahşer meydânında bir nidâ edici der ki, Ebû Bekr ve Ömerin sevenleri, sonra Alî- ye tâbi’ olanlar nerededir. Bunlar Râbi’a ve Mudar kabîleleri adedincedir.

8– Hazret-i Hasen bin Alî “radıyallahü teâlâ anhümâ” haber verir ki, babam mescidden döndü [çıkdı]. Ebû Bekr “radıyalla- hü teâlâ anh” hazretlerinin yüzüne bakdı. Ebû Bekr de baba- mın yüzüne bakdı. Dedi ki: Yâ Ebâ Bekr! Ne olmuş bana ki, sen bana böyle uzun nazar edersin. O buyurdu ki, evet ondan dolayı nazar ederim [bakarım] ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim, buyurdu ki, (Kıyâmet günü, sırat üzerinden, Alî bin Ebî Tâlibin, eline buyruk verme- diği kimseler geçemez!) Sonra babam da dedi ki: (Yâ Ebâ Bekr! Sen bana müjde verdin. Ben de sana müjde vereyim mi.) (Evet ver) dedi. Yâ Ebâ Bekr! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana kavminden gizlide [tenhâda] vasıyyet buyurdular ki, (Yâ Alî! Kıyâmet günü sırat üzerinde, Ebû Bekri ve Ömeri ve Osmân hazretlerini sâdık olarak sevmi- yenlerin eline sıratı geçmeleri için ruhsat verme “radıyallahü teâlâ anhüm”.) Yâ Rabbî! Bizi bu dört halîfeyi sevenler ile haşr et!

9– Câbir “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” Arafatda idi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” karşılarında idi. Buyurdu: (Yâ Alî! Bana yakın ol. Tenini benim tenime değdir ki, beni ve seni halk etdiler bir ağaçdan ki, ben o ağacın aslıyım. Sen fer’isin. Hasen ve Hüseyn o ağacın budaklarıdır [dallarıdır]. Her kim o ağaçdan bir dala yapışırsa, Allahü teâlâ hazretleri o kimseyi Cennete dâhil kılar. Yâ Alî! Eğer benim ümmetim sana buğz ederler ise, Allahü teâlâ ve te- kaddes, azâb meleklerine buyurur: Tâ onları burunları ve yüz- leri üstüne çeke çeke Cehenneme iletirler.)

10– Berâ’ bin Âzib “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile berâber idik. Vedâ haccına geldik. Gadîr-i Hum dedikleri menzile kon- duk. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana buyurdular ki, (Nidâ et ve söyle, Essalâh! Essalâh!) Es-

– 325 –

hâb-ı güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hepsi top- landılar. Buyurdular: (Ben her mü’mine kendi nefsinden evlâ değil miyim.) Dediler ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Buyurdular ki, (Benim ezvâcım [hanımlarım] mü’minlerin annesi değil midir.) Dediler ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Sonra Alî hazretlerinin elini tutup, buyurdular ki, (Bu mevlâsıdır o kimsenin ki, ben onun mevlâsıyım. Allahım, dost tut o kimseyi ki, bunu dost tutar. [Bunu seveni sen de sev.] Düşman tut o kimseyi ki, bunu düş- man tutar [Bunu sevmiyeni sevme].)

11– Resûl aleyhisselâm buyurdular ki, (Kıyâmet günü ben gelirim. Alî benim ile olur. Livâ-i hamdi elinde tutar. Onun üze- rinde iki parça olur. Biri sündüsden ve biri istebrakdan.) Bir arâbî, huzûr-ı şerîflerinde ayak üzerine kalkıp, dedi ki, babam ve anam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Hazret-i Alî kâdir olur mu [gücü yeter mi] Livâ-i hamdi götürmeğe. Buyurdular ki, (Niçin kâdir olmasın ki, ona üstün hasletler verilmişdir. Onun sabrı benim gibidir. Hüsnü [güzelliği] hazret-i Yûsüf aleyhisse- lâmın hüsnü gibidir. Kuvveti hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmın kuvveti gibidir. Livâ-i hamd elinde olur. Bütün mahlûklar kıyâ- met günü benim livâm altında olur.)

12– Hayber gazâsından döndüler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Eğer insanlar yanlış anlıyarak Îsâ aleyhisselâma söyledikleri gibi söy- lemiyeceklerini bilseydim, senin hakkında çok sözler söyler- dim. O zemân insanlar ayağının tozunu bereketlenmek için alır- lardı. Abdest aldığın su ile istişfâ ederlerdi. Lâkin sana kifâyet eder ki, sen bana Hârûn aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma ya- kınlığı gibisin. Fekat bu kadar var ki, benden sonra Peygamber gelmez. Seni, benim sünnetim üzerine şehîd ederler. Sen âhıret- de bendensin. Benim havzım üzerine halîfem olursun. O Cen- net libâsı ile libâslanan olursun. Benim ümmetimden evvel Cennete girersin. Seni sevenler nûrdan minber üzerinde olur- lar. Ve yüzleri beyâz ve nûrlu olur. Onlara şefâ’at ederim. Ya- rın benim komşum olurlar. Senin cemâ’atin benim cemâ’atim- dir. Senin sulhün benim sulhümdür. Senin sırrın benim sırrım- dır. Senin âşikârın benim âşikârımdır. Evlâdın benim evlâdım- dır.) Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” şükr secdesi edip, de- di ki, Allahü teâlâ hazretlerine hamd olsun ki, beni islâm ni’me-

– 326 –

ti ile ni’metlendirdi. Bana Kur’ân-ı azîm-üş-şânı ta’lîm eyledi. Beni, mahlûkların en üstünü ve Peygamberlerin sonuncusu ve efendisine, fadlı ile, keremi ile sevdirdi.

Yirmidokuzuncu Menâkıb: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben, Ömer bin Hattâb ve Osmân-ı Zin- nûreyn, hazret-i Âişenin “radıyallahü teâlâ anhâ” evine Resû- lullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ba’zı müşkillerimizi süâl edelim diye geldik. Hücre-i şerîfenin kapısına erişdik. O sı- rada, kapının önünde, bir ejderhâ durur idi. O zemâna kadar öyle yaratılmış bir ejderhâ görmemiş idik. Korkduk, geri dön- dük. Ben dedim ki, buna Alî ibni Tâlibden başkası mukâvemet edemez. Zîrâ o heybetli, mertdir. Hemen hazret-i Ömer geriye bakıp, dedi ki: yâ Ebâ Bekr; işte Alî bin Ebî Tâlib, geliyor. Ben dedim, yâ Alî! Bu ejderhâyı görür müsün. Bizi hışmından geri döndürdü. Hazret-i Alî ejderhâyı gördü. Yenini açdı. İşâret et- di ki, gel yenime gir. Ejderhâ da tevâzu’ ile başını yere koyup, gelip, yenine girdi. Alî de yenini kapatdı. Resûl-i kâinât aleyhi efdal-i salevât hazretlerinin huzûr-i şerîflerine vardık. Buyurdu- lar: (Yâ Ebâ Bekr. Alî ne yapdı). O sırada hazret-i Alî geldi. (Yâ Ebel Hasen [Hasenin babası]. Nedir, yenindeki) buyurdu. Dedi ki, yâ Resûlallah! Bir ejderhâdır ki, Ebû Bekr, Ömer ve Osmâna karşı gelmiş. Resûl-i kâinât efdalüt-tehıyyât hazretleri, tebessüm edip, buyurdular. (Yâ Ebel Hasen! O ejderhâ değil- dir. O bir melekdir ki, Allahü teâlâ hazretlerine bir sehvi sebe- bi ile ejderhâ sûretine değişdirildi. Kapıda, seni görüp, şefâ’at istemek için durmuş idi. Ben Allahü teâlâ ve tekaddes hazretle- rinden şefâ’at dileyeyim ki, o meleği evvelki mertebesine getir- sin. Ne zemân ki, ben şefâ’at etdim. Allahü teâlâ ve tekaddes benim şefâ’atimi kabûl etdi. Şimdi, yenin ağzını aç.) Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” yeninin ağzını açdığı gibi, gördük, bir yeşil kuş çıkıp, uçdu. Sadaka Muhammed, sa- daka Muhammed, diye söylerdi.

Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i Alî bin Ebî Tâlib “kerremalla- hü vecheh” buyurdu ki, Resûl-i kâinât aleyhi efdalüttehıyyât hazretlerinin huzûr-u şerîflerine vardım. Mubârek ve münevver yüzlerini neş’eli buldum. Selâm verdim, oturdum. Dedim; yâ Resûlallah! Sizi şâd-ü hurrem [neş’eli] gördüm. Eğer Allahü teâlâ hazretlerinden sevindirici bir buyruk nâzil olmuş ise haber

veriniz de, sizinle berâber sevinelim. Buyurdular ki: (Yâ Alî! Cebrâîl aleyhisselâm bana haber verdi ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Cennet-i Adnı yaratdı. O Cennete kendi yed-i ile kırmızı yâkutdan bir ağaç dikdi. Ona kökünü yere geçir, dal- larını dışarı çıkar diye emr etdi. O ağaç da köklerini yere geçi- rip, dışarı yediyüzbin dal çıkardı. Her budak [dal] üzerinde ye- diyüzbin kırmızı yâkutdan kasr [köşk], her kasrda yediyüzbin oda, her odada bir kapu, her kapuda bir taht, her taht üzerinde bin döşek ve döşeğin kalınlığı bin arşın, her taht üzerinde bir hûrî, onun karşısında kırkbin kul [hizmetci] ve kırk bin câriye ve her oda ta’âmdan ve şerâbdan ve elvândan, o şeyleri yaratdı ki, ne gözler görmüş ve ne kulaklar işitmiş ve ne bir beşerin hâ- tırına gelmiş olsun.) Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Yâ Alî! Bunlar sana ve se- ni ve evlâdını sevenleredir. Her kim sana buğz ederse, muhak- kak bana buğz etmişdir. Her kim bana buğz ederse, benim şe- fâ’atime kavuşamaz.)

Otuzbirinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü an- hümâ” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü anhâ” hazretlerini, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü anh” hazretlerine nikâh etdi. Fâ- tıma-tüz-zehrâ dedi ki, yâ Resûlallah! Beni tezvîc etdin bir fa- kîr kimseye ki, hiçbir nesnesi yokdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Yâ Fâtıma! Sen râzı ol- maz mısın ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri yer ehlinden iki kimseyi seçdi. Biri babandır, biri zevcindir.)

Otuzikinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâ- lâ anhümâ” buyurdular ki, bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bizim ile ikindi nemâzını kıldı. Son- ra, mubârek arkasını mihrâba dönüp, buyurdu: (Ey insanlar! Ey muhâcir ve ensâr! Size Alî bin Ebî Tâlibin fazîletlerinden haber vereyim mi?) Biz evet, analarımızı ve babalarımızı fedâ ederiz, dedik. Buyurdu ki: (Benim habîbim Cebrâîl aleyhisse- lâm beni mi’râca iletdiği gece, dördüncü gökde bir şahsı gör- düm. Bir taht üzerinde oturmuş. Alî bin Ebî Tâlibin şahsı gibi. Ben durdum ona bakdım. Cebrâîl aleyhisselâm bana ne şey se- ni durdurdu, dedi. Dedim ki: Yâ habîbim Cebrâîl! Bu Alî bin Ebî Tâlibdir ki, benden önce gelip, bu mekâna oturmuşdur.

Cebrâîl dedi ki: Bu hazret-i Alî değildir. Velâkin, semâvâtın melekleri hazret-i Alînin dîdârına ve ziyâretine meşgûl ve müş- tak oldukları için, Allahü teâlâ hazret-i Alî sûretinde bir melek halk etdi. Bu göklerin melekleri bu melek önüne gelip, bunu zi- yâret ederler. Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” hazret- lerine iştiyâklarından dolayı, bu melek üzerine selâm verirler. Var ona yakın ol. Üzerine selâm ver. Ben de yanına vardım. Onu kucakladım. O da beni kucakladı. Ondan Alî bin Ebî Tâ- libin “radıyallahü teâlâ anh” kokusunu duydum.)

Otuzüçüncü Menâkıb: Hazret-i Câbir bin Abdüllah “radı- yallahü teâlâ anh” bildirmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden, Alî bin Ebî Tâlibin doğumun- dan soruldu. Buyurdu ki: Doğan evlâdın iyiliğinden süâl ediniz. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Alî “kerremallahü vec- heh” ile beni aynı nûrdan halk etdi. Her ikimiz bir nûrdanız. Gökleri ref’ etmeden evvel ve yerleri bast etmezden evvel, bizi halk etdi. Biz, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin huzûrun- da tesbîh ederdik. Yok olmadan bir neslden bir nesle intikâl et- dik. Tâ Abdülmuttalibe erişdik. Sonra ben, Abdüllaha intikâl- den sonra, Âminede vedî’a olundum. Hazret-i Alî, Ebû Tâlibe intikâlden sonra, Fâtıma binti Esed katına vedî’a olundu. Alla- hü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bizi pâk ve tâhir vücûda ge- tirdi. Sonra hazret-i Alî Fâtıma binti Esedde karâr tutdu. Me- lekler müjde verdiler. O zemân bir adam rü’yâsında gördü. Sü- âl etdi, bu doğan kimdir. Dediler, o Alîdir. O vücûda geldiği vakt, Mekke-i Mükerremede zelzele oldu. Putların hepsi yüz üstü düşüp, ehl-i Mekkenin cümlesi korkup, dediler ki, bu gece bir yeni hâdise zuhûr etdi. Onlar bu hâlde iken bir nidâ edici ni- dâ etdi. Hâlbuki hiç kimseyi görmediler. Hazret-i Alî anası Fâ- tıma binti Esedden doğdu. Gök onun nûru ile ışıklandı. Yıldız- lar ziyâde oldu. Kureyşliler bundan bir acâiblik, hayret edicilik gördüler. Nidâ olundu. (Müjdeler olsun size ki, bu gece, müş- rikleri kahr edici, münâfıklara gadab edici, âbidlerin süsü, Re- sûl-i Rabbil’âlemînin mührü, imâm-ül Hüdâ, göklerin yıldızı, karanlıkların lâmbası zuhûra geldi [bu gece doğdu]).

Otuzdördüncü Menâkıb: Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerre- mallahü vecheh ve radıyallahü anh” buyurdular ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarında

oturmuşdum. Elimi tutdu. Medîne-i Münevverenin sokakların- da berâber dolaşdık. Bir bostâna geldik. Dedim, yâ Resûlallah! Ne iyi bostândır. Buyurdu ki: Yâ Alî! Senin için Cennetde bun- dan iyi bostân vardır. Bir bostâna dahâ geldik. Yine dedim; yâ Resûlallah! Ne güzel bostândır. Buyurdu ki: Senin için Cennet- de bundan iyi bostân vardır. Böylece yedi bostândan geçdik. Hepsinde ben dedim, ne iyi bostândır. O “sallallahü aleyhi ve sellem”, senin için Cennetde bundan iyi bostân vardır, buyurdu. Yol tenhâlaşdı. Beni kucakladı. Kendi ağlamağa başladı. Beni de ağlatdı. Ben dedim, yâ Resûlallah! Ne şey sizi ağlatdı. Bu- yurdu ki: (Bir tâifenin kalblerinde bulunan ve sana âşikar etme- dikleri düşmanlıkları için ağlarım.) Ben dedim ki; yâ Resûlal- lah! Ben dînimde selâmetde olur muyum. Buyurdu ki; (Evet, dîninde selâmetde olursun!)

Otuzbeşinci Menâkıb: Abdüllah bin Ebî Leylâdan “radıyal- lahü teâlâ anh” rivâyet olunmuşdur. Alî “kerremallahü vec- heh” hazretleri ile giderdik. Gördük ki, yaz libâsını kışın, kış li- bâsını yazın giyerdi. Bu durumdan süâl etsin diye babama söy- ledim. Babam da süâl etdi. Buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hayber günü haber göndererek, beni ça- ğırdı. Hâlbuki gözlerim ağrıyordu. Gitdim, dedim, yâ Resûlal- lah! Benim gözlerim ağrıyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretleri ağzının suyunu benim gözlerime sürüp, buyurdular ki, (Yâ Rabbî! Soğuk ve sıcağın te’sîrini ondan gi- der!) O günden beri ne göz ağrısı gördüm. Ve ne soğuk, ne sı- cak te’sîri gördüm.

Otuzaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri, (Yarın sancağı bir kimseye vere- ceğim. Allahü teâlâ onu sever. O da Allahü teâlâyı sever) bu- yurdu. Bayrağı hazret-i Alîye verdiler. Ve Hayberi feth etdi. Bu bâbda ihtilâf vardır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, evvelâ Hayber hisârını feth etmesi için bayrağı Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine verdi. Haz- ret-i Ebû Bekr Hayberi feth edemedi. Din âlimleri bu konuda çeşidli açıklamalarda bulundular. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyalla- hü teâlâ anh” gitdiği zemân müslimânlar az idi. Kâfirler çok idi. Az müslimânlara çok kâfirler ile muhârebe etmek vâcib değil- di. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” gitdiği zemân, müsli-

– 330 –

mânlar çok idi. Kâfirler az idi. Çok olan müslimânlara kâfirler ile muhârebe etmek vâcib idi.

Süâl: Hayberin fethi Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri elinde ol- madı. Hazret-i Aliyyül Mürtedâ elinde oldu.

Cevâb: Ma’lûmdur ki, Resûl-i kibriyâ Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri islâmın sultânı idi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri vezîri idi. Her feth sultân askeri ile olur. Sultânın askerinin fethi de sultâ- nın kalbinin kuvveti ile olur. Sultânın askeri ile fethin olmama- sı, sultânın kalbinin za’îfliğindendir. Sultânın vezîri sultânın önünde hâzır olmalı ki, sultânın kalbi kuvvetli olsun. Sultânın vezîri yanında olmazsa, sultânın kalbi za’îf olur. Ebû Bekr-i Sıd- dîk “radıyallahü teâlâ anh” bayrağı alıp, gitdi. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek kalbleri muzdarib olup, za’îf oldu. Mubârek kalblerinin za’îf olması se- bebi ile Hayberin fethi müyesser olmadı. Ebû Bekr “radıyalla- hü teâlâ anh” hazretleri Resûlullahın yanında hâzır olup, bay- rağı bırakdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retlerinin mubârek kalbleri mutma’în olup, kuvvetli oldu. Mu- bârek kalblerinin kuvveti vâsıtası ile Hayberin fethi müyesser oldu. O feth ki, Aliyyül Mürtedânın “radıyallahü teâlâ anh” mubârek eli ile müyesser oldu. Hazret-i Server-i kâinâtın “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kalb-i şerîflerinin kuvveti ile hâ- sıl oldu. Mubârek kalblerinin kuvveti ise, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerinin huzûrları ile hâsıl oldu.

İkinci cevâb: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” haz- retlerinde bulunan bir çok hasletler Aliyyül Mürtedâ “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretlerinde yok idi. Allahü teâlâ, kulluk et- mek ve vera’ ve haşyet, sıdk ve rahmet sıfatları ile Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerini süsledi. Fesâhat ve belâgat ve mehâbet ve mertlik ve şecâ’at ve muhâberât sıfatı ile Aliyyül mürtedâ “ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretlerini süsledi [zînetledi]. Böylece ta’n edenlerin ta’nı ve buğz edenlerin buğzu ve hîle yapıp aldatanla- rın hîlesi ortadan kalksın. Emîr-ül mü’minîn Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” Hayberi feth etdi. Hayberin kapısı dört bin batman idi. Ağacı ve demiri ve çivileri ile berâber; ba’zıları dediler onbeşbin batman idi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ

anh” Hayberi feth edince bu ağır kapıyı kopardı. Sağ eline Zül- fikârı alıp, bir vuruşla kapıyı dağıtdı. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu hâli gördü, mu’ciz beyânları ile Şâh-ı merdânı medh edip, (Alîden başka genç ve Zülfikârdan başka kılınç yokdur!) buyurdu.

Otuzyedinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Mekke-i Mükerremeyi feth etdiler. Mekke- de yüzkırk put vardı. Yüzaltmış put da Beyt-i şerîfin çevresinde vardı. Temâmı yüz üzerine düşdüler. [Parçalandılar.] Beyt-i şe- rîfin içinde büyük bir put var idi ki, taştan yapılmışdı. O kaldı. O putun ağırlığı Hayber kapısının ağırlığından çok idi. O putu zincirler ve çiviler ile tavana ve dıvâra bağlamışlar idi. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Kâ’be-i şerîfe geldi. Hazret-i Alîyi çağırdı ve buyurdu ki, (Yâ Alî! Benim omuzum üzerine çık. Bu putun bendlerini yerinden kopar.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah! Ben kim ola- yım ki, ayağımı mubârek omuzunun üzerine koyayım. İşte be- nim vücûdum ve başım; yüzüm ve gözüm. Siz benim omuzum üzerine basınız. Bu işi nasıl arzû ederseniz, öyle yapınız.) Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen benim gayret ve hamiyyet, nübüvvet ve risâlet yü- kümü çekecek kuvvet ve tâkati bulamazsın. Eğer ben gayret ve hamiyyet ile ayağımı yedinci göke koysam, yedi kat gök ve ye- di kat yeri ayağımın altında mahv ederim.)

Nükte: Ey müslimânlar! Hadîs-i şerîfler ile sâbit olmuşdur ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri hicret gecesinde [mağarada] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerini bir mikdâr kendi omuzunda götürmüşdür. Râfizîler Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” buğz ederler. Bu söz, ateşde mumun eridiği gibi, onların buğzlarını eritir. Sonra, emr-i şerîfleri ile, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek omuzuna basıp, bir eli ile o putu bütün zincirleri ile, çivileri ve bentleri ile o yerden ayırıp, atdı. Resûlullah hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! O işi ki emr etdik, mertce yapdın.) Alî “radıyallahü anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Ben öyle bir yerdeyim ki, eğer emr ederseniz felek [gök] içinden ayı ve güneşi çekerim.

Otuzsekizinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mi’râc gecesi Arş makâmında bir zemân oturup, buyurmuşlar ki, istedim ki na’lını ayağımdan çıkarayım. Allahü teâlâ buyurdu ki, Benim Habîbim, ma’dem ki Arşı alâ- da na’lın ile durmuş. Sen arş makâmında öyle dur ki, Arş-ı me- cîd senin na’lının ile şereflensin. Pâdişâh-ı lem yezel ve lâ yezâl [ya’nî Allahü teâlâ] Arş-ı azîmi Muhammed Mustafâ “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek na’lınları ile zînetlesin. O serverin akrabâsı olan hazret-i Alîye, bir hâricînin kalbinde buğz var ise, mumun ateş üzerinde yok olduğu gibi o hâricî mahv olmuşdur.

Otuzdokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâyı “ra- dıyallahü teâlâ anhâ” hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” tezvîc etdiklerinde buyurdukları vasıyyetleri beyânındadır.

Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yâ Alî! Geli- ni kendi evine götürdüğün zemân, çorabını ayağından çıkar. Ayağını yıka. O suyu evin bütün köşelerine saç. Böyle yapınca, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri senin evinden yetmiş dürlü fakîrliği dışarı çıkarır. Yetmiş dürlü bereketi evine dâhil eder. Yetmiş rahmeti sana nâzil kılar. O gelin ile ve onun bereketi evin köşelerine erişir. O gelin, delilikden ve diğer hastalıklar- dan emîn olur. Yâ Alî! Gelini ilk hafta, yoğurt yimekden, ayran yimekden, sirke ve ekşi yimekden men’ et!) Hazret-i Alî “ker- remallahü vecheh”, Yâ Resûlallah! Neden ötürü bu şeyleri ver- memem gerekdir, diye sordu. Buyurdu ki: (Ondan dolayı ki, turşu ve yoğurt ve ayran, rahmde evlâd olmasına mâni’ olur. Evde bir hasır olması, doğurmayan kadından iyidir.) Hazret-i Alî, dedi ki: Yâ Resûlallah! Sirkenin illeti nedir. Buyurdu ki: (Sirke yiyen kadının hayzı zahmetli olur ve temizliği uzar. Ke- şenç yimek, hayzı karında habs eder. Eğer Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir evlâd verirse, doğumu zor olur. Ammâ ekşi elmâ yimek, hayz kanını keser. Onun ardından başka hastalık zuhûr eder.) Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî, ayın evvelinde, ortasında ve sonunda ehline yakın olma ki, o hanımda ve o evlâdda cüz- zam ve dîvânelik [delilik] ve pislik olmasından korkulur. Yâ Alî! Ehline asr [ikindi] nemâzından sonra yakın olma. Eğer Al-

– 333 –

lahü tebâreke ve teâlâ bir evlâd nasîb ederse ahvel [şaşı] olur ve şeytân şaşı evlâda sevinir. Yâ Alî! Ehline yakınlık etdiğin vakt çok konuşma ki, eğer bir evlâd olursa, yiyici olur. Avret yerine bakma. Sohbet esnâsında gözünü yumma. Evlâda körlük geti- rir. Yâ Alî! Kendi ehline bir başka kadının şehveti ile yakın ol- ma ki, eğer bir evlâd olur ise muhannes olur. Kadınlara benze- meye çalışır. Yâ Alî! Cünüb olduğun zemân kat’i olarak Kur’ân-ı azîm-üş-şânı okumayasın ki, korkulur ki, gökden bir ateş inip, seni yakar. Cünüb hâlde sohbet etme. Senin bir su ka- bın, ehlinin bir su kabı olsun. Ayrı ayrı su kapları ile temizleni- niz. Eğer bir su kabından ikiniz yıkansanız, şehvet şehvet üzeri- ne düşer. Aranıza düşmanlık düşer. Korkulur ki, talâk ve iftirâ- ka müncer olur. Yâ Alî! ikiniz de ayakda iken sohbet etmeyiniz [yaklaşmayınız], eşekler böyle yapar. Eğer çocuk olur ise, döşe- ğe bevl eder. Yâ Alî! Ehlinle bayram geceleri buluşma! Eğer çocuk olur ise altı parmağı veyâ dört parmağı olur. Yâ Alî! Eh- linle meyve ağacı altında buluşma ki, eğer çocuk olur ise kâtil olur, kan dökücü olur. Halka zulm eder. Yâ Alî! Ay ışığında eh- line yakın olma. Meğer bir yerde örtünülmüş olasın. Eğer bir çocuk olursa, fakîrlikden ömür boyu kurtulamaz [emîn olmaz]. Yâ Alî! Ezân ile ikâmet arasında ehline yakın olma ki, eğer bir çocuğunuz olur ise, kan dökmeğe hevesli olur. Yâ Alî! Hanımın hâmile olduğu zemân abdestsiz ona yakın olma. Eğer çocuk olursa kör gönüllü ve bahîl elli olur.

Yâ Alî! Şa’bânın ortasında, Berât gecesi ehline yakın olma, eğer aranızda bir çocuk olursa, derisinde, tüylerinde ve yüzün- de kötü nişânlar olur. Yâ Alî! Hanımına bacısının [baldızının] şehvetiyle yakınlık etme ki, eğer bir çocuk olursa, hırsız olur ve halkın felâketi onun eli ile olur. Yâ Alî! Ehline etrâfında dıvâr olmıyan damda yakın olma ki, eğer aranızda bir çocuk olursa, münâfık ve mürâi, mübtedi’ [bid’at sâhibi] ve kumarbâz olur. Yâ Alî! Sefere çıkacağın gece ehline yakın olma ki, eğer bir ço- cuk olursa, malını harâm yerlere harc edici olur. Sonra meâl-i şerîfi (Malını saçıp dağıtanlar, şeytânın kardeşleridir) âyet-i ke- rîmesini okudular. [İsrâ sûresi 27.ci âyet-i kerîmesi.]

Yâ Alî! Üç günlük seferden geldiğin gecesi ehline yakınlık etme. Bir çocuk olursa zâlim olur. Yâ Alî! Pazartesi gecesi eh- line yakınlık edersen, aranızda bir çocuk olursa, hâfız-ı Kur’ân

– 334 –

olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kısmetine râzı olur. Yâ Alî! Salı gecesi ehline yakınlık edersen, çocuk hâsıl olursa, mü’min olur ve iyi huylu olur. Rahîm gönüllü [yumuşak kalbli], cömert elli, yalandan, bühtândan ve gıybetden temizlenmiş dil- li olur. Yâ Alî! Perşembe gecesi ehline yakınlık et ki, eğer ço- cuk olur ise, hikmeti çok hakîm olur. Ve ilmi çok âlim olur ki, ilmi ile âmil olur. Perşembe günü öğleden evvel ehline yaklaş- san, eğer aranızda bir çocuk olursa, aslâ şeytân ona ölene kadar yaklaşamaz. Dünyâda ve âhıretde selâmetde olur. Eğer Cum’a gecesi ehline yakınlık edersen, bir çocuk olur ise, Kâri-i Kur’ân olur. Veyâ hatib olur. Veyâ Vâiz olur. Eğer Cum’a günü hanı- mına yakınlık edersen, bir çocuk olursa, âlim olur. Dindârlığı ile ma’rûf ve meşhûr olur. Eğer Cum’a gecesi işâ [yatsı] nemâ- zından bir sâat sonra ehline yakınlık edersen, eğer bir çocuk olursa, ebdallar [velîler] cümlesinden olur. Yâ Alî! Ehline gece- nin evvel sâatinde yakınlık etme ki, eğer bir çocuk olursa câdı ve kâhin olur. Dünyâyı âhıret üzerine tercîh eder. Yâ Alî! Be- nim vasıyyetlerimi ezberle ki, Allahü teâlânın izni ile sana fâide versin.)

Kırkıncı Menâkıb: Diğer vasıyyetleri açıklamakdadır. Emîr-ül mü’minîn Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” ri- vâyet buyurmuşlardır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni huzûr-u şerîflerine çağırdı. Buyurdular ki: Yâ Alî! Sen bana Hârûn aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma olduğu gi- bisin. Fekat benden sonra Resûl gelmez. Sana vasıyyet ederim, dinleyip, ezberlersen, şükr edenlerden olursun ve şehîd olur- sun. Allahü teâlâ hazretleri seni kıyâmet gününde fakîh ve âlim olarak diriltir.

Yâ Alî! Bil ki mü’minin üç alâmeti olur. Nemâz kılmak, oruc tutmak ve sadaka vermek. Münâfıkın da üç alâmeti olur. Baş- kalarının yanında nemâzın rükû’unu ve sücûdunu [secdesini] tam yapar. Tenhâda hiçbir rüknü yerine getirmez. Medh etdik- leri zemân seve seve yapar. Allahü teâlâ hazretlerini açıkda çok zikr eder. Yalnız kalınca Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerini unutur.

Yâ Alî! Zâlimde de üç alâmet olur: Kendinden aşağı olana kahr eder [baskı yapar]. Kâdir olduğu [gücü yetdiği zemân]

– 335 –

halkın malını zor ile alır. Nereden yiyip, giyindiğini hiç incele- mez.

Yâ Alî! Kıskançlarda da üç alâmet olur: Herkesin huzûrun- da, karşısındakine yaltaklanır. Gıyâbında onu gıybet eder. Her kime musîbet erişirse, sevinir. Yâ Alî! Münâfıkda da üç alâmet olur: Söz söylese yalan söyler. Bir şey va’d etse, va’dinde dur- maz. Yanına emânet koysalar, hıyânet eyler. Yâ Alî! Tenbeller içinde üç alâmet olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin tâ’atinde tenbellik eder. Kusûrlu amel eder. Ameli zâyi’ olur [boşa gider]. Nemâzı te’hîr eder. Hattâ vaktini de geçirir.

Yâ Alî! Tevbe eden kimsede üç alâmet olur: Harâmlardan perhîz eder [kaçınır]. İlm öğrenmekde gayretli olur. Nasıl ki, göğüsden [memeden] çıkan sütün geri girme ihtimâli olmadığı gibi, günâha bir dahâ geri dönmez. Yâ Alî! Akllı kimsede üç alâmet olur. Dünyâyı hor, zelîl tutar. Cefâlar çeker. Kıtlık vak- tinde sabr eder.

Yâ Alî! Sabr edende de üç alâmet olur: Kendini ziyâret et- miyenleri kendisi ziyâret eder. Onu mahrûm edenlere bağışda bulunur. Kendine zulm edenlere karşı durmaz; karşı koymaz.

Yâ Alî! Ahmak olanın üç nişânı vardır: Allahü teâlâ hazret- lerinin farzlarında tenbellik eder. Abes sözleri çok söyler. Alla- hü teâlâ hazretlerinin mahlûklarına eziyyet eder.

Yâ Alî! İyi bahtlı olanın üç nişânı vardır: Halâl yir. Kendi şehrindeki ilm meclisinde hâzır olur. Beş vakt nemâzı imâm ile kılar.

Yâ Alî! Bedbaht olanda üç nişân vardır: Harâm yir. Ulemâ- dan uzak olur. Nemâzını özrsüz yalnız kılar.

Yâ Alî! İyi işleri olanın üç alâmeti vardır: Allahü teâlâya tâ- atde acele eder. Harâm etdiklerinden sakınır. Kendine kötülük eden kimseye iyilik eder.

Yâ Alî! Kötü amelli olanın üç alâmeti vardır: Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin emrlerini yapmakda tenbellik eder [gev- şek davranır]. Herkese ziyânı dokunur. Kendisine iyilik edene, kötülük eder.

– 336 –

Yâ Alî! Sâlih olan kulun üç alâmeti vardır: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ile iyi amel işlemek için sulh eder. Kendi dî- nini ilmi ile kuvvetlendirir. Kendisine ne beğenir ise, halka da onu beğenir.

Yâ Alî! Perhîzkâr olanın [sakınan, müttekî olanın] üç nişânı vardır: Kötüler ile berâber olmakdan kaçınır [sakınır]. Harâma düşmek korkusundan halâlden sakınır ve yalandan kaçınır.

Yâ Alî! Günâhkârların da üç alâmeti vardır: İşlerinde yanı- lır ve hatâ eder. Lehv ve la’b ile [oyun ve çalgı ile] meşgûl olur. Unutkan olur. Yâ Alî! Kara gönüllü olan kimsenin üç nişânı olur: Za’îflere acımaz. Az nesneye kanâ’at etmez. Va’z ve nasî- hat ona fâide vermez.

Yâ Alî! Sâdık olanın üç nişânı vardır: İbâdet etmesini gizler.

Mübtelâ olduğu musîbeti gizler.

Yâ Alî! Fâsıkda üç nişân vardır: Fitne ve fesâdı sever. Halka hastalık ve musîbet ister. İyi amelden kaçar.

Yâ Alî! Süflî olanın üç nişânı vardır: Akrabâsını azarlar. Komşularına eziyyet eder. Günâh işlemeyi sever. Yâ Alî! Alla- hü teâlânın red etdiği kimsenin üç alâmeti vardır: Yalanı çok söyler. Yalan yere çok yemîn eder. Halka sıkıntı verir, hâcetini halk üzerine yükler.

Yâ Alî! Âbid olanın üç nişânı vardır: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin ta’zîminden kendi nefsini zelîl tutar, Şehvet- lerini terk eder. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin rızâsı için huzûrunda çok durmağı âdet eder.

Yâ Alî! Muhlis olanın üç nişânı vardır: Kâdir olursa [gücü yeterse] afv eder. Malının zekâtını verir. Sadaka vermeği sever.

Yâ Alî! Bahîlde üç nişân vardır: Açlıkdan korkar. Birşey is- teyenden korkar. Kendine iyilik eden kimseye, içindekinin hi- lâfına [aksine] dili ile hayr söyler.

Yâ Alî! Yüreksiz olanın üç nişânı vardır: Korkak olur. Gön- lü [kalbi] katı olur. Havf edici olur. Yâ Alî! Sâbir [sabr edici] olanın üç nişânı vardır: Tâat etmeğe sabr eder. Mâ’siyyeti terk etmeğe sabr eder. Allahü teâlâ hazretlerinin ahkâmına sabr eder.

Yâ Alî! Senin dostun olanın üç alâmeti vardır: Malını sana fedâ eder. Nefsini sana fedâ eder. Senin sırrını gizli tutar.

Yâ Alî! Fâcir olanın üç nişânı vardır: Yemîn etmekle öğü- nür. Hanımları aldatır. Çok bühtân eder.

Yâ Alî! Kâfirin üç nişânı vardır: Allahü teâlânın dîninde şek [şübhe] eder. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin dostları- nı düşman tutar. Rabbine tâat ve ibâdetden gâfil olur.

Yâ Alî! Rahmetden uzak kılınmış kulların üç nişânı vardır: Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinin mekrinden emîn olur. Rahmetinden ümîdsiz olur. Allahü teâlânın Resûlü- ne muhâlefeti kendine âdet eder.

Yâ Alî! Afv edilmiş kulun üç nişânı vardır: Allahü Sübhâne- hü ve teâlâ hazretlerinin azâbından korkucu olur. Mekrinden çekinir. Sırf Allah için yapılmıyan va’z ve nasîhatden çekinir.

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ dergâhında halkın iyisi odur ki, herkese menfa’ati olur. Halkın kötüsü odur ki, gönlü [kalbi] kinli olur. Gammaz ve kötü amelli olur.

Yâ Alî! Halkın en iyisi, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri indinde o kimsedir ki, ömrü uzun olur ve ameli iyi olur.

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin indinde en kötü ve Onun buğz etdiği kimse o kimsedir ki, halk onu hayrlı zan eder. Onda hiç hayr olmaz. Zâhiri salâh ile süslü, bâtını gü- nâh ile doludur. Bundan dahâ kötüsü o kimsedir ki, ondan sa- kınmak için kendine ikrâm olunur. Bundan dahâ kötüsü zen- ginlere ikrâm eder. Fakîrleri hor ve zelîl tutar. Zenginlere çe- şidli, renkli ni’metler ile cömertlik eder. Fakîrlere bir parça ek- mek vermez. Bundan dahâ beteri o kimsedir ki, yalnız başına yiyip, bir kimseye, bir nesne vermez. Bundan da beteri o kim- sedir ki, bir müslimân kardeşine dostluk izhâr eder. Sonra onu helâk eder.

Yâ Alî! Kerâmet, günâhlardan geçmekdir [günâhları terk etmekdir].

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden korkmanın aslı, Allahü teâlânın harâm etdiği herşeyden sakınmakdır.

Yâ Alî! Doğru söyleyici kimsenin alâmeti, doğru söylemek âdeti olur. Kızgınlık ânında ve rızâ vaktinde ve hâcet vaktinde [ihtiyâc ânında] de doğru söyler.

Yâ Alî! Beş şey gönlü öldürür. Çok yimek. Çok uyumak. Çok konuşmak. Çok gülmek. Rızk için çok endîşe etmek. Ha- râm yimek îmânı za’îfletir, kalbi karartır.

Yâ Alî! Beş şey kalbi katı eder, karartır: Kalb çok kararırsa, Allahü teâlâ korusun, kâfir olur. Bunlar günâhı bilmez, günâh işler. Tok olduğu hâlde yemek yimek. Zulm ile mal toplamak. Nemâzı te’hîr etmek. Sol eli ile yimek ve içmek.

Yâ Alî! Beş şey unutkanlık hâsıl eder: Fâre artığı yimek. Kıbleye karşı bevl etmek. Durur hâldeki suya bevl etmek. Kül üzerine bevl etmek. Harâm ile geçinmek.

Yâ Alî! Beş nesne [şey] gönlü [kalbi] parlatır, münevver eder: Sûre-i ihlâsı çok okumak. Az yimek. İlm meclisine hâzır olmak. Az pişmiş ekmek yimek. Gece nemâzı kılmak.

Yâ Alî! Beş şey gönlü rûşen eder, aydınlatır, karanlığını gi- derir: İlm meclisinde oturmak. Elini yetîm başına sürmek. Se- her vaktinde çok istigfâr etmek. Çok yimeği terk etmek. Çok oruc tutmak.

Yâ Alî! Beş nesne gözün nûrunu artdırır: Kâ’be-i mu’azza- maya bakmak. Mushaf-ı şerîfe bakmak. Anne-babasının yüzü- ne bakmak. Âlimin yüzüne bakmak. Akar suya bakmak.

Yâ Alî! Beş nesne kişiyi kocaltır [çökdürür]. Borcu çok ol- mak. Çok gamı olmak. Kadının nefesi erkeğe erişmek. Çok ko- ku sürünmek. Çok balgam gelmek.

Yâ Alî! Cennet kapısında gördüm; yazılmış. Her kim hevâ- sına muhâlefet ederse, Cennet onun yeri olur. Cehennem der ki: Yâ Rabbî! Beni neden dolayı yaratdın. Allahü teâlâ celle şâ- nühü buyurdu: (Her bahîl ve mütekebbir için) [Cimri ve kibrli için]. Cehennem dedi, ben onlar içinim.

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rızâsı anne ve babanın rızâsındadır. Gadabı onların gadabındadır. Yâ Alî! Kâ-

fir de olsa, komşuna ikrâm eyle. Kâfir de olsa müsâfire ikrâm eyle. Anaya-babaya kâfir de olsalar ikrâm eyle. Dilenciyi kâfir de olsa red etme.

Yâ Alî! Her kim şübheliden yir, dîni örtülü olur. Gönlü si- yâh olur. Her kim harâm yir ise gönlü [kalbi] ölür ve dîni köh- ne olur. Yakîni za’îf olur. Düâsı perdelenir. İbâdeti az olur.

Yâ Alî! Mücrim olan kul düâ etse, Allahü teâlâ celle şânühü onun helâkını, istediği şeyde verir ve meleklere emr eder ki, ve- rin istediği nesneyi ki, onun helâkı ondadır. Sesini kesin.

Yâ Alî! Allahü teâlâ kullarından bir kula gadab edecek ise, ona harâm mal nasîb eder. Gadabı çok olunca, bir şeytânı onun üzerine musallat eder ki, onu dünyâda meşgûl eder. Dünyâ iş- leri kolaylaşır. Dinden uzaklaşır. Sonra o kul der ki, Allahü teâ- lâ gafûrürrahîmdir.

Yâ Alî! Allahü Sübhânehü ve teâlâ bir kulu sever, o kulun düâsını gecikdirir [te’hîr eder]. Melekler derler, yâ Rabbî bu mü’min kulun düâsını kabûl eyle. Allahü teâlâ ve tekaddes bu- yurur ki, (Bırakın benim kulumu. Siz onun üzerine benden da- hâ çok mu acıyorsunuz. Ben onun düâsını tedarruan severim. Ve ben alîm ve habîrim.)

Yâ Alî! Bir kişinin ölüm ânında, a’zâları birbirine selâm ve- rir. Der, esselâmü aleyke. Ben öldüm. Sen de ölsen gerek. Böy- lece ak tüy kara tüyüne der; ben öldüm; ya’nî ağardım. Sen de ölürsün.

Yâ Alî! Şâd olup, kahkaha ile gülme ki, Allahü teâlâ ve te- kaddes böyle olanları sevmez. Dâimâ hüznlü ol ki, Allahü tebâ- reke ve teâlâ hazretleri hüznlü olan kimseleri sever.

Yâ Alî! Her yeni gün olunca, o yeni gün, ey insan oğlu ben senin yeni gününüm. Ben senin üzerine şâhidim. Bak, ne ister- sin. Her gece olunca, gece de böyle söyler. Gündüz ile ve gece ile sohbeti iyi yap.

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin fadlından ha- lâli taleb et ki, halâl taleb etmek mü’minler üzerine farzdır.

Yâ Alî! Abdest aldıkdan sonra İnnâenzelnâ [Kadr] sûresini

– 340 –

okumakdan geri kalmıyasın. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretle- ri herbir abdestde sana ellibin senelik abdest sevâbı verir.

Yâ Alî! Her kim ayaklarını yıkadıkdan sonra, bana salevât verse, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, onun bütün üzüntü- lerini giderir, ferâhlandırır, düâları müstecâb olur.

Yâ Alî! Tehâretlenince, yeniden su al ve önüne sür ve son- ra, (Sübhâneke Allahümme ve bi hamdike eşhedü en lâ ilâhe il- lâ ente vahdeke lâ şerîke leke estagfiruke ve etübü ileyke.) oku. Sonra yüzünü bir tarafına çevir ve şöyle söyle: (Ve eşhedü en- ne Muhammeden abdüke ve Resûlüke). Her kim böyle yapar- sa, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri onun günâhlarını az ve- yâ çok olsun, afv eder.

Yâ Alî! Her kim Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini fecr tulû’ etmezden evvel ve gün doğmazdan evvel zikr ederse, Al- lahü teâlâ, onun Cehennemde azâb olunmasına râzı olmaz. Onun günâhları yedi kat gökdeki yıldızlar adedince olur ise de azâb etmezler. Yâ Alî! Sabâh nemâzını cemâ’at ile kılasın. Gü- neş doğup, yükselinceye kadar yerinde otur. Sonra iki rek’at nemâz kıl ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sana bir hac ve ömre sevâbı verir. Köle azâd etmek sevâbı ve bin dinâr fîse- bîlillah sadaka etmişce sevâb verir.

Yâ Alî! Hazarda ve seferde Duhâ nemâzına devâm et ki, kı- yâmet günü olduğu zemân, bir nidâ edici Cennetin şerefeleri üzerinden nidâ eder ki, nerededir o kimseler ki, duhâ nemâzını kılarlar idi. Duhâ kapısından varıp, selâmetle ve emân ile Cen- nete girsinler. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri Duhâ nemâ- zını emr etmediği hiçbir Peygamber göndermedi [ya’nî her Pey- gambere emr etmişdir].

Yâ Alî! Her kim Cum’a günü gusl ederse, Allahü tebâreke ve teâlâ onun günâhlarını afv eder. Bu Cum’adan gelecek Cum’aya kadar pürnûr olur. Kabrde ve mîzânda ağırlık olur. Yâ Alî! Kulların sevgilisi, Allahü teâlâ hazretlerine o kuldur ki, secdede, (Yâ Rabbî! Ben nefsime zulm etdim. Beni afv et! Zî- râ günâhları ancak sen afv edersin.) der. Yâ Alî! Şerâb içen ile dostluk etme. O mel’ûndur. Zekât vermiyen kimse ile arkadaş- lık etme. O Allahü teâlânın düşmanıdır. Fâiz yiyen ile arkadaş-

– 341 –

lık etme ki, o Allahü teâlâ hazretleri ile muhârebe eder. Kur’ân-ı kerîmde bu bildirilmişdir. [Bekara sûresi 279.cu âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Eğer fâizi terk etmezseniz, Allaha ve Peygambere karşı harbe girmiş olursunuz...) buyurulmuşdur.

Yâ Alî! Düâ ederken veyâ Kur’ân-ı azîm-üş-şân tilâvet ederken sesini çok yükseltme. Çünki, nemâz kılanların nemâz- larını fesâda verirsin. Yâ Alî! Nemâz vakti gelince nemâzını kıl. Çünki şeytân seni meşgûl eder. Bir hayrlı işe niyyet etdiğin zemân, hemen o işi yap. Çünki, şeytân seni o hayrlı işden men’ eder.

Yâ Alî! Her kim ücret ile bir işçi tutar; ücretini temâm ver- mezse, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri onun tâatlarını mahv eder. Ben onun kıyâmet gününde hasmı olurum.

Yâ Alî! Cebrâîl aleyhisselâm, âdem oğlu olup da, yedi iş iş- leseydim, diye temennî etmişdir. Beş vakt nemâzı cemâ’at ile kılsaydım. Âlimler ile otursaydım. Hastaları sorsaydım. Cenâze nemâzını kılsaydım. Su dağıtsaydım. Dargın olan iki kimseyi barıştırsaydım. Yetîmlere şefkat etseydim. Yâ Alî! Sen de bu- nun üzerine hırslı ol.

Yâ Alî! Yetîm ağladığı zemân Arş-ı mecid titrer. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurur ki, yâ Cebrâîl, bu yetîmi ağlatanın yerini Cehennemde bul! Ben de onu ağlatayım. Her kim ki onu sevindirir ve güldürür. Onun Cennetde yerini geniş et ki, ben onu sevindireyim ve güldüreyim.

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Âdem oğlunun bedeninde dilden iyi birşey halk etmemişdir. Onun ile Cennete girer. Ve onun ile Cehenneme girer. Onu zindâna koy ki, yırtı- cı hayvân gibidir.

Yâ Alî! Eyyâm-ı beyd orucuna devâm et ki, ayın onüçüncü, ondördüncü, onbeşinci günleridir. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri bu günlerde oruc tutanların yüzlerini beyâz eder. O sene temâmen oruc tutmuş gibi olur.

Yâ Alî! Her kim ilmsiz ibâdet ederse, zararı fâidesinden çok olur. Onun misâli o a’mâ gibi olur ki, bir sahrâya delîlsiz gider. O kadar dolaşır ki, kendini dikenlik arasında bulur.

Yâ Alî! Her kim her gün yirmibeş kerre (Estagfirullahe lî ve li vâlideyye veli-cemî’il mü’minîne vel mü’minât vel müslimîne vel müslimâti innehû mu’cîbüt de’avât) derse, Allahü tebâreke ve teâlâ o kimseyi kendi dostlarından yazar.

Yâ Alî! Her kim her gün on kerre (Lâ ilâhe illallahü kable külli ehadin ve lâ ilâhe illallahü ba’de külli ehadin ve lâ ilâhe il- lallahü yebka rabbünâ ve yefnâ ve yemûtü küllü ehadin) derse, göklerde hiçbir melek kalmaz; illâ ona bin kerre istigfâr eder- ler.

Yâ Alî! Her kim hergün yirmibir kerre (Allahümme bârik lî fil-mevti ve fî mâ ba’det mevti) derse, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin ona dünyâda verdiği ni’metleri hesâbsızdır.

Yâ Alî! Her gün on kerre (Elhamdülillah kable külli ehadin ve elhamdülillahi ba’de külli ehadin velhamdülillah yebka rab- bünâ yefnâ küllü ehadin velhamdülillahi alâ külli hâlin) derse, Allahü teâlâ ve azze ve celle o kimseyi büyük günâhı olsa da afv eder.

Yâ Alî! Her kim benim üzerime her bir gün ve her bir gece- de yüz kerre salevât getirse, ona şefâ’at etmek, büyük günâhı olsa da, bana vâcib olur. Bu cümlede bütün müslimânlara nasî- hat vardır.

Yâ Alî! Gece nemâzı kıl! Bir koyun sağacak mikdârı zemân kadar da olsa, gecede iki rek’at nemâz gündüzleri bin rek’at ne- mâzdan fazîletlidir. Geceleri nemâz kılanların yüzleri, gündü- zün bütün insanların yüzlerinden güzel olur.

Yâ Alî! Hiçbir müslimâna la’net etme. Hiçbir hayvana la’net etme. La’net sana geri döner. Yâ Alî! Her kim Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin ni’metlerine şükr ederse, belâlarına sabr ederse, günâhlarına istigfâr ederse, hangi kapıdan isterse Cen- nete girer.

Yâ Alî! Çok uyumak gönlü öldürür. Pişmânlığı, unutkanlığı artdırır. Çok gülmek gönlü [kalbi] öldürür. Vakârı giderir. Çok günâh işlemek kalbi, gönlü siyâhlaşdırır. Pişmânlık verir.

Yâ Alî! Her kim dünyâyı ihtiyâcı kadar taleb ederse, Sırat üzerinden şimşek gibi geçer. Allahü teâlâ ve tekaddes ondan

râzı olur. Her kim dünyâyı isteyip ve harâmlardan çok mal top- larsa, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine mülâki olduğunda, Allahü teâlâ hazretlerini gadablı bulur.

Yâ Alî! Her kim bir müslimâna, temiz düşünce ve hulûs-i kalb ile yiyecek verirse, Allahü teâlâ o kimseye bin hasene [se- vâb] verir, bin günâhını afv eder.

Yâ Alî! Mazlûmun inkisârından [kalbinin kırılmasından] sa- kın ki, Allahü teâlâ onun beddüâsını, kâfir de olsa kabûl eder.

Yâ Alî! Borcu az et, râhat olursun. Borç din harâblığıdır.

Gündüz zelîl, hakîrdir. Gece gam ve gussalıdır.

Yâ Alî! Her kim Cum’a gecesi Sûre-i Bekarayı okur ise, o kimse yedinci gökden, yedinci yere kadar pürnûr olur. Her kim sûre-i Duhânı okur ise, işlediği ve işliyeceği günâhları afv eder. Yâ Alî! Her kim Vessemâ’i vet Târik sûresini yatdığı vaktde okur ise, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri ona, gökde olan yıldızlar adedince hasene [sevâb] verir.

Yâ Alî! Uyumak istediğin zemân istigfâr söyle. (Sübhânalla- hi velhamdülillahi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm.) oku ve (Kul hüvallahü ehad) sûresini çok oku ki, o Kur’ân-ı azîmin ışığıdır. Senin üze- rine okumak vazîfe olsun Âyet-el kürsîyi ki, bir harfinde bin be- reket ve bin rahmet vardır. Her kim Sûre-i Mülkü yatacağı vakt okuyup, (Allahümme a’sımnî bil islâmi kâimen ve a’sımnî bil is- lâmi, râkıden ve lâ tüşemmitnî adüvven ve lâ hâsiden, Allahüm- me innî e’ûzü bike min şerri nefsî ve min şerri külli dâbbetin en- te âhızün binâsiyetiha ve es’elüke minel hayri küllihî.) der ise, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri cin ve ins şerrinden ve her yaratılmışın şerrinden onu muhâfaza eder. Yâ Alî! Sûre-i Haşrı oku. Dünyâ ve âhıret şerrinden muhâfaza eder.

Yâ Alî! Zeytin yağını yi ve kendini onunla yağla. Sana bir üzüntü erişir ise, (Sübhâneke rabbî lâ ilâhe illâ ente aleyke te- vekkeltü ve ente rabbül arşil azîm) oku. O düâyı oku ki, Cebrâ- îl aleyhisselâm bana ta’lîm etmişdir: (Allahümme innî es’elüke afve vel âfiyete fiddîni veddünyâ vel âhırete).

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini, gam ve gussa

vaktinde zikr et ve (Yâ hayyü yâ kayyümü yâ lâ ilâhe illâ ente rahmetike estegîsü fağfirli ve eslihlî şe’nî ve ferric hemmî) söy- le.

Yâ Alî! Yemeğe tuz ile başla. Sonunda da tuz ile bitir. Tuz, ölüm hâric, yetmiş derde devâdır. Yemeklere çörek otu koy. O da ölüm hâric, her derde devâdır.

Yâ Alî! Yeni ayı görünce tehlîl ve tekbîr getir ve (Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber ve a’zîm ve ekdar ve e’ûzü mimmâ ehâ- fü ve ühâzirû) oku.

Yâ Alî! Bir kimseden bir hâcet isteyeceğin zemân Âyet-el kürsî oku; sağ ayağını ileri koy. Yâ Alî! Yedi kimse benim üm- metimden Cennete girerler: 1– Tevbe eden yiğit [genç]. 2– Sada- kayı gizli veren kimse. 3– Harâmı terk eden ve Duhâ nemâzını kılan kimse. 4– Malının gitmesine râzı olup, imâm ile bir vakt nemâzının gitmesine râzı olmayan kimse. 5– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin havfından [korkusundan] gözleri yaş ile do- lan kimse. 6– Ulemâ-ilhak ile oturan kimse. 7– Bir mü’mine mu- habbet eden ve Allahü teâlâ için ikrâm eden kimse.

Yâ Alî! Bir kimsenin üzerinden, ülemâ meclisinde oturma- dan kırk gün geçse, onun gönlü [kalbi] kararır. Büyük günâh iş- ler. Zîrâ ilm gönlü diri tutar. İlmsiz ibâdet olmaz.

Yâ Alî! Her kimin vera’ı olmasa, günâh işlemekden men’ ol- maz. Ona, yerin altı, yerin üzerinden iyidir. Ya’nî îmânın yeri belli olmadığından, kabrde durması dahâ iyidir.

Yâ Alî! Bir nesneyi pişirmek istersen, iyi pişir. Yidiğin vakt çok çiğne. Yağmur yağarken düâ et. Kâfirler ile ceng olduğu vakt, Kur’ân-ı azîm-üş-şân kırâet olunduğu vakt ve farz nemâ- zından sonra düâ et.

Yâ Alî! Cehennemde demirden bir değirmen vardır. O, Kur’ân-ı kerîmi okudukları ve âlim oldukları hâlde mücrim olanların başını öğütür. Yâ Alî! Hak ile hükm et ki, her cevr edici hâkim için, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin huzû- runda azâbdan bir zincir olur ki, uzunluğu yetmiş arşındır. Eğer ondan bir arşınını, bir yüksek dağın başına koysalar, temâmı ya- nıp, kül olur.

– 345 –

Yâ Alî! Yakın zemânda benim ümmetimden râfizîler çıkar. Her kim benim Eshâbıma çirkin söylerse, seb’ ederse [kötüler ise], onun boynunu vur ki, bu ümmetin yehûdîsidir.

Yâ Alî! Her kim bir a’mânın elini tutarsa, Allahü teâlâ onun yüzbin günâhını afv eder. Sol elini sağ elin ile tut.

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ bir kimseye bir sâlihâ ve mutî’a hanım verip, onun gönlünü hoş tutması ve imâm ile ne- mâz kılması ve komşuları kendinden râzı olması, Allahü teâlâ- nın ona ikrâmındandır. Yâ Alî! Melekler istigfâr ederler o kim- seye ki, onun evinde bal olur, zeytin olur ve çörek otu olur. İçin- de sûret [canlı resmi] olan, şerâb olan, köpek olan, ana-babaya âsî olunan ve hiç müsâfir gelmiyen eve [rahmet] melekleri hiç girmezler. Sefere veyâ cenge giderken Sûre-i Yasîni oku. On kerre innâ enzelnâ [Kadr] sûresini oku, Allahü tebâreke ve teâ- lâ hazretleri düşmanların şerrinden emîn eder.

Yâ Alî! Bir zâlimden korkar isen, (Yâ ilâhe, Cebrâîle ve İs- râfîle ve Mikâîle ve Azrâîle ve yâ ilâhe İbrâhîme ve İsmâîle ve İshaka ve münzelit Tevrâti vel İncîli vez Zebûri vel Fürkân, Kün lî, câren min fülanibni Fülân, min kezâ ve kezâ) söyle. Se- fer edeceğin zemân, (Yâ erda Âmentü birabbî ve rabbiki Alla- hüllezî lâ ilâhe illâhüvellezî halakanî ve halekaki e’ûzü billâhi min şerri ki ve min şerri mâ yedübbü aleyki. Ve min şerri külli üsûdin ve esedin. Ve min şerri vâlidin ve mâ veledin) söyle.

Yâ Alî! Sana bir katılık erişdiği zemân, (Allahümme innî es’elüke bi hakkı Muhammedin ve âli Muhammedin illâ necîte- nî) söyle.

Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” dedi ki, yâ Resûlallah! Senin âlin kimdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, her takî ve nakî [harâmlardan sakınan temiz müslimânlar] benim âlimdir. Bir köye şunu demeyince de girme: (Allahümme innî es’elüke hayreha ve hayra men bihâ ve e’ûzü bike min şerrihâ ve şerri men bihâ).

Ta’âmı üç parmağın ile yi ki, şeytân iki parmağı ile yir. Hiç kimsenin yüzüne tokat vurma. Hayvanın dahî yüzüne vurma. Rü’yânı meğer dostun da olsa, söyleme.

– 346 –

Yâ Alî! Benim vasıyyetimi hıfz et. Nasıl ki ben Cebrâîl aley- hisselâmdan, O Rabbül âlemînden sübhânehü ve teâlâ hıfz et- di. Yâ Alî! Sana bu vasıyyetde evvelin ve âhırin ilmini verdim. Her kim ki bunun ile amel eylerse, dünyâda ve âhıretde selâmet üzere olur.

Kırkbirinci Menâkıb: Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri- nin fazîletleri hakkında bildirilen menkıbedir. Gazâlardan bi- rinde alınan ganîmeti, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ec- ma’în” hazretleri arasında taksim edip, herbir gâziye bir pay verdiler. Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerine iki pay verdi- ler. İslâm askeri arasında, kendi dâmâdı ve amcaoğluna meyl edip, iki pay verdi diye konuşmalar oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri onların bu sözlerini işitip, min- bere çıkdı. Hamd ve salevâtdan sonra, buyurdular ki, yâ islâm askeri. Hiç bildiniz mi ki, bu küffâr askerini kim susdurdu. Kim vurdu ki, düşman behâdırlarının yürekleri titredi. O nâranın heybetinden, canları bedenlerinde kurudu. O kim idi. Dediler ki, yâ Resûlallah! Gördük bir merd ki, yeşil sarık başında. Ab- lak ata binmiş ve yüzünü sarmış. Her nâra vuruşunda, dağ titre- di. Hamle ederdi; yer debrenirdi. Kılınç çekerdi, havada şimşek çakardı. Darbe vurduğunda, havayı buhâr kaplardı. Kılınç vu- ranı görmez idik. Ammâ düşmanın baş, el ve ayağını görürdük. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu- yurdular ki, (O Cebrâîl aleyhisselâm idi ki, bu cengi yapdı ve kâfirleri yerle bir etdi ve geri döndü ve dedi ki: (Yâ Muham- med! Benim hissemi Alî bin Ebî Tâlibe ver.) İki hissenin birisi kendi nasîbidir. Ve birisi Cebrâîlindir. Ta’n etmeyiniz ki, bir kimseye iki hisse vermem ve kimseye meyl etmem.)

Kırkikinci Menâkıb: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Yâ Alî! Müjde olsun ki, sana kıyâmet gününde, Allahü Sübhânehü ve teâlâ Cennet hazîne- dârına emr eyler. Her kim Cennete girerse, yâ Alî, senden se- ned almayınca, hazret-i Rıdvân Cennete koymaz. Yâ Alî, sen de kimden râzı isen, sened verirsin, Cennete girer. Kimden ki râzı değil isen, sened vermezsin, Cennete giremez.)

Hattâ bir gün yolda giderken, hazret-i Alî, hazret-i Ebû

– 347 –

Bekr “radıyallahü teâlâ anhümâ” ile buluşdular. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Alîye latîfe yolu ile buyurdular ki: Yâ Alî! Sen- den sened olmayınca Cennete girilmez. O zemânda bana sened verir misin. Hazret-i Alî buyurdular ki, gerçek buyurursun. Lâ- kin, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerin- den işitdim; yâ Sıddîk! Hazretinize danışmayınca bir ferde se- ned vermem. O takdîrce, cenâbınız bizim üzerimize nâzır gibi olursunuz. Bizim senedimize ne ihtiyâcınız olur. Belki biz size mürâce’at ederiz, deyip, birbiriyle latîfe eyleyip, muhabbet ile, herbiri yollarına müteveccih oldular.

Kırküçüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin gazâlarından bir gazâda kâfirler ile karşı- laşıldı. Kâfir askerlerinden bir kâfir, meydâna at sürüp, er dile- di. Her kim karşısına vardı ise, şehîd etdi. Mü’minlerden mey- dâna çıkanı şehîd etdiği için, artık meydâna kimse çıkmadı. O kâfir de, kimse meydâna çıkmadığı için, mağrûr olup, ileri at sürüp, islâm askerine karşı, yüksek ses ile bağırıp, dedi ki: Yâ Muhammed! Bana er gönder, döğüşelim, ne durursun, senin yanında bu denli cihângir behâdırlar vardır. Niçin göndermez- sin. Çünki onlar meydâna gelmeğe korkarlar. (Hâşâ, Eshâb-ı güzîn ondan korkmazlardı. Lâkin hikmeti ne idi.) Dedi, bârî amcan oğlu Alîyi gönder. Gelsin, erlik nice olur, göstereyim. Hemen şâh-ı merdân, şîr-i yezdân Alî bin Ebî Tâlib “radıyalla- hü teâlâ anh” kâfirin sesini işitdi. Durduğu yerde arslanlar gibi kükredi. Eshâbdan birisini Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-u şerîflerine gönderdi. O kâfirin bulunduğu meydâna girmeğe izn taleb etdi. Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Var Alîyi benim yanıma getir.) O Eshâb da varıp, hazret-i Alîyi getirdi. Huzûr-u şerîflerine geldikde buyurdu ki: (Yâ Alî! O kâfirle ceng etmek ister misin!) Hazret-i Alî dedi ki: Yâ Habîb-i rab- bil’âlemîn! Senin dînin uğruna cânım fedâdır. Ümmîd ederim ki, icâzet verip, himmet buyurasınız ki, varıp, o kâfirin şerrini müslimânların üzerinden def’ edeyim. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” eline yapışıp, buyurdu ki; (Yâ Alî! Seni, yerleri ve gökleri yaratan Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ısmarla- dım.) Bunu işiten Alî “radıyallahü anh”, yaydan ok çıkar gibi,

– 348 –

o kâfire karşı at sürüp, yüksek sesle nâra atıp, haykırdı ki, kı- yâmet kopdu sandılar. Kâfirler sonbehâr yaprağı gibi titreyip, yere düşdülür. Nice nice kâfirlerin ödü patlayıp, cânı Cehenne- me gitdi. O kâfir de meydân ortasında, kurulup dururken, haz- ret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yetişip, karşısına geldikde, de- di ki, yâ mel’ûn! Îmâna gel! Yoksa sen bilirsin. O kâfir de ceng istedi. Aralarında birkaç hamle geçdikden sonra, yine islâma da’vet eyledi. Gördü ki, kâbiliyyet yokdur. Bir darbe ile atın- dan yere düşürüp ve göğsünün üzerine çıkıp, kılıncını boğazı üzerine koydu. Yine dîne da’vet eyledi. O kâfir gördü ki, hiç kurtuluş yokdur. Ağız dolusu pis tükrüğünü Alînin “radıyalla- hü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” mubârek yüzlerine bo- şaltdı. Tükrük yüzüne gelince üzerinden kalkıp, kılıncını kını- na koydu. O kâfir de ayağa kalkıp, dedi ki, yâ Alî! Evvelden sen beni ve ben seni bilmez iken, bana emân vermeyip, beni helâk etmek ister iken, ben cânımın acısından böyle iş işledim. Dahâ çok gadab edip, beni helâk etmen lâzım ve vâcib iken, üzerimden kalkıp, kılıncı kınına koymakdan maksadın nedir, bana bildir, dedi. Şâh-ı merdân Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, sana o mühleti vermeyip, helâk etmek istemem dîn-i islâm gayretine ve Allahü teâlâ ve tekaddes aş- kına idi. Sonra sen böyle edince, nefsime güç geldi. Korkdum ki, seni katl edersem, nefsimin arzûsu ile etmiş olurum. O se- beble seni elimden bırakdım. O kâfir dedi ki, bu hâlis niyyet ve bu fütüvvet sizde vardır. Dîniniz hak dindir. Bana îmânı telkîn eyle. Îmâna geleyim. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ona kelime-i şehâdet telkîn edip, müslimân oldu. O gün o pehlivâ- nın îmâna gelmesi ile yetmiş behâdır pehlivân îmâna geldi. O pehlivân hazret-i Alînin mubârek ayaklarına baş koyup, hiz- met-i şerîflerinden ayrılmadı.

Kırkdördüncü Menâkıb: Bir gün sabâh nemâzı vaktinde, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” mescide giderken, yolda bir ihtiyâra rast geldi. İhtiyârın ak sakalına hurmet edip, önüne geçmeyip, âheste âheste ardınca giderdi. Mescid kapısına var- dıkda ihtiyâr içeri girmeyip, gitdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” anladı ki hıristiyân imiş. Mescidde Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rükû’da buldu. Gü- neşin doğma zemânı yaklaşmış idi. Cemâ’ate uyup, nemâzı kıl-

– 349 –

dılar. Nemâzdan sonra, Sahâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sordular ki: Yâ Resûlallah! Birinci rükû’da âdet-i şerîfinizden ziyâde durdunuz. O kadar ki, güne- şin doğması yaklaşdı. Lutf edip, sebebini beyân ediniz. O Ser- ver-i Enbiyâ hazretleri buyurdular ki, (Âdet mikdârı rükû’ tes- bîhini edâ etdikden sonra, Semi’allahülimen hamideh deyip, kı- yâma kalkmak istediğimde, Cebrâîl aleyhisselâm sidret-ül müntehâdan sür’atle gelip, kanadı ile arkamı basıp, başı ile ba- şımı tutup, kalkmama engel oldu. Bundan başka, hikmetinin ne olduğunu ben de bilmiyorum) buyurdular. Allahü Sübhânehü ve teâlâ azze şânühü hazretleri hazret-i Cebrâîle emr eyledi ki, var Habîbime, sebebini bildir. Eshâbına bu sırrı açıklasın. O sâ- at hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm Habîbullahın huzûruna gelip, haber verdi ve dedi ki: yâ Resûlallah! Mubârek başınızı rü- kû’dan kaldırmak istediğiniz zemân, Allahü teâlâ bana emr et- di ki, var Habîbimin arkasını tut; rükû’dan kalkmasın ki, benim kulum Alî, yolda, bir ak sakallı ihtiyârın, sakalına hurmet edip, âheste yürümekle, cemâ’at sevâbından mahrûm kalıyor. Kal- masın, Habîbime erişsin. İftitâh tekbîrinin sevâbına nâil olsun. Ben de geldim, Sultânımı rükû’da tutdum ve Alî geldi. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri beni sizi rükû’da tutmağa gön- derdiği zemân kardeşim İsrâfîli de güneşi tutmağa gönderdi ki, çabuk doğmasın ve hazret-i Alî size erişinceye kadar eğlesin. İşte hikmeti budur. Sonra, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu haberi Eshâb-ı kirâm hazretlerine nakl buyurdular. Hepsi vâkıf oldular ki, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” Rabbil’âlemîn dergâhında hürmeti ve izzeti ne mer- tebe imiş ve yaşlılara hürmet etmek fazîletine de bundan hisse- dâr oldular. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hakkında, şî’î ve râfizî ve Ca’ferî ve İsmâîlî gibi fırak-ı dâllenin bildirdiği pek-çok uy- durma menkıbeler de vardır. [(Hak Sözün Vesîkaları) ve (Es- hâb-ı Kirâm) kitâblarını okuyunuz!]

Kırkbeşinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” gazâya gitmişdi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, feth mü- yesser edip, çeşidli ganîmetler ile, yüz akı ile, sağ ve sâlim dön- dü. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile buluşdukda, huzûr-ı şerîflerine gazâ malından bir kese altın ge-

– 350 –

tirdi. Server-i âlem o altınları, taksîm etdi. Hazret-i Alîye an- cak, o altınlardan üç dâne verdi. İnsanlık îcâbı, hazret-i Alînin hâtırlarına, Sultân-ı kâinât benim ne mertebe ihtiyâcım olduğu- nu bilir, diye biraz üzüntü hâsıl oldu. O hüzün ile se’âdethâne- lerine geldi. Gece rü’yâda gördü ki, kıyâmet kopmuş. Bütün herkesi arasat meydânında hesâb için habs etmişler. Hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh”, yâ Alî! Sen de üç altının hesâbı- nı ver, dediler. Öyle bir harâret ve ızdırâb kapladı ki, beyni kay- nardı. Bu ızdırâbdan sıkılıp, birkaç adım döşeğinden dışarı atla- dı. Suçunu bilip, tevbe ve istigfâra mecbûr oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin âsitâne-i se’âdetlerine [evlerine] varıp, ayaklarına yüz sürdükde, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Aliyyül mür- tedâ “kerremallahü vecheh” hazretlerini bu hâl ile gördükde, tebessüm edip, buyurdu ki, yâ Alî! Üç altının hesâbını vermek- de, bu şeklde zahmet çekdin. Dahâ ziyâde olsa idi, hâlin nice olurdu. Hazret-i Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”, el- bette bu menkıbede anlatılandan dahâ yüksekdir.

Kırkaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin zemân-ı şerîflerinden önce, Arabistâna bir pehlivân gelmişdi. Anter adlı bir dilâver, gürbüz pehlivân idi. Fahr-i âlemin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zemân-ı şe- rîflerine gelinceye kadar böyle bir pehlivân gelmemişdi. İbrâ- hîm aleyhisselâmın dîni üzerine idi. Bedi’üzzemân, Kâsım, Âlemşâh gibi oğulları vardı. Bu kıssayı hazret-i Hamza “radı- yallahü anh” hazretlerine isnâd ederler. Ya’nî bunlar hazret-i Hamzanın oğullarıdır, derler. Nihâyet Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki, (Medh edecekseniz, benim amcam Hamzayı medh ediniz!). Kıssa kitâblarını te’lîf edenler, bu hadîs-i şerîfi sened olarak alıp, Antere, hazret-i Hamzadır “radıyallahü teâlâ anh”, dediler. Gâyet kuvvetli, be- hâdır pehlivân idi. Zemân-ı şerîflerinde, hazret-i Hamzanın karşısına çıkacak bir pehlivân yok idi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir al at vermişdi. Adına Eşkâr derlerdi. O asr- da ondan güzel at yok idi. O, zemânın sâhib kırânı idi. Hazret-i Hamza hazret-i İbrâhîm aleyhisselâmın dîni üzerine idi. Haz- ret-i Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin amcası idi. Gâyet riâyet edip, severdi. Resûl-i ekrem “sallallahü

teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri de hazret-i Hamzayı severdi. Vahy nâzil oldukda, dîn-i islâm ile müşerref oldular. Dâimâ Eş- kâr adındaki atına binerdi. Mubârek arkasını [sırtını] kimse ye- re getirememiş idi. Hattâ ilk önce Muhammed Mustafâ “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin emr-i şerîfi ile kan dö- ken hazret-i Hamza olmuşdur. Uhud gazâsında şehîd olmuşdur. Server-i kâinât aleyhi ekmelüttehiyyât, Ona (Reîs-üş şühedâ) diye zikr etmişdir. Menkıbelerinin nihâyeti yokdur.

Sözümüze dönelim: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarında Anterin erliğini ve dilâverliğini, boyunu-posunu ve yapdığı gazâları anlatdılar. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” orada hâzır idi. Anterin evsâfını, kulağı ile işitince, Antere âşık oldu. Kalbinden geçirdi ki, ne olaydı Anteri, silâhı ve atı ile görüp, konuşaydım. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, nübüvvet nûru ile, kalbinden geçeni bilip, buyurdular ki, (Yâ Alî! Anteri görmek istersen, fa- lan dereye var. Yâ Anter, bana gel diye, çağır!) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o dereye varıp, seslendi, yâ Anter, beri gel. O dereden ve etrâfında olan dağlardan ve düzlüklerden, birçok, hesâbsız sesler geldi ki, lebbeyk, lebbeyk [buyur] yâ Alî, hangimizi istersin, diyorlardı. Şaşırdı. Ne yapacağını bilemedi. Gaybdan bir ses geldi ki, yâ Alî! Birçok Anter dünyâya gelip, toprak içinde yatarlar. Onu anası ve babası ismi ile çağır. Tek- râr hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” filan oğlu Anter deyip, çağırdıkda, Anter bütün silâhlarını kuşanmış olarak, Allahü teâlâ hazretlerinin emri ile, hazret-i Alînin huzûr-ı şerîflerine gelip, selâm verdi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” esedul- lah iken, erlikde ve behâdırlakda eşi ve benzeri yok iken, Ante- rin boy, pos, heybet ve selâbetini müşâhede etdikde, kalb-i şe- rîflerine bir korku geldi. Kâdir-i mutlak olan Allahü teâlâyı ten- zîh ve takdîs, tekbîr ve tesbîh etdi.

Kırkyedinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Ben ilmin şehriyim. Alî kapı- sıdır.) Hâricîler bu hadîs-i şerîf için, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine hased etdiler. Hattâ hâricîlerin büyüklerinden on kimse, dediler, biz hazret-i Alîden “kerremallahü vecheh” he- pimiz bir mes’eleyi ayrı ayrı soralım. Eğer herbirimize ayrı ayrı

cevâb verirse, biliriz, âlimdir, ve fâdıldır. O on kişi hazret-i Alî- nin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-u şerîflerine varıp, birisi sor- du: Yâ Alî! İlm mi efdaldir, mal mı efdaldir. Hazret-i Alî “radı- yallahü teâlâ anh” se’âdetle buyurdular ki, ilm efdaldir. Bunlar dediler ki: Ne delîl ile söylersin. Hazret-i Alî buyurdu ki, ilm Enbiyâdan mîrâsdır. Mal Kârûndan ve Fir’avndan ve Hâmân- dan mîrâsdır. Bir başkası [ikincisi] süâl etdi ki; ilm mi efdaldir, mal mı. Hazret-i Alî cevâb buyurdu ki: İlm maldan efdaldir. Zî- râ ilm, sâhibini saklar. Malı, sâhibi saklar. Biri de [üçüncüsü], onlar gibi sordu: Hazret-i Alî cevâb verdi ki, ilm efdaldir. Zîrâ, mal sâhibinin düşmanı çokdur. İlm sâhibinin dostu çokdur. Bi- ri de [dördüncü] aynı şeklde süâl etdi. Hazret-i Alî cevâb verdi. İlm efdaldir. Zîrâ malı tasarruf etseler eksilir. İlmi tasarruf et- seler artar [ziyâde olur]. Birisi [beşinci]de aynı şeklde süâl etdi. Alî “radıyallahü anh” cevâb buyurdu ki,mal sâhibi cimri diye çağrılır. İlm sâhibi büyük ismler ile çağrılır. Biri [altıncısı] da, aynı şeklde sordu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” cevâb buyurdu ki: Mal harâmîden hıfz olunur. İlm harâmîden hıfz olunmaz. Biri de [yedincisi] aynı şeklde sordu. Hazret-i Alî se’âdetle cevâb buyurdu ki: Mal çok durmakla zâyi’ olur. İlm her ne kadar durur ise de zâyi’ olmaz. Biri de [sekizinci] aynı şeklde süâl etdi. Cevâb buyurdular ki: Mal kalbe kasâvet verir. İlm kalbi nûrlandırır. Biri de [dokuzuncu] aynı şeklde süâl etdi. Cevâbında buyurdular ki: Mal sâhibi, mal sebebi ile tanrılık da’vâsında bulunur. İlm sâhibi böyle etmez. Biri dahî [onuncu] aynı şeklde süâl etdi. Cevâbında se’âdetle buyurdu ki: Mal, se- beb-i kasâvetdir [kalbi katılaşdırır]. İlm, sebeb-i rahmetdir. Bundan sonra, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, eğer bunlar benden, devâmlı süâl etseler, ben bunlara hayâtda olduğum müddetçe devâmlı cevâb verirdim. O on hâricî gelip, hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” mutî’ oldular. (Mişkât-ül envâr)dan alınmışdır.

Kırksekizinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” beni Yemene kâdî olarak gönderdi. Halk arasında dînin hükmleri ile hükm edecekdim. Dedim: Yâ Resûlallah! Ben âlim değilim. Kazâ ahkâmını bilmem. Mubârek elini göğsüme koyup, buyurdu ki: (Yâ Rabbî! Kalbine hidâyet, diline doğru-

luk ver!) Ondan sonra bana, iki kişi arasında hükm vermekde şübhe hâsıl olmadı. Hattâ hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurmuşdur ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana buyurdu ki: Yâ Alî! Benim deveme binip, Ye- mene git. Falan tepeye vardığında, ki o tepe Yemene yakındır. Tepe üzerine çıkdığın vakt, görürsün ki, halk seni, karşılamağa gelirler. O zemân: (Ey taşlar, ey ağaçlar! Allahın Resûlü size se- lâm ediyor, diye söyle) buyurdu. Hazret-i Alî oraya varıp, selâ- mı teblîg etdiğinde, yeryüzünde bir hoş galgale [uğultu, gürül- tü] meydâna geldi ki, (essalâtü vesselâmü alâ Resûlillah!) diye ağaçlar ve taşlar cevâb verdi. Halk bunu işitdiler ve cümlesi îmân getirdiler.

Kırkdokuzuncu Menâkıb: Zimâhşerî, (Rebî’ul ebrâr) adlı kitâbında Ümm-i Ma’bedin kız kardeşi oğlu Henûdun Ümm-i Ma’bedden rivâyet etdiğini bildiriyor. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gece benim çadırımda isti- râhat edip, uyuyordu. Uyandı ve su istedi. Mubârek ellerini yı- kadı ve mazmaza eyledi. O suyu, çadırın bir tarafında bulunan bir diken dibine dökdü. Sabâh oldu. Gördük ki, o yerden bir ağaç yetişmiş. Büyük, büyük yemişler vermişdi. Kokusu anber kokusu gibi, tadı şeker gibi idi. Aç kimse yise doyar, susuz kim- se yise kanardı. Hasta yise sıhhat bulurdu. Gamlı kimse yise, mesrûr olurdu. Yaprağını yiyen her koyun ve deve bol mikdâr- da süt verirdi. Biz o ağacın adına (Şecere-i Mubâreke) koymuş- duk. Etrâfdan hastalara şifâ için, meyvesinden almaya gelirler- di.

Bir gün seher vaktinde gördüm ki meyveleri dökülmüş, yap- rakları küçük olmuş. Çok üzüldüm. Feryâd etdim. O sırada Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin vefât haberi geldi. O vak’adan otuz sene geçdi. Bir gün yine sabâh vaktinde dışarı çıkdım. Bakdım ki, o ağaç kökünden dallarına kadar her tarafı diken olup, yemişleri de dökülmüş. Sonra Aliy- yül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şehâdeti ve bu dünyâdan öbür âleme göçüşü haberi geldi. Artık yemiş [meyve] vermedi. Ammâ yapraklarından fâidelenirdik. Bir gün yine gördüm. Özünden hâsıl olan kan akar, yaprakları da sol- muş. Üzüntülü ve gamlı olup, oturduk. Sonra imâm-ı Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şehâdet haberini getirdi-

ler. Ondan sonra o ağaç, dibinden kuruyup, belirsiz oldu. (Şe- vâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Ellinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhü- mâ” rivâyet buyurmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Hudeybiye gününde Mekke-i Mükerre- meye doğru yola çıkdılar. Müslimânlar susadılar ve hiçbir yer- de su bulunmadı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Cuhfede konakladı. Buyurdu ki; (Müslimânlardan bir cemâ’at ile falan kuyuya varıp, su kaplarını [tulumları] o kuyudan dol- durup, bize getiren kimseye, Allahü teâlânın onu Cennetine koyması için kefîl olacağım.) Bir kişi kalkdı, dedi ki: Yâ Resû- lallah! Ben giderim. Onu sakalardan [suculardan] bir cemâ’at ile gönderdi. Seleme-tebni Ekvâ “radıyallahü teâlâ anh” der ki: Ben de onlar ile berâber idim. O kuyuya yakın geldik. O yerde ağaçlar var idi. O ağaçlardan ses işitdik. Hareketler gördük. Ateşsiz dumânlar meydâna geldi. Bizim üzerimize çok korku verdi. O ağaçlardan öteye geçmeğe kâdir olamadık. Geri dö- nüp, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna geldik. Durumu arz eyledik. Buyurdular ki, (Onlar cinnîlerden bir cemâ’at idi. Sizi korkutdular. Eğer siz, korkmadan [emr edi- len gibi] gitseydiniz, hiç zararları erişmezdi.) Bir kişi dahî onu işitdi. Yerinden kalkdı. Ben gideyim yâ Resûlallah, dedi. O da sucular ile gitdi. Bunlara da o hâl vâki’ oldu. Dönüp, Resûlulla- hın huzûruna geldiler. Yine buyurdular ki: (Eğer siz emr eyle- diğim gibi gitseydiniz, hiçbir zarar size erişmez idi.) Bu esnâda gece oldu. Eshâb-ı kirâm çok susadılar. Resûlullah hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini çağırtdı ve buyurdu ki: (Yâ Alî! Bu sakalar [sucular] cemâ’ati ile, sen var, o kuyudan su al, getir.) Seleme-tebni Ekvâ “radıyallahü teâlâ anh” der ki, dı- şarıya çıkdık. Tulumları arkamıza aldık. Kılınçlarımızı ellerimi- ze aldık. Hazret-i Alî önümüzce yürürdü. O mekâna varınca, ki o sesler ve o hareketler açığa çıkdı. Biz de korkduk. Kendi ken- dimize dedik ki, hazret-i Alî de o iki kişi gibi geri dönse gerek- dir. Alî “radıyallahü teâlâ anh” yüzünü bizden yana dönüp, bu- yurdu ki, benim ardımca yürüyünüz. Gördüklerinizden kork- mayınız, onlardan ziyân erişmez. Sonra o ağaçların ortasına gir- dik. Hiç ateş yok iken, büyük ateşler çıkmağa başladı. Kesilmiş başlar ortaya çıkdı. Korkulu sesler çıkarırlar ki, aklları durdura-

– 355 –

cak şeklde idi. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” o başlar üzerinden yürüdü ve bize dedi ki, ardımca geliniz. Sağa ve sola bakmayınız. Hiç korkmayınız. Biz de onun ardınca var- dık. Kuyuya erişdik. Bir kovamız vardı. Berâ’ bin Mâlik bir iki kova su çekdi. Kovanın ipi kopdu. Kova suya düşdü. Kuyunun dibinden gülme ve kahkahâ sesi geldi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Kim askerlerden bir kova getirecek. Hepsi dediler, hiç kimsenin tâkati yokdur ki, o ağaçlardan geçebilsin. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” beline bir ip bağlayıp, ku- yuya indi. Gülme ve kahkahâ sesleri dahâ çok artdı. Sonra ku- yunun ortasına vardı. Mubârek ayağı kaydı ve düşdü. Kuyudan galgala sesleri geldi. Boğazlanan bir kimsenin bağırdığı şeklde sesler geldi. Sonra emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” ses- lendi: Allahü ekber, Allahü ekber, ben Allahın kulu ve Resû- lullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kardeşiyim. Tulum- ları aşağı salınız. O tulumların temâmını doldurdu. Ağızlarını bağladı. Bir-bir yukarı çıkardı. Ondan sonra kendisi iki tulum, biz birer tulum götürdük. Sonra ağaçların yanına geldik. Önce- ki gördüğümüz nesnelerin hiçbiri yok idi. O ağaçlardan geçme- ğe az kaldıkda, hâtıfdan bir heybetli ses işitdik: Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve hazret-i Alînin menkıbe- lerinden söyler idi. Resûlullahın huzûr-ı şerîflerine geldik. Alî “radıyallahü teâlâ anh” kıssayı temâmen anlatdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (O duyduğunuz ses Abdüllah adındaki cinnînin sesi idi. Safâ dağın- da sanem [put]ların şeytânı olan Mes’ırı öldürdü.) (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Ellibirinci Menâkıb: (Hilâfetleri beyânındadır.) Osmân “ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin vak’asından sonra, o gün Sa- hâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” istediler ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ile bî’at etsinler. Mugîre tebni Şûbe dedi ki, sabr edelim. Bakalım hazret-i Osmânın ka- nını taleb eden kim olur. O gün bî’at te’hîr edildi. Ertesi gün, Mugîre, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı şerîfine vardı. Dedi ki, dünkü tedbîr bî’atında duraklamak hatâdır. Sür’at kazandırmak lâzımdır. Abdüllah ibni Abbâs “radıyalla- hü teâlâ anhümâ” hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” dedi ki, Mugîre dünkü sözünden vaz geçdi. Hicretin otuzbeşinci se-

– 356 –

nesinin Zilhicce ayının dokuzuncu gününde hilâfet hazret-i Alî üzerine mukarrer oldu [ona bî’at edildi]. Talha “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden bî’at taleb etdiler. Talha da bî’at etdi. Hazret-i Alî hilâfet makâmına oturdu. Ona nasîhat etdiler ki, hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” âmillerini, husûsân Mu’âviyeyi “radıyallahü teâlâ anh” azl etmemesini söylediler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Ben, karşı koyanları yardımcı edinmeyi üsûl edinmedim. [Mu’âviyeyi “ra- dıyallahü anh” azl etdi. Yerine Abdüllah ibni Abbâsı ta’yîn et- di. Abdüllah kabûl etmedi. (Onu azl etme. Orada eski vâlîdir. Fitneye sebeb olur) dedi. Bir sene sonra yine azl etdi.]) Bu se- beble fitne zuhûra geldi. Etrâfındakiler serkeşliğe başladılar. Mu’âviye ve Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anhüm” ve sâirleri hazret-i Osmânın kanını taleb etdiler. Ma’lûm ola ki, bu şekl hâlleri nakl etmekden nehy olunmuşuzdur. Bir müslimâna Es- hâb-ı kirâm arasındaki çekişmeleri ve muhârebeleri tafsilâtlı olarak nakl etmek halâl olmaz. Sahâbe-i güzîn zikr olunduğu mahalde müslimân olana lâzım olan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” demekdir. Sâir emrlerini Allahü tebâreke ve teâlâ haz- retlerine tefvîz etmekdir. [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbı, 120.ci sahîfe- sinde; Talhanın ve Zübeyrin “radıyallahü anhümâ”, hazret-i Alîye “radıyallahü anh” ilk bî’at edenler olduğu yazılıdır.]

Elliikinci Menâkıb: (Şevâhid-ün nübüvve)de nakl edilmiş- dir: Abdüllah rivâyet eyler ki, İbrâhîm bin Sâlim Mahzûmî Me- dîne-i Münevverede vâlî iken, her Cum’a, halkı minber ayağına toplardı. Kendi minbere çıkıp, Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine dil uzatır, kötülerdi. Bir Cum’a minber ayağında bana uyku galebe geldi. Rü’yâmda gördüm ki, Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek kabrleri açılıp, kâfurdan elbiseler ile çıkıp, geldi. Bana hitâb edip, buyurdu ki, yâ Abdüllah! Seni bu habîsin kelimeleri üz- mez mi. Dedim ki, Evet üzer yâ Resûlallah! Ammâ ne çâre, hâ- kimin hükmüne itâ’at ediyorum. Buyurdu: Yâ Abdüllah! Alla- hü teâlâ ona ne yapacak, bak, gör. Gözlerimi açıp, bakdığımda, gördüm ki, minberden düşüp, helâk oldu [öldü].

Elliüçüncü Menâkıb: Hazret-i Molla Câmî “kuddise sirru- hussâmî” (Şevâhid-ün nübüvve)de rivâyet etmişdir. Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, bir mubârek gün-

– 357 –

de, sabâh nemâzını cemâ’at ile kılıp, evrâd-ı şerîflerini okuyup, hamdele, tasliye ve düâdan sonra, mubârek arkalarını mihrâba döndürdü. Eshâb ve sâir ahbâb yerli-yerinde sâkin oldukdan sonra, hazret-i Alî cevher ve inciler saçan güzel sözler söyleyip, buyurdular ki, ba’zı şeyler vardır ki, gençlere söylenmeyip, o işle alâkalı olan kişilere söylenir. O meclisde hâzır olan tâze yi- ğitler kendi rızâları ile mescidden dışarı çıkıp, gitdiler. Sonra Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri Eshâbdan birisine buyurdu ki, Kûfenin falan mahallesinde ve falan soka- ğında, falan mescidin yanında bir kapı vardır. Git o kapıya vur. İçeriden bir erkek ile bir kadın çıkacakdır. İkisini de alıp, be- nim huzûruma getir. Onlara sözüm vardır. Sonra o şahs emre itâat edip, gitdi. Araya araya hazret-i Alînin buyurduğu alâ- metler ile o kapıyı bulup, vurdukda, içeriden bir erkek ile bir kadın çıkdı. Onlara dedi ki, Emîr-ül mü’minîn sizin ikinizi de ister. Onlar da, gelen emri kabûl edip, o kimse ile berâber Aliy- yül mürtedânın huzûrlarına varıp, se’âdethânelerine yüzlerini sürdüler. Hazret-i Alî teveccüh edip, kadına dedi ki, sana bir süâlim vardır. Kat’iyyen inkâr etmeyip, doğrusunu söyliyesin. Kadın da dedi ki, yâ imâm! Ben başımdan ne geçmişse söyle- rim. Hâşâ ki senden saklayıp, inkâr eylemem. Hazret-i Alî “ra- dıyallahü teâlâ anh” kadını, yakınına getirip, buyurdu ki, yâ âdem evlâdı! Çocukluğunda bir amcan vefât etdi. Bir oğlunu baban evinize getirdi ki, kimsesi yokdur; bir öksüzdür. Evimiz- de oğlumuz gibi olsun, her hizmeti görsün diye. O ümmîd ile amcan oğlunu yanına alıp, besledi. Büyüyüp, yiğit oldukdan sonra, bir gün seni hanımlığa istedi. Baban huzûrsuz olup, sen benim evimde büyüyesin. Kızım ile rızân ile kardeş olasın. Al- lahü teâlâdan revâ değildir, dedi. O ânda amcan oğlunu kendi hânesinden uzaklaşdırdı. Bir yerde gezerken fırsat bulup, seni tutdu. Zorla tasarruf etdi ve hâmile oldun. Herkesden sakla- dın. Düşürmeğe çâre bulamadın. Bu sırrı Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri biliyordu. Bir de vâliden biliyordu. Müddet te- mâm olup, bir gece gizlice bir oğlan doğurdun. Annen ile bir bez parçasına sarıp, onu katl de edemeyip, bir yüksek yere koydunuz. Birkaç adım gitdiniz ki,bir köpek o çocuğu kokla- mağa başladı. Annen bu köpeği görünce, eline bir taş alıp, o köpeğe atdı. Allahü teâlânın hikmeti, o atılan taş, o çocuğun al- nına dokundu. Eyvâh kendi elimiz ile bu bîçâre çocuğu katl et-

– 358 –

dik deyip, yanına vardıkda, baksa ki, çocuğun alnında bir mik- dâr yara eseri, alnı kanamış. Bir bez ile yara üzerini bağladı. O kimsesiz bîçâre çocuğu, annen ile orada bırakıp, evinize gitdi- niz. Bunu Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden başka kim- se bilmez. Siz oradan gitdiğiniz gibi, o yoldan bir kervân gelip, geçerken, orada bir çocuk sesi duydular. Ona doğru vardılar ki, bir küçük bîçâre çocuğu sarıp koymuşlar. Feryâd ile ağlayıp, yatar. O kervân sâhibi de o çocuğun ne olduğunu sormayıp, zâ- hirde bir çocukdur. Eğer terbiye olunup, ömrü olur ise bir di- lâver yiğit olur diye, alıp, gitdi. Vilâyetine götürdü. Bir nice müddet terbiye edip, kemâle erişdi. Sonra efendisi olan bezir- gân ile hacca gitdi. Takdîr-i Rabbânî o bezirgân eceli gelip, Mekke-i mükerremede vefât etdi. Defn etdikden sonra, bu yi- ğit efendisi vefât etdiğinden, üzüntüden kurtulmak düşüncesi ile seyâhate çıkdı. Dolaşıp, yolu Kûfe şehrine uğradı. Vilâyetin eşrâfı arasına karışdı [Onlar ile tanışdı]. Onsuz olmazlar idi. Netîcede bu şehrde kalmak, bu şehrde yerleşmek istedi. Sonra eşrâfın herbiri bir tarafa çekdiler. Hâsıl-ı kelâm, seni bu [müsâ- fir gelen] gence nikâh etdiler. Bu gece zifâfa koydular. Yâ ka- dın! Sakın yalan söyleme; dediğimiz gibi olmadı mı. Gerçek- den yâ Alî, buyurduğunuz gibidir ve doğrudur. Yâ Halîfe-i Re- sûlallah! Bu hâllere, benim bu sırrıma, Allahü Sübhânehü ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinden gayri ve annemden başka ve hazretinizden gayri, bu âna gelinceye kadar kimse vâkıf değil- dir. Ondan sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerre- mallahü vecheh” buyurdu ki; ey kadın! Bu [erkek], senin yola bırakdığın oğlundur. O yiğide de, aç alnını diyerek, işâret bu- yurdu. O da alnını açdıkda, taş yeri henüz gitmemiş. Açıkca göründü. Kadın hemen o yara izini gördü. Dedi, yâ Alî! Doğ- ru söyledin. Bütün sözlerin doğrudur. Ondan sonra, hazret-i Alî “radıyallahü anh” o yiğide sordu ki, bu gecenin içinde olan ceng ve cidâlin [kavga ve münâkaşanın] sebebi ne idi. Allahü teâlânın izni ile bize ma’lûm olmuşdur. Lâkin bu meclisde hâ- zır olanların da ma’lûmları olsun. Onun için söyle. O yiğit dedi ki, yâ Alî! Allahü teâlâ bilir. Ne zemân ki bu hâtuna el uzat- sam, o sırada üzerime bir hınzır yavrusu hamle ederdi ki, aklım başımdan giderdi.Hemen elimi çekerdim. O görünen hınzır kaybolurdu. Belki hayâldir diye, tekrâr elimi kaldırıp, kadına elimi uzatmak istediğim zemân, yine o hınzır açığa çıkıp, üzeri-

me hücûm ederdi. Elimi çekince kaybolurdu. Kadın ise huzûr- suz olup, derdi ki, niçin cefâ edersin. Benimle alay mı edersin. Elini kâh uzatır, kâh çekersin. Sâir erkekler gibi elimi alıp, er- kek ile kadın mu’âmelesi etmezsin. Sabâha kadar bu kadın ile ceng ve cidâlimiz bu idi. Hazret-i Aliyyül mürtedâ “radıyalla- hü teâlâ anh” buyurdu ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, kemâl-i lütfundan ve gayretinden ana-oğul ile cimâ olmağa re- vâ görmediği için, böyle hâl vâki’ oldu. Bunun emsâli ahvâl Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden zuhûra gelmesi çok ol- muşdur. Zîrâ bu şeklde kemâlât ve makâmât ve kerâmetlerine nihâyet yokdur.

Ellidördüncü Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir gün Fırat nehri kenârında seyr ederken boğulmuş bir kimse gördü. O meyyitin yanına varıp, bakdıkda, gördü ki, serçe par- mağında Yemen taşından yüzük var. Hayret edip, meyyit ya- nında hâzır olan cemâ’ate süâl etdi ki, bu meyyitin vefâtına se- beb ne oldu. Allahü teâlânın emri ki, sultânımız suya gark ol- muşdur. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, Yemen taşı taşıyanın suda boğulmaması gerek idi. Bunun hik- meti nedir, diye hayret deryâsına dalıp, tefekküre vardılar. Al- lahü Sübhânehü ve teâlâ celle celâlühü lutfundan ve ihsânın- dan, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” bu ızdırâbının geç- mesi ve bu elemden kurtulması için, o meyyitin parmağında olan yüzük taşına dil verip, hazret-i Alîye dedi ki: Yâ Alî! Ye- men taşında buyurduğunuz o hassâ vardır. Lâkin ben Yemenî değilim. Hind diyârının bir taşıyım. Bende o hassâ yokdur. Haz- ret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitmekle şâd olup, Alla- hü Sübhânehü ve teâlâ ve tekaddes hazretlerine şükrler eyledi. Hâzır olan cemâ’ate buyurdu ki, suda boğulmakdan kurtulmak hâssası Allahü teâlânın inâyeti ile Yemenî taşa mahsûsdur. Baş- ka taşlarda yokdur. O zemândan beri Yemenî taş i’tibâr bulup, parmakda yüzük kılındı. Bu hikâye bir arabî menâkıbdan nakl olundu.

Ellibeşinci Menâkıb: Alî “kerremallahü vecheh ve radıyal- lahü teâlâ anh” hazretlerinin bütün fazîletlerinden, ilmi o sevi- yede idi ki, bir gün minber basamaklarını şereflendirdikde, bu- yurmuşdur ki, rûhum kabza-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Zebûr ve Tevrât ve İncîl konuşabilseler idi,

ben onların bütün esrârlarından haber verebilirdim. Onlar da ittifâk ile beni tasdîk ederler idi. İbâdeti o mertebede idi ki, her gece yalnız olarak [gece halvetinde], farz ve sünnet tekbîr- lerinden ayrı olarak bin tekbîr işitilirdi. Hilmi o derecede idi ki, bir gün bir kölesine yedi kerre çağırdı [seslendi]. Cevâb ver- medi. Sebebini anlamak için çıkdı. Hücre [ev] kapısında dur- muş idi. Niçin cevâb vermediğini sordu. Yâ Efendi! İstedim ki, seni gadablandırayım. Hazret-i Alî dedi ki, ey gâfil! Allahü te- âlânın izni ile ben gadablanmam. Fekat seni imtihâna teşvîk edeni kızdırayım. Onun için o köleyi âzâd etdi. Ömrü oldukça [yaşadığı müddetçe] ma’îşet için çalışdı. Tevâzu’u o derecede idi ki, hilâfet zemânında mülkü, doğuda Semerkanda kadar genişlemişdi. Çok vakt yaya yürür, ata binmezdi. Bir gün ba’zı ihtiyâclarını alıp, kendi götürür idi. Hizmetçilerinden birisi de- di: Yâ Emîr-el mü’minîn! Bu hizmet bizimdir, biz yapalım. Bu- yurdu ki: (Âilenin ihtiyâcını te’mîne en çok hakkı olan baba- dır.) Hizmetçi dedi ki, siz zemânın halîfesi ve cihânın sultânısı- nız. Bu hizmet cenâbınıza hafîflik verir. Buyurdu ki: Iyâlinin [çoluk-çocuğunun] ihtiyâcını taşımakla insan kemâlinden bir- şey kaybetmez. Sehâveti [cömertliği] o mertebede idi ki; bir vaktde dört dirheme mâlik idi. Bir dirhemini gizli, bir dirhemi- ni âşikâre, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gece tasadduk eyledi [sadaka] verdi. Şânlarının büyüklüğü için meâl-i şerîfi, (Gece ve gündüz, gizli ve açık, mallarını sarf edenlerin mükâ- fâtlarını Rableri verecekdir..) olan Bekara sûresinin 274.cü âyet-i kerîmesi nâzil olup, bütün âleme yayıldı ve şöhret buldu. Fakîr-fukarâya çok düşkün idi ki, bu husûsdaki şânlarının bü- yüklüğü için, meâl-i şerîfi, (Onlar kendileri arzû etdikleri hâl- de, yiyeceği, yoksula, öksüze ve esîre yidirirler) olan, Hel etâ [insan] sûresi 8.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Kemâl derecede- ki ihsânı, meâl-i şerîfi, (Sizin dostunuz ancak Allahü teâlâ, Onun Peygamberi ve nemâz kılan, rükû’ eden ve zekât veren mü’minlerdir) olan Mâide sûresi 55.ci âyet-i kerîmesi ile sâbit olmuşdur.

Rivâyet edilmişdir ki, bir gün hilâfet zemânlarında, beyt-ül mâl hazînesine girip, fazla mikdârda altın ve gümüşü görüp, de- di, ey kırmızılar ve ey beyâzlar! Benden başkasına cilve yapın ki, ben sizi dönüşü olmıyan bir talâk ile boşamışım. Bir rivâyet-

de, sizi öyle terk etmiş ki, dönüşü mümkin değildir. (Kıt’a):

Altın, güneş olsa da, onu gerdânlık diye takmam, Gümüş ay olsa yine, güneş gibi hiç bakmam.

Müsâvîdir yanımda, kara toprak, ay ve güneş, Altın ile gümüşe başka, toprağa başka bakmam.

Kerâmetlerinden biri de odur ki, mubârek ayağını atının özengisine basarken, Kur’ân-ı kerîme tilâvete başlar, öbür aya- ğını basıncıya kadar hatm ederdi.

(Şevâhid-ün nübüvve)de nakl edilmişdir. Esmâ binti Ümeys, Fâtıma-tüz-zehrâdan “radıyallahü teâlâ anhâ” nakl et- mişdir: Zifâf gecesinde onun [Alî “radıyallahü anh”ın] yer ile konuşduğunu duydum. Sabâh oldukda öğrenmek maksadı ile, o hâli Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine arz etdikde, secde-i şükr edip, buyurdu ki, (Ey Fâtıma! Müjde- ler olsun sana ki, Allahü teâlâ; zevcine se’âdet ve üstünlük ve- rip, yeryüzündeki mahlûkların seçilmişlerinden yapdı.)

Ellialtıncı Menâkıb: Yine (Şevâhid-ün nübüvve)de yazılıdır. Sıffîn harbine giderken askerler çok susamışlar idi. Su aradılar. Rastladıkları bir kilisenin râhibi, falan yerde bir çeşme vardır, dedi. Askerler bulundukları yerden o istikâmete gidiyorlardı. Şâh-ı Merdân Alî “radıyallahü teâlâ anh” başka tarafa gitmeyi- niz, o tarafda bir taş görüp, işâret edip, bunu kaldırınız buyur- du. Bütün askerler, o taşı kaldırmakdan âciz olup, kaldıramadı- lar. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o taşı kaldırdı. Altın- dan, hoş ve güzel, kaynayan su çıkdı. Bütün asker o sudan içip, kandıkdan sonra, yine o kaynak üzerine o taşı koyup, kapatdı- lar. Râhib, bu kerâmeti görüp, dedi ki, ey azîz! Sen Resûl mü- sün? Alî “radıyallahü anh”, hâyır, velâkin Resûlün vasîsiyim buyurdu. Râhib ihlâs ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine îmân getirip, müslimân oldu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” müslimân olmasının sebebini süâl bu- yurdukda, cevâb verdi ki: Yâ Ebâ Hasen [Hasenin babası]. Ön- ceki geçenlerimizden işitmişiz ve kitâblarımızda yazılıdır ki, bu mevkî’de bir çeşme var. Onun açığa çıkması Resûl veyâ Resû- lün vasîsi olmadıkca, müyesser olmaz. [Ya’nî onlar açığa çıka- rır.] Bugün ise sizden bu kerâmet açığa çıkdı. Anladım ki, siz Resûlün vasîsisiniz! İşitdiğim ve gördüğüm muhakkak olup,

– 362 –

murâdıma erdim.

Nakl edilmişdir ki, dünyâyı terk edip, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hizmetinde bulunup, muhârebeye katılıp, şe- hîd oldu. Hazret-i Mürtezânın “radıyallahü teâlâ anh” güzel ah- lâkının vasflarından yazmak ve anlatmak insan kudretinin dı- şındadır. Onun hâllerini müşâhede imkânsızdır. [Herkes anlıya- maz.] (Kıt’a):

Bir serverin ki, güzelliğini anlatmak kolay değildir, Vasfı (Hel etâ) ola, medhi (İnnemâ).

Lâyık değil ki, onun zâtını vasf etmek, Eteğine bulaşan Sühâ yıldızı ile.

Elliyedinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vasıyyet etdi ki, vefâtlarında, mubârek be- denlerini benim yıkamamı emr buyurdular. Her kim o hazretin cesed-i şerîfine baksa, anlayışı ve hâfızası kuvvetli olur. Hattâ emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin di- ğerleri üzerine fehm [anlayış] ve hıfzı [hâfızası] çokluğundan sordular. Buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerini yıkadım. Gözünün hânesinde bir mikdâr su kalmış gördüm. O suyu dilim ile aldım ve içdim. Bu kuvvetli hâ- fıza, o ser-çeşmenin bereketindendir. (Şevâhid-ün nübüv- ve)den alınmışdır.

Ellisekizinci Menâkıb: Ebûl Esved Düeli demişdir ki, emîr- ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden işit- dim. Buyurdu ki: Dışarı çıkdım, ayağımı atın özengisine koy- dum. Abdüllah bin Selâm “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri çı- ka geldi. Dedi ki, yâ Alî! Nereye gidiyorsun. Irâka gidiyorum, dedim. Dikkatli ol ki, eğer sen Irâka gider isen, başına kılınç dokunsa gerekdir. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yemîn etdi ki, ben bu sözü, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinden işitmişdim. (Şevâhid-ün nübüvve)de var- dır.

Ellidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir şahsa dedi ki, benim haberimi Mu’âviyeye niçin götü- rürsün. O şahs inkâr etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”

– 363 –

yemîn eder misin, dedi. O şahs yemîn etdi. Hazret-i Alî buyur- du ki, eğer yemîninde yalancı isen, Allahü teâlâ senin gözlerini kör eylesin. Bir hafta geçmeden gözleri kör oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Yine emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazret- leri Ruhbeden bir şahsa, bir şey sordu. Doğru söylemedi. Haz- ret-i Alî, yalan söylüyorsun, buyurdu. O şahs, yalan söylemi- yorum, dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Se- nin üzerine düâ ederim, eğer yalan söylemiş isen, Allahü teâ- lâ seni kör eylesin. O şahs Ruhbesine gitmeden kör oldu. (Şe- vâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Yine hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir gün mescidde hâzır olanlara and verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden her kim (Beni seven, Alîyi de sever) ha- dîs-i şerîfini işitmiş ise, şehâdet versin. Ensârdan on kişi hâzır olup, şehâdet etdiler. Bir kişi de bu hadîs-i şerîfi işitmiş idi ve o meclisde hâzır idi. Şehâdet etmedi. Hazret-i Alî buyurdu ki, ey falan, niçin sen şehâdet etmezsin ki, sen de o meclisde olup, ha- dîs-i şerîfi işitmiş idin. O kişi dedi: Ben ihtiyârladım; unutdum. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” düâ etdi ki, yâ Rabbî! Eğer bu şahs yalan söylüyor ise, onun derisinde bir beyâzlık açığa çı- kar ki, sarığı onu örtmesin. Rivâyet eden der ki, vallahi ben o şahsı öyle gördüm ki, iki gözünün ortasında beyâzlık meydâna geldi. Hattâ Zeyd bin Erkam “radıyallahü teâlâ anh” demişdir ki, ben de o meclisde veyâ onun gibi bir meclisde hâzır idim. Ben de o hadîs-i şerîfi işitenlerden idim. Ammâ şehâdet etme- dim. Allahü teâlâ azze şânühü benim gözlerimin nûrunu gider- di. Her zemân o şehâdet etmemenin pişmânlığını çekerdi. Alla- hü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden magfiret taleb ederdi. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Altmışıncı Menâkıb: Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radı- yallahü teâlâ anh” bir gün minbere çıkdı. Buyurdu ki: Ben Al- lahın kulu, Resûlünün kardeşi, Cennet kadınlarının seyyidesi- nin nikâhlısıyım. Her kim benden gayri bu da’vâda bulunsa, Allahü teâlâ hazretleri o kimseye belâ verir. O meclisde olan bir kişi, dedi ki: Allahın kuluyum ve Resûlullahın kardeşiyim sözü kimseye hoş gelmez, bu söze kimse inanmaz. O şahs yerin-

– 364 –

den kalkmadan, aklını kaybedip, deli oldu. Onu, ayağından ya- pışıp, mescidden dışarı sürüdüler. Komşularından, ona dahâ evvel böyle bir şey olmuş mu idi diye sordular. Dediler ki, ol- mamışdı. Herkes bildiler ki, emîr-ül mü’minîn Alîye “radıyalla- hü anh” ta’n sebebi ile oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmış- dır.

Altmışbirinci Menâkıb: Sıffîn günlerinden bir gün, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyalahü teâlâ anh” seslendi ki, yâ Ebâ Müs- lim neredesin. Muhammed bin Hanefiyye dedi ki: Ebû Müslim arka saflardadır. Hazret-i Alî buyurdu ki: Benim murâdım Ebû Müslim Havlânî değildir. Maksadım şu Ebû Müslimdir ki, Ho- râsanlıdır. Bu askerin sâhibi olacakdır. Doğu tarafından siyâh bayraklar ile meydâna çıkar. Muhâlifleri ile o kadar muhârebe ve mukâtele eder ki, Allahü teâlâ onun vâsıtası ile, olacak şey- leri merkezinde karâr etdirir. Ne mutlu onunla berâber dîni yaymak için çalışan, dîni yaymak için gayret edenlere. (Şevâ- hid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Altmışikinci Menâkıb: Bir gün Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, ne olaydı, ne zemân öleceğimizi bilseydim. Hâzır bulunanlar dedi ki, biz onun nasıl olacağını bilmeyiz. Hazret-i Mu’âviye dedi ki: Ben onu hazret-i Alîden öğrenirim. Onun bil- diği herşey doğrudur. Dilinden çıkan şeyler doğrudur, bâtıl de- ğildir. Kendinin güvendiği kimselerden üç kişi çağırdı. Onlara dedi ki: Üçünüz berâber yol arkadaşı olup, Kûfeye gidiniz. Kû- feye bir menzil kalınca [yaklaşınca], birbirinizin ardınca Kûfeye giriniz. Her biriniz benim öldüğüm haberini veriniz. Lâkin her biriniz, hastalığımda, ölüm günümde ve sâatinde ve mahallinde ve nemâzımı kılan kimse hakkında ve sâir husûsda birbirinize uygun söyleyiniz. O üç kişi, Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” dediği şeklde, Kûfeye gitdiler. Bir menzil kaldı. Birisi Kû- feye girdi. Sordular, nereden gelirsin. Dedi, Şâmdan gelirim. Dediler, ne haber var. Dedi ki: Mu’âviye vefât etdi. Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” huzûrlarına bu haberi iletdiler. Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” aslâ iltifât buyurmadılar. İkinci gün biri dahî geldi. Yine Mu’âviye- nin “radıyallahü anh” vefâtının haberini verdi. Yine hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” cevâb vermedi. Üçüncü gün biri da- hî geldi. Evvelkilere muvâfık haber verdi. Emîr-ül mü’minîn

Alî “radıyallahü anh” hazretlerine iletdiler. Haber mütevâtir oldu. Sıhhatinde şübhe kalmadı. Muhakkak Mu’âviye “radıyal- lahü anh” vefât etmişdir, dediler. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” mubârek başını ve yüzünü göstererek; (Bundan akan kan ile bu bulaşmayınca, Mu’âviye vefât eder mi) buyurdu. O üç kimse bu haberi Mu’âviyeye “radıyallahü anh” iletdiler. Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” anladı ki, ken- disi Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden sonra kalacakdır ve hem de kazâ-i ilâhî ile öyle oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Altmışüçüncü Menâkıb: Rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Vedâ haccından dönerken, Ga- dîrhum denilmekle ma’rûf menzilde nemâzdan sonra, Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerine dönüp buyurdular ki, (Ben mü’minlere nefslerinden dahâ sevgili, dahâ yakın değil miyim.) Orada hâzır olanlar ittifâkla tasdîk edip, de- diler, (Evet, yâ Resûlallah.) Sonra hazret-i Alînin elinden tu- tup, buyurdu ki: (Ben kimin mevlâsı isem, Alî onun mevlâsıdır.) [Beni seven Alîyi sever.] (Yâ Rabbî, ona düşmanlık edene düş- manlık et. Onun ile dost olana dost ol. Onu hor tutanı hor tut. Ona yardım edene yardımcı ol. Nerede olur ise olsun, ona hak- kı, doğruyu bildir.)

(Kıt’a):

Gel ey Resûlün rızâsını isteyen, Onu seveni sev, düâsını rehber et.

Sana ilâhî kılınç çekilmesin diyorsan, Allahın arslanına buğz etme, muhabbet et!

Altmışdördüncü Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, bir mikdâr henüz toprakdan ayrılma- mış altını Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- lerinin huzûrlarına getirdi. Hazret-i Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü aleyhi ve sellem” onu Necd ehline tak- sîm eyledi. Kureyş ve ensâr dediler ki: Yâ Resûlallah! Bizi bı- rakıp da Necd ehline taksîm buyurdun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Bunu, onun için onlara taksîm etdim ki, ehl-i islâm ile ve müslimânlar ile ülfet etsin- ler!) Bu sözleri söylediği sırada bir şahs çıka geldi. Gözleri çu-

kurlaşmış, sakalı yüzünü bürümüş, vücûdunu kıllar kapatmış- dı. Dedi ki: Yâ Muhammed! Allahü teâlâ hazretlerinin emrini yerine getir. Resûlullah hazretleri, (Eğer ben, Allahü teâlânın emrlerini dinlemez isem, kim dinler) buyurdu. Hâlid bin Velîd “radıyallahü teâlâ anh” orada hâzır idi. Dedi ki: Yâ Resûlallah! İzn ver, katl edeyim. İzn vermedi. Sonra o şahs yüzünü dönüp, gitdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Bunun neslinden bir kavm zuhûra gelecekdir. Kur’ân-ı azîm-üş-şânı okurlar. Ammâ boğazlarından aşağı geç- mez. Ehl-i islâmı katl ederler. Okun yaydan çıkdığı gibi, dîn-i islâmdan çıkarlar!) Hâricîler o kavmdendir. O sebebden onla- ra (Mârikûn) derler.

Altmışbeşinci Menâkıb: Fahr-i âlem ve Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine haber vermiş idi ki, (Sen, cemâ’atinden dinden çıkan hâricîler olacak, onlar ile harb edeceksin. Onlar içinde bir şahs olur ki, bir eli bir pâre et olur. Omuzu başında, kadınlar memesi gibi nesne olur. O et parçası- nın üzerinde fâre kuyruğu gibi nice kıllar vardır.)

Rivâyet ederler ki, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri hâricîler üzerine zafer buldu. Onlardan çoğu helâk oldu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn buyurdu, o şahsı istedi- ler. Bir def’a aradılar, bulamadılar. Hazret-i Emîr yemîn etdi ki, vallahi ben yalan söylemem. Bana da söyliyen yalan söyleme- mişdir. Bir def’a dahâ istediler. Kırk ölünün altında, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden nakl etdiği gi- bi buldular.

Altmışaltıncı Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” islâm askeri ile hâricîlere karşı harb et- meğe giderken, Nehrvân yolunda bir kilisede bulunan bir râhib dedi ki; ey islâm askeri, emîriniz bu tarafa gelsinler. Hazret-i Alîye arz olundukda, hazret-i Emîr o tarafa doğru yönelip, ki- liseye vardılar. Râhib dedi ki, ey müslimân askerlerinin serdâ- rı! Bugün tâli’ yıldızı müslimânların mağlûbiyyetini gösteriyor. Sabr ediniz. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ey râhib! Bana yıldızlara bakıp, hükm söyler-

– 367 –

sin. Falan settâreden [yıldızdan] bana haber ver. Râhib dedi ki: Ben o yıldızı bilmiyorum. Hazret-i Alî buyurdu ki: Ey râhib! Ma’lûm olsun ki, gök ilmini [ilm-i nücûmu] bilmiyorsun. Yer [arz] ilminden sorayım. Hâlen ayağının basdığı yerin altında ne vardır. Râhib dedi ki: Bilmiyorum. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Ben sana söyliyeyim. Şu şeklde bir kab, kabın için- de şu kadar, şu vasfda, nakşda, akçe vardır, buyurdu. Râhib de- di, ey azîz! Bu şeklde keşf etmek sana nereden hâsıl oldu. Bu- yurdu ki: Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” bana haber vermiş idi ki, bir grub asker ile harb edesin ki, onların askerinden, on kişiden azı kurtulur. Senin askerinden ondan eksik şehîd olur. Râhib, hayret edip, imtihân için ayağı altındaki yeri kazdı. O ta’rîf edilen şeklde akçeler bulup, o ni- şân ile çıkıp, o şeklde görünce, îmâna geldi. Rivâyet edilir ki, o dörtbin hâricîden üçbindokuzyüzdoksanbir adedi öldürülüp, dokuz asker firâr etmişdir. İslâm askerinden dokuz se’âdetli kimse şehâdet şerbetini içip, gerisi sıhhat ve selâmet üzere kal- mışdır.

Altmışyedinci Menâkıb: İmâm-ı Müstagfirî “rahimehullahi teâlâ” (Delâ-il-ün nübüvve) adlı kitâbında, Firâs bin Amrdan “radıyallahü teâlâ anh” nakl eylemişdir. Ona Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri zemân-ı şerîflerinde bir baş ağrısı ârız oldu. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” iki gözü ortasını tutdu. Mubârek parmakları ile tutduğu yerden kirpi kılı gibi kıl çıkdı. O ağrı ondan gitdi. Hâricîlerin emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh” üzerine hücûm etdikleri günde, Firâs de onlara uydu. O vakt o kıllar alnından döküldü. O sırada o ağrı tekrâr başladı. Ona de- diler ki, bu iş sana hâricîlere uyduğun için hâsıl oldu. Tevbe ve istigfâr etdi ki, o kıl alnında çıkıp, o ağrı ondan temâmen gitdi. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Altmışsekizinci Menâkıb: Alî bin Zeyd “rahimehullahü teâ- lâ” demişdir. Sa’îd bin Museyyib “radıyallahü anh” bir şahsı bana gösterdi ve dedi ki, var o şahsı gör. Dedim, hâlini bana anlat. Benim görmeme ne lüzûm var. Bu şahs Osmân ve Alînin “radıyallahü teâlâ anhümâ” hakkında kötü sözler söyler idi. Ben münâcat etdim, Allahü teâlâya ki, eğer senin katında Os- mânın ve Alînin kıymetleri var ise; bana bir nişân göster. Son-

– 368 –

ra o bedbahtın yüzü siyâh oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alın- mışdır.

Altmışdokuzuncu Menâkıb: Abdüllah Muhammed bin Kay- yımil Cevzî (Kitâb-ür-rûh) kitâbında nakl eyledi. O da Kurey- şin bir şahsından rivâyet eyledi. Şâmda bir kişi gördüm ki, yü- zünün bir tarafı kapkara idi. Onu dâimâ bir nesne ile örterdi. Ondan bu durumunu sordum. Dedi ki: Allahü teâlâya ahd ey- ledim ki, her kim bu hâli benden sorarsa, ben ona hikâye ede- yim. Ben, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buğz eder- dim. Hakkında uygunsuz sözler söylerdim. Bir gece uykumda gördüm ki, bir kişi geldi. Sen benim hakkımda uygunsuz sözler söylersin, dedi. Yüzümün bir tarafına bir nesne ile vurdu. Sabâh gördüm ki, yüzümün o tarafı siyâh olmuş. (Şevâhid-ün nübüv- ve)den alınmışdır.

Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine sordular: Ebû Bekr ve Ömerin “radıyallahü teâlâ anhümâ” zemân-ı şerîf- lerinde, hilâfetleri çekişme, kavga, fitne ve ihtilâflı değildi. Sizin ve Osmânın “radıyallahü teâlâ anhümâ” hilâfetlerinin zemânla- rı sıkıntı ve değişiklik ve fitneden hâli olmadı. Hazret-i Alî “ra- dıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Onun sebebi şudur. Ben ve Osmân, Ebû Bekr ve Ömerin mu’âvinleri idik. Sen ve senin emsâlin, benim ve Osmânın yardımcımız oldunuz. Böyle oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Yetmişinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” Yenbû karyesinde hasta oldu. Ona dediler ki, niçin bu- rada durursun. Eğer vefât edersen, hizmetlerini görmezler. Me- dîneye gidersen, kardeşlerin işini görürler. Alî “radıyallahü teâ- lâ anh” buyurdu ki: Ben şimdi vefât etmem. Hazret-i Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bana haber vermişdir. Mubârek başını gösterip, (buranın kanı), mubârek yüzünü gös- terip, (burayı boyamayınca) ben vefât etmesem gerekdir. (Şe- vâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Yetmişbirinci Menâkıb: Ammâr bin Yâser “radıyallahü anh” bir gün Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdu ki: Yâ Alî! Sana, insanların bedbahtlarından haber vereyim mi! Bunlar; Sâlih aleyhisselâmın devesini kılınçla vuranlar ve senin başına kılınçla vurup, yüzünü kana boyayanlardır.

– 369 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:24

Yetmişikinci Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn Alî “radı- yallahü teâlâ anh” Kûfe mescidinde, kendisini katl edecek olan İbni Mülcem mel’ûnunu gördü. Ona hitâb edip, buyurdular ki, ey Mülcem oğlu. Senin câhiliyye zemânında ve çocukluk günle- rinde hiç lakabın var mı idi. Dedi, bilmiyorum. Buyurdu ki: Sa- na; (ey şakî, ey Sâlihin devesini kısırlaşdıran) diyen, bir yehûdî hizmetciniz var mı idi. Evet var idi, dedi. Emîr-ül mü’minîn bir- şey söylemedi.

Yetmişüçüncü Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn Aliyyül mürtedâ, Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhüm” ile gizli söyleşirler idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu- yurdu ki: (Yâ Alî! Zübeyre gizli söylersin [sırrını söylersin]. Hâlbuki o seninle mukâtele [harb] edecekdir.) Deve vak’ası ol- duğu zemân, Alî “radıyallahü teâlâ anh” bu hadîs-i şerîf ile Zü- beyri “radıyallahü anh” andı. Zübeyr “radıyallahü teâlâ anh” muhârebeden vaz geçdi. Dönüp gitdi. Bir şahs ardından varıp, katl eyleyip, kılıncı hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” getir- di. Hazret-i Alî buyurdular ki, (Hazret-i Zübeyrin kâtiline, Ce- hennem ateşi müjdeler olsun!) (Şevâhid-ün nübüvve)den alın- mışdır.

Yetmişdördüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Hendek kazdıkları gün; Ammâr bin Yâserin, mubârek eliyle arkasını sığadı. Buyurdu ki, (Seni ehl-i bâgîden bir cemâ’at katl etse gerekdir!) Sonra Sıffîn gün- lerinde harb şiddetlendi. Ammâr bin Yâser, hazret-i Alînin ya- nında yemîn etdi ki, bu o gündür ki, Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana o günde şehâdet va’d bu- yurmuşdur. Emîr-ül mü’minîn hazretleri hiç cevâb vermedi. Üçüncü def’a yine yemîn etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Evet, bu gün o gündür. Hemen Ammâr “ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretleri tekbîr aldı. Hoş yeller esmeğe başladı. Yüzünü Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” askerin- den tarafına dönüp, muhârebe ile meşgûl oldu. Mu’âviyenin “radıyallahü anh” askerinden ba’zı behâdırlar bunu düşürdü. Bu esnâda susuzluk galebe etdi. Su diledi. Süt ile karışmış bir kadeh su verdiler. Ammâr onu gördü. Allahü ekber! dedi. Son- ra ondan bir mikdâr içdi. Ve dedi ki: Risâletpenâh “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri bana haber vermiş-

– 370 –

dir ki, (Seni ehl-i bâgîden bir kimse katl etse gerekdir. Senin katlin hazret-i Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselâmın ortasında olur. Onun alâmeti o olur ki, o vakt su isteyesin. Sana su ile ka- rışmış süt verirler.) Hattâ hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Abdüllah bin Amr bin Âsa buyurmuşdur ki, ey Abdüllah; Ammâr bin Yâserin kâtiline Cehennem ateşi ile müjde veresin. O gün, Ammâr bin Yâseri şehîd etdiler. İki bed- baht onun mubârek başını Mu’âviyenin “radıyallahü anh” önü- ne götürüp, çekişdiler. Biri dedi ki, ben katl etdim. Öbürü dedi ki, ben katl etdim. Mu’âviye “radıyallahü anh” dedi; her kim onu katl etmiş ise, ona bir kese gümüş vereceğim. Bunun anla- şılması için Abdüllah bin Amr bin Âsa emr etdi. Abdüllah bi- rinden, nasıl katl etdiğini sordu. O kişi dedi ki: Onun üzerine hamle etdim. Onu katl mahallinde gördüm. Abdüllah dedi, sen katl etmemişsin. Diğerinden de sordu. Diğeri dedi ki: Birbiri- mize hamle etdik. Benim hamlem ona te’sîr edip, atından düş- dü. Dizi üzerine gelip, dedi ki: (Cebrâîl ve Mikâîl “aleyhimes- selâm” ortasında bu işi yapan iflâh olmasın; pişmân olacakdır.) Bunu söyleyip, sağına ve soluna bakardı. Ondan sonra ben ile- ri varıp, başını kesdim. Abdüllah hazretleri buyurdu: (Bu bir kese dirhemi [gümüşü] tut ve sana Cehennem ateşi müjde ol- sun!) O bedbaht dedi ki: Eğer ölürsek vay bize, eğer öldürür- sek vay bize. Keseyi bırakdı [yere atdı]. (İnnâ lillah ve innâ ...) dedi. Mu’âviye “radıyallahü anh” dedi, Ey Abdüllah! Bunun gibi sözlerin mahalli midir? Abdüllah hazretleri buyurdu ki, mescidi bina etdikleri günde herkes bir taş getirdi. Ammâr iki taş getirdi. Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim, buyurdular ki, (Ey Ammâr! Seni ehl-i bâgîden bir cemâ’at katl edeceklerdir.) Son- ra buyurdular: (Ey Abdüllah! Ammârı katl edeni Cehennem ateşi ile müjdele!)

Yetmişbeşinci Menâkıb: Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” bir gün buyurdu ki, (Yâ Alî! Yakın zemân- da, seninle Âişe arasında bir hâdise vâki’ olacakdır.) O buyur- dukları Cemel harbine işâret idi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâ- lâ anh” dedi: Yâ Resûlallah! Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin içinde, bu bana mı mahsûsdur. Habîbullah hazretleri buyurdu: (Evet, sana mahsûsdur.) Haz-

ret-i Alî dedi ki: Öyle olur ise ben Eshâbın en bedbahtı olurum. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yok öyle olmazsın. Velâkin, öyle bir hâdise vâki’ olduğu zemân, onun üzerine gâlib olursun. Onu geri yerine, makâmına gönder!) Şübhesiz, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” Cemel vak’asında, Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretle- rinin askeri üzerine zafer buldu. Âişe hazretlerini ikrâm ve ihti- mâm ile Medîne-i münevvereye gönderdi.

Yetmişaltıncı Menâkıb: İmâm-ı Müstagfirî “rahimehullahü teâlâ” (Delâ-il-ün nübüvve) kitâbında bildirmişdir. Rûm kay- seri, emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretle- rinin hilâfeti zemânında zor süâllerini yazdı. Tafsîli (Delâ-il-ün nübüvve)de vardır. O süâlleri Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine gönderdi. Hazret-i Ömer onu okudu. Emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh” önüne koydu. Haz- ret-i Alî onu okudu. Divit ve kalem istedi. Onların cevâbını yazdı. Kâğıdı katlayıp, kayserin elçisine verdi. Elçi, bu cevâbı kim yazdı diye sordu. Hazret-i Ömer buyurdu ki, hazret-i Re- sûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” amcası oğlu, dâ- mâdı ve dostu hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yazdı. Der- ler ki, yehûdîden ba’zıları geldiler, dediler ki, ne oldu size ey müslimân tâifesi. Peygamberinizin vefâtından sonra, bu kısa zemânda ba’zınız ba’zınızın üzerine hücûm edip, muhârebeye başladınız. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdu ki: (Ey yehûdî tâifesi! Size ne oldu ki, henüz ayaklarınız denizin ıs- laklığından kurumamış idi. Yâ Mûsâ! Bize de başkalarının ilâhları olduğu gibi ilâh yap, dediniz!) Bu cevâb ile yüzlerini kara edip, cevâb veremiyecek hâle bırakdı.

Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyur- muşdur ki, (Alîye ilmin on bölüğünden dokuz bölüğü verildi. Vallahi geri kalan bir bölüğünde de ortakdır.) Hattâ imâm-ı Ahmed bin Hanbel “rahimehullahü teâlâ” buyurmuşdur ki, Sahâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretle- rinden bize hazret-i Alînin hakkında o kadar fazîlet gelmişdir ki, Alîden “radıyallahü teâlâ anh” başkası için gelmemişdir. Seyyid-üt-tâife Cüneyd “kuddise sirruhül’azîz” buyurmuşdur ki: Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri muhâlifleri ile muhârebeden fırsat bulsa idi, elbette ondan te-

savvuf ve hakâyık ilmi o kadar olurdu ki, gönüller ona tâkat ge- tiremezdi. O, âriflerin başıdır. Onun sözleri vardır ki, ondan evvel kimse söylememişdir ve ondan sonra da kimse mislini söylemeğe kâdir olmamışdır. Şu şekldedir ki, bir gün minbere çıkmış idi. Buyurdu ki, bana arşın altındakilerden sorunuz! Be- nim içim ilm ile doludur. Bu ağzımdaki Resûlullahın “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek ağzının suyudur. O şol nes- nedir ki, bana bölük-bölük verdi. Onun içindir ki, benim nef- sim onun yed-inde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, eğer izn olsa, Tevrâtın ve İncîlin içinde olanları haber verirdim. Be- ni o ikisi tasdîk ederlerdi. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn bu kelâ- mı kerâmet eseri buyurdu. O meclisde Da’leb Yemânî derler bir kişi var idi. Dedi ki: bu kişi ne garîb da’vâda bulundu. El- bette ben bunu imtihân ederim. Yerinden kalkıp, dedi, bir süâ- lim vardır. Hazret-i Alî buyurdu ki, öğrenmek ve bilmek için sor. Tecribe ve imtihân için sorma. Da’leb, sen beni onun üze- rine mecbûr etdin deyip, sordu, Rabbini gördün mü yâ Alî! Hazret-i Alî buyurdu: (Görmediğim Rabbime tapacak deği- lim.) Sonra, nasıl gördün, dedi. Emîr-ül mü’minîn buyurdu: (O Hakkı, gözler dünyâda gördükleri şeklde göremezler. Lâkin gönüller bekâ hakîkatleri ile görür. Benim Rabbim birdir. Şe- rîki yokdur. Benzeri bulunmaz. İkincisi olmaz. Yer [me- kân]dan münezzehdir. Üzerinden zemân geçmez. Akl ile idrâk edilmez. Yaratdıkları ile kıyâs edilmez.) Da’leb bu sözleri işi- tip, yüzü üzeri düşdü. Bayıldı. Bir zemân sonra kendine geldi. Dedi ki; Hak teâlâya söz verdim ki, kimseye imtihân niyyeti ile süâl sormıyacağım. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Eğer iş senin elinde olursa.)

Yetmişyedinci Menâkıb: İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî “rahime- hullahi teâlâ” (Tefsîr-i kebîr)de nakl etmişdir. Emîr-ül mü’mi- nîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sevenlerinden bi- risi bir siyâh köle idi. Bir gün onu hırsızlık yaparken tutup, haz- ret-i Alîye getirdiler. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn sordu ki, (Sen mi hırsızlık etdin.) Evet ben hırsızlık yapdım, dedi. Elini kesdi. O siyâh köle, hazret-i Emîrin meclisinden çıkıp, gitdi. Yolda Selmân-ı Fârisî ve İbni Zekvâna “radıyallahü teâlâ anhümâ” rastladı. İbni Zekvân o siyâh köleye, elini kim kesdi, dedi. Siyâ- hî dedi ki: Emîr-ül mü’minîn kesdi. İbni Zekvân dedi: O senin

elini kesdi, sen onu medh ediyorsun. Dedi ki, niçin medh etmi- yeyim ki, muhakkak elimi hak üzerine kesdi ve beni Cehennem ateşinden halâs eyledi. Selmân “radıyallahü teâlâ anh” bu sözü siyâh köleden işitip, geldi, Alîye “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o siyâh köleyi çağır- dı. O kesilen elini yine bileği üzerine koydu. Bir mendil ile ört- dü. Düâ etdi. Sonra bir ses işitdik, gökden ki, hazret-i Emîre emr eyledi. Örtüyü kaldır. Örtüyü aldı. Eli Allahü teâlânın izni ile önceki durumuna gelmişdi.

Yetmişsekizinci Menâkıb: Kûfe ehâlisi dediler ki: Yâ Emîr- el mü’minîn. Fırat suyu bu sene azdı. Çok ekinleri zâyi’ eyledi. Ne olur, Allahü teâlâ hazretlerinden dileyesin ki, su az olsun. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” se’âdethânelerine girdi. Halk kapıda beklerler idi. Sonra dışarı çıkdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin cübbesini üzerine giymiş, mubârek sarığını başına koymuş, asâsını eline almışdı. At iste- di. Ata bindi. Orada olanlar ve çocuklar etrâfında olmak üzere, Fıratın kenârına geldiler. Aşağı indi. İki rek’at nemâz kıldı. Durdu. Asâyı mubârek eline aldı, köprünün üstüne çıkdı. Ha- sen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri de berâ- ber çıkdılar. O asâ ile sudan tarafa bir def’a işâret eyledi. Su bir mikdâr azaldı. Buyurdu ki, bu kadar kifâyet eder mi. Hepsi de- diler, yâ Emîr-el mü’minîn, kifâyet eder.

Yetmişdokuzuncu Menâkıb: Cündeb bin Abdüllahil Ezdî diyor ki: Cemel ve Sıffîn harblerinde; emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretleri ile berâber idim. Benim hiç şübhem yok idi ki, hak Emîr-ül mü’minîn hazretleri tarafında- dır. Ne zemân ki, Nehrvâna konduk. Benim gönlüme bir şüb- he düşdü. O cemâ’ati katl etmek gâyet büyük işdir. Sabâhleyin askerden ayrıldım. Yanımda bir matara su var idi. Bir yerde kı- lıncımı yere dikdim. Kalkanı üzerine asdım. Gölgesine otur- dum. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” yanıma çıka geldi. Sordu, yanında hiç su var mıdır? O matarayı önüne koydum. Aldı. O kadar uzağa gitdi ki, görünmez oldu. Yine geri geldi. Abdest alıp, kalkanın gölgesine oturdu. O sırada bir atlı geldi. Emîri görmek istediğini söyledi. Hazret-i Alî kabûl buyurdu. O atlı dedi ki: Ey Emîr-el mü’minîn! Muhâlifler Fıratı geçdiler. Ve suyu kesdiler. Buyurdu ki: Hâyır, onlar suyu geçememişler-

– 374 –

dir. Bu sözü söylerken, bir şahs dahâ geldi. Vallahi ben onların sancaklarını suyun öte tarafında gördüm, dedi. Emîr-ül mü’mi- nîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu; vallahi geç- mediler. Nasıl geçerler ki, onların düşecek ve dökülecek yerle- ri buradadır. Ondan sonra durdu. Ben de durdum. Kendi ken- dime dedim; Elhamdülillah. Elime bir terâzî girdi ki, bu kişinin hâli bundan belli olur. Yâ o yalancı behâdırdır veyâ Allahü teâlâ hazretlerinden veyâ Resûlullah hazretlerinden hücceti vardır. Buna dayanarak bunu bilmişdir. Gönlümden dedim ki, yâ Rabbî! Seninle ahd etdim. Eğer suyu geçmiş olduklarını gö- rürsem, o kimse ile [Alî “radıyallahü anh” ile] muhârebe eyle- yen ben olacağım. Eğer geçmemiş iseler o muhâlif ile muhâre- be ve mukâtele edeceğim. Askerin arasından [saflardan] geç- dik. Gördük onların bayrakları evvelki gibi yerlerinde durur. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” arkamı tut- du [sıvadı] ve işin ile meşgûl ol, dedi. Ben de hamle edip, on- lardan birini öldürdüm. Arkasından birini dahâ öldürdüm. Bi- rine saldırdım. Ben ona vurdum. O da bana vurdu. İkimiz de düşdük. Arkadaşlarım beni kaldırıp, götürmüşler. O vakt ken- dime geldim. Hazret-i Emîr muhârebeyi bitirmiş idi. Emîr-ül mü’minîn bir şahsa durumundan haber verdi. Seni, falan mev- ki’de, falan hurma ağacına assalar gerekdir. Buyurduğu gibi vâki’ oldu.

Sekseninci Menâkıb: Haccâc-ı Yûsüf “Allahü teâlâ müste- hâkını versin”, Kümeyl bin Ziyâdı “radıyallahü teâlâ anh”, ça- ğırdı. Kümeyl ondan kaçdı. Haccâc-ı zâlim, Kümeylin akrâbala- rının vazîfelerine son verdi. Kümeyl bunu işitdi ve dedi ki: Be- nim ömrüm zâten bitmişdir [yaşlandım]. Benim sebebim ile, kavmimin mahrûm olması lâyık değildir. Haccâcın yanına var- dı. Haccâc dedi ki, isterim ki, seni öldüreyim. Kümeyl dedi ki: Benim ömrüm az kalmışdır. Ne diler isen onu yap. Bizim va’de- miz yakındır. Benim ölümümden sonra hesâb vereceksin. Bana emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâ- lâ anh” haber vermişdir ki, seni Haccâc öldürecekdir. O zâlim onun boynunu vurdu.

Seksenbirinci Menâkıb: Haccâc bir gün dedi ki, isterim Ebû Türâbın [Hazret-i Alînin] eshâbından birini katl edeyim ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine yaklaşayım. Hazret-i Alî-

– 375 –

nin “radıyallahü anh”, kölesi Kanber ile sohbet etmiş olduğunu hiç kimse bilmezdi. [Hazret-i Alînin en çok sohbet etdiği kim- selerden idi.] Haccâc, Kanberi çağırtdı ve dedi ki, Kanber sen misin. Kanber, evet benim dedi. Haccâc, Alî ibni Ebî Tâlib se- nin Mevlân mıdır, dedi. Kanber, benim Mevlâm Allahü teâlâ hazretleridir. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî velîm ve sebeb-i ni’metimdir, dedi. Haccâc dedi: Seni katl etmek isterim. İhtiyâ- rınla nasıl katl olunmak istersin. Kanber dedi: İhtiyâr senindir, her ne vech ile katl edersen, ben de seni kıyâmetde öyle katl ederim. Zâten bana emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, ey Kanber, seni zulm ile katl etseler gerekdir, diye haber vermişdi. Sonra Haccâc Kanberi “radıyallahü teâlâ anh” katl eyledi.

Seksenikinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radı- yallahü teâlâ anh” Berâ’ bin Âzibe dedi ki, (Benim oğlum Hü- seyn katl olunsa gerekdir. Sen o vaktde ona yardım etmiyecek- sin.) Emîr-ül mü’minîn hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” şehîd oldu. Berâ’ bin Âzib, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” doğru söyledi. Hazret-i Hüseyn katl olundu. Ona yardım yapa- madığıma pişmânım, dedi.

Seksenüçüncü Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir seferinde Kerbelâya uğradı. Sağına ve soluna bakdı. Giryân-giryân [ağlıyarak] geçdi ve buyurdu ki: (Vallahi onların develerinin çökeceği ve onların katl olunacakları makâm bura- sıdır.) Eshâbı dediler: Ey Emîr-el mü’minîn! Bu ne makâmdır. Buyurdu ki: (Burası Kerbelâdır. Bu yerde, bir kavm katl olun- sa gerekdir. Onlar hesâbsız Cennete girerler.) Hiç kimse bu sözlerin ma’nâsını hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” haz- retlerinin vak’ası oluncaya kadar anlamadı.

Seksendördüncü Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Kûfeden asker istedi. Bir takım söz ve hareketden sonra, asker gönderdiler. Gelmezden evvel hazret-i Alî buyurdu ki: Kûfeden iki bin er ve de bir kişi geliyor. Eshâb- dan biri, bu sözü işitdim, o askerleri bir bir saydım, buyurdukla- rından ne eksik, ne fazla idi, dedi.

Seksenbeşinci Menâkıb: Hayye-i Arabî, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin eshâbından idi. Dedi

– 376 –

ki: Hazret-i Mu’âviye ile muhârebe sırasında, hazret-i Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” ile bir deryâ kenârında ko- nakladık. O sırada bir kişi geldi. Dedi ki: Esselâmü aleyküm, yâ Emîr-el mü’minîn! Hazret-i Emîr-ül mü’minîn, ve aleyküm selâm, dedi. O kişi dedi: Ben Şem’ûn bin Yuhannâyım, şu ki- lisenin sâhibiyim, diyerek bir bina gösterdi. Bizim yanımızda bir kitâb vardır. Bu kitâb mîrâs yolu ile Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” eshâbından intikâl etmişdir. Eğer di- lersen, o kitâbı tarafınıza okuyayım. Eğer dilersen, huzûr-ı şe- rîfinize getireyim. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn buyurdu ki; Oku. O kişi okumağa başladı. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” şerefli vasflarından ve ümmetinin sıfatların- dan yazıyordu. Sonunda okuduğu bir gün, (Bir deryâ kenârı- na bir kişi konar. Peygambere yakın olur, Zemânın ehlinden ve dinde, Peygambere yakın olur. Müşrikleri dize getirir. Mag- rib ehli ile savaşır,) yazısını okudu. Ondan sonra o kişi dedi ki: (Peygamber çıkdı. Ona îmân getirdim. Siz burada konakladı- nız. Huzûrunuza geldim. Hayâtda olduğum müddetce hizme- tinizde olayım.) Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” ve hâzır olanlar ağladılar. Buyurdu ki: (Allahü teâlâya hamd olsun ki, beni unutulmuşlardan kılmadı. Kitâbında zikr etdi.) Rivâyet eden der ki, Emîr-ül mü’minîn bana hitâb edip, buyurdu ki, ey Hayye-i Arabî! Şem’ûnu sen yanında sakla [sa- na emânet]. Her kuşluk ve akşam yemeklerinde onu çağırırdı. Leyle-tül-harîrde, hazret-i Mu’âviye ile ceng şiddetlendi. Şem’ûn şehîdlik se’âdetine kavuşdu. Hazret-i Emîr-ül mü’mi- nîn, kabrine kendisi koydu. (Bizim ehl-i beytden biridir) bu- yurdu.

Seksenaltıncı Menâkıb: Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, hazret-i Alî “radıyallahü anh” için, iki kerre güneşi batıdan ge- ri döndürdü. Birisi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin zemânlarında idi. Ümm-ü Seleme ve Esmâ binti Ümeys ve Câbir bin Abdüllah-el Ensârî ve Ebû Sa’îd-il Hudrî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretleri rivâyet etmişlerdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün se’âdethânelerinde oturuyorlardı. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” da huzûrlarında idi. O sırada Cebrâîl aleyhisselâm vahy getirdi. Vahyin ağırlığından hazret-i Alînin “radıyallahü

– 377 –

teâlâ anh” dizine mubârek başını koydu. Güneş batıncaya ka- dar kaldırmadı. O sırada, güneş batdı. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ikindi nemâzını kılmamışdı. Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vahyden sonra, önceki hâline geldi. Buyurdu ki, yâ Alî! Senin ikindi nemâzı geçdi mi. Evet, yâ Resûlallah! Kımıldayamadım, kaldım, dedi. Ancak ne- mâzı îmâ ile kılmışdı. Hazret-i Habîbullah, güneşe emr buyur- du. Güneş geri dağın üzerine çıkıp, durdu. Hazret-i Alî, nemâ- zını kıldı. Esmâ binti Ümeys der ki, gurûb vaktinde güneşden buzağı sesi gibi bir ses geldi.

Resûl-i ekremden sonra, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Bâbile giderken, Fırat nehrinin üzerinden geçmek istedi- ler. İkindi nemâzının vakti idi. Eshâbdan bir cemâ’at ile ken- dileri asr [ikindi] nemâzını kıldılar. Diğer eshâb da hayvanla- rını sudan geçirmekle meşgûl oldular. Güneş batdı. Nemâzla- rını kılamadılar. Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” düâ eyledi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ güneşi yeri- ne getirdi. Nemâz kılmıyanlar, nemâzlarını kıldılar. Güneş yi- ne batdı. O esnâda güneşden bir korkulu ses çıkdı. Eshâb korkdular. Şöyle ki, tehlîl, tesbîh ve istigfâr ile meşgûl oldular. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Seksenyedinci Menâkıb: Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Yağmurlu bir günde mescidde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hu- zûr-ı şerîflerinde, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ec- ma’în” hazretlerinden bir cemâ’at ile oturmuşduk. O sırada yüksek ses ile birisi, Esselâmü aleyküm, dedi. Hepimiz sesi işit- dik. Ammâ selâm vereni görmedik. Hazret-i Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” selâmı alıp, bize buyurdu ki; (Cin tâifesinden kardeşiniz, selâmını alınız!) Hepimiz, aleyküm se- lâm, dedik. Fahr-i âlem hazretleri buyurdular ki, (Sen kimsin!). Yâ Resûlallah! Köleniz, cin tâifesinden Şemrah oğlu Arfetâ- yım. Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu- yurdular ki, (Merhabâ yâ Arfetâ! Allahü tebâreke ve teâlâ haz- retleri sana rahmet eylesin. Kendi sûretin ile bize görün!) O ân bir kıllı kimse zâhir oldu ki, yüzünü saçı bürümüş, iki gözleri bir tarafda, ağzı göğsünün üzerinde ve fil dişleri gibi dişleri var ve tırnak yerine kıymıkları var. Bu şeklde bunu görünce, hepimiz

– 378 –

elimizde olmadan korkup, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine bakdık. O şahs, hazret-i Sultân-ı Enbi- yâya hulûs ile açıklayıp, dedi ki: Yâ Habîb-i Rabbil’âlemîn! Kavmimi dîne da’vet için ben kulunuz ile bir kimse gönder. Yi- ne sağ-sâlim inşâallahü teâlâ getirip, huzûr-ı şerîfinize teslîm ederim. O Fahr-i âlem ve seyyid-i âdem Resûl-i ekrem “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Bu hiz- mete bunun ile kim gider ise, ona Cennet vâcib olur.) O şahsın görünmesinden bir kimse cevâb vermeğe cesâret edemedi. Hazret-i Resûl-i ekrem üç kerre hitâb etdiler. Kimse cevâb ver- medi. Son emrde, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ayağa kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Emr eyle, bu hizmete ben kulun gideyim. Hazret-i Resûlallah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dönüp Arfetâya buyurdu ki, (Bu gece Harre adlı mevzi’de hâ- zır ol! Senin yanına bir kimse vereyim ki, benim hükmüm ile hükm eyler. Ve benim dilim ile söyler. Ve benden cin tâifesine haberi doğru olarak iletir.)

Hazret-i Selmân “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Arfetâ gayb olup, akşam oldu. Sonra yatsı nemâzını Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile edâ eyledik. Eshâbın hepsi dağıldıkdan sonra, buyurdular ki: (Yâ Selmân! Yâ Alî! Benim ile geliniz!) Biz de hizmetlerince gitdik. O Harre adlı mevzi’e vardığımızda gördük ki, koyun büyüklüğünde bir deveye Ar- fetâ kendisi binmiş, at büyüklüğünde bir deveyi de, elinde tut- muş. Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Alîyi o boş deveye bindirdi. Beni de arkasına bindirdi. Benim belimi hazret-i Alînin beline bağladı. Gözlerimi sarığın ucu ile bağlayıp, buyurdu ki, (Yâ Selmân! Sakın Alî gözünü aç demeyince, gözlerini açma. Deveden in demeyince deveden inme. Allahü teâlânın ismi ile meşgûl ol. İşitdiklerinden kork- ma!) Dönüp, hazret-i Alîye de vasıyyet etdi. (.... Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.) buyurdular. Sonra vedâ edip, Arfetâ önü- müzce delîl olup, sür’atle yola koyulduk. Sabâh oldu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bana in, dedi. Ben de indim. Gözü- mü açdım. Gördüm ki, otsuz, susuz, ağaçsız, taşlık bir yere gel- mişiz. Hazret-i imâm-ı Alî “radıyallahü anh” imâm olup, ben ve Arfetâ ona uyup, sabâh nemâzını kıldık. Ortalık aydınlan-

– 379 –

dıkda gördük ki, etrâfımızı cin askerleri çevirmişdi. Şöyle ki, her birinin gözleri meş’âle gibi ışık çıkarır. Heybetli şekllerde sağ ve sol tarafımızda dururlar idi. Hazret-i Alî aslâ bunlara il- tifât etmeyip, âdet-i şerîfleri üzere çeşidli düâlar ile meşgûl ol- dular. Güneş doğup, yükselene kadar, Allahü teâlâ hazretleri- ne münâcât ve ibâdet ve tâ’at eylediler. Ondan sonra, ayağa kalkıp, Allahü teâlâya hamd ve senâ etdikden sonra, cin tâife- sini islâma da’vet eyledi. İçlerinden biri inadcı ve kendi başına büyümüş ifrit i’tirâz edip, dedi ki, yâ Alî! Âbâ ve ecdâdımızın dîni bize bâtıl mıdır, demek istersin. Bu dediğin olmaz deyip, inâd eyledikde, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”: (Biz doğ- ru yoldayız. Sen, Allahü teâlânın âyetlerini tasdîk etmiyor, in- kâr ediyorsun) buyurup, mubârek yüzünü gök yüzüne döndü- rüp, İsm-i a’zam ve düâ okuyup, Kehf ve Tâ-sin ve Yasîn ve Nûn ve Kalem sûreleri üzere yemîn edip, (Ey yardım edicile- rin en hayrlısı olan Allahım! Bunların üzerine ateş yağdır. Bunların kötü fi’ller işleyenleri ve inâd edenleri helâk olsun) diye düâ ve tazarru’ ve niyâz eyledi. Hazret-i Selmân “radıyal- lahü teâlâ anh” der ki, o ânda gördüm ki, bir zelzele olup, gök- den ateş yağmağa başladı. Cinnîler bunu görünce hepsi, yüz üzerine düşdüler. Ben de kendimden geçmişim. Bir zemândan sonra, kendime geldim. Gördüm ki, bir takım cinnîleri semâ- dan gelen ateş yakmış. Üzerlerini dumân kaplamış. Bir zemân sonra dumân üzerlerinden gitdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâ- lâ anh” sağ olanlarına seslenip, buyurdu ki, Ey cin kavmi, ba- şınızı kaldırın. Muhakkak, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri zâlim ve mütekebbir olanları helâk etdi. Tekrâr da’vete meş- gûl olup, (Yâ cin kavmi ve Şemrâh oğulları, Berrâr sâkinleri! Biliniz ve âgâh olunuz ki, şimdi Muhammed Mustafâ “sallalla- hü aleyhi ve sellem” devridir. Hâtem-ül enbiyâ devridir. Yer- yüzü başdan başa zulm ile dolmuş iken, îmân ve adâlet ile dol- sa gerekdir,) deyip, Habîb-i ekremi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” medh edip, apaçık mu’cizelerinden beyân etdi. Onu anlatan işâretlerinden anlatdıkdan sonra, cin tâifesinin kurtu- lanları hazret-i Alînin ilm ve kemâlinden hayret edip, Hakka boyun büküp, Resûlüne ittiba’ edip, (Allaha, Allahın Resûlü- ne ve Resûlünün elçisine inandık. Sözleri doğrudur. Seni ya- lanlamıyoruz!) deyip, îmânlarını sağlam eylediler. Hazret-i

– 380 –

Selmân “radıyallahü anh” buyurdular ki: Bu esnâda gece oldu. Yine o deveye binip, Arfetâ önümüzce, sabâh olmadan Harre denilen yere bizi ulaşdırdı. Deveden inip, sabâh nemâzını Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile edâ et- dikden sonra, bizi görüp, Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ etdi. Buyurdu ki, (Yâ Alî! Cin kavmini ne hâlde [nasıl] buldun!) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” cevâb verdi ki, yâ Resûlallah! Hayrlı düânız bereketi ile, Elhamdülillah, Alla- hü teâlâ hazretlerine îmân getirip ve Resûlüne ittibâ’ edip, îmân nûru ile münevver oldular. Ammâ hakkı kabûl etmiyen- leri, semâdan Allahü teâlânın izni ile ateş inip, helâk oldukla- rını beyân etdikde, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri, buyurdular ki, (Elhamdülillah! Onlardan kı- yâmete kadar korku gitmez.)

Seksensekizinci Menâkıb: Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Bir gün Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine var- dım. Meğer önlerinde bir tabak içinde hurma var imiş. Mubâ- rek avuçları ile bu bendenize bir avuç hurma ihsân etdiler. Say- dım yetmişüç adet hurma geldi. Sonra hazret-i Alînin “radıyal- lahü teâlâ anh” huzûr-ı şerîflerine vardım. Onların da önlerin- de bir tabak hurma var idi. Yüzüme bakdı. Tebessüm edip, bir avuç hurma verdiler. Bunu da saydım. Temâmı yetmişüç adet hurma geldi. Hayretimi bildirmek için, hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine geldim. Bu hayretimi söyledim. Buyurdular ki; (Yâ Ebâ Hüreyre! Bilmez misin ki, Alînin yedi benim yedimdir. Adâletde berâberdir.)

Rivâyet edilmişdir ki, bir gün emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” kapılarının önünde bir cemâ’at görüp, Kanbere sordu ki, bunlar kimlerdir. Kanber cevâb verdi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Bunlar sizi sevenlerdir. Alî “radıyallahü anh” hazretleri buyurdular ki, yâ, hayret! Bunlarda bizi seven- lerin simâları görünmez. Kanber dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Sizin ahbâblarınızın simâları [görünüşleri] nasıldır. Buyurdular ki: Bizi sevenlerin simâsı [görünüşü], mi’deleri boş olmakdır. Bedenleri etsiz ve yağsız, za’îf olup, dudakları susuzlukdan ağarmış olmakdır.

– 381 –

Seksendokuzuncu Menâkıb: Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile ihâta edip [çevirip], oturmuş idik. O sırada hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” içeri girdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı güzînin nûrlu yüzlerine, kim yer verecek diye bakdılar. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Resûl-i ekrem hazretlerinin sağ tarafında oturmuş idi. Yerinden kalkıp, hazret-i Alîye yer verdi. Hazret-i Alî oturdukda, Habîb-i Rab- bil’âlemîn hazretlerinin mubârek yüzünde, sürûr ve sevinç mü- şâhede olunup, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki, (Yâ Ebâ Bekr! Fazîlet sâhibini, ancak fazîlet sâ- hibi bilir!)

Doksanıncı Menâkıb: Fadl bin Sâlim “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Bir gün emîr-ül mü’minîn haz- ret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” pazara varıp, bir gömlek satın aldı. Terziye bunun yenleri [kol uçları] uzundur, kes dedi. Ter- zi, dedi ki: Kesmem, zîrâ kusûrlu olur. Hazret-i Alî; aybı benim, sen kes diye emr buyurup, kesdirdi. Terzi, hazret-i Alînin kim olduğunu bilmez idi. Hey, görün bu kişi mecnûn olmuş dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitdikde, şâd ve han- dân olup, Elhamdülillahi teâlâ, dedi. Sordular, yâ Emîr-el mü’minîn! Bu beyhûde ve ma’kül olmıyan söze niçin hamd et- diniz. Buyurdular ki, bir gün, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretlerinden işitdim, buyurdular ki: (Bir kimse- ye deli denilmedikçe îmânı temâm olmaz!) Niçin hamd etmiye- yim ki, bu kimse benim îmânıma şehâdet etdi.

Amr bin Kays “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Bir gün emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin el- bisesinde bir çok yerinde yama görüp, dediler ki, yâ halîfe-i Re- sûlillah! Bu kadar hazîneler elinde iken, yamalı elbise giymek size revâ değildir. Cevâb verdiler ki: Mü’minler bize uysunlar. Kalblerinde huşû ve inkisâr hâsıl olsun. Bize yamalı giymek de uygun olur.

Doksanbirinci Menâkıb: Bir gün Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Alînin rikâbını [atı-

– 382 –

nın özengisini] tutana, buyurdu ki; (Aliyyül Mürtedâ senin elinde şehîd olsa gerekdir.) O kimse işitip, çok üzüldü. Ağlıya- rak Aliyyül Mürtedânın huzûruna geldi. Tedarru’ ve niyâz edip, dedi ki, yâ Alî! Kanım sana halâl olsun. Beni hemen bu ân katl eyle. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, sebeb nedir ki, bu sözü söylersin. Utanarak dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bana buyurdular ki, Alînin şehâdeti senin elinde olsa gerekdir. Bu yüz karalığı benden vâ- ki’ olmadan dilerim ki, ben senin zülfikârın ile öleyim de, dün- yâda ve âhıretde yüzü siyâh olmıyayım. Hazret-i Alî “radıyal- lahü teâlâ anh” buyurdu ki, bir nesneyi ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ezelde takdîr etmiş olsun, onu değişdirmek mümkin olur mu? Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bana şe- hîdlik mertebesi müyesser etmiş olsun. Ben o şehîdlik elbisesi- ni giymek istemez miyim. Bu kıssayı Server-i kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana senden evvel haber ver- mişdi. Bu işe gönlüm hoşdur. Sen de gönlünü hoş tut. Bu sırrı gizli tut. Kimseye açma. Ben sana evvelki iltifâtımdan dahâ çok iltifât ederim.

Doksanikinci Menâkıb: Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” şehâdeti beyânındadır. (Lübâb-ül-elbâb) adlı kitâbda ya- zılıdır. Muhammed bin Cerîr Taberî der ki, emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” Nehrvân cenginden dön- dü. Abdürrahmân bin Mülcem ve Pîrek bin Abdüllah ve Amr bin Ebî Bekr; her üçü hâricîlerden idiler. Ric’at mezhebini tu- tarlar idi. O muhârebeden, çok insan katl olunduğu için kork- muşlardı. Üçü aralarında, Mu’âviye, Alî ve Amr bin Âs “radı- yallahü teâlâ anhüm” hazretlerini katl etmeyince, âlem, fitne ve fesâd ve muhârebeden kurtulmaz. İslâm kuvvetli olmaz. Eğer biz de katl olunursak, yine sevâb kazanırız. Zîrâ büyük fitneyi def’ etmek hayrlı işdir, diye andlaşdılar. Abdürrahmân bin Mülcem dedi; ben Alîye kâfi gelirim. Amr bin Ebî Bekr de- di; ben Amr bin Âsa kifâyet ederim. Pîrek dedi, ben Mu’âviye- ye kâfi gelirim. Her üçü tedbîr aldılar ki, aynı günde ve aynı sâ- atde bu işi işleyeler. Abdürrahmân bin Mülcem; hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” vardı. Pîrek; hazret-i Mu’âviye tarafına gitdi. Amr bin Ebî Bekr, Mısra Amr bin Âs tarafına gitdi. Her biri bin dirheme bir kılınç almışdı ve zehr ile su vermişlerdi.

– 383 –

Hazret-i Mu’âviye nemâza geldi. Pîrek o kılınç ile ona vurdu. Mu’âviye düşdü. Halk toplanıp, Pîreki tutdular. Hazret-i Mu’âviye dedi, bu işi niçin yapdın. Pîrek hâdisenin temâmını, üçünün arasında olanları haber verdi. Hazret-i Mu’âviye emr etdi, onu öldürdüler. Tabîb getirdiler. Tabîb gelip, Mu’âviyeyi gördü. Dedi ki, yâ Mu’âviye, sizin yaranız, zehrli kılınç yarası- dır. Üç şey arasında muhayyersin. Yâ ölümü istersin. Yâ sabr edersin, yarayı dağlarım. Yâ sana bir şerbet veririm ki, içdik- den sonra aslâ çocuğun olmaz. Hazret-i Mu’âviye dedi ki: Ölü- mü istiyemem. Ateşe [dağlamağaya] da dayanamam. Ammâ bir evlâdım var. Ona kanâat ederim, deyip, şerbeti içdi. İyi ol- du. Hazret-i Mu’âviye ondan sonra buyurdu; Cum’a mescidin- de bir maksûre yapdılar. Bu maksûre âdetini hazret-i Mu’âvi- ye koydu ki, halîfeler düşmanların hîlelerinden uzak olsunlar. Amr bin Ebî Bekr; karârlaşdırılan vaktde Amr bin Âsın yanı- na vardı. Amr bin Âsın yüreği tutmuşdu, ya’nî râhatsızlanmış- dı. O gece nemâza çıkamadı. Sehl Amirîyi yerine nâib gönder- di. Amr bin Ebî Bekr, kılıncını ona vurdu. Onu öldürdü. Amr bin Ebî Bekri tutdular. Amr bin Âsın huzûr-u şerîflerine getir- diler. Amr bin Âs hazretleri emr buyurdu. O fâsık ve münâfığı öldürdüler.

Ba’zı âlimler dediler ki, Emîr-ül mü’minînin şehâdet sebebi o idi ki, Nehrvân harbi yapıldı. Hâricîler dörtbin er idiler. Te- mâmı öldürüldüler. Dokuz er kurtulup, Kûfe tarafına doğru fîrâr etdiler. Kûfe şehrine vardılar. Kûfe şehrini feryâd-ı figân kapladı. Abdürrahmân bin Mülcem yoldan geçerken, öldürü- lenlerin birinin evinden ağlama sesleri işitdi. Kutâm adında genç bir kadının babası ve kardeşleri o harbde katl olunmuş- lardı. İbni Mülcem o kadının ardınca gitdi. Dedi ki, eğer erin [kocan] yoksa; senin, vasfları şu şeklde olan biri, erin olmak is- ter, râzı olur musun. Kadın dedi, niçin râzı olmıyayım. Lâkin, benim velîlerim ve akrabâlarım vardır. Onlara danışmam lâ- zım. İbni Mülcem dedi, ma’kûldür. Kadın gitdi. İbni Mülcem izince [ardından] gitdi. Kadın bir eve girdi. İbni Mülceme de- di ki, sen burada dur. Seni çağırdığım zemân içeri gir. O kadın içeri girip, kendini süsledi. Kokular süründü. Pâk [güzel, te- miz] elbise giydi. Gâyet cemâl ve kemâlde oldu. Evdekilere dedi ki, bir kerre bana bakdıkda perdeyi salınız. Sonra İbni

Mülceme, içeri gel, dedi. Abdürrahmân bin Mülcem içeri gi- rip, o şekliyle bir kerre ona bakdı. Hemen ona âşık oldu. Ka- dını istedi. Kadın dedi, sen benim mehrime ta’kat getiremez- sin. O dedi ki, ne mikdâr istersin. Kadın dedi, üçbin dirhem sâ- fî gümüş. İki çalgıcı câriye ve Alî bin Ebî Tâlibin katli. İbni Mülcem dedi ki: Gümüş ve câriye kolaydır, ammâ, Alînin kat- li mümkin olmaz ki, ben Alînin sirâclarındanım. Bunu nasıl yapabilirim. Eğer beni ister isen, muhakkak bunu yapmalısın. Gümüş ve câriye için fikrini yorma. İbni Mülcem dedi ki: Bir darbeye kanâat edersen, kabûl ediyorum. Bir kılınç getir. Ka- dın, zehrli su verilmiş kılınç getirdi. Ramezân-ı şerîfin onüçü idi. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” oturdu. Ha- sen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerine bu- yurdu ki, bugün Ramezân-ı şerîfin kaçıncı günüdür. Dediler, onüçüncü günüdür. Buyurdu ki: Kaç gün kaldı. Dediler, onye- di gün kaldı. Buyurdu ki: Muhakkak, yüzüm başımın kanı ile boyanacakdır. Abdürrahmân bin Mülcem için dedi ki, (Ben onun yaşamasını istiyorum. O benim öldürülmemi istiyor.) Abdürrahmân bunu işitdi. Emîrin huzûruna vardı. Dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn! İşte elim, işte boynum. İster isen elimi kes, ister isen boynumu vur. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bana nişân vermişdir ki, seni (Be- nî Murâd)dan bir kimse öldürse gerekdir. Ben günâh etmemi- şe karşılık yapmam. Ramezân ayının yirmiüçü oldu. Bu la’în evinde yatmışdı. Sabâh oldu. Emîr-ül mü’minîn, nemâza git- mek için kalkdı. Serâyda [evinde] bir kaz vardı. Çağırdı, [ba- ğırmağa başladı]. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyur- du ki: (Bağırmaları, ağlamalar ta’kîb eder.) Hasen “radıyalla- hü teâlâ anh” hazretleri dedi: (Yâ babacığım! Bu ne sözdür!) Buyurdular ki: Bu söz odur ki, gönlüm şehâdet olacağımı ha- ber verir. Ben bu ayda katl olunurum. Sonra serâyın [evinin] kapısını açdı. Bir çivi kaftanına takılıp, yırtdı. Hazret-i Emîrin gönlü daraldı. Mescide vardı ve (Allah yolunda mücâhede eden, bir olan Allahdan başkasına ibâdet etmiyen mü’mine yol açın) diye halkı uyardı. Abdürrahmân bin Mülcem o ze- mân kadın ile berâber idi. O zemân müezzinin sesini işitdiler. Kadın dedi ki, kalk işini iyi gör. Gönlün şâd olarak geri dön. Ben işitdim, Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazret-

lerinden ki; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri buyurdular ki; (Önce gelenlerin en şakîsi, Sâlih aleyhis- selâmın devesini öldürenler, sonra gelenlerin en şakîsi de Alî- nin kâtilidir.)

İbni Mülcem kalkdı. Kılıncını kuşandı. Kendisini uyuyan- lar arasında gizledi. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” mihrâba geçdi. O la’în bedbaht iki secde arasında, haz- ret-i Emîr-ül mü’minînin mubârek başına bir kılınç vurdu. Ka- zâ-i ilâhî ile o kılınç darbesi, Ahzâb harbinde, Amr bin Abdûd hazret-i Alînin mubârek başına vurmuşdu; oraya rast geldi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” aklı başından gidip, kalk- dı. Elini bir direğe vurdu. Mubârek parmakları taş direkde iz etdi. Hasen “radıyallahü teâlâ anh” imâmete geçdi. Nemâzı sür’atle kıldılar. Bir kavlde hazret-i Emîr Cu’de bin Cübeyre imâm ol diye buyurdu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyalla- hü teâlâ anh” düşdü. Halk kalkdı, kâtili aramağa gitdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ne ararsınız. Beni vuran kimse, şimdi filan kapıdan içeri girer. Bütün yollar İbni Mülcem üzerine bağlandı. Geri döndü. Hazret-i Emîr-ül mü’minînin işâret buyurduğu kapıdan girdi. Hayrân ve der- mande bir kimse ona dedi ki: Sana ne olmuşdur, meğer Emîr- ül mü’minîni vuran sensin. O inkâr etmek istedi. Sonra ikrâr etdi. Onu tutup, hazret-i Emîrin huzûruna getirdiler. Hazret-i Emîr buyurdu ki: Ey bîçâre. Niçin bu işi yapdın. Evlâdlarımı yetîm etdin. Mü’minlerin gönüllerini gamlı etdin. İslâm aske- rinin belini kırdın. İbni Mülcem durdu. Birşey demedi. Emîr- ül mü’minîn buyurdu: Vefât edinceye kadar bunu zindâna ko- yun. Hasen ve Hüseyn ve Muhammed bin Hanefiyye “radı- yallahü teâlâ anhüm” hazretlerini huzûrlarına getirip, vasıyyet etdi. Buyurdu ki: Her zemân esîrlerinize yiyecek veriniz. Aç koymayınız. Hazret-i Alînin kerîmeleri Ümm-ü Gülsüm zin- dâna vardı. Ağlıyarak, İbni Mülceme dedi ki: Ey bedbaht. Emîr-ül mü’minîn bugün iyidir. Yarın seni öldürürler. İbni Mülcem dedi ki: O iyi olmaz. O kılınç zehr ile sulanmışdır. Eğer iyi olsa, sen niçin ağlarsın. Ümm-ü Gülsüm “radıyallahü anhâ” hazretleri ona kızıp, dışarı geldi. Ramezânın yirmiye- dinci günü oldu. Emîr-ül mü’minîn, Ümm-ü Gülsüm hazretle- rine buyurdu ki, evden dışarı çık. Evin kapısını bağla. Çıkıp

– 386 –

kapıyı kapadı. Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri orada oturdu. Evin içerisinden bir ses işitdi ki, meâl-i şerîfi, (Âyetle- rimizi inkâr edenler bize gizli değildir. Kıyâmet gününde ate- şe atılan mı, güven içinde gelen kimse mi dahâ iyidir. Diledi- ğinizi işleyin. Doğrusu o yapdığınızı görendir) olan Fussîlet sûresinin 40.cı âyet-i kerîmesini okuyordu. Ondan sonra şu se- si işitdiler ki, (Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât etdi. Ebû Bekr vefât etdi. Ömer, Osmân ve Alî “radıyal- lahü teâlâ anhüm” katl edildi [şehîd edildi].) Hasen “radıyal- lahü anh” hazretleri anladı ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” vefât etdi. Evin kapısını açdı. Gördü ki, dünyâdan göç etmiş. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretle- ri yıkadılar. Muhammed bin Hanefiyye su dökdü. O Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden arta ka- lan hanûtu mubârek bedenine saçdılar ve defn etdiler. Kûfe mescidinin ortasında defn edildi. Ertesi günü İbni Mülcemi katl etmek için getirdiler. Dedi ki, beni öldürmeyin. Gidip, Mu’âviyeyi öldüreyim. Yemîn ederim ki, yine geri gelirim. Hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh”, hâyır, senin öyle bir ma’rifetin olamaz, öldürün bu mel’ûnu buyurdu. Onu öldür- düler. İmâmın şehâdet mertebesine kavuşduğu gün, Rame- zân-ı şerîfin yirmiyedisi idi. Ba’zıları demişler ki, yirmiüçü idi. Ba’zıları ellisekiz yaşında idi, dedi. [63 yaşında idi.] Dört sene on ay hilâfet etdi. Dokuz hanımı nikâh ile almış idi. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hayâtda iken hiç hanım nikâh etmedi. Fâtıma “radıyallahü anhâ” hazretlerin- den üç oğlu oldu. Hasen, Hüseyn ve Muhsin. Muhsin çocuk iken vefât etdi. Ba’zı âlimler ve eshâb-ı hadîs rivâyet eylemiş- dir ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bütün gazâlarda Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile be- râber bulunmuşdur. Tebük gazâsında, onikinci menkıbede tafsîli geçdi. Annesi Fâtıma binti Esed bin Hâşim olup, müsli- mân olmuşdu. Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvere- ye hicret edip, orada vefât etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri cenâze nemâzını kılıp, defn etdik- de, buyurdu ki, (Bu benim anamdır). Nemâzını kıymetli evlâ- dı hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh” kıldırdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin yaşında ve

– 387 –

Ebû Bekr ve Ömerin “radıyallahü teâlâ anhümâ” yaşında idi. Yüzüğünde; (Allahü melik-ül hakk-ül mübîn) yazılı idi. Kâti- bi Abdüllah bin Râfi’i idi.

Doksanüçüncü Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyalla- hü anh” hazretlerinin âdet-i şerîfleri bu idi ki, nemâza dursa, âlem alt-üst olsa, hiç haberi olmazdı. Hattâ rivâyet ederler ki, bir cengde, mubârek ayağına ok dokunup, demir kısmı kemiğe girmiş idi. Çıkmayıp, kemikde kaldı. Cerrâha gösterdiler. Cer- râh dedi ki, sana bayıltıcı bir ilâc içirmek îcâb eder. Aklın gitsin [bayılasın]. Ondan sonra demiri çıkarmak lâzımdır. Yoksa, bu- nun ağrısına tehammül edemezsin. Emîr-ül mü’minîn “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretleri, buyurdu: İlâca ne lüzûm var. Sabr eyle. Nemâz vakti gelsin. Nemâza durdukdan sonra çıkar. Ne- mâz vakti geldi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri nemâza durdu. Cerrâh da, mubârek ayağını yarıp, kemik arasından de- miri çıkardı. Cerâhat yerini sardı. Hazret-i Alî nemâzı bitirdi ve cerrâha sordu ki, çıkardın mı. Dedi, evet çıkardım. Fekat, haz- ret-i Alî, ben bu demiri çıkardığını duymadım, buyurdu. Ne gü- zel Alî ki, ne güzel nemâzı o kılmışdır. İbni Mülcem o mubâre- ğin bu ahvâline muttâli olduğu için, gözetip, nemâzda vurmuş- dur [şehîd etmişdir].

Doksandördüncü Menâkıb: Rivâyet ederler ki, Allahü Süb- hânehü ve teâlâ azze şânühü hazretleri Nûh alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâma gemi yap, diye buyurdu. O da gemiyi yapdı. Temâmladıkda, üç tahta artdı. Nûh aleyhisselâm buyur- du ki: Yâ Rabbel’âlemîn! Bu üç tahtayı ne yapayım. Allahü te- bâreke ve teâlâ buyurdu ki, yâ Nûh! Benim bir dostum vardır. Ona Alî derler. Âhır zemânda gelir. Bu tahtalar ona tabut ol- makdan gayri işe yaramaz. Bu tahtaları filan yere iletin. Orada bir kabr kazın. Bu tabutu o kabre defn edin. Meleklere emr edeyim. O kabri dostum o kabre varıncaya kadar [o zemâna ka- dar] ziyâret etsinler.

Rivâyet ederler ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyur- du ki; (Yâ Alî! Benim yanımda bir sır vardır. Bana Cebrâîl aley- hisselâm bildirmişdir. Sana bu sırrı açıklayayım ki, senin kabrin Nûh aleyhisselâm zemânında bir yerde kazılmışdır. Ben o yeri

– 388 –

bilmiyorum. Halkdan da bir kimse bilmez. Ecelin yaklaşdığı sı- rada, Hasen ve Hüseyne vasıyyet eyleyip, de ki: Ben öldüğüm vakt, yıkayın ve kefene sarın. Tabuta koyup, nemâzımı kılınız. Âlem-i gaybdan bir deve gelip önünüzde çöker. Beni o devenin üzerine koyun. Benim ardımca Kûfe kapısına kadar gelin. On- dan sonra beni koyun. Siz geri dönün.) O hazret [hazret-i Alî] de, hazret-i Hasene ve hazret-i Hüseyne bu vasıyyeti buyurdu- lar. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhü- mâ” dediler ki, yâ babamız bize destûr ver. Cenâzenin ardınca varılacak yere kadar gidelim. O hazret [hazret-i Alî], buyurdu ki, destûr yokdur. Böyle varınız ve hemen kapıdan geriye dönü- nüz. O iki sultân da, o mahalde vasıyyeti gözleyip dururken, bakdılar, bir deve gelip, huzûrlarında çökdü. Cenâzeyi üzerine yüklediler. Kûfe kapısına kadar vardılar. Deve gitdi. Bunlar da geri döndüler. Sabâh olunca, Kûfe ehli toplandılar. Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini niçin çıkarmazsı- nız ki, techîz ve tekfîn işini görelim, dediler. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdu ki, bu işler bu gece yapıl- dı. Yâ bize niçin haber vermediniz, dediklerinde, hazret-i Hü- seyn buyurdular ki, dedemiz, şöyle şöyle vasıyyet etmiş idi. Biz de o vasıyyeti sakladık. Kıssayı başlangıcından sonuna kadar haber verdiler.

Doksanbeşinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremal- lahü vecheh” hazretlerinin kabr-i şerîfleri yeryüzü ile berâber olup [düz olup], örtülü idi. Bir gün Hârûn-ür-reşîd (Arneyn) ta- rafında avlanıyordu. Ahûlar [ceylânlar] da oraya gelmişdi. On- ların üzerine, doğan [kuşu] salıp ve av köpeği gönderdiler ise de, geri dönerler idi. O yerin yaşlılarını getirip, bunun sırrı ne- dir, diye sordular. Dediler ki: Atalarımızdan bize böyle erişmiş- dir ki, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri- nin kabr-i şerîfi buradadır. Hârûn-ür-reşîd o sözü kabûl eyledi [doğrudur dedi]. Hayâtda olduğu müddetçe her sene gelir, o makâmı ziyâret ederdi.

Doksanaltıncı Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, dün gece Risâletpenâh “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rü’yâda gördüm. Dedim ki: Yâ Resûlallah! Ümmetinden bana gelen bu mihnet- ler ve husûmetler nedendir. Buyurdu ki, (Onlar üzerine düâ ey-

– 389 –

le!) Dedim ki: Yâ Rabbî! Bana onlardan iyi karşılık ver. Onla- rın üzerine benden dahâ az fâideli olanı getir. Hemen o günde düâsı müstecâb olup, şehîd oldu.

Doksanyedinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Hasen “radı- yallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet ederler. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” vefât etdi. Dışarı gidiniz diye bir ses işitdik. Bu Hüdâ- nın bendesini [kulunu] yalnız bırakınız, diyordu. Biz de dışarı çıkdık. Evin içinden bir ses geldi: Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vefât etdi. Onun vasîsi şehîd oldu. Ümmetin hâfızı [koruyucusu] kim olsa gerekdir, dedi. Birisi de cevâb verdi: Her kim onların sırrını tutar ve onların izinden gi- derse, ümmetin bekçisi olur. Ses kesildi. İçeri girdik. Onu gasl olunmuş ve kefen sarılmış bulduk. Nemâzını kılıp, defn eyle- dik.

Doksansekizinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî, oğulları Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazret- lerine vasıyyet etmişdi: Ben vefât etdiğim zemân, beni tabutun üzerine koyunuz. Dışarı çıkarınız. Arneyn tarafına götürünüz. Orada bir beyâz taş görürsünüz. Ondan her tarafa ışık saç- makdadır. O yeri kazınız. Orada güşâde makâm bulursunuz. Beni oraya defn ediniz. Her ne şeklde vasıyyet eyledi ise yeri- ne getirdiler. O yeri buldular. (Şevâhid-ün nübüvve)den alın- mışdır.

Doksandokuzuncu Menâkıb: Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” âhırete sefer etdikde, Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri merkad-ı şerîfi- ne [mezârına] defn etdiler. Geri dönerken, yolda bir fakîre rast geldiler. Hazîn ses ile figân ediyordu. Hâlini sorduklarında, ce- vâb verdi ki: Ey azîzler! Ayrı düşmüş bir garîbim. Mihnetim çok. Gamımı paylaşacak kimse yok. Dediler: Yâ bu âna kadar gamını kim ile paylaşırdın. Dedi ki: Bir seneden beri, hergün bu şehrden bir şahs gelip, benim ile, ünsiyet eder, alâkalanırdı. Bütün ihtiyâclarımı te’mîn edip, giderdi. İsmi nedir, dediler. İs- mini bilmiyorum. Sordum, cevâb vermedi ve benim merhame- tim Hak içindir, dünyâ şöhreti için değildir. Sûreti [yüzü] ve hey’eti [vücûdu] nasıldı, dediler. Dedi ki: Ben a’mâyım. Am-

mâ, bu kadar bilirim ki, iki gündür yanıma uğrayıp, ahvâlimi sormuyor. Dediler: Davranışları nasıldır. Dedi ki: Meşgûliyye- ti tesbîh ve tehlîl ile idi. Hattâ, tesbîh ve tehlîline meleklerden cevâb işitdim. Belki, kapı ve dıvârların ta’zîm etdiğini de his ederdim. (Miskîn miskîn ile garîb garîb ile oturur) buyururdu. Şeyhzâdeler bu haberden giryân olup, dediler ki, ey dervîş: bu dediğin nişânlar, Alî bin Ebî Tâlibin nişânlarıdır. Dedi ki: Ey mahdûmlar [oğullar]. Ona ne oldu. Dediler, bir bedbaht onu şehîd etdi. Biz onun kabrinden geliriz. Dervîş o haberden muz- darib olup [üzülüp], figâna başladı. Dedi ki: Ey şeyhzâdeler. Büyük ceddiniz hürmeti için olsun, beni o serverin mezârı ya- nına götürün. Şeyhzâdeler [Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâ- lâ anhümâ”] merhamet edip, bir elini hazret-i Hasen ve bir eli- ni hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” tutup, emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh” kabr-i şerîfine götür- düler. O dervîş, kabr üzerine düşüp, dedi ki: Ey Allahım! Bu kabr sâhibinin hurmeti için, ben fakîri, hor ve zelîl, kimsesiz bı- rakma. Bu dertlerime ortak olana kavuşdur. Düâsı Allahü te- âlânın kazâ hükmüne uygun olup, o ân rûhunu teslîm etdi. Beyt:

Katre [damla] deryâya [denize] kavuşdu, Zerre hurşîde [güneşe] intikâl etdi [kavuşdu].

Şeyhzâdeler o dervîşin techîz ve tekfînini yapıp, nemâzını kı- lıp, o mevki’de defn etdiler.

Yüzüncü Menâkıb: Hazret-i Hüseynin menâkıbıdır. Haz- ret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” Kerbelâda, evlâd ve eshâ- bı şehâdet şerbetini içip, yalnız kaldıkdan sonra, Zeynel’âbidîn hazretlerini huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Dedesinden ve babasın- dan vedî’a bırakılan emânetleri ona verdi. Hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhâ” Mushaf-ı şerîfini ve kimseye nasîb ol- mıyan ilmleri ona teslîm etdi. Kendisini Vâcib-ül vücûd hazret- lerinin hükmüne bırakdı. Beyt:

Safâ zülâli [suyu] bir bağdan-bir bağa akdı, Nûr, bir çırâğdan bir çırâğa akdı.

Emânetleri teslîm etdikden sonra, Cennet ziyâfetine gide- ceğini anlayıp, karâr kılıp, dostlar düğününe giderken süslen-

mek âdetdir, deyip, saçlarının ve yüzünün tozlarını giderip, kıymetli kumaşdan yeni elbiselerini giydi. Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sarığının sargılarını ye- niledi. Şehîdlerin seyyidi hazret-i Hamzanın “radıyallahü teâlâ anh” kalkanını omuzuna alıp, Alî Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin Zülfikârını kuşandı. Resûl-i ekrem hazretle- rinin Zül-cenâh ismli burak gibi giden atına bindi. Mubârek eline ejderhâ gibi bir mızrak alıp, zînetlerini temâmlıyarak, ehl-i beytine [çoluk çocuğuna] vedâ edip, meâl-i şerîfi (Seni, Allahü teâlânın görmesi kâfidir) olan âyet-i kerîmeyi yâd edip, harb meydânına girdi. Yezîdin askerleri hazret-i Hüseynin üze- rine hücûm edip, ok yağmuruna tutdular. Hazret-i İmâm bu hâli görüp, hamle etmek üzere iken, bir toz bulutu hâsıl olup, her taraf karanlık oldu. Bu hâlde iken, acâib kılıklı, heybetli bir şahs göründü. Başı merkep başı gibi idi. Ayakları aslana ben- zerdi. Hazret-i Sultân-ı Kerbelânın hizmeti ile müşerref olup, ceddine, babana, selâm olsun, deyip, hazret-i Hüseynin bindiği atın tırnağını öpdü. Hazret-i Hüseyn de onun selâmına cevâb verip, dedi ki: Ey bahtlı kimse. Sen kimsin. Bu tenhâ yerde ga- rîb olarak ne yaparsın. Dedi ki: Yâ Resûlallahın torunu! Bu di- yârda bulunan cinnîlerin serveri [efendisi]yim. Bana (Za’fer) cinnî derler. Temiz ceddinin şerefli zemânında müslimân ol- muşdum. Azîz babanın âzâdlısıyım. Senin kemter kölenim. Efendimsin, efendim oğlu efendimsin. Geldim ki, hizmetinde bulunayım. İzn veresin ki, sana sitem edenlere amellerinin ne- tîcesini, onlara göstereyim. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” ona buyurdu ki, Benim babam ne zemân senin ile bulun- muşdur. Za’fer dedi ki; müslimân oldukdan sonra, kâfir cinnî- ler ile harb ederken, gâlib geldiler. Beni askerim ile berâber helâk edecekleri sırada çâresiz kalıp, kimseden de yardım ihti- mâli kalmamış idi. Zarûrî olarak, yüzümü yerlere sürüp, Rab- bimin dergâhına münâcat edip ve ceddin Muhammed Musta- fâyı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” şefâ’atcı yapıp, dedim ki; Yâ Rabbî! Bu kadar mü’min ve muvahhid kullarını müşrik- lere kırdırır mısın diye ağlayıp, sızladım. Hâtıfdan bir nidâ gel- di ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- nin Eshâbından birisi Basrâ şehrine gitmişdir. Onu çağır dedi. Ben de kim olduğunu bilmiyordum. Hemen sesli olarak üç ker- re çağırdım: Ey Resûlullahın sahâbesi, Allahü teâlânın izni ile

gel dedim. O hâl içinde gördüm ki, bir şânı yüksek Sultân zu- hûr edip, yetişdi. Hiç fırsat vermeyip, kâfir cinnîleri kırıp, he- lâk etdi. Ben âcizi onların ellerinden kurtardı. Sonra yanına va- rıp, mubârek ayaklarına yüzümü sürüp, dedim ki, Sultânım, sen kimsin! Buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin eshâbından Alî bin Ebî Tâlibim. Ondan sonra yine se’âdetle ve devletle Basrâ şehrine vardılar.

Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Yâ Za’fer! Hüsn-i i’tikâdına ve vefâkâr yâr olduğuna memnûn ol- duk. Lâkin insan şekline girmeğe eğer kudretin var ise, muhâ- rebeye girmene izn veririz. Za’fer, dedi ki: İnsan şekline girme- ğe izn yokdur. Hazret-i Hüseyn buyurdu ki: İnsan şekline gir- meğe izn yok ise, muhârebeye girmeğe izn yokdur. Erlik değil- dir, bu heybetin ile bu kadar insanı sana kırdırmak; hoş değil- dir. Yâ Za’fer, tam hizmet mahallinde yetişdin. Allahü teâlâ senden râzı olsun. Za’fer de ağlıyarak vedâ edip, gitdi.

(Diğer rivâyet): (Hadîka) kitâbında nakl edilen rivâyet de şöyledir. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Za’fer! Siz latîf cismsiniz. Sizin insanlar ile muhârebe etme- niz insâf olmaz. Zîrâ bu zulm olur. Ben zulmü revâ görmem. Za’fer dedi ki: Yâ İmâm! İnsan sûretine girip, ceng edelim. Ni- tekim Bedr muhârebesinde melekler insan sûretine girip, Resû- lullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yardımcı oldular. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Za’fer! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine Bedr muhârebesinde şehâdet va’d olunmamışdı. Kurtulması için yar- dım olunması lâzım idi. Allahü teâlâ meleklere yardım emri ver- di. Hâlbuki ben ilm-i ilâhîde görmüşüm ve bilmişim ki, bugün şehîd olup, Rabbime kavuşurum. Bu dünyâdan öbür âleme göç ederim. Bu bir sâat için dostlarımı zahmete salmak münâsib de- ğildir. Za’fer, muhârebeye girmek için izn alamadı. Vedâ edip, ağlıya ağlıya geri döndü. Gayret sâhibinin gayreti gidince, zul- met ortaya çıkar. Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri meydâna çıkdı. Bu hikâyeden ma’lûm olur ki, Hüseyn “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretlerinin lutf ve keremlerine nihâyet yok- dur. Zîrâ, bu cümleden anlaşılıyor ki, eğer karşı tarafdan inti- kâm almak istese idi, cinnîler askerine emr eyler, bir an içinde o zâlimleri kırıp, târumâr ederlerdi. Kendileri de o tehlikeden

kurtulmak imkânı bulurdu “radıyallahü teâlâ anh”.

Yüzbirinci Menâkıb: Nazm şeklinde (Siyer)den nakl olun- muşdur:

Vaktidir ey bülbül-i gâfil uyan, Bir nazar kıl aç gözün, ola ıyân.

Kim senin bağın değildir, işbu yer, Her kimi kim besler ise, iş bu yir.

İşte gel kim var, gülistânın senin, Cân ilinde tâze bostânın senin.

Sa’y kıl kim eresin ol gülşene, Himmetini bağlama sen bu külhâna.

Cîfedir bu, cîfeye aldanma sakın,

Sen seni bu yerde devâmlı kalır, sanma sakın.

Ey perîşân dil (gönül), oturma dilfikâr, Söyle bu söz, senden ola, yâdigâr.

Sîreti ol kim rivâyet eyledi, Bunu bu resme hikâyet eyledi.

Râvî ider, bir yehûdî var idi, Askeri çok, ismi Dâvüd-i Şa’yâ idi.

Var idi bir kal’ası, yuvarlak büyük,

Kim iki kat, yüksek yerde, muhkem yapılı.

Seng-i hârâ idi, ak taşdır yeri, Burcları yüce, düzenli her biri.

İki kat dıvârlı idi her biri, Yedi arşın idi, dıvârının eni.

Hendeği var idi ki, enli ve derin, Kim içi su idi ki, dolu ve derin.

Bir kaya üstünde muhkem yapılı, İçi-dışı asker ile dopdolu.

Râvî der ki, ona benzer üstüvar [muhkem], Ol Hicâz ilinde, yokdur bir hisâr.

Çün işitdi Dâ’vüd-ı Şa’yâ bunu,

Hep döküldü, merhabü meyser kanı.

Katî hışm etdi kakdı ol la’în, Pes çağırdı askeri derdi hemîn.

Atına bindi o, oldu süvâr,

O la’în, gürbüz er idi, nâmdar.

Bindi asker, kaldırıp sancak ve alem, Çaldılar zurna ve nakkâre zil hem.

Bir kabîle var idi, ânda yakın,

Ki müslimânlardı, onlar ehl-i din.

(Beni Zühre) kabîlesi idi, bu mü’min kabîle, O mel’ûnun askeri döndü dedi;

O Benî Zühre iline varalım, Vuralım o ili, halkın kıralım.

Kim Muhammed da’vetin onlar kabûl, Eylemişler, aldatmış onları ol.

Âbâ-ı ecdâd dînin terk etmişler, Muhammed ile ahd-i berk eylemişler.

Onların erlerinin hepsini kıralım, Kadın ve çocuklarını, ne varsa alalım.

Yehûdîlere ne kim etdi ise ol, Biz edelim onlara hem dahî bol.

O Muhammed görsün acı nicedir, Uyku görmez gözlerim, kaç gecedir.

Bu sözüyle ılgâr idip, gitdiler, Gâfil iken il içine yetdiler.

Erkeğinin ulusunu kırdılar, Küçüğü ile dişisini sürdüler.

Aldılar hem, malların, davârların, Kırdılar hem, bulduğu adamların.

Bir iş oldu onlara kim her giz ol, Kimseye öyle belâ olmuş değil.


Arabın Şikâyeti

Bu yakada bir gün o sultân-ı din, Fahr-i âlem rahmeten lil âlemîn.

Mescid içre otururdu o imâm, Geldi Câbir, kapıdan verdi selâm.

Yâ Resûlallah dedi, bostânımız,

Hoş yetişdi tâze nahlistânımız [Nahle: Hurma].

Dilerim zahmet buyurup, gelesin Sen, Ki bostâna gelince şâd olam ben.

Ayağın tozunu bostânıma sal, Mubârek ola, nahlistânıma sal.

Kabûl eder, Resûlullah dururlar, Sahâbe ile o bostâna varırlar.

Direrler, tâze tâze hurma yirler, Ne tatlı tâzedir bu hurma derler.

Hemandem karşıdan bir toz göründü, Gelir tutmuş yolu düp-düz göründü.

Toz yarıldı, çıka geldi bir arab, Bir eğersiz ata binmiş ki, acib.

Gövdesi başdan ayağa kara kan, Kan içinde sanki, gark olmuş heman.

Geldi Peygamber katında ağladı, Şöyle kim yaşı gözünde çağladı.

Yaşını sildi arab, hem söyledi, Hizmetinde geldik, îmâna dedi.

Allah birdir, hem Resûlsün mutlaka, Emrin ile kulluk ederdik Hakka.

Gâfil iken bir gece biz nâgehân, Dâvüd-ı Şa’yâ çerîsi ile nihân.

Geldi, çarpdı, bizi gâret eyledi, Halkı kırdı, çok hasârat eyledi.

Er kişisini kırdı, dökdü kanını, Aldı malın, avretini, oğlanını.

Oğlumuz, kızlarımız oldu esîr, Sen meded eyle bize ey dest-gîr.

Bunu dedi, hay hay ağladı, Cümle ol halkın yüreğin dağladı.

Hem Sahâbe dahî giryân oldular, Ol kişiye çok merhamet kıldılar.

Ol Resûlün hem mubârek gözüne,

Geldi yaş, rahm etdi [acıdı] onun sözüne.


Tetimme

Hem bu söz için geldi Cebrâîl,

Hak selâm verdi, sana kim şöyle bil.

Hem buyurdu size, ta’cîl edesiz, Ol la’înin üstüne siz gidesiz.

Kal’asının üstüne sen gidesin, Hak sana nusret verir seyr edesin.

Döndü andan pes Resûlullah eve, Mescide vardı hemen ive ive [acele].

Pes buyurdu kim Bilâl etdi nidâ! Mescide geldi kamu mîr ve gedâ.

Mescid içi-dışı doldu mü’minîn, Minbere çıkdı Resûlullah hemen.

Okudu hutbe, Hakka hamd eyledi,

Döndü hem Eshâbına da pend [nasîhat] eyledi.

Sonra dedi, dinleyin ey Hak askeri, O Benî Zühredeki kardeşleri.

Onları kâfir nice kırmış hemân, Gâfil iken onları vurmuş hemân.

Hak buyurdu, kim, ona biz varalım, Kıralım onları, boynun vuralım.

Siz ne dersiniz, maslahat ne görelim, Varalım mı üstüne, yâ duralım.

Dediler, yâ Resûlallah kamûmuz [hepimiz], Senin fermânın altıdır özümüz.

Tutarız Hak emrini biz cân ile, Oynayalım, baş yolunda cân ile.

Hak teâlâ düşmanın öldürelim,

O yehûdînin tomarın [defterin] dürelim.

Pes düâ kıldı Resûl, dedi durun, İmdi, bugün hep hâzırlıklar görün.

Hak emrin tutmağı bilin ganîmet, Bugün ki tân [şafak]la ideriz azîmet.

Sem’an ve tâan [baş üstüne] deyip, dağıldılar, Her birisi cenk hâzırlığın kıldılar.

Ertesi gün oldukda asker fevc-fevc, Her biri gitdi geyimli fevc-fevc.

Pehlivânlar bindiler çapan süvar, Kim dokuz bin er ata oldu süvar.

Çağırdı Mikdâdı çünki geldi o, Bir alem evvel ona verdi Resûl.

Sen mukaddem ol dedi, önce yürü, Bin kişi koşdu, behâdır, her biri.

Sonra Resûlullah dedi, hani Alî! Geldi dahî dediler, ol dem Velî.

Çağırdı Selmânı, dedi var ona, Muntazırım der Resûlullah sana.

Vardı Selmân, gördü giyinmiş Alî! Ceng silâhın hep kuşanmış ol Velî.

Fâtıma tutmuş eteğini komaz,

O çekinir gitmeğe ki, onu komaz.

Dedi, Selmân; yâ Emîr olgıl suvâr, Kim Resûlullah durubdur intizâr.

Sem’an ve tâan [baş üstüne] deyip, bindi atına, Dedi, geldi o Resûlün katına.

Hem Zübeyr bin Avvâm o şir-i ner, Yaralı idi, yatar idi meğer.

Gazâ sırasında yimişdi nice ok, Hem de taşlar dokunmuş idi çok.

Çün işitdi ki, Resûl cenge gider, Kalkdı yerinden hemen o şir-i ner.

Dedi hâtunu; mecâlin yokdurur, Durma gel kim cenge hâlin yokdurur.

Sözünü hâtununun dinlemedi, Kim yaram var diye hiç eğilmedi.

Bindi, Peygamber katına geldi ol,

Bir alem [bayrak] de ona verdi Resûl.

Bin kişi de ona verdi ıyân,

Sağ yanımca gel dedi yâ Pehlivân.

Bir alem kaldırdı kim adı ikab, Âl senindir yâ Alî dedi ikab.

Bin kişi koşdu ona da dilîr [yiğit], Askerin ardınca gel der yâ Emîr.

Gece gündüz yürüdüler gitdiler, Çün Kureyzâ kal’asına yetdiler.

Kâfire oldu haber, kim çok çeri,

Geldi, yetdi üşde islâm leşkeri [askeri].

Dört yakadan ili varın sürdüler, Asker hep, kal’a içre girdiler.

Burcların üstüne oklar kurdular, Kendiler kal’a içine girdiler.

Yetdi nâgah, erdi islâm leşkeri, Önce Mikdâd emrindeki bin çeri.

Çünki kal’a yakınına yetdiler, Görünce Mikdâdı onlar bildiler.

Askerini tanzîm edip, durdu la’în, Arkasını kal’asına verdi hemîn.

Gördüler kim kopdu bir toz nâgehân, Bin kişi ile Zübeyr geldi hemân.

Geldi pes koşum-koşum oldem çeri, Fahr-i âlem Enbiyâlar Serveri.

Hoş düzenli, hem müzeyyen her biri, Yahşî ulular, teçhizâtlı askeri.

Râvî der: Ehl-i islâm ol zemân, Ki düzenli idi, bilgili bî gümân.

Şebde [gecede] yıldızlar gibi saf saf gelür, Kim giyimli toz içinde berk vurur.

Çün yehûdîler bakar onu görür, Kim, bu asker böyle düzenli durur.

Bu tertîb, bu envâr ve bu zînet, Yehûdî gönlüne saldı hezîmet.

Dilediler dönüp kaçmak hisâra,

Ona da etmediler cesâre [Ona da cesâret edemediler].

Çün işitdi, Dâvüd-ı Şa’yâ bunu,

Kim dönerse, boynuna dedi, kanı [boynunu vururum].

Korkmayınız ben olayım size dımân, Öldürürüm de vermezem emân.

İşbu denli bâgîye de ne cevâb, Yalnız kim vereyim buna cevâb.

Olmadı ceng ol gün akşam oldu der, Kondu askerler yerlerini aldılar.

Müslimânlar sabâha dek kıldı nemâz. Etdiler Allaha çok, dürlü niyâz.

Çün sabâh oldukda etdiler nidâ, O ezândan göklere erdi sadâ!

Korkdu kâfirler kamu andan hemîn, Çünki kıldılar nemâzı mü’minîn.

Durdu, bindi her birisi atına, Geldi ulular Resûlün katına.

Yâsadılar [yerleşdirdiler] askeri hoş meymene [sağ kanat], Meysere [sol kanat] kalbu cenâh durdu yine.

Meymene ucunda Ammârı koydu, Pes Alîye ortada dur sen dedi.

Kendisi birkaç sahâbi ile bile, Bir yüce yerde durdular bile.

Askerini yerleşdirdi kâfir de, Dizdiler sağın solun onlar da.

Çün iki asker karşılıklı geldiler hemân,

Çıkdı islâm askerinden nâgehân [bir asker çıkdı].

Dedi bir er girdi cevelân eyledi, Bî tekellüf kasd-ı meydân eyledi.

Adı Dırâr idi hem hâs-ı Resûl, Pehlivân-ı gürbüz idi gâyet de ol.

Pes yehûdî askerinden çıkdı dîr [asker],

Adı Hüssan bin Kârin bir dilîr [cesûr kimse].

Girdi cevlân etdi [meydânda dolandı], cenge durdular, Birbirine çün kılınçlar vurdular.

Vurdu bir darbe ona Dırâr Pehlivân, Ki, iki pare olup, düşdü hemân.

Verdi cânın tamuya düşdü la’în, Durdu Dırâr diledi er pes hemîn.

Bir mübâriz [cengci] girdi, adı Danyâl, Etdi, Dırâr ile çok ceng ve cidâl.

Çok oyunlar geçdi, o hîleci, ona, Âkıbet fırsat bulup, Dırâr ona.

Şöyle sapladı göğsüne ol pehlivân,

Düşdü tamu inlerine [yerlere serilerek] verdi cân.

Girdi Heyyâc adlı bir er pes hemân, Cenge girdi, vermedi dahî emân.

Hayli ceng eyledi Dırâr ile ol, Ceng uzadı, Dırâr oldu pes, melûl.

Nâra atdı, vurdu ağzından onu, Cânı gitdi, tamuya düşdü teni.

Durdu Dırâr yine cevlân eyledi, Er diledi, döndü devrân eyledi.

Dâvüd-ı Şa’yâ kalkdı negahân, Depdi atın girdi meydâna hemân.

Zırhlı Dâvüd ileri yaşında hod, Kılıcı elinde sanki yanar od [ateş].

Nâra atdı, heybet idüb haykırır, Girdi meydân içine cevelân urur.

Bildi Dırâr, tanıdı onu hemân, Hamle kıldı, vermedi bir dem emân.

Nîzesi [mızrağı] göğsüne idi yakîn, Çaldı kılınç ile onu ol la’în.

Bâkisin Dırâr bırakdı, hemîn, Kılıncına yapışınca ol la’în.

Urdu tiz destlik edip, bir darb ona, İki pâre kıldı kaldılar dona.

Düşdü Dırâr, orada oldu şehîd, Nâra atdı, mağrûr oldu ol pelîd.

Oldu Dırâr için cümle mü’minler melûl, Gürbüz idi, hem melûl oldu Resûl.

Çıkdı islâm askerinden bir civân, Mürre tebnî Dârî adlı pehlivân.

Ol la’în onu dahî kıldı şehîd,

Katî mağrûr oldu, o mel’ûn pelîd.

Kimse girmedi dahî meydâna, Askerin depdi hemen sağ yanına.

Döndü ondan, sol yana depdi la’în,

Çıkdı ândan kalbe değdi [merkeze geldi] ol la’în.

Birbirine vurdu şöyle leşkeri [askeri], Oka tutdular, hemen döndü geri.

Durdu meydân içre cevlân eyledi,

Yâ Muhammed, nerde Senin askerin dedi.

Var ise bir pehlivân gelsin bugün, Pehlivân kimdir, bu halk görsün bu gün.

Dedi, Hâzin oğlu Sa’di pes hemân, Hoş mübâriz pehlivân idi civân.

Hamle kıldı dahî vermedi emân, Kâfir ile cenge durdu bir zemân.

Gördü kâfir Sa’di kim key erdürür, Hamlesini def’ eder, darbeler vurur.

Hîle düzdü, onda bir mekr eyledi,

Yâ yiğit, ben bir acâiblik gördüm, dedi.

Düşdü çaldım atının bir ayağını, Üç ayağı ile durur ol bayağı.

Sandı, gerçek; geri bakdı hemîn, Bir kılınç vurdu hemân dem o la’în.

Kim, ikiye biçdi kıldı onu şehîd, Düşdü atından hemen dem o yiğit.

Ziyâde oldu, mel’ûnun gurûru, Çağırıp, haykırır, ider sürûru.

Kimse girmez dahî çün girdi la’în, Depdi askerden yana, sürdü hemîn.

Bir iki adam yaraladı yine,

Döndü andan, yürüdü asker kalbine [ortasına].

Ok yağmuruna tutdular o kâfiri, Korkdu ondan yine ol döndü geri.

Durdu meydân içre, cevlân eyledi, Yâ Muhammed, hanî ensârın dedi.

Hanî Kays ve ne oldu Mikdâdın hani, Korkdu, benzer pehlivânların hani.

Ger onlar korkdu ise, hanî ol dilîr [yiğit], Şol Alî adlı behâdır nerre şir [erkek arslan].

Şâh-ı merdân diyü ad almışdır, Şimdi niçin geride kalmışdır.

Kendini bir sınasın gelsin beri, Ger gelirse dahî sağ varmaz geri.

Pes Resûlullah dedi, Haydar hani, Zahr-i islâm fethi o server hani.

Hâzır idi, dedi, lebbeyk, şâh hemân, Yâ Resûlallah, buyur dedi revân.

Varayım ben onu bîcan edeyim,

Kan ile toprakda galtan [yuvarlanıcı] edeyim.

Pes Resûlullah dedi, var yâ Alî, Kim, sana nusret yakındır yâ Velî.

Bil ki Allah, hem Resûlullah sana, Kim, meded edicidir önden sona.

Şâh-ı Merdân kasdı meydân eyledi, Girdi, hoş, şâhâne cevlân eyledi.

Dâvüd-ı Şa’yâ onu gördü hemân, Hamle kıldı, ya’nî kim vermez emân.

Kâfirin çün hamlesini gördü imâm, Çekdi kınından kılıncını temâm.

Nâra atıp, şöyle haykırdı ona, Aklı gitdi kâfirin, kaldı dona.

Titredi a’zâları pes ol la’în, Atını ardına sıçratdı hemîn.

Pes, çekildi bir yere, durdu geri, Kim, dağılmış aklını derdi geri.

Hem dedi kim, yâ yiğit nedir adın, Kim bu resme havf ve heybet eyledin.

Şâh-ı Merdân dedi adımdır, Alî, Dedi kâfir, seni isterim belî.

Nâra atdı, çekdi kılıncın la’în,

Şâh-ı Merdân üstüne sürdü hemîn.

Şâh onu gördü ki, bir hoş pehlivân, Pes, mudâra etdi onunla hemân.

Ya’nî, kim tutam idem dedi esîr, Tâ müslimân ola, bir rükn ola dîr.

Nâgehân bir kılınç vurdu o la’în, Şâh-ı Merdân başına erdi hemîn.

Aldı kalkana hem ol dem şâh onu, Çün, müslimân olmaz ol bildi onu.

Pes, kalkdı, nâra atdı ol Emîr,

Bir kılınç vurdu ona ol nerre şîr [erkek arslan].

Sağ yanında şöyle kim çaldı onu, Sol yanından ol iki böldü onu.

Düşdü ondan iki pâre ol la’în, Kan ile toprağa bulandı hemîn.

Şâh-ı Merdân yine cevlân eyledi, Bir mübâriz var mıdır, gelsin dedi.

Çünki onu öyle gördüler yehûd, İ’timâd ederdi ona çün cehûd.

Orada öyle olduğunu gördüler, Kaçdılar kal’a içine girdiler.

Yapdılar kapıyı, burçda durdular, Atdılar ok, mancınıklar kurdular.

Müslimânlar ol işi çün gördüler, Ok ile bunlar da cenge durdular.

Kuşatdılar yirmibeş gün hisârı, Ki ceng idi kamu leylü nehârı.

Pes Resûlullah buyurdu siz dahî, Mancınık düzün atalım biz dahî.

Durdu bir er İbni Amr idi adı, Yâ Resûlallah düzerim ben dedi.

Lâkin ağaç yok, bu ağaçlar kamu, Hem yemiş ağaçlarıdır cümle bu.

Bunu böyle söyleyince o hemîn, Geldi gökden indi Cebrâîl Emîn.

Dedi, Hak teâlânın selâmı var, Buyurdu; bu âyeti Resûlüme ver:

(Hurma ağaçlarından kesmeniz veyâ aslı üzere terk etmeniz Allahü teâlânın izni iledir. Böylece, bu iznle kâfirler rüsvay olurlar.) [Haşr sûresi 5.ci âyet-i kerîmesi meâli.]

Pes Resûlullah buyurdu: Hak teâlâ, Bu ağaçları bize kıldı halâl.

Çünki bu vakt ona muhtâç olmuşuz, Başka ağaç yok, nâçar kalmışız.

Pes, ağaçdan yetdikçe kırdılar, Düzdüler tiz, mancınığı kurdular.

Atdılar bir taşı bârû üstüne,

Düşdü sankim burcu yıkmak kasdına.

Bir de atdılar içeri düşdü ol, Kâfir cânibine korku düşdü bol.

Bu resme cengle çün erdi akşam, Müslimânlar varıp kıldılar, ârâm.

Müslimânlar bülend tekbîr ederler, Kamûsu onlarını bir ederler.

Müslimânlar sabâha dek nemâzı, Kılıp etdiler, Allaha niyâzı.

Kimi tesbîh, kimi Kur’ân okudu, Uyumadı biri çün, sabâha erdi.

Ezân okundu, kıldılar nemâzı, Düâ kıldılar etdiler, niyâzı.

Hemân dem kal’aya karşı berâber, Koşup bağladılar, şöyle serâser.

Pes getirdi pehlivânlar her biri, Mancınığa komağa, bir taş iri.

Getirdi ânda taşı ol Ammâr, Dilâver pehlivânlar başı Ammâr.

Koyuben mancınığa ol atdı, Havadan kal’anın içine yetdi.

Düşüp bir yere vîrân eyledi ol, Dokuz kişiyi bîcan eyledi ol.

Onun ardınca Mikdâd atdı bir taş, Dokundu dört eve, ol kıldı hışhaş.

Onun ardınca Sa’d bin Ubâde, Ki Hazrec ulusu şeyh Suâde.

Atar çünki havâya çıkdı ol taş, İnip bir kubbeyi o kıldı hışhâş.

Pes getirdi şâh-ı Merdân ol Alî, Mancınığa koydu bir taş, ol Velî.

Râvî der: Pehlivânlar her biri, Mancınığa koydu, bir taş iri.

Atdılar herbiri bir iş eyledi, Kâfirin cânibine teşvîş eyledi.

Ol arada dahî bir taş kalmadı, Kim ki vardı taş aradı, bulmadı.

Çünki, taş arandı, bulunmadı, Taş bitince Resûlullah üzüldü.

Çünki başka taş bulunmadı, Resûl, Ol mubârek hâtırı oldu melûl.

Hak teâlâdan getirdi ol selâm, Dedi, çünki taş bulunmaz yâ imâm.

Hak teâlâ şöyle fermân eyledi, Mancınığa girsin aslanım dedi.

Varsın ol içine düşsün kal’anın, Kim, onun fethi elindedir Anın.

Pes, Resûlullah dedi, kim yâ Alî! Cebrâîl geldi, dedi kim yâ Velî!

Kim, koyam bu mancınığa ben seni, Bu hisâra atayım, ey Hak aslanı.

Hiç ziyân erişmez sana uş ben dımân [kefîl], Feth eden bu kal’ayı sensin hemân.

Şâh-ı Merdân dedi, yüzüm üstüne, Her ne emr olunduysa, gözüm üstüne.

Yoluna olsun fedâ cânım benim, Hâtırıma geldi bu mâni’ benim.

Kim beni kal’aya atınız dedim,

Yine dedim iş Hakdır, ben ne diyem.

Pes, Resûlullah dedi kim Enbiyâ! Her ne endîşe ede yâ Evliyâ.

Düşe Hakkın işine ol mutâbık, Muhâlif olmaz, olur ol muvâfık.

Kim anların hemîşe gönlü hâzır, Hakkın yanındadır, Hak ona nâzır.

Aldı kalkanın kılıncın pes Alî, Geldi girdi mancınığa ol Velî.

Tutdu bile ol nebîler Serveri, Atdılar gitdi havâya Haydarı.

Çün havâya çıkdı ol Hak aslanı, Kakdı kılınç arkasıyla kalkanı.

Nâra vurdu, şöyle haykırdı emîn, Sanki gök gürledi, sarsıldı zemîn.

Çünki kâfirler görür bu heybeti, Hep kurudu, güçleri ve kuvveti.

Çün Alî idi havâdan gördüler, Kaçdılar evli evine girdiler.

Bağlayıp kapıların oturdular, Canlarından ümîdi götürdüler.

Belleri kurudu, tutmaz elleri, Gözleri görmez tutuldu dilleri.

Şâh-ı Merdân pes, kapıya yürüdü, Çekdi kopardı, kapıyı sürüdü.

Geldi mü’minler hisâra girdiler, Kâfiri yerli yerinde kırdılar.

Kırdılar erkek, koymadılar diri, Gâret etdiler dişisin herbirini.

Aldılar malını esîrin tutdular, Sağ selâmet evlerine gitdiler.

Sağlığıyla o Medîne şehrine, Geldiler anda Resûlüyle bile.

Ol Resûlün hizmetinde şâdgâm, Oldu bu kıssa, burada hem temâm.

Mustafânın yüzü-suyu hurmeti, Cümlemize müyesser kıl rahmeti.

YEDİNCİ BÂB

Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” Menâkıbı:


Birinci Menâkıb: Muhyissünne İmâm-ı Begavî “rahimehul- lah” (Meâlimüt-tenzîl) kitâbında, Feth sûresinde, meâl-i şerîfi, (Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın Resûlüdür. Onunla berâber olanlar, kâfirlere karşı sert, birbirlerine karşı merha- metlidirler.....) olan âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor. Mu- bârek bin Füdâleden, o da Hasenden rivâyet eder, (Allahü teâ- lâ kâfî olan şâhiddir ki, Muhammed Allahın Resûlüdür) buyu- ruldukdan sonra; (Onun ile olan kimse) kelâmı ile Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. (Kâfirlere karşı şiddetlidirler) ile Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. (Birbirlerine karşı merhametlidirler) ile Os- mân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. (On- ları rükû’da ve secdede görürsün) ile Alî bin Ebî Tâlib “radıyal- lahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. (Allahü teâlâdan, dünyâda ve âhıretde her iyiliği, üstünlüğü ve rızâsını isterler!) kelâmı ile Cennet ile müjdelenen (Âşere-i Mübeşşere)nin geri kalanı kasd edilmekdedir. (Onların hâlleri, şerefleri, Tevrâtda ve İncîlde bildirilmişdir. İncîlde bildirildiği gibi, onlar ekine benzer) kelâ- mı ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kasd edil- mekdedir. (İnce bir filiz çıkarır) kelâmı ile, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, (Onu kuvvetlendirir) kelâmı ile, Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh”, (Onu kalınlaşdırır) kelâmı ile, ya’nî yumuşak iken islâm dîni için sert olur kelâmı ile, Osmân bin Af- fân “radıyallahü anh”, (Onu ayakda durdurur) kelâmı ile, islâ- mı kılınç ile müstekîm etdiği için Alî bin Ebû Tâlib “radıyalla- hü anh”, (Herkes hayrete düşer) kelâmı ile, diğer mü’minler kasd edilmekdedir. (Kâfirler kızarlar) kelâmı ile, sık, kalın, kuv- vetli ve güzel ekin gibi ve kuvvetli olan mü’minlerin kâfirleri kî- ne boğacağı bildirilmekdedir. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” îmân ile müşerref olunca; “Bugünden sonra artık gizli ibâdet et- meyiz” buyurmuş idi.

İkinci Menâkıb: (Hulefâ-i râşidînin) yüce şânları için nâzil olan âyet-i kerîmeler beyânındadır. Ma’lûm olsun ki, yerlerin ve göklerin yaratanı Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Âdem aleyhisselâmdan beri, Enbiyâ-i ızâm “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” hazretlerine indirdiği yüzdört kitâ- bın baş tarafında; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzîn olan; günâhdan çok sakınan Sıddîk ve çok anlayışlı Fârûk ve çok cömert Zinnûreyn ve çok vefâlı Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin fazîletlerini beyân etmişdir. Bu tertîbin keşf ve beyânını ve şerh ve îzâhını, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin tevfîk ve yardımı ile açıklıyalım.

Allahü rabbül’âlemîn celle celâlühü ve azze şânühü ve am- me nevâlühü hazretleri on suhuf Âdem alâ nebiyyinâ ve aley- hissalâtü vesselâm hazretlerine gönderdi. İlk suhufun başlangı- cı Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzînin fadlı beyânında idi. Ondan sonra elli suhuf da Şit “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine gönderdi. Açık olarak ilk sahîfelerinde, Muhammed “aleyhissa- lâtü vesselâm” hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzînin şeref ve fad- lının beyânı vardı. Ondan sonra otuz suhuf da İdris “alâ nebiy- yinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine gönderdi. Bunun da başlangıcı yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzînin ve Eshâb-ı kirâmın fadlı be- yânındadır. Ondan sonra on suhuf da İbrâhîm Halîl “alâ nebiy- yinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine gönderdi. Bunun da başlangıcında aynı şeklde, onların fazîletleri açıklandı. Mûsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine Tevrâtı gönderdi. O büyük kitâb içinde, birçok yerde Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini ve yârânlarını anlat- dı.

Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, meâl-i şerîfi (Biz nidâ etdiğimizde, Tûr cânibinde sen olmadın) olan, Kasâs sûresinin 46.cı âyet-i kerîmesinin tefsîrinde buyurur ki, Cebrâ- îl aleyhisselâm benim yanıma geldi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden selâm getirdi. Dedi ki, Hak celle ve şânühü bu-

– 410 –

yurur ki: Ben Hudâyım. Cümle eşyâya kâdirim. Mûsâ bin İm- râna Tûr-i Sînâda vâsıtasız otuzbin kelime söyledim. Mûsâya işitdirdiğim otuzbin kelimenin yetmiş kelimesi Mûsâ hak- kında ve ümmeti hakkında idi. Yirmidokuzbin dokuzyüzotuz kelimesi, yâ Muhammed, senin hakkında ve yârânın hakkında, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk ve Osmân-ı Zinnûreyn ve Alî Mürtedâ ve gayri eshâbın ve ümmetinin hakkında idi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kelâmı kadîmdir. Ve azîmdir. Ve mecîddir. Ve kerîmdir, ezelî ve ebedîdir. Ve evve- li ve âhıri yokdur. Başlaması ve bitmesi yokdur. Lâkin, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin kelâmında bildirilen rakam, Mûsâ aleyhisselâmın duymasına [işitmesine] nisbetledir. Ze- bûru Dâvüd “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazret- lerine gönderdi. Orada da, Muhammed Mustafânın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzînin “radıyallahü teâlâ an- hüm” üstünlüklerini bildirdi. İncîli Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aley- hissalâtü vesselâm” hazretlerine gönderdi. Hazret-i Muham- med Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzînin üstünlüklerini orada da bildirdi. Fürkân-ı azîm-üş-şânı gönderdi. Kur’ân-ı azîm-üş-şânda gelen [Alak sûresinin] beş âyetini, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri Muhammed aleyhissalâtü vesselâm hazretlerinin şânı hakkında göndermiş- dir.

1– Meâl-i şerîfi (Herşeyi yaratan Rabbinin ismi ile oku!) olan [Alak sûresindeki] âyet-i kerîme, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin baht-ı hümâyûn ve şân-ı şerîfleri hakkındadır. Meâl-i şerîfi, (İnsanı alakdan yaratdı) [uyuşmuş kandan yaratdı] olan âyet-i kerîme Ebû Bekr-i Sıddîkın “radı- yallahü teâlâ anh” şân-ı şerîfleri hakkındadır. Meâl-i şerîfi (Oku, Rabbin ekremdir) olan âyet-i kerîme; Ömer-ül Fârûkun “radı- yallahü teâlâ anh” şân-ı şerîfleri hakkındadır. Meâl-i şerîfi (O kimse ki kalem ile ta’lîm etdi) olan âyet-i kerîme, Osmân bin Affânın “radıyallahü teâlâ anh” şân-ı şerîfleri hakkındadır. Me- âl-i şerîfi (İnsana bilmediğini bildirdi) olan âyet-i kerîme, haz- ret-i Alî bin Ebî Tâlibin “kerremallahü vecheh” şân-ı şerîfleri hakkındadır.

Âlimlerin ekserîsi, bunun üzerindedir ki, Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri üzerine nâzil olan bu sû-

– 411 –

renin o beş âyet-i kerîmesinden, Onun fadlı ve şerefi anlaşılma- lıdır.

Abdüllah bin Amr bin âs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyur- du ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- ne dedim; (Sizden işitdiğim hadîs-i şerîfleri yazayım mı?). Bu- yurdular ki, (Yaz ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri böyle buyurur: (Kalem ile ta’lîm etdi. İnsana bilmediğini öğretdi.)) Katâde “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Kalem, Allahü teâ- lâ ve tekaddes hazretlerinden büyük bir ni’metdir ki, eğer ka- lem olmayaydı, din yeryüzünde bâkî kalmazdı. Kimse kendi maslahatını hıfz edemezdi [saklıyamazdı].

2– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini ve Çihâr yâr-i güzîn “ra- dıyallahü anhüm” hazretlerini, Sûre-i Fâtihada yâd etmişdir ve buyurmuşdur. Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdülillahi rab- bil’âlemîn. Bu âyet-i kerîme Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin şân-ı şerîfleri ve tâlı’-ı [çiçek tozu] mu- bârekleri hakkındadır. Delîl odur ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, meâl-i şerîfi (Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik) olan âyet-i kerîmede buyurmuşdur. (Errahmânirra- hîm.) Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şân-ı şerîfleri hakkındadır. Hücceti, delîli, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Ümmetimin en çok merhametlisi Ebû Bekrdir) buyurmuşdur. Fâtihâ sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesi, Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü teâlâ anh” şân ve şerefi hakkındadır. Delîli o hadîs-i şerîfdir ki, haz- ret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Allahın dîninde en kuvvetliniz, Ömer-ibnül Hattâbdır.) Fâtihâ sûresinin dördüncü âyet-i kerîmesi, Osmân bin Affânın “radı- yallahü teâlâ anh” şân-ı şerîfleri hakkındadır. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurmuşdur: (Hayâ- da en sâdık olanınız, Osmân bin Affândır.) Fâtihâ sûresinin be- şinci âyet-i kerîmesi, Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şân-ı şerîfleri hakkındadır. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri; (Üm- metimin en çok ikrâm edeni ve âlimi, Alî bin Ebî Tâlibdir) bu- yurmuşdur. Sûre-i Fâtihânın geri kalan âyet-i kerîmesi, Allahü

– 412 –

teâlâ ve tekaddes hazretlerinin gadab etdiği ve dalâletde kalan kimseler, yehûdîler, hıristiyânlar, râfizî ve hâricîler hakkında- dır. Bunlar, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retlerinin ve Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ec- ma’în” hazretlerinin düşmanlarıdır.

3– Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri Sûre-i Fâtihâdan son- ra, Kur’ân-ı azîm-üş-şânda yemîn ederek buyurur ki: (Elif.lâm.mim). (Elif); Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin ilahlığı ve vahdâniyyeti hakkı için, (Lâm); Cebrâîl aleyhisselâ- mın elçiliği ve imâmeti hürmeti için, (Mim), Muhammed aley- hisselâmın nübüvveti ve risâleti hürmeti için denilmekdedir. (Elif), Allah lafzının elifidir. (Lâm), Lâ ilâhe illallah lafzının (lam)ı, (mim), Muhammed aleyhisselâmın ismindeki (mim)dir.

Beyt:

Seher vakti dostun cemâli görününce, Benim cânım senin aşkından taht kurdu.

Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazret- lerinden on kişinin rivâyetiyle hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu- lar ki; (Ümm-i Hânî “radıyallahü teâlâ anhâ” se’âdethânesin- den, beni mi’râca iletdikleri o gece, (Kabe kavseyn) makâmına giderken, Arşın önünde, arkasında, sağında ve solunda üçyüzbi- ner perdesinden her birinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnû- reyn, Aliyyül Mürtedâ) “radıyallahü teâlâ anhüm” yazılı idi.) Bu sûre-i azîmenin başlangıcında, Allahü tebâreke ve teâlâ bu- yurdu ki, (elif, lâm, mim) ve bu kasem neden ötürüdür? (Bu ulu kitâbdır ki, size bunun ile va’de vermişdik ve bu Kur’ândır ki, yirmiüç senede teenni ile size göndermişim ve bu kitâbdır ki, yüzyirmiüçbindokuzyüzdoksandokuz Nebî [Mevcûd Nebîlerin bir noksanı] “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” Alla- hü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinden bu kitâbı iste- mişler ve Kur’ân-ı kadîm arzûsu ile dirilmişlerdir. Bunun arzû- su ile intikâl buyurmuşlar [göç etmişler]dir. Bunu ne görmüşler ve ne işitmişlerdir. Bu büyük bir ni’metdir.)

Ey müslimânlar, yüzondört sûre olan bu Kur’ân-ı kerîmin

kıymetini bilemez, hak ve hurmetini gözetemezsiniz. [Bunun için çalışmalıdır.] Ondan sonra Allahü teâlâ ve tekaddes hazret- leri (Onda şübhe yokdur) buyurur. Ey benim kullarım! (Elif); benim hakkım için, zât ve sıfatım hakkı için. (Lâm), Cebrâîl-i emînim hurmeti için. (Mim), Resûlüm ve seçilmişim Muham- med hurmeti için ki, bu kitâb Kur’ândır. Kur’ân-ı azîme doğru- lukda şübhe yokdur. Bu Kur’ân benim kelâmımdır. Benim ke- lâmımın doğruluğunda şek ve şübhe yokdur. Kadîmdir, ciddîdir [oyun değildir], sonradan meydâna gelme ve mahlûk değildir. Her ne kadar çok okunursa, dostların dili üzerinde, o kadar ha- fîf gelir. Kimse onu okumakdan usanmaz, bıkmaz. Onu ne ka- dar işitirler ise, dostların kalbinde ferâhlılık olur. Onu işitmek- le kimseye bıkkınlık gelmez. (Müttekîler için hidâyetdir), be- yândır ve delîldir. Mü’min ve zühd sâhiblerine ve müttekîlere bu kitâb doğru yoldur. Bu Kur’ân âşıkların gönlüne şifâdır. Fa- kîrlerin rûhuna gıdâdır.

Beyt:

Bize tâ’ate ve zühde yapışmayı anlatma, Bize kerâmet makâmlarından bahs etme.

Çünki, biz ve o dört seçilmiş zât can gibiyiz, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî.

Ey müslimân! Bu Kur’ân-ı azîm-üş-şân devleti ve bu îmân ni’meti, bütün müslimânlar ve cümle mü’minler hakkında umû- mîdir. Lâkin, Çihâr yâr-i güzîn ve hulefâ-i râşidîn, mürşid-i emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr-i Sıddîk ve emîr-ül mü’minîn Ömer-ül Fârûk ve emîr-ül mü’minîn Osmân-ı zinnûreyn ve emîr-ül mü’minîn Aliyyül Mürtedâ “rıdvânullahi aleyhim ec- ma’în” hazretlerinin haklarında husûsîdir. Bunun delîlini Kur’ân-ı azîm-üş-şândan getireyim. (Gayba îmân eden kimse- ler) meâlindeki âyet-i kerîme, bütün mü’minler için umûmî, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir. (Nemâzlarını kılarlar) meâlindeki âyet-i kerîme, bütün mü’minler için umûmî, hazret-i Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir. (Onlara verdiğimiz rızklardan dağıtırlar) meâlindeki âyet-i kerîme, bütün mü’minler hakkın- da umûmîdir. Hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ

anh” hakkında husûsîdir. (Sana indirilen kitâba ve senden önce indirilenlere inananlar..) meâlindeki [Bekara sûresinin 4.cü] âyet-i kerîme, bütün mü’minler için umûmîdir. Hazret-i Alî ib- ni Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir.

4– Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sehâveti [cömertliği], Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin muhabbetinde olduğu için, kabûl edip, âgâh olmak için; meâl-i şerîfi; (... Fekat, iyilik şu kimselerin iyiliğidir ki, Allahü teâlâya, Âhıret gününe, Meleklere, Kitâba, Peygamberlere inanır, sev- diği malını yakınlarına, yetîmlere, fakîrlere yolculara verir ve ri- kâbda sarf eder) olan Bekara sûresinin 177.ci âyet-i kerîmesin- de buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmede bildirilen güzel vasflar, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinde mev- cûd idi.

Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Eğer ister isen sen de o dereceye nâil olmak, çok sevdiğin o ma- lını, sıhhatin kemâlde iken, buhl etmeyip [cimrilik yapmayıp], hâlisâne olarak; Allahü teâlâ için sadaka ver. Fakîr olmakdan korkma. Şükr edip, fekat öğünme. Hazret-i Sıddîk-ı ekber “ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretleri bütün malını, mülkünü dîn-i is- lâm uğruna sarf edip, bir palas ile kalmış idi. Bu husûs birçok menkıbelerinde beyân olundu. Niçin mal koyarsın. Cânın hul- kûma [rûhun gargaraya] geldiği ânda falana bu kadar verin; de- menin kıymeti yokdur. Yukarıdaki âyet-i kerîme hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hakkındadır.

(Nemâzı kılar) meâl-i şerîfindeki âyet-i kerîme bütün nemâz kılan mü’minler için umûmîdir. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir. (Zekâtını verir) meâl-i şerîfinde- ki âyet-i kerîme, zekât veren bütün mü’minler için umûmîdir. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir. (Verdikleri sözde dururlar) meâl-i şerîfindeki âyet-i kerîme; ah- dinde vefâ gösteren bütün mü’minler için umûmîdir. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hakkında husûsîdir.

5– Allahü teâlâ hazretleri, [Âl-i İmrân sûresi 17.ci âyet-i ke- rîmesinde meâlen] (Sabr edenler) buyurdu. Ya’nî Resûlullah

– 415 –

“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ki, tâ’at etmek üzerine ve müşriklerin cefâsı ve yaramazlıklarına sabr etdi. (Sâdık olur- lar) buyurulması, ya’nî o kimseler ki, sırda [gizlide] ve âlâniy- yede [açıkda] doğru olurlar, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” içindir. Meâl-i şerîfi (Devâmlı itâ’at edenler) olan âyet-i kerîmede bahs edilenler, devâm üzere Allahü teâlâ haz- retlerine mutî’ olan kimselerdir. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” içindir. Meâl-i şerîfi (İnfâk edenler) olan âyet-i ke- rîmede anlatılan kimseler, Allahü teâlâ yolunda infâk ederler, ya’nî malını dağıtırlar, buyurulması, malını Allah yolunda da- ğıtan Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” içindir. Meâl-i şerîfi (Seher vaktlerinde istigfâr edenler) olan âyet-i kerîmede bahs edilen kimseler, seher vaktinde istigfâr ederler. Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” için- dir.

6– Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri [Âl-i İmrân sûresi 134.cü âyet-i kerîmesinde meâlen] (O kimseler ki infâk ederler, sürûr ve sıkıntılı hâllerinde) buyurdu. Her zemân, mubârek eli sehâvetden [cömertlikden] ve fakîrlere yardımdan geri kalma- yan, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” içindir. (Gadablarını içine atanlar) meâlindeki âyet-i kerîmede kasd edilen o kimse- ler, aslâ kendi nefsi için gadablanmıyan, kızacağı zemân kendi- ni tutanlardır. Ömer ibnül Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” ki, kendisi için gadaba gelmezdi. Geldiği takdîrde gadabını tutardı. Bu âyet-i kerîme hazret-i Ömer içindir. (İnsanları afv ederler) meâlindeki âyet-i kerîmede buyurulan o kimselerdir ki, intikâ- ma kâdir oldukları hâlde insanları afv ederler. Ya’nî hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” ki, dâimâ suçluları hatâ ve sehv etseler de afv eder, onlara ikrâmda bulunurdu. Bu âyet-i kerîme hazret-i Osmân içindir. (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, ihsân edicileri sever) meâlindeki âyet-i kerîme, Aliy- yül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” içindir.

7– Hazret-i Resûl-i Hudâ Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, şu âyet-i kerîmeleri düâlarında okurlardı. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, me- âl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Mahlûkâtı boş yere, bâtıl yaratmadın. Se-

ni tenzîh ederim. Bizi Cehennem azâbından koru) olan, Âl-i İmrân sûresi 191.ci âyet-i kerîmesini okurdu.

Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Cehenneme atdığın kimseyi çok zelîl edersin. Kâ- firlerin [zulm edenlerin] yardımcıları yokdur) olan, Âl-i İmrân sûresi 192.ci âyet-i kerîmesini okurdu. Hazret-i Ömer-ül Fâ- rûk “radıyallahü teâlâ anh”, meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! İnsanla- rı îmâna çağıran bir münâdî işitdik, îmân etdik) olan, Âl-i İm- rân sûresi 193.cü âyet-i kerîmesini okurdu. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”, meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Günâhları- mızı mağfiret et. Rûhlarımızı, sâlihlerin rûhları ile berâber et) olan, Âl-i İmrân sûresi 193.cü âyet-i kerîmesinin devâmını okurdu. Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü teâlâ vec- heh”, meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Resûllerin lisânı üzere bize va’d etdiğin sevâbı ver. Kıyâmet günü bizi rüsvay eyleme. El- bette sen va’dinden dönmezsin) olan, Âl-i İmrân sûresi 194.cü âyet-i kerîmesini okurdu.

8– Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri hakkında; Âl-i İmrân sûresi 200.cü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ey îmân eden- ler! Sabr ediniz!) buyurdu. Ya’nî, îmân getirmiş o kimselersiniz ki, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” dostluğunda sabr ediniz, demekdir. (Sabr edici olunuz!) Ya’nî hazret-i Öme- rin “radıyallahü teâlâ anh” dostluğunda, kâfirler ile gazâda sabrlı olunuz, demekdir. (Rabt edici olunuz!) Ya’nî hazret-i Os- mânın “radıyallahü teâlâ anh” dostluğunda sebât ediniz, de- mekdir. (Allahü teâlâdan korkup, sakınınız. Ümîd edilir ki, fe- lâh bulursunuz!) Ya’nî, hazret-i Aliyyül Mürtedânın “radıyalla- hü teâlâ anh” dostluğunda, Allahü teâlâdan korkunuz ki, felâh bulasınız, demekdir.

9– Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ve Çihâr yâr-i güzînin vasfları hakkında mutî’ olan mü’minlere müjde verip, buyuru- yor ki: (Her kim ki mutî’ olur, Allahü tebâreke ve teâlâ hazret- lerine ve Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- lerine. O mutî’ olanlar ol kimselerdir ki, Allahü teâlâ hazretle- ri onları ni’metlendirmişdir!) [Nisâ sûresi 69.cu âyet-i kerîmesi.]

(Nebîlerden), hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Sıddîklardan), mübâlega ile sâdık olanlardan, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, (Şehîdlerden), Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, (Sâlihler- den), Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, (Onlar ne gü- zel refîkdir) buyurulması, Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. Meâl-i şerîfi (Bu fadl Allahdandır) olan Nisâ sûresi 70.ci âyet-i kerîmesi ile Ehl-i sünnetin kalbin- deki Habîbullahın ve Çihâr yâr-i güzînin ve eshâbının sevgisi, Allahü teâlâdan olduğunu bildirmekdedir.

10– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri [Mâide sûresi 55.ci âyetinde meâlen], (Sizin velîniz ancak Allahü teâlâ ve Resûlü- dür...) buyuruyor. Ya’nî, mü’minlerin velîsi, Allahü teâlâdan sonra Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- ridir. (Îmân eden kimselerdir); buyurulmakla, Ebû Bekr-i Sıd- dîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri kasd edilmekdedir. (Ne- mâzlarını kılarlar); buyurulmakla, Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri kasd edilmekdedir. (Zekâtlarını verirler) buyurulmakla, Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” haz- retleri kasd edilmekdedir. (Rükû’da sadaka verirler) buyurul- makla, Alî “radıyallahü anh” kasd edilmekdedir. Müfessirler buyurmuşlardır ki, bir dilenci mescide gelip, birşey istedi. O sı- rada hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o mescidde nemâzda olup, rükû’a varmış idi. Rükû’ içinde yüzüğünü işâretle çıkarıp, o dilenciye verdi. [Mâide sûresi 56..cı âyetinde meâlen], (Kim Allahü teâlâyı, Resûlünü ve mü’minleri dost edinirse, bilsin ki, şübhesiz Allahü teâlâdan yana olanlar üstün gelirler) buyurul- du. Allahü teâlânın Resûlünü “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” ve mü’minleri velî edinenler, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin düşmanları üzerine gâlib gelirler.

11– Allahü teâlâ [Enfâl sûresi 2.ci âyet-i kerîmesinde meâ- len], (Hâlis mü’minler o kimselerdir ki, Allahü teâlânın ismi zikr olununca, kalblerinde korku hâsıl olur) buyurdu. Bu, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” içindir. (Onlara Allahü teâlânın âyetleri zikr olunduğu zemân îmânları ziyâde olur) bu- yurulması, hazret-i Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” için-

dir. (Onlar Rablerine tevekkül ederler) [Enfâl sûresi 2.ci âyeti- nin devâmı]; buyurulması, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” içindir. [Enfâl sûresi 3.cü âyetinde meâlen], (Nemâzlarını kılanlar ve verdiğimiz rızklardan dağıtanlar..) buyurulması, Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” içindir. [Enfâl sûresi 4.cü âyetinde meâlen], (Onlar hakîkî mü’minlerdir) buyurulmuşdur. O büyüklerin ve onları sevenlerin hakîkî mü’min oldukları bil- dirilmekdedir.

12– [Tevbe sûresi 71.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, onlar ba’zıları ba’zılarının velîle- ridir. Ma’rûf ile emr ederler. Ya’nî nusret ile ve himmet ile ve hayrât ile. Ve münkerden nehy ederler) buyurulması, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” içindir. (Nemâzlarını kı- larlar) buyurulması, Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” içindir. (Zekâtlarını verirler) buyurulması, Osmân “radıyallahü anh” içindir. (Allaha ve Resûlüne itâ’at ederler) buyurulması, Alî “radıyallahü teâlâ anh” içindir. Âyet-i kerîmenin devâmın- da meâlen, (Onlara Allahü teâlâ yakında rahmet edecekdir) buyurulmuşdur.

13– [Tevbe sûresi 112.ci âyet-i kerîmesinde; Allahü teâlâ meâlen buyuruyor]: (Allahü teâlâya tevbe edenler) [şirkden ve nifâkdan] ile Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, (İbâ- det edenler) ile Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh”, (hamd edenler) ile Osmân “radıyallahü teâlâ anh”, (Oruc tutup, hac edenler) ile Alî “radıyallahü teâlâ anh”, (rükû’ ediciler) ile haz- ret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, (Secde ediciler) ile Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, (Sünnet ile ma’rûfu emr ediciler ve bid’atden nehy ediciler) ile Osmân “radıyallahü teâlâ anh”, (Allahın hadlerini muhâfaza ediciler) ile Alî “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. Âyet-i kerîmenin devâmında, (Yâ Muhammed! Mü’minleri Cennet ile müjdele) buyurularak; bu dört yâri sevmeği emr buyurmuşdur.

14– [Allahü teâlâ Ra’d sûresi 19.cu âyet-i kerîmesinde meâ- len buyuruyor]: (Ancak akl sâhibleri ibret alırlar.) Burada haz- ret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kasd ediliyor. [Aynı sû- renin 20.ci âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruluyor]: (O kimse- ler Allahü teâlânın ahdinde vefâ ederler, ahdlerini bozmazlar.)

Burada Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmek- dedir. [Aynı sûrenin 21.ci âyetinde meâlen buyuruluyor]: (Al- lahü teâlânın sıla etmesini emr etdiği kimselere sıla-i rahm ederler. Rablerinden korkarlar. Hesâbın zorluğundan korkar- lar.) Burada Osmân “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekde- dir. [Aynı sûrenin 22.ci âyet-i kerîmesinde meâlen buyurulu- yor]: (Onlar Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için sabr eder- ler [emrleri yapmak ve yasaklardan kaçmak sûreti ile, birbirle- rinin rızâsını taleb etmekden ötürü]. Nemâzlarını kılarlar. Ve bizim onlara verdiğimiz rızkdan gizli ve âşikâre olarak infâk ederler. Kötülüğe iyilik ile karşılıkda bulunurlar. Cennet serâ- yı onlar içindir.) Burada Alî “radıyallahü teâlâ anh” kasd edil- mekdedir. [Aynı sûrenin 23-24.cü âyetlerinde meâlen buyuru- luyor]: (Adn Cennetine dâhil olurlar şu kimseler ki, onların ba- baları, hanımları ve çocukları sâlih amel işlemiş olurlar. [Bu mü’minler Adn Cennetine dâhil olurlar.] Melekler onların ya- nına gelirler. Her kapıdan girdiklerinde selâm verirler. Dünyâ- da yapdığınız sabr sebebi ile, ne güzel serâya kavuşdunuz der- ler.) Ya’nî Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazret- lerinin dostlarınındır, demekdir.

Mukâtil, kendi tefsîrinde nakl etmişdir ki, dünyâ günlerin- den bir gün bir gece mikdârı zemânda melekler üç kerre onla- rın yanlarına gelip selâm verirler ve hediyye getirirler. Derler ki, hoş olsun size ey Çihâr yâr-i güzîn muhibleri [sevenleri]. Bü- tün bu ni’metleri ve kerâmetleri onların dostluğu sebebi ile bul- dunuz.

15– Mü’minûn sûresi birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; (Mü’minler, muhakkak felâh buldular) buyuruldu. İkinci âyet-i kerîmesinde, meâlen, (Onlar, nemâzlarında huşû üzere olan kimselerdir) buyuruldu. Burada Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” kasd edilmekdedir. Üçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Öyle mü’minler ki, lehv ve la’bdan kaçarlar) buyuruldu. Bura- da Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. Dördüncü âyet-i kerîmede meâlen, (Zekâtlarını veren mü’min- ler) buyurulmakdadır. Burada Osmân “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. Beşinci âyet-i kerîmede meâlen, (Öyle mü’minler ki, kendi ferclerini harâmdan hıfz edici olurlar) bu-

– 420 –

yuruldu. Burada Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

16– Furkân sûresi 63.cü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlâ hazretlerinin kulları, şu kimselerdir ki, yeryüzünde, sükû- net ve vakâr ve tevâzu’, ilm ve hikmet ile yürürler) buyuruldu. Burada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. Âyet-i kerîmenin devâmında, (Câhiller onlara kehânet olunan bir şey ile hitâb etdikleri zemân, günâh olmıyan şeylerle veyâ susarak karşılık verirler) buyurulmakdadır. Burada Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. Furkân sûre- si 64.cü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onlar gecelerini, Rableri için evlerinde, secde edip, ayakda durarak geçirirler) buyurul- makdadır. Burada Osmân “radıyallahü teâlâ anh” kasd edil- mekdedir. 65.ci âyetinde meâlen: (Onlar, Yâ Rabbî! Bizden Cehennem azâbını çevir, uzaklaşdır, derler) buyurulmakdadır. Burada Alî “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

17– Şûrâ sûresi 36.cı âyet-i kerîmesinde meâlen, (... Allahü teâlânın katında hayrlı ve bâkî olanlar; îmân edenler ve Rable- rine tevekkül ve i’timâd edenler içindir...) buyurulmakdadır. Burada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. 37.ci âyet-i kerîmede meâlen, (O kimseler için ki, büyük günâh- lardan ve çirkin şeylerden kaçınırlar. Gadaba geldiklerinde afv ederler) buyurulmakdadır. Burada Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. Otuzsekizinci âyet-i kerîmesinde meâ- len; (Rablerine icâbet edenler, nemâz kılanlar, işleri için arala- rında meşveret edenler ve verdiğimiz rızklardan dağıtanlar için- dir) buyurulmakdadır. Burada Osmân “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. Müfessirlerden ba’zısı der ki, bu âyet-i kerî- me Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” şân-ı şerîfi için nâzil olmuşdur. Çünki eline ne geçerse dağıtırdı. Kötülediler ve azarladılar. Cevâb vermedi. O vakt nâzil oldu. 39.cu âyet-i kerî- mesinde, (Onlara zulm isâbet etse, onlar adl ile karşılıkda bulu- nurlar) buyurulmakdadır. Burada Alî “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

18– Zâriyât sûresi 17.ci âyet-i kerîmesinde meâlen; (Onlar geceleri az uyurlar ve çok ibâdet ederlerdi) buyuruldu. Burada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. 18.ci

– 421 –

âyet-i kerîmesinde meâlen, (Seher vaktlerinde istigfâr ederler- di) buyuruldu. Burada Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kasd edil- mekdedir. 19.cu âyet-i kerîmede meâlen, (Onların mallarında birşey istiyenin ve [bir şey istemeyip de] mahrûm kalanların da hakkı vardı) buyuruldu. Burada Osmân “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. 20.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Yakîn sâ- hibi kimselere yeryüzünde alâmetler vardır) buyuruldu. Bura- da Alî “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

19– Beled sûresi 17.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bunları yapan kimselerin [köleleri âzâd eden ve fakîrleri doyuran] îmânlı olması lâzımdır) buyurulmakdadır ki, Ebû Bekr “radı- yallahü anh” kasd edilmekdedir. Âyet-i kerîmenin devâmında, (Sabrı tavsiye ederler) buyurulmakdadır ki, Ömer “radıyallahü anh” kasd edilmekdedir. Ve (Merhameti tavsiye ederler) buyu- rulmakdadır ki, Osmân “radıyallahü anh” kasd edilmekdedir. 18.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Onlar meymene eshâbıdır) [sağ taraf veyâ bereket eshâbı] buyurulmakdadır ki, Alî “radıyalla- hü anh” kasd edilmekdedir.

20– Tîn sûresinde, Allahü teâlâ meâlen, (İncire yemîn ede- rim) buyuruyor. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü teâ- lâ anh” kasemdir ki, hazret-i Sıddîk-ı Ekber incire benzer idi ki, zâhiri ve bâtını güzel ahlâk ile dolu idi. [İncir güzel meyve- dir, hazmı kolaydır.] (Zeytine yemîn ederim) buyuruyor. Ömer-ül Fâruk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine kasemdir ki, hazret-i Ömer zeytine benzer idi ki, onun içi, dış görünüşün- den dahâ iyi idi. (Tûr-i sînine yemîn ederim) buyuruyor. Os- mân-ı Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine kasem- dir ki, Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Tûr-i sînâyı andırır. Zâ- hiri meyveler ile bezenmiş, bâtını çeşmeler ile donanmış idi. (Ve bu Beledil-emîne yemîn ederim) buyuruyor ki, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine kasemdir ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” Beledil-emîne ya’nî Mekke-i Mükerre- meye benzerdi. Her kim Mekke şehrinde olursa, azâbdan emîn olur. Her kim Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini severse [ya’nî onun gibi inanır, ibâdet ederse], azâbdan emîn olur.

21– Tîn sûresi 6.cı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ancak îmân edenler) buyuruluyor. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ

anh” içindir. (Sâlih amel işliyenler) buyuruluyor. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” içindir. (Onlar için kesilmez ecr vardır) buyurulması, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” içindir. 7.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Ey Resûlüm! Seni ne tek- zîb eder ve Ey insan! Senin kıyâmet gününü inkâr etmen, bil- dirdiğimiz delîllerden sonra ne sebebledir) buyuruldu ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” içindir.

22– Asr sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (An- cak îmân eden kimseler) buyuruluyor. Hazret-i Ebû Bekr “ra- dıyallahü teâlâ anh” hakkındadır. (Sâlih amel işleyenler) buyu- ruluyor. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkındadır. (Birbirlerine hakkı tavsiye ederler) buyuruluyor ki, hazret-i Os- mân “radıyallahü teâlâ anh” hakkındadır. (Birbirlerine sabrı tavsiye ederler) buyuruluyor ki, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” şânındandır.

23– Âyet-i kerîmede işâret olundu ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- ne va’d buyurdu ki, yâ Muhammed! Cennetde dört nev’ ırmak vardır. Su ve süt, şerâb ve bal. Her birisi ayrı bir lezzetdedir. Dünyâda da senin eshâbından dört dost tutarım. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm”. Onların herbirinin ayrı bir özelliği vardır. [Cennetdeki o dört ırmağa benzerler.] Muhammed sûresi 15.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Müttekîlere va’d edilen Cennetde, kokusu ve tadı bozulmamış sudan nehrler vardır) buyuruyor. Bu su kokmaz. Ebû Bekr “ra- dıyallahü teâlâ anh” su gibidir. Her şey su ile hayât bulmuşdur. İslâm dîni de Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ile hayât bul- muşdur. Nitekim Allahü teâlâ hazretleri Enbiyâ sûresinin 30.cu âyetinde meâlen, (Biz her şeyi su ile diri kıldık) buyurmuşdur. Muhammed sûresinin 15.ci âyet-i kerîmesinde devâmla; meâ- len, (Tadı bozulmamış sütden nehrler vardır) buyuruluyor. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” süt gibidir. Herkes süt ile kuvvet bulduğu gibi, İslâm dîni de Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ile kuvvet bulur. Aynı sûrenin devâmında meâlen, (İçenlere lezzet veren şerâbdan nehrler vardır) buyuruluyor. [Bu şerâb, dünyâ şerâbı gibi değildir.] Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Cennet şe- râbı gibidir. Nice gençlerin gönüllerinin neş’esi ve sürûru şerâb

ile olduğu gibi, gâzîlerin kalblerinin de kuvveti ve sürûru Os- mân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin fî sebîlillah infâkı ile olur. [Allahü teâlânın rızâsı için verdiği şeyler ile olur.] Âyet-i kerîmenin devâmında meâlen, (Saf baldan nehrler vardır) bu- yuruluyor. Alî “radıyallahü teâlâ anh” bal gibidir. Nice hasta kimselerin şifâsı bal iledir. Mü’minlerin gönüllerinin şifâsı, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kâfirler ile karşı karşıya gelmesi ve muhârebe etmesi iledir.

Nükte: Cennetin hayât suyunu içmek istersen, hazret-i Sıd- dîk-ı ekberi “radıyallahü teâlâ anh” sev ki, Cennet suyuna ben- zer. Cennet südünü içmek istersen, hazret-i Ömeri sev ki, Cen- net südüne benzer. Cennet şerâbını içmek istersen, Osmân “ra- dıyallahü teâlâ anh”ı sev ki, Cennet şerâbına benzer. Cennet balını bulmak istersen, hazret-i Alîyi sev ki, Cennet balının ben- zeridir “radıyallahü teâlâ anhüm”.

(İşâret): Nehr, ırmağa derler. Ayn, çeşmeye derler. Cennet- de çeşmeler de vardır. Selsebîl gibi ve zencebîl gibi. Ve rahîk ve kâfûr gibi. İnsan sûresinin 5.ci âyetinde meâlen, (Ebrâr, âhıret- de, içinde şerâb olan (ke’s)den [çanakdan] içeceklerdir. Mizâcı kâfûrdur) buyuruldu. 6.cı âyetinde meâlen, (Bu kâfûr bir çeş- medir. Allahü teâlânın seçilmiş kulları, çanaklarla şerâbı kâfûr suyu ile karışık içerler. O çeşmeyi istedikleri tarafa akıtırlar) buyurulmuşdur. Yine İnsan sûresi 17.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Cennetde onlara zencebîl ile karışık şerâbdan çanak- lar ile verilir) buyuruldu. 18.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Cennetde selsebîl isminde bir çeşme dahâ vardır) buyuruldu. Mutaffifîn sûresi 25.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onlara hatm okunmuş Rehîkden içirilir) buyuruluyor. Çihâr yâr-i gü- zîn hazretlerinin ismlerinin baş harfları (Ayn) kelimesinin baş harfi ile aynıdır. Atîk, Ömer ve Osmân, Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” buna delîldir. [Bu kelimelerin baş harfleri Ayndır.] Cennetde o dört çeşmeyi bu dört yâr tutarlar. Her kim onları severse, o dört çeşme onun için olur. Bu dört muhteşemi sev- meyen ve buğz eden, iki cihânda mahrûm ve bîçâre kimsedir. [Onun için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak, farzları yapıp, ha- râmlardan kaçmak, o büyükleri sevmek lâzımdır.]

Bu dört ırmağın ve bu dört çeşmenin bedeli, Cehennemde

– 424 –

dört nesnedir. Gıslîn ve Sadîd ve Hamîm ve Mehl. Allahü tebâ- reke ve teâlâ hazretleri El-hakka sûresinin 36.cı âyetinde, meâ- len, (Cehennemdekilerin yiyeceği Gıslîndir) buyuruyor. [Gıs- lîn: Yaradan çıkan irin.] İbrâhîm sûresi 16.cı ve 17.ci âyetlerin- de meâlen, (Cehennemdekilere Sadîd suyundan içirilir. Onu yudum yudum alırlar. Hemen yutamayıp, boğazlarında kalır) buyuruluyor. [Sadîd: Cehennemdekilerin derilerinden çıkan irindir.] Duhân sûresi 43 ve 44.cü âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Cehennemde büyük günâhlıların yiyeceği zakkûm ağacıdır) buyuruluyor. [Zakkûm ağacı, Cehennemde bir ağacdır, meyve- si acı ve kerîhdir.] Aynı sûrenin 45 ve 46.cı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Erimiş bakır gibi karınlarında galeyân eder. Hamîmin galeyânı da böyledir) buyuruluyor. Allahü teâlâya sığınırız. Yâ Rabbî! Bizi dört büyük Sahâbeyi “radıyallahü teâlâ anhüm” hâlis ve sâdık sevenlerden eyle. (Âmîn)

24– Çihâr yâr-i güzînin şân-ı şerîfleri hakkında vârid olan, Allahü teâlânın Kur’ân-ı azîm-üş-şânda Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine göndermiş olduğu âyet-i ke- rîmeleri bu kitâbda topladım. Eğer büyük âlimler bunlardan başkasını bilirler ise, beni ayblamasınlar. Zîrâ Allahü Sübhâne- hü ve teâlâ Yûsüf sûresi 76.cı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Her ilm sâhibinin üstünde âlim vardır) buyurmuşdur.

Üçüncü Menâkıb: Şimdi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”in buyurduğu, âlimlerin bildirdiği hadîs-i şerîfleri bil- direlim:

1– Kâdî imâm-ı Nizâmüddîn Cemâl-ül-islâm müceddid-i ku- dat Ebû Muzaffer bin Hibe-tullah-il esed, isnâd ile Ebû Hürey- re “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl ediyor. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîden müteşekkil dört kişinin sevgisi, ancak mü’min kulun kalbinde toplanır.)

2– Yine üstâdım, Kâdî imâm-ı Nizâmüddînden isnâd ile, Mu’âz bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl ediyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetim arasında bid’atler yayılıp, Eshâbım şetm olun- duğu [kötülendiği] zemân, Âlimler üzerine lâzımdır ki, ilmleri-

ni açıklasınlar [doğruyu bildirsinler]. Eğer bildirmezler ise, Al- lahü teâlânın ve meleklerin la’neti onların üzerine olsun.) Âlimlerin açıklayacağı ilm nedir, yâ Resûlallah, dediler. Bu- yurdu ki, (Ehl-i sünnet vel cemâ’at mezhebini açığa çıkarmak, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretle- rinin fazîletlerini bildirmek. Tâ ki, bid’at fırkaları fırsat bulma- yıp, Ehl-i sünnet mezhebi gâlib gelsin [kuvvetlensin].)

3– İmâm-ı Refî’uddîn Tâc-ül-islâm Osmân bin Aliyyi Mer- sedî sahîh isnâd ile, Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ an- hümâ” hazretlerinden rivâyet eyler. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Muhakkak Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sizin üzerinize nemâzı, orucu, haccı ve zekâtı farz etdi ise, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin sevgilerini farz etdi. Her kimse bu dördünden birine buğz ederse, onun ne nemâzını kabûl eder. Ve ne orucunu kabûl eder. Ve ne zekâtını ve haccını kabûl eder. Kıyâmet günü kabrinden Cehenneme gitmek üzere haşr olunur.)

4– İmâm-ı Zehrî sağlam isnâd ile, Enes bin Mâlik “radıyalla- hü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet eder. Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşlardır ki: (Allahü teâlâ size, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin sevgisini, nemâz, oruc, hac ve zekât gibi farz etdi. Allahü teâlâ onların üstünlüklerini inkâr edenlerin nemâzlarını, oruc, hac ve zekâtlarını kabûl etmez.)

5– Rükneddîn Ahmed bin Cürcânî, Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki, (Zemân ve mekândan mukaddes, kemiyyet ve keyfiy- yetden münezzeh olan Allahü teâlâ, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin sevgisini sizin üzerinize farz etmişdir. Nasıl ki, nemâ- zı ve zekâtı, orucu ve haccı farz etmişdir. Nasıl ki, tenleriniz [vücûdlarınız], nemâzın ve zekâtın ve orucun, haccın şerefi ile şereflenir ise, kalbleriniz de, Ebû Bekr ve Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin muhabbetleri ile süs- lenir, şerefli olur. Âgâh olunuz. Her kim benim ümmetimden, bedeni ile nemâz kılar ve eliyle zekât verir ve ağzı ile oruc tu- tar ve ayağı ile hacca gider, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîyi

kalbi ile dost edinir, o kimse, Allahü tebâreke ve teâlâ huzû- runda, Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselâm gibidir. Her kim ne- mâz kılar, zekât verir, oruc tutar ve hac eder ve lâkin, gönlü ile Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîyi “radıyallahü teâlâ anhüm” sevmezse, o kimse, Allahü teâlâ celle şânühü dergâhında iblîs gibidir ve iblîsden kötü ve mel’ûndur.) Allahü teâlâ muhâfaza etsin.

Eğer bir kimse, cehâlet ve tenbellikden dolayı ömrü boyun- ca az ibâdet işlemiş olsa ve şartlarını yerine getirememiş olsa, kalbiyle bu dört serveri sevse, sonunda firdevs-i alâya gelir. Eğer bir kimse Nûh ve Lokmân “aleyhimesselâm” hazretleri- nin ömrü kadar yaşayıp, her sâatinde bir çeşid hizmet ve tâ’at işlese, kalbinde bu Çihâr yâr-i güzîne, bir zerre buğz olsa, so- nunda Lazy Cehenneminden başka yere gitmez. Sonunda, bin sene tâ’at ve ibâdet, bir zerre sevilenlere buğz ile fâidesiz hâle gelip, Cehennemlik olur. Bin sene boyunca hatâ ve ma’siyyet iş- lese, bir zerre Çihâr yâre sevgi ile Cennetlik olur. Tabî’atiyle, sünnîlerin [ehl-i sünnet i’tikâdında olanların] günâhından îmân ve tevhîd ve se’âdet kokusu gelir. Mübtedi’lerin [bid’at fırkasın- da olanların] tâ’at ve ibâdetinden küfr ve ilhâd ve şekâvet ko- kusu gelir. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” nemâza benzer. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anh” zekâta benzer. Os- mân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh” oruca benzer. Aliyyül Mür- tedâ “radıyallahü teâlâ anh” hacca benzer. Senin de böyle bil- men lâzımdır. Netîcesinde iyilik bulursun. Bunlar hakkında şâ- ir senâ edip, demişdir ki:

Beyt:

Aklen güzel olan şudur ki, işe başlarken,

Sözün temeli, Allahdan başkası hâtıra gelmemesi.

Aczsiz kudret, cehlsiz hikmet Ona mahsûsdur, Bütün herşeyi yaratan kudret sâhibi Odur.

Onun yaratdıkları sayısızdır,

Her mahlûkuna verdiği ni’metler de sayısızdır.

Bu âyetde her çeşid ihtilâf ile alâkalı muhâbere vardır, Biz ehl-i sünnetin hizmetcisi, Çihâr yârın dostlarıyız.

6– Refi’üddîn “rahmetullahi aleyh”, Enes bin Mâlik “radı- yallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet eder. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Muhak- kak ben ümmetimden, onları Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kavline da’vet etdiğim gibi, Ebû Bekr, Ömer, Os- mân ve Alînin “radıyallahü teâlâ anhüm” sevgisini de isterim.) Bu hadîs-i şerîf hakkında açıklanacak çok şey vardır. Eğer on- ları beyân edersek, söz uzar.

7– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, doğru rivâyet ile bildirmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ben ilmin şehriyim. Ebû Bekr zemînidir. Ömer dıvârlarıdır. Osmân semâsıdır. Alî kapısıdır. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî hakkında hayr söyleyiniz!) Eğer hayr söy- lerseniz, önünüze hayr gelir. Onların dostlukları bereketinden hepiniz hayr bulursunuz. Eğer bedbahtlık ve şer söylerseniz, onların yüksekliklerine zerre mikdârı eksiklik gelmez. Lâkin, o ni’mete kavuşamamış bîçâre kendi bedbaht olup, o şer [kötü- lük] sebebi ile, o din serverlerinin şefâ’atinden mahrûm olur. Aslâ kurtuluş bulmaz.

8– Sahîh rivâyet ile Abdürrahmân ibni Avf “radıyallahü teâ- lâ anh” hazretleri bildirdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ben yakında ölürüm. Siz de ölürsünüz. Kıyâmet günü amellerinizden size süâl olunur. Size oğul, baba ve dede fâide vermez. Ancak selîm kalb ile Allahü teâlâ hazretlerinin huzûruna gelen kurtulur. Günâhı olanlara kıyâmet gününde şefâ’at etmemi ihsân, ikrâm etmişlerdir. Be- nim şefâ’atim, benim eshâbıma kötü söyliyenlere, dil uzatanla- ra harâm olur.)

9– Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet et- mişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eshâbıma söğen kimseleri gördüğünüz zemân, her neye kâdir iseniz, tevbe etmeleri için onu yapınız. Müslimân olsunlar. Eğer onlar Ehl-i sünnet ve cemâ’at olmazsa aranızdan gitsinler [aranızdan çıkarınız]. Sakın onlar gibi sapık fikrlere al- danmayınız, yanarsınız.)

10– Refi’üddîn “rahmetullahi aleyh” Enes bin Mâlik “radı-

yallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ebû Bekr be- nim vezîrimdir. Benim yerimi tutar. Ömer benim dilimdir. On- dan söz söyler. [Sözleri bendendir.] Osmân bendendir. Ben Os- mândanım. Alî benim amcamın oğlu ve kardeşimdir. Yâ Ebâ Bekr! Öyle zan ediyorum ki, kıyâmet günü, benim ümmetime şefâ’at edeceksin!) “radıyallahü teâlâ anhüm”.

11– Sahîh rivâyet ile Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâ- lâ anhümâ” hazretlerinden bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ebû Bekr dînin direğidir. Ömer fitnenin kilididir. Ömer hayâtda ol- dukça fitne olmaz. Osmân münâfıkların mihnetidir. Ya’ni ibti- lâsıdır. [Belâya düşürdükleri kimsedir.] Onun kâtilleri tarafında olanlar münâfık olup, Cehennemin aşağılarında olsalar gerek- dir. Alî bendendir ve ben Alîdenim. Onun olduğu yerde ben olurum. Benim olduğum yerde Alî olur.)

12– Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazret- lerinden rivâyet ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekr benim ümmetimin en iyisi ve en sâdığıdır. Ömer ümmetimin en azîzidir. Osmân ümmetimin en hayâlısıdır ve en çok ikrâm ede- nidir. Alî ümmetimin en nûrlusudur.) Bir rivâyetde (En âlimi- dir.)

13– Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekr, islâmın tâcıdır. Ömer, islâmın hullesidir [elbisesidir]. Osmân, islâmın cevâhiri ile süslü imâmesidir. Alî, islâmın güzel kokusudur.) Her kim başına tâc koymak, hulleyi örtünmek, süslü imâmeyi [sarığı] başına bağlamak ve güzel koku sürünmek isterse, karanlığın [zulmetin] ışığı ve doğru yol üzere olan bu imâmlara uymalıdır- lar. Zîrâ onlar yağmura benzer ki, nereye düşerlerse fâideli olurlar.

14– Hubeyş bin Hâlid “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş- dir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu- yurdular ki: (Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Âişe; Allahü teâlâ ve

– 429 –

tekaddes hazretlerinin âlidir. Alî ve Hasen, Hüseyn ve Fâtıma; benim âlimdir. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri kıyâmet gü- nünde, kendi âli ile benim âlimin arasını Cennet bağçelerinden bir bağçe ile birleşdirir.)

15– Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet et- mişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Rabbî! Ümmetimden eshâbıma verdiğin be- reketi geri tutma. Eshâbımdan Ebû Bekre verdiğin bereketi on- dan geri tutma. Eshâbımı Ebû Bekr etrâfında topla. Onun işle- rini dağınık etme. Ebû Bekr dâimâ senin işini kendi işleri ve meşgûliyyetleri üzerine tercîh etmişdir. Allahım! Sen Ömer bin Hattâbı azîz kıl. Osmânı sabr ve tehammül üzerine kıl. Alîye tevfiki refîk kıl.)

16– Enes “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile bildirilen ha- dîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri buyurdular ki: (Ebû Bekrin sevgisi gufrânı vâcib kılar. Ömerin sevgisi isyânı mahv eder. Osmânın sevgisi îmânı kuv- vetlendirir. Alînin sevgisi, Cehennem ateşini söndürür.)

17– Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ri- vâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ haz- retleri Ebû Bekre rahmet etsin. Bana kızını tezvîc etdi. Beni hicret şehrine götürdü. Ya’nî bana deve verdi ve bana mu’âve- net etdi. Ve yoldaş oldu. Mekke-i Mükerremeden, Medîne-i münevvereye vardık.) Âlimlerden ba’zısı derler ki, (hamelenî dâr-ı hicret) [Beni hicret diyârına taşıdı]nın ma’nâsı odur ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hicret gecesi, Mekkeden dışarı çıkdılar. Bir mikdâr yaya gitdiler. Bir mikdâr yol gitdikden sonra yoruldular. Gitmeğe ta’katları kal- madı. İstedi ki o yere otursunlar. Hâlbuki müşrikler yollara gözcüler koymuşlar idi. Ebû Bekr hazretleri, kâfirler izlerince gelip, bunları bulurlar diye korkdu. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretlerini arkasına alıp, Allahü teâlânın kendisine güç ve kuvvet vermesi ile, üç mil yâhud dahâ ziyâde mesâfe mikdârı götürdü. Sonra develerin yanına vardılar. (Al- lahü teâlâ şânühü rahmet etsin Ömere ki, acı da olsa, hakîkati söyler. Allahü teâlâ rahmet etsin Osmâna ki, melekler ondan

hayâ ederler. Allahü tebâreke ve teâlâ Alîye rahmet etsin. Al- lahım! Alîye, her bulunduğu yerde hakkı söylemesini muvaf- fak eyle.)

18– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâ- yet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Rabbimden, ümmetimden râzı olmasını süâl etdim. Allahü teâlâ, bana vahy gönderdi ki, ben ümmetinden, üç kimse hâriç râzı oldum. Bunlar [ya’nî, râ- zı olmadıklarım], Kur’ân-ı azîm-üş-şâna mahlûkdur diyen. Di- ğeri o kimse ki, senin eshâbını seb’ eyledi [kötüledi]. Biri o kim- se ki, kader ile tekellüm eder [konuşur].) Ya’nî Kaderî olur. [Ehl-i sünnet i’tikâdında olanlar kadere inanmış, hayrın ve şer- rin Allahü teâlâdan olduğuna îmân etmişlerdir.]

19– Âişe-i Sıddîkanın “radıyallahü teâlâ anhâ” rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri buyurdular ki: (Ümmetimin en şerlileri Eshâbımı “radıyal- lahü teâlâ anhüm ecma’în” kötüleyenlerdir.) [Ya’nî şî’îlerdir.]

20– Enes bin Mâlikin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ hazretlerine iblîs münâ- cât edip, dedi ki, Yâ Rabbî! Âdem aleyhisselâm Cennetden yeryüzüne indi. Ben bilirim ki, ona kitâb, resûl gönderilir. On- ların kitâbı nedir. Resûlleri kimdir. Allahü teâlâ buyurdu ki: Onların Resûlleri melekler olur. Kendilerinden Peygamberler olur. Onların kitâbı Tevrât ve İncîl ve Zebûr ve Fürkân olur. Dedi, yâ Rabbî! Benim kitâbım nedir ve Resûlüm kimdir. Alla- hü teâlâ azze ismühü buyurdu ki: Senin kitâbın odur ki, a’zâla- rını [uzvlarını] iğne ile döğüp [iğne batırıp], üzerlerine çivid sür- mek ve şi’r okumak. Resûllerin kâhinlerdir ki, remil atarlar, gayb söylerler, cadılık ederler. Ta’âmın [yiyeceğin] o yiyecekdir ki, onun üzerine benim ism-i şerîfim anılmaya. Şerâbın [içece- ğin] serhoş eden her nesnedir ve evin hamâmdır. Âdem oğlu eğer bir hatâ edip, bir günâh işlerse, sonra pişmân olup, istigfâr ederse, o günâhı yok olur. İblîs dedi; ben onların kalblerine bir günâh salarım ve gözlerinde zînetlendiririm ki, o günâhdan is- tigfâr ile halâs olmazlar. [Bu günâh] Ebû Bekr ve Ömer ve Os- mân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hakkında kötü söz söy-

lemek, Onlara düşman olmakdır.)

21– Abdüllah bin Abbâsın “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâ- yet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Her şeyin bir aslı vardır. Îmâ- nın aslı vera’dır. Her şeyin bir fer’i vardır. Îmânın fer’i sabrdır. Her şeyin bir koruyucusu vardır. Bu ümmetin koruyucusu am- cam Abbâsdır. Her şeyin bir torunu vardır. Bu ümmetin toru- nu, oğullarım Hasen ve Hüseyndir. Herşey için bir kanat vardır. Bu ümmetin kanadı, Ebû Bekr ve Ömerdir. Her şey için bir hi- sâr vardır ki, onun sebebi ile düşman fırsat bulamaz. Bu ümme- tin kalkanı ve hisârı, Osmân ve Alîdir “radıyallahü teâlâ an- hüm”.)

22– Sahîh rivâyet ile Ebû Zer-i Gıfârînin “radıyallahü teâlâ anh” bildirmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yay gibi olun- caya kadar Allahü teâlâya ibâdet etseniz, yay kirişi gibi olunca- ya kadar oruc tutsanız, dizleriniz kuru oluncaya kadar nemâz kılsanız, ehl-i beytimden veyâ eshâbımdan birisine buğz etse- niz, elbette Allahü teâlâ hazretleri sizi burnunuz üzerine sürü- yerek Cehenneme dâhil eder.)

23– Enes bin Mâlikin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Her Peygamberin bir nazîri vardır. Benim üm- metimden Ebû Bekr, İbrâhîm Halîle “aleyhisselâm” benzer. Ömer, Mûsâ kelîme “aleyhisselâm” benzer. Osmân, Hârûna “aleyhisselâm” benzer. Alî bana benzer. Îsâ bin Meryeme “aleyhisselâm” bakmağı seven, Ebû Zer Gıfârîye baksın “radı- yallahü teâlâ anh”.)

24– Bera’ bin Azîbin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdular ki: (Arş üzerinde, Lâ ilâhe illallah Muhamme- dün Resûlullah, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı şe- hîd ve Aliyyül Mürtedâ yazılıdır.)

25– Ebû Hüreyrenin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekr ne iyi kişidir. Ömer

– 432 –

ne iyi kişidir. Osmân ne iyi kişidir. Alî ne iyi kişidir. Ebû Ubey- de ne iyi kişidir. Mu’âz bin Cebel ne iyi kişidir.)

26– Seleme tebnil-Ekvânın “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yıldızlar, semâ ehli için emân halk olundu. Eshâbım, ümmetime emân için halk olun- du.) Yıldızlar gökde olduğu müddetçe, semâ ehli âfetlerden emîndirler. Eshâbımın muhabbeti, gönüllerde oldukça, ümme- tim dürlü azâblardan emîn olur.

27– Enes bin Mâlikin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri buyurdular ki: (Üç şey Enbiyâ işlerindendir. Mu’allimlere ve üstâdlara hediyye vermek. Âlimleri mükerrem tutmak. Eshâbımı sevmek.)

28– Ebû Sâid-il Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eshâbımı kötülemeyiniz! Rûhum onun yed-inde olan Allahü teâlâ hakkı için, eğer sizin biriniz Uhud dağı kadar altın sadaka fakîrlere verseniz, onlar- dan birisinin bir müd mikdârı sadakasının yerini tutmaz ve ya- rım müdünün sevâbına erişmez.) Bir müd ikiyüzyetmişüç dir- hem ve iki dank eder. [875 gramdır.]

29– Hazret-i Ümm-i Selemenin “radıyalahü teâlâ anhâ” ri- vâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Gökden bir kovanın indi- ğini gördüm. Ben ki, Resûlullahım! O kovadan on yudum iç- dim. Sonra ondan Ebû Bekr ikibuçuk yudum içdi. Ömer onbu- çuk yudum içdi. Ondan sonra Osmân onikibuçuk yudum içdi. Sonra bu kova semâya kaldırıldı.) Bunun ma’nâsı, Allahü teâlâ bilir, odur ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retlerinin o zemân ömrü on sene kalmışdı. Ebû Bekr “radıyal- lahü teâlâ anh” ikibuçuk sene hilâfet etdiler. Ömer “radıyalla- hü teâlâ anh” onbuçuk sene halîfe oldular. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” onikibuçuk sene halîfe oldular.

30– Ebû Sâid-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Muhammed Mustafâ “sallallahü

teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Size kelâm-ı kadîm ile bildirilenleri yapmanız lâzımdır. Amel etmemekde aslâ özrünüz makbûl değildir. Eğer Kitâbullahda olmazsa, be- nim sünnetim ile amel ediniz. Eğer benim sünnetimde de ol- mazsa, benim Eshâbımın söyledikleri ile amel etmekle meşgûl olunuz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în.” Zîrâ, muhakkak be- nim eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hi- dâyet bulursunuz. Eshâbımın ihtilâfı size rahmetdir.)

Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- lerinin kavl-i şerîflerine muvâfık [uygun] olarak başka yerlerde de buyurulmuşdur. (Ümmetim arasında ihtilâf rahmetdir.) Ya’nî ümmetimin âlimleri, dînin aslını muhâfaza etmekde hırs- lıdırlar. (Kitâb, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyâs)dan dışarı çıkmazlar. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bir ümmetde bir tâife yarat- dı. Bu söz sâhibi âlimler fürû-ı dinde ihtilâf etdiler. Dînin aslını kıyâmete kadar, saklı tutdular [Üsûl-i dîne dokunmadılar.] Es- hâb-ı hadîs, eshâb-ı rey’ ehl-i sünnet vel cemâ’at üzeredir. On- ları hıfz etmişdir. Şer’î konularda birbirlerinin arasında ihtilâf olan âlimler, birbirlerine kâfir demezler. Mu’tezile, hâricî ve râ- fizî tâifelerinden başka hiçbir tâife yokdur ki, başka tâifeye kâ- fir desin. [Bu üç tâife de bozukdur.] Muhakkak ki onların sıfatı ile alâkalı olarak Allahü teâlâ kelâm-ı kadîminde buyurmuşdur: (... Ancak Rabbinin rahmeti ile anlaşıp, ayrılmayanlar müstes- nâdır...) [Hûd sûresi 119.cu âyeti kerîmesi meâli.] Eshâb-ı kirâ- mın ihtilâfında bizim için rahmet vardır. Onların herbirini sev- melisin ki, rahmete kavuşasın.

31– Refî’üddînden “rahmetullahi aleyh” sahîh rivâyet ile bil- dirildi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Eğer Ebû Bekrin fazîletlerini gök üzerine koysa- lar idi, ateş üzerinde tencerenin kaynaması gibi, gökün kayna- masını işitirdiniz. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, o kimsedir ki, heybeti meleklere te’sîr eder. Hazret-i Osmân “ra- dıyallahü teâlâ anh” o kimsedir ki, melekler gelip, Onun Kur’ân-ı kerîm okumasını dinlerler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri o kimsedir ki, üzerinde yürüdüğü için yer onunla öğünür.)

32– Sahîh rivâyet ile Rüknül-islâm Ahmed-el Cürcânî, Enes

bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden bildirmiş ol- duğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” efendimiz hazretleri buyurdu ki: (Muhakkak benim hav- zum için dört rükn vardır.) Ya’nî bu havzun şerâbına dört yol vardır. Çihâr yâr-i güzîn olan Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alînin tasarrufundadır “radıyallahü teâlâ anhüm”. Nebîlerden sonra, gelmiş ve gelecek bütün insanların üstünüdürler. Kevser havzı- nın birinci rüknü Ebû Bekrin elinde olur. İkinci rüknü Ömerin elinde olur. Üçüncü rüknü Osmânın elinde olur. Dördüncü rük- nü Alînin elinde olur. Yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygamberin ümmetinden bir kimseye Çihâr yârdan iznsiz o havza varmağa izn yokdur. Kimsenin onun ile işi yokdur. Halk o gün susuz ve başı açık ve hasta ve yanmış olup, Havz-ı Kevser ile feryâdları- nı gidermeğe, ferâhlamağa muhtâcdır. Her kim Ebû Bekri “ra- dıyallahü teâlâ anh” sever, Ömeri “radıyallahü teâlâ anh” sev- mezse; o kimse Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” haz- retlerinin yanına gidip, su isterse, o kimseye su vermez. Her kim Ömeri “radıyallahü teâlâ anh” sevip, Ebû Bekri “radıyallahü anh” sevmezse, o kişi hazret-i Ömerin yanına varınca, hazret-i Ömer, Ebû Bekri sevmiyene su vermez. Her kim hazret-i Os- mân bin Affânı sevip, hazret-i Alîyi sevmese, o kişi hazret-i Os- mânın yanına vardıkda, hazret-i Osmân, hazret-i Alîyi sevmiye- ne su vermez. Her kim hazret-i Alîyi sevip, hazret-i Osmânı sev- mezse, hazret-i Osmânı sevmiyen hazret-i Alînin yanına vardık- da, hazret-i Alî, ona su vermez.

Süâl: Eğer sen dersen ki, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömeri sevmiyeni, hazret-i Alî hazret-i Osmânı sevmiyeni nereden bi- lir?

Cevâb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri buyurmuşdur ki, (Bir kimse, benim eshâbımın zerre mikdâ- rı buğz ve adâvetini gönlünde tutarsa, alnında siyâh bir hat şek- linde yazı olduğu hâlde kalkar: (Bu kimse Allahü teâlâ hazret- lerinin rahmetinden ümîdini kesmişdir) yazılıdır.)

Ondan sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Bir kimse ki, dilinin sözünü ve kalbinin i’tikâdı- nı, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın büyüklüğünde ve temizliğinde iyi tutup ve Ebû Bekr-i Sıddîki hak üzere halîfe bilse, din ve is-

lâmını doğru etmişdir. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmetine kavuşamamak derdinden emîn olmuşdur. Her kim dilinin sözünü ve kalbinin i’tikâdını Ömer-ül Fârûkun büyüklü- ğünde ve temizliğinde iyi tutup, Ömeri Ebû Bekrden sonra emîr ve imâm bilirse, kendi kurtuluş yolunu bütün şübhelerden pâk eder. Hakîkat ve yakîn ile yükü hafîfliyenler ve kurtulanlar cümlesinden olur. Bir kimse ki, dilinin sözünü ve kalbinin i’ti- kâdını, Osmân bin Affânın büyüklüğü ve temizliğinde iyi tutar- sa [dili ile ve kalbi ile onu iyi bilirse], Ömerden sonra halîfe ve imâm bilirse, nûr-ül lütf ve kemâl-i îmân ile ve Kur’ân-ı kerîmin nûru ile münevver ve rûşen olur ve kabr karanlığını o sebeb ile kendinden uzak tutmuş olur. Bir kimse dilinin kavlini [sözünü] ve kalbinin i’tikâdını Aliyyül Mürtedânın büyüklüğü ve temiz- liğinde iyi tutup [onu iyi bilip], Alîyi Osmândan sonra halîfe ve imâm bilirse, o kimse, takvâ elini îmân ağacının budaklarından [dallarından] bir budağa uzatmış, dostluk ve âşinâlık ahdini Al- lahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ile ve melekler ile ve Nebîler ile ve bütün mü’minler ile sağlamlaşdırmış olur. Bir kimse, be- nim bütün eshâbıma ve Ehl-i beytime, küçüğüne ve büyüğüne, günâhkârına ve günâhsızına, dili ile medh-ü senâ etse, kalbiyle, hayr ve salâh, sıdk ve sevâb ve reşâd i’tikâd etse, o kimse mü’mindir. Bir kimse benim eshâbıma, aralarındaki muhârebe- lerden ve sulhden, hayrdan ve şerden, fâide ve zarardan, onlar hakkından dili ile kötü söz söyler ise, kalbiyle onları inkâr ve buğz ederse, o kimse münâfıkdır. Ebedî Cehennemde kalır ki, Allahü teâlâ Sûre-i Nîsâ 145.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Mü- nâfıklar elbette Cehennemin esfel derekesinde olurlar. Onlar için hiçbir yardımcı yokdur) buyurmuşdur.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin bu havzına Kur’ân-ı azîm ve kitâb-ı kadîmde delîl vardır. Söz uzayacak ise de, bahs etmek lâzımdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek sözleri, Kur’ân-ı azîm-üş-şânda bildirilmişdir. Allahü Sübhânehü ve teâlâ haz- retleri buyuruyor: (Bismillâhirrahmânirrahîm. İnnâ a’taynâ

.......) Bu sûrenin harflerini ve kelimelerini beyân edelim. Sonra fazîletini beyân edelim. Bu sûre üç âyetdir. Kelimeleri ondur, harfleri kırkikidir. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”

buyurdu ki: (Her kim bir kerre İnnâ a’taynâ sûresini okursa, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, o kimseye, Cennetde o ka- dar ni’met ve hil’at, makâm ve derece verir ki, temâmı, yeryü- zü doğudan-batıya kadar deve ile dolu olsa ve her deve üzerin- de bir kitâb olsa, her kitâbın eni ve uzunluğu bütün yeryüzü ka- dar büyük olsa, o kitâbların temâmı kıl kalem ile ince yazılmış olsa, cümlesi bu sûre-i azîmeyi okuyanın kazandığı ni’metlerin, mülklerin, köşklerin, çardakların, odaların vasflarını açıklama- ya ancak yeter.)

Allahü teâlâ hazretleri Muhammed Mustafâ “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretlerine buyurdu ki: (Biz sana senden ötürü ve senin ümmetinden ötürü bir havz i’tâ etdik. Bütün Peygamberler ve ümmetleri o kıyâmet günü o havzın şerâbını arzû edici olurlar.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri o günde Cebrâîl aleyhisselâmdan İnnâ a’taynâ sûresini işitdi. Sonra Mi’râca çıkdığında, gözleri ile gördü.

Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” arasında Kevser havzından bahs edilmediği ân az olur idi. Dünyâda, ya- ratıldığı ândan beri Havz-ı Kevsere benzer bir havz görülme- mişdir. Bundan sonra da kıyâmete kadar olması mümkin değil- dir. Onu gördükden sonra, onun akması sesini işitdi. Murâd et- di ki [istedi ki], Kevser havzının sesini vasf etsin. Mümkin olma- dı. Zîrâ o ibâre Eshâb-ı güzînin kudretine ve fehmine sığmaz. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü teâlâ buyurdu ki: (Sen onun sesini vasf etmekde zorluk çekiyor- sun. Eshâbının da fehm etmeğe [anlamağa] kudretleri yokdur. Biz kemâl-i lütfumuz ile, zahmetsiz ve sıkıntısız, Kevser havzı suyu dört ırmağının sesini işitdirdik ki, havz-ı kevsere gider. Su, süt, şerâb ve bal ırmaklarından gider. İşte senin eshâbına ve ümmetine gösterdik. Her kim isterse ki, söyle, iki parmağını iki kulağına koysun. O sesi bunca yıllık yoldan kendi kulağı ile işi- tir.)

33– Kevser havzı vasfı için söylenen haberler devâmla şöy- ledir. Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazret- lerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak be- nim için bir havz vardır. Rabbim bana va’d etmişdir. Kıyâmet

günündeki, o havuzdan çok hayr ve fâide görülse gerekdir. O havzın adı Kevserdir. O havzın sâkîleri, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn ve Aliyyül Mürtedâ “radı- yallahü teâlâ anhüm” hazretleridir. O havzın eni magrib ile meşrık arası kadardır. Uzunluğu gök ile yer arası kadardır. Onun çanakları ve kadehleri, ibrikleri ve maşrapalarının sayı- sı, yıldızlar adedince, beşyüz senelik yol boyunca güzel bir şekl- de dizilmiş. Her [âhıret] şerâbı içici, bu bardaklar, kadehler, ib- rik ve maşrapalar ile içer. Üzerlerinde kudret-i ilâhî ile bütün [mü’minlerin] ismleri yazılmışdır. Her yer bir cevherden ve her kadeh bir bakırdan, her cam bir heykelden, her kadeh bir sû- retden, her ibrik bir hilkatdendir. O havzın dibinde taş parça- ları ve kum yerine kırmızı yâkut ve yeşil zeberced vardır. O ça- kıl taşlarının altında çamur yerine, kokucu misk ve çamurun al- tında yer ve toprak yerine güzel kokulu kâfûr, her tarafı nûr üzerine nûr, sürûr üzerine sürûrdur. Etrâfında za’ferân kubbe- leri, mercân incisi çadırları, her yerde renk renk döşekler dö- şenmiş, her yerde tahtlar ve istinât yerleri koyulmuş. O havzın şerâbı sütden beyâz ve baldan tatlı, kardan soğukdur. Dünyâ- da olan her güzel kokudan dahâ güzel kokusu vardır. Âb-ı ha- yâtdan ziyâde hazm olucudur. Her kim o havuza dalsa, boğul- maz. İstese ki o havuzdan bir dağ kadar su götürebilir. Gücü yeter, za’îflik yokdur. Her kim ki, onun şerâbından bir katre tatsa, başından ayağına kadar bütün ağrılardan, dertlerden, hastalıklardan kurtulur. Hiç susamaz. Korkudan emîn olur. Kim ki bir katrenin kokusunu o havz-ı kevserden alsa, bütün insanların ve kokuların ve ferâhlığın aslını ve fer’ini, o kimse cânında ve teninde işitir. Menba’ı [kaynağı] ve yolu Tûbâ ağa- cının kökündedir. Aslı sidret-ül müntehâdandır. Dört ırmak- dır, dört tarafından gelir. O ırmaklar birbirine mülâkat etdik- den sonra, havz-ı kevsere gelir. Biri su ırmağı, biri süt ırmağı, biri şerâb ırmağı, biri bal ırmağı. Su ırmağı Ebû Bekr tâli’ine, süt ırmağı Ömer-ül Fârûk tâli’ine, şerâb ırmağı Osmân-ı Zin- nûreyn tâli’ine, bal ırmağı Aliyyül mürtedâ tâli’ine “radıyalla- hü teâlâ anhüm” akarlar. Bir şerâb ki, hem simâ’ eder, hem ce- mâl verir, hem kuşlar gibi uçar, pervâz eder [döner], hem ma’şuklar ve dilberler gibi işve ve naz eder. İçenler ile söyleşir. Onda her vakt tavus var, ve arûs [gelin] var. Kuşlar var. Deve

boynu gibi boynu olan herbir kuş, o şerâbın [havz suyunun] üzerinde, dostların murâdı üzerine gelirler.) Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk dediler ki: Yâ Resûlallah! O kuşlar ikrâm edici mi olurlar. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (O kimseler ki, o kuşları yir. Onlar zi- yâde ikrâm edici olur.) Sonra, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: Muhakkak benim havzımın dört rüknü olur. Birincisi Ebû Bekrin elinde olur. İkinci rüknü Ömerin elinde olur. Üçüncü rüknü Osmânın elinde olur. Dör- düncü rüknü Alînin elinde olur “radıyallahü anhüm ecma’în”.

34– Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bütün âlemlerden, Peygamberlerden ve Resûllerden beni seçdi. Peygamberler ve mürselînden gayri, bütün âlemler üzerine benim Eshâbımı seçdi. Bütün Eshâbımdan Çihâr yârı ihtiyâr etdi [seçdi]. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî. Bunları bütün eshâbımdan büyük ve fazîletli yapdı “radıyallahü an- hüm”. Sonra yüzyirmidört binden ziyâde Peygamberin ümme- ti arasında benim ümmetimi ihtiyâr etdi [seçdi]. Ümmetim ara- sında dört devr seçdi. Bu dört devrden üçü birbiri akabincedir. Sahâbe, tâbi’în, tebe-i tâbi’în. Bir kavm ki, vakti Îsâ aleyhisse- lâmın nüzûlü vaktidir. [Dördüncü devre, bu devredir.] Bu dört tâifenin zikri Kur’ân-ı mecîdde, Vâkıa sûresinin evvelinde gel- mişdir. O üç tâifenin hakkında, (Onların büyük kısmı eski üm- metlerdendir) diye bildirilmiş, dördüncü kısmdakiler ise, (Bir kısmı da sonrakilerdendir) buyurularak bildirilmişdir. [Vâkıa 13-14])

35– Nu’mân bin Beşîr “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekrdir. Allahın dîninde en kuvvetli olanınız Ömerdir. Hayâda en sâdık olanınız Osmândır. En isâbetli hükm vereni- niz Alîdir.) Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu ümmete mahsûs dört büyük ni’met vermişdir ki, hiçbir ümmete, insanla- rın evveli Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” haz- retlerinin zemân-ı şerîfinden bu ümmete gelinceye kadar böyle

– 439 –

ni’met vermemişdir. Bu dört ni’metin şükrünü bu ümmetden, bunun hüccetini ve hikmetini bilen bu dört kimse üzerine farz etmişdir. Birincisi, Muhammed “aleyhisselâtü vesselâm” haz- retleri gibi bir Peygamber, ya’nî Resûl ni’metidir. İkincisi, islâm dîni gibi, kıymetli bir din ni’metidir. Üçüncüsü, Kur’ân-ı kadîm gibi, bir kelâm-ı kerîm ni’metidir. Dördüncüsü, kendi zât-ı pâ- kına mahsûs muhabbeti, dostluğu, bu ümmete hediyye etme ni’metidir. [Allahü teâlâ Mâide sûresi 54.cü âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ onları sever. Onlar da Allahü teâlâyı severler) bu- yurmuşdur.] Âlem halk olunalıdan beri, bizden başka kimseye, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden bu dört ni’met mü- yesser olmamışdır. Bu dört hil’at verilmemişdir. Bizden evvel olan ümmetlerde Peygamberler çok idi. Lâkin Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri gibi yok idi. Bu ümmetlere de kitâb nâzil olmuş idi. Lâkin Kur’ân-ı azîz ve me- cîd-i kerîm gibi nâzil olmamışdı. Bizden önceki ümmetlere Al- lahü teâlâ ve tekaddes hazretleri çok ni’metler verdi. Lâkin ken- di husûsî muhabbeti gibi kimseye vermedi. [Bu ümmete verdi.] Ondan dolayı ki, Cebrâîl ve Mikâîlin kulluğu husûsî ni’metler ile, İsrâfîl ve Azrâîlin kulluğu husûsî hil’atlar iledir. Bunun gibi, Ruhâniyân ve Kerûbiyân meleklerinin kulluğu husûsî ni’metler iledir. Hamele-i arş ve kürsîyi nakl eden meleklerin ve Levh-i mahfûz emînlerinin ve Kalem-i alâ rakîblerinin kulluğu husûsî hil’at iledir. Ümmet-i Muhammedin ya’nî bize mahsûs hil’at ve ni’met, onun dostluğudur.

Beyt:

Güneşde zerreyi görmek, dahâ kuvvetle mümkündür, Fekat her zerrede güneşi görmek nasıl mümkündür.

Gece bekçisi aynı olur mu hiç, Kucağında Sultânı besliyen kimse ile.

Allahü Sübhânehü ve teâlâ ve tekaddes hazretleri, bu üm- mete dört büyük ni’met ve hil’at ihsân buyurdu. Bu dört ni’me- tin şükrünü temâm ve lâyık olduğu üzere, bu ümmetden talep etdi. Buyurdu ki: Eğer siz bu dört ni’metin şükrünü istenilen şeklde yerine getirirseniz, üzerinize hıfz ederim. Onun üzerine dîdâr ve cemâlimi görmeği ziyâde ederim. [İbrâhîm sûresi 7.ci

âyet-i kerîmesinde meâlen], (Ni’metlerime şükr ederseniz, on- ları artdırırım) buyurulmuşdur. Burada, (artdırırım, ziyâde ede- rim) kelâmı, dîdâra, Cenâb-ı Hakkın cemâlini görmek ma’nâsı- nadır. Çünki, Yûnüs sûresi 26.cı âyetinde meâlen, (Dünyâda güzel amel işleyenlere Hüsnâ ve ziyâde vardır) [Cennet ve Al- lahü teâlâyı görmek vardır] buyurulmuşdur. Lâkin, bu cümle ile Allahü teâlâ bilir ki, bizim ömrümüz, diğer ümmetlerin ömrün- den kısadır. Bizim bedenimiz, diğer ümmetlerin bedenlerinden küçükdür. Bu ni’metleri ki bize verdi ve şükrünü vâcib kıldı. Bi- lir ki, Ona lâyık şükr etmeğe kâdir değiliz. Şükr kemâl üzere ol- mayıp, azl edilmiş ve ayrı düşmüş kalırız. Sonra kendi fadlı ve rahmeti ile takdîr ve tedbîr edip, bu ümmetden dört kimseyi, bu dört ni’metin şükrü için seçdi. Birincisi, Ebû Bekr-i Sıddîkı, Muhammed Mustafa “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ni’me- tinin şükründen dolayı seçdi. İkincisi, Ömer-ül Fârûku; dîn-i is- lâm ni’metinin şükründen dolayı seçdi. Üçüncü; Osmân Zinnû- reyni, Kur’ân-ı azîm ni’metinin şükründen dolayı seçdi. Dör- düncü, Aliyyül Mürtedâyı, kendi muhabbeti ni’metinin şükrün- den dolayı seçdi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ni’me- tinin şükrünü lâyıkı ile edâ etdi. Teni ve cânı ve malı ve evlâdı ile yardımda bulundu. Fâide ve zararını hep onun işi yoluna harc etdi. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” islâm ni’me- tinin şükrünü kemâli ile edâ etdi. Bütün gayretini, şiddetini is- lâmiyyet yolunda kullandı. Gizli islâmı âşikâr etdi. Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” Kur’ân-ı azîm-üş-şânın şük- rünü gerekdiği gibi edâ etdi. Kur’ân-ı kerîmi topladı. Kendi beş adet Kelâmullah yazdırdı. İslâmın dört bir tarafındaki beldele- re gönderdi. İki rek’at nemâzda Kur’ân-ı kerîmi hatm etdi. Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, özel mu- habbetin şükrünü hakkıyla edâ etdi. Kılıncını kınından çekdi. O kılıncın kahrı ile dostları düşmanlardan ayırdı. O dört ni’metin hayr ve bereketi ve o dört hil’atin şükrü, bugün dünyâda ve ya- rın âhıretde ebedî kalacakdır. Bizim üzerimizde o hayrın ma’nâsı şudur: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden, ümmetim üzerine en merhametlisi Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Allahü teâlânın dîninde en kuvvetli ola- nınız Ömer-ül Fârûkdur. Hayâ cihetinden en sâdık olanınız,

Osmân bin Affândır. En cömerdiniz, hem beden, hem mal ile Alî bin Ebî Tâlibdir.)

Rahmetin en kâmil olanı Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” nasîbidir. Kuvvetin temâm olanı Ömerin “radıyallahü anh” nasîbidir. Hayânın en yükseği Osmânın “radıyallahü anh” nasîbidir. Cömertlik ve yiğitlikde en önde olmak Alînin “radı- yallahü anh” nasîbidir. Ebû Bekr “radıyallahü anh” rahmet ile vasflandırılmışdır. Rahmetin yeri gönüldür. Ömer kuvvet ile vasflandırılmışdır. Kuvvetin mahalli bedendir. Ebû Bekr gönül yerindedir. Ömer beden yerindedir. Gönül ile beden birbiri ile berâber bulunur. Lâkin beden gönlün hizmetindedir. Gönül be- denin âmiridir. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetin aslı- dır. Ömer fer’idir. Bunun gibi, hayâ Osmânın “radıyallahü teâ- lâ anh” sıfatıdır. Civânmertlik Alînin sıfatıdır. Hayânın mahalli gözdür. Civânmertlik el ile olur. Göz ve el ikisi de kişinin zîne- tidir. Lâkin göz elden üstündür. O sebebden ki, yarın kul kıyâ- met gününde, eli ile Allahü teâlâ hazretlerinin hil’atını tutar. Ammâ, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin bîçûn ve bîçûgû- ne [nasıl olduğu anlaşılamıyan ve anlatılamıyan] cemâl-i ezelî- sini, gözü ile [nasıl olduğu anlaşılamıyan ve anlatılamıyan şekl- de] müşâhede eder.

36– Zehrî “rahmetullahi aleyh”, isnâd ile Abdürrahmân bin Avfdan “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bir gün Medîne-i münevverenin mescidinde, ömrlerinin altmışüç yaşının son günlerinde, çok cemâ’at arasından kalkdı. Minbere çıkdı. Alla- hü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd ve senâ eyledi. Başlan- gıc sözünden sonra buyurdu. (Bana ne olmuşdur ki, sizi ihtilâf içinde görürüm. Ey havâs ve avâm! Benim sevgim, ehl-i beyti- min sevgisi, Eshâbımın sevgisi, benim ümmetimin üzerine kı- yâmet gününe kadar farzdır.) Buyurdu ki, (Ebû Bekr-i Sıddîk nerededir.) Ebû Bekr de olduğu yerden sür’atle ayak üzerine kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Ben buradayım. Hazret-i Ser- ver-i âlem buyurdu: (Bana yakın gel yâ Ebâ Bekr!) O da yakı- nına vardı. Buyurdu: (Minber üzerine gel.) Minber üzerine vardı. Resûlullahın huzûruna vardı. Onu yanına aldı. Onun yü- zünü kendi mubârek sînesine [göğsüne] tutdu. Bir müddet yü-

zünü, mubârek sînesine sürdü. İki gözünün arasından öpdü. Orada o kadar ağladı ki, mubârek gözlerinin yaşı, mubârek yü- zünden kendi üzerine ve Ebû Bekrin üzerine akıyordu. Yük- sek ses ile: (Ey müslimânlar! Bu gördüğünüz Ebû Bekr-i Sıd- dîkdır. Muhâcîr ve Ensârın seyyidi ve büyüğüdür. O kimsedir ki, Allahü tebâreke ve teâlâ bana emr etdi ki, ben onu kendi- me, dünyâda baba mertebesinde tutdum. Âhıretde sonsuz ola- rak dost edindim. Bu benim musâhibimdir. Cümle halk beni tekzîb ederken, o beni tasdîk etdi. O vakt ki, bütün herkes be- ni sürdüğü zemân bu beni mekânlandırdı, makâmlandırdı. Herkes benden kaçıp, nefret etdiği zemân bu benimle ülfet ve ünsiyyet etdi. Herkes beni öldürmek istediği zemân, malını, câ- nını, bedenini bana fedâ etdi. Kızı Âişe-i Sıddîkayı bana tezvîc etdi. Bilâli kendi malından benim için âzâd etdi. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin la’neti ve meleklerin la’neti, bütün insanların la’neti, buna buğz edenlerin üzerine olsun. Allahü teâlâ buna buğz edenlerden bîzârdır. Ben de bîzârım. Her kim isterse ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden ve benden bîzâr olmak; Ebû Bekrden bîzâr olsun.) Sonra buyurdu ki; (Ey müslimânlar! Burada bulunup, benim sözlerimi işitiyorsunuz! Bu sözleri, benim ümmetimden burada bulunmıyanlara, kıyâ- mete dek iletiniz. Yâ Ebâ Bekr! Geri dön, yerinde otur. O şe- yi ki, ben senin hakkında söyledim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bilir, gerçekdir, sâbitdir. Ve benim söylediğimden zi- yâdedir.) Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” minberden inip, yerine oturdu.

Sonra buyurdu ki, (Ömer bin Hattâb nerededir). Ömer “ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretleri yerinden sür’atle kalkıp, dedi ki, (Yâ Resûlallah! Ben buradayım.) Buyurdu: (Yâ Ömer, be- nim yanıma gel!) O da geldi. Buyurdu: (Yâ Ömer, minber üze- rine gel.) Ömer “radıyallahü anh”da minber üzerine geldi. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onun yüzünü mubâ- rek sînesine [göğsüne] dayadı. İki gözünün arasından öpdü. Gördük ki, mubârek gözlerinin yaşı hazret-i Ömerin üzerine damladı. Sonra minber üzerinde yüksek ses ile buyurdu ki; (Ey müslimânlar! Bu Ömer-ibnül Hattâbdır. Muhâcir ve Ensârın büyüğüdür. Bu o kimsedir ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazret- leri bana emr etdi ki, ben bunu yardımcı ve meşveret edici ola-

rak aldım. Bu o kimsedir ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ Kur’ân-ı kerîmi bunun lisânı, kalbi ve yed-i üzerine nâzil etmiş- dir [indirmişdir]. Bu o kimsedir ki, acı da olsa, hakkı kabûl eder. Bu o kimsedir ki, Allahü teâlâ hazretlerinin emr ve ya- saklarında, ayblayanların ayblamalarından çekinmez. Bu o ki- şidir ki, şeytân ondan kaçar. Bu odur ki, bunun heybetinden, hârâ taşı, demir ve çelik erir ve mahv olur. Bu odur ki, yarın Cennetin ışığıdır ve Cennet ehlinin mefâhiridir. Buna buğz edenin üzerine Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin, me- leklerin ve bütün halkın la’neti olsun. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buna buğz edenlerden berîdir [uzakdır], ben de uzağım.)

Sonra (Osmân bin Affân) nerededir, buyurdu. Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” oturduğu yerden sür’atle kalkıp, (Yâ Resûlallah! İşte ben buradayım) dedi. Buyurdu: (Yâ Os- mân bana yakın gel!) O da gelip, minbere çıkdı. Onu da mubâ- rek göğsüne çekip, iki gözünün arasından öpdü. Sonra o kadar ağladı ki; Nakl eden der ki: Mubârek gözlerinin yaşı akıp, haz- ret-i Osmânın üzerine döküldüğünü gördüm. Sonra yüksek sesle buyurdu: (Ey müslimân cemâ’ati! Bu Osmân bin Affân- dır. Muhâcir ve Ensârın büyüğüdür. Bu, o kimsedir ki, Allahü teâlâ hazretleri bana emr etdi ki, ben onu sened ve dâmâd itti- hâz etdim [seçdim]. İki kızımı vererek dâmâd seçdim. Eğer üçüncü kızım olaydı, onu da tezvîc ederdim. Bu, o kimsedir ki, gökdeki melekler bundan hayâ eder. Buna buğz edenler üzeri- ne Allahü teâlâ hazretlerinin ve bütün la’net edenlerin la’neti olsun!)

Sonra buyurdu: (Alî bin Ebî Tâlib nerededir.) Alî “radıyal- lahü teâlâ anh” oturduğu mekândan sür’atle kalkıp, dedi ki: (Yâ Resûlallah! Ben burada hâzırım.) Resûl-i Hudâ Muham- med Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, (Ba- na yakın ol) buyurdu. O da yakın oldu. (Minber üzerine gel) buyurdu. O da geldi. Yüzünü mubârek göğsüne basdı. İki gözü- nün arasından öpdü. O kadar ağladı ki, mubârek gözlerinin ya- şı hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” üzerine akdı. Sonra mubârek eli ile tutup, yüksek sesle buyurdu ki, (Ey müslimân cemâ’ati! Bu Alî bin Ebî Tâlibdir. Bu Muhâcir ve Ensârın bü-

yüğüdür. Ve benim kardeşimdir. Amcam oğludur. Ve benim dâmâdımdır. Tenimdendir, kanımdandır, tüyümdendir. Bu, iki torunumun babasıdır. Hazret-i Hasen ve Hüseyn ki, Cennet gençlerinin seyyidleridir. Bu, çok gam ve gussayı benden gider- mişdir. Çok alçak ve kuvvetli düşmanları susdurmuşdur. Bu o kimsedir ki, adı mukâbilinde, Allahü teâlânın aslanı ve kılıncı- dır. Allahü teâlânın ve bütün la’net edenlerin la’neti, yeryüzü- nün düşmanlarına ve buna buğz edenlere olsun. Allahü teâlâ ona buğz edenlerden berîdir [uzakdır]. Ben de berîyim [uza- ğım]. Kim Allahü teâlâdan uzak olmak istemezse, Alî bin Ebî Tâlibden uzak olmasın. Sizden hâzır olanlarınız, bu vasiyyetle- ri, burada bulunmıyanlara ulaşdırsın.) Sonra buyurdular ki; (Var otur, yâ Ebel Hasen. Her ne ki, senin hakkında söyledim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri âlimdir ki, fazlası ile doğru- dur.) Ondan sonra yüksek sesle buyurdu: (Ey müslimânlar! Eğer, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine ibâdet etmekden yay kirişi gibi incelseniz, dizleriniz kuruyuncaya kadar nemâz kılsanız, ondan sonra ehl-i beytimden ve eshâbımdan birine buğz etseniz, Allahü teâlâ hazretleri sizi, Cehennem zebânîleri- ne emr ederek, yüzünüz üzerine Cehenneme dâhil ederler.)

37– Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet et- mişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (O gün ki, hazret-i Cebrâîl-i emîn aleyhisselâm bu âyet-i kerîmeyi getirdi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretle- ri [Mâide sûresi 6.cı âyet-i kerîmesinde meâlen] buyurur: (Ey îmân edenler! Nemâza kalkdığınız zemân, yüzünüzü ve dirsek- lere kadar kollarınızı yıkayınız! Başınıza mesh ediniz! Topukla- ra kadar ayaklarınızı yıkayınız!) Cebrâîl aleyhisselâm, Hilâfet hüccetini [delîlini], abdest âyet-i kerîmesi ile bana bildirdi. De- di: Yâ Muhammed! Muhakkak, yüz ve eller, baş ve ayaklar ta- hâretde, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer bin Hattâb, Osmân bin Af- fân, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anhüm” gibidir.) Bu- nun beyânı uzun sürer, ammâ, onu söylemekden başka çâre yokdur.

Bu Çihâr yâr-i güzîni “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sevmek farzdır. Bunu anlatmak îcâb eder. Bu dört işin yapılma- sı birbirinden ayrı değildir. Birbiri ile alâkalıdır. Bu Çihâr yârın

dostluğu [sevgisi] de ayrı değildir. Birbiri ile alâkalıdır. Tahâret [abdestde yıkanacak] mahalli dört uzvdur. Halîfelik mahalli de dört şahsdır. Tahâretde yıkanacak farz olan mahal dörtdür. Lâ- kin o mahallerin aslı birdir ki, kalb ve dindir. Bu dört işin doğ- ruluğu, bu dört mahalde niyyete bağlıdır. Niyyet olmayınca ta- hâret olmaz. Diğer tarafdan bu dört büyük halîfenin sevgisi ri- sâlete [Peygamberliğe] bağlıdır. Risâlet olmayınca halîfelik ol- maz. Zîrâ burada, bu dört uzvun tahâretinde tertîb farzdır. Ev- velâ yüzü yıkamak, sonra kolları yıkamak, ondan sonra başı mesh etmek, ondan sonra ayakları yıkamak. Burada da Çihâr yâr-i güzînin dostluğunda tertîb farzdır. Evvelâ Ebû Bekr, on- dan sonra Ömer, sonra Osmân, dahâ sonra Alîdir “radıyallahü teâlâ anhüm”. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” abdestde yüz menzilesindedir. [Ya’nî yüz gibidir.] Yüzün temâmını yıkamak farzdır. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” abdestde kol yerindedir. Kolların yarısını yıkamak farzdır. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” abdestde baş yerindedir. Başın dörtde birini mesh etmek farzdır. Alî “radıyallahü teâlâ anh” abdestde ayak yerindedir. Ayağı topuğu ile yıkamak farzdır. [Bacağın] sekizde biridir. Bu- nun gibi, temâmı yıkanan uzv, yarısı yıkanan uzvdan efdaldir. Yarısı yıkanan uzv, dörtde biri mesh olunan uzvdan efdaldir. Dörtde biri mesh olunan uzv, sekizde biri yıkanan uzvdan ef- daldir. Böylece Ebû Bekr, Ömerden; Ömer, Osmândan; Os- mân, Alîden “radıyallahü teâlâ anhüm” efdaldir. Alî “radıyal- lahü anh”, kendi vaktinden kıyâmete kadar olan bütün müsli- mânlardan efdaldir.

İşâret: Ebû Bekr-i Sıddîk, tehâretde yüz [çehre] menzilesin- dedir. Ömer-ül Fârûk el [kol] menzilesindedir. Osmân-ı Zinnû- reyn baş menzilesindedir. Aliyyül Mürtedâ ayak menzilesinde- dir. Yarın Cennetde ayağın işi ve meşgûliyyeti, tahta oturmak ve bir Cennet bineğine binmekdir. Başın meşgûliyyeti ve işi, gölgelik ve tâc takmakdır. Elin işi ve meşgûliyyeti, yimek, iç- mek ve alıp vermekdir. Yüzün işi ve meşgûliyyeti, bîçûn ve bî- çûgûne olan Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin, cemâl-i eze- liyyesini müşâhede etmekdir. [Kıyâmet sûresi 22.ci âyet-i kerî- mesinde meâlen buyuruldu ki:] (Kıyâmet günü bir kısm yüzler güzel ve parlak olup, Allahü teâlâ hazretlerine âşikâre, hicâbsız nazar ederler.)

38– Nu’mân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet et- diği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddes haz- retlerinden mi’râcda, sidret-ül müntehâda süâl etdim. Rabbim o makâmda yok idi. Rabbim o makâmlardan münezzehdir. De- dim, yâ Rabbî, yâ Pâdişâh-ı Mutlak! Benden sonra benim eshâ- bım aralarında ihtilâf ederler. Ve aralarına ihtilâf salarlar. Sen o hilâf edenlere ve ihtilâf salanlara ne yaparsın. O kimselerden ba’zısı diğerinin sözünü tutar. Ba’zısı bir başkasının sözünü tu- tar. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu: (Benim Habî- bim, benim azîzim! Senin Eshâbın benim katımda yıldızlar gibi- dir. Ba’zısı ba’zısından nûrludur. Aralarında olan ihtilâflardan dolayı onları afv ederim. Her kimse ki, onlardan birisinin kav- liyle ve fetvâsıyla amel eder ve yol giderse, hidâyet üzeredir. O yolu hidâyet ile süslemişim.)

39– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazret- lerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde; Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Benim Eshâbım Nûh aley- hisselâmın gemisi gibidir. Nûh aleyhisselâmın ümmetinden, Nûh aleyhisselâma îmân getirip, verdiği habere i’tikâd edip, emrine uyup gemiye binen, dünyâda tûfan azâbından, âhıretde, Cehennem azâbından ve hicrândan, mahrûmlukdan emîn oldu. Her kim ki, Nûh aleyhisselâm hazretlerine îmân getirmedi ve i’tikâd ile emrine uymayıp, gemiye girmedi, dünyâda tûfandan boğulmağa mübtelâ olup ve âhıretde mahrûmluğa, hicrâna ve azâba düçâr oldu [yakalandı]. Böylece, benim ümmetimden her kim ki, eshâbıma muhabbet ederse, dünyâda bid’at ve dalâlet deryâsına gark olmakdan halâs olur [kurtulur]. Âhıretde, ayrı- lık, mahrûmluk, hicrân azâbından selâmet bulur. Ümmetimden bir kimse, eshâbıma muhabbet etmeyip, benim eshâbım hak- kında söylediğim habere i’tikâd etmeyip, eshâbıma buğz ve adâvet etse, dünyâda hâricî ve râfizî yolunu tutmuş, bid’at ve dalâlet tûfanında gark olmuşdur [boğulmuşdur]. Âhıretde hüs- rân ve nedâmet ve hicrân acısına gömülüp, artık, kurtuluş ümî- di kalmaz.)

40– Sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Allahü teâlâ

hazretleri, Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile bana vahy etdi ki, si- zin Rabbiniz olan ben, Ebû Bekrin isteklerini yerine getirdim. Bunların en aşağısı olarak, kıyâmete kadar onu sevenleri ve onun dostlarını afv etdim.)

41– Yine sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde; Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ömer-ibnül Hattâb “radıyallahü teâlâ anh”, hüccet ve izzet ve gayret ve salâbet cihetinden, Allahü teâlânın katında demir bir dağ gibidir. Emr ve yasakları yerine getirmekde kötüleyen- lerin [ayblıyanların] sözü ona mâni’ olamaz.)

42– Yine sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde; Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri meleklerine, ümmeti- min hepsi için umûmî, Osmân ve Alî “radıyallahü anhüm” için husûsî olarak öğünür.)

43– Yine bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekrin günle- rinden bir gün, Ömerin kendi günlerinden ve kendi vaktinden kıyâmete kadar olan günlerden hayrlıdır. Ömerin günlerinden bir gün, Osmânın bütün günlerinden ve kendi zemânından kı- yâmete kadar olan günlerden hayrlıdır. Osmânın aynı şeklde. Alînin günlerinden bir gün, bütün ümmetin kıyâmete kadar olan günlerinden hayrlıdır.)

44– Sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak, dünyâ göğünde, seksenbin melek vardır ki, Ebû Bekr ve Ömeri “radıyallahü anhümâ” sevenler için istigfâr ederler. İkinci gökde seksenbin melek vardır ki, Ebû Bekr ve Ömere “radıyallahü anhüm” buğz edenlere la’net ederler. Üçüncü gökde de seksenbin melek vardır ki, Osmân ve Alîye “radıyallahü anhüm” muhabbet edenlere [sevenlere] istigfâr ederler. Dördüncü gökde de seksenbin melek vardır ki, Osmân ve Alîye “radıyallahü teâlâ anhümâ” buğz edenlere la’net eder- ler.)

45– Bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin,

– 448 –

her gökde dörtyüz meleği vardır ki, Allahü teâlâ onları benim eshâbımın dostlarına hayr düâ etmeğe, düşmanlarına nefret ve la’net etmeğe vazîfelendirmişdir.)

46– Bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Her gökde ikiyüzbin melek dâimâ, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin dostlarına istigfâr ederler. İkiyüzbin melek dâimâ, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin düşmanlarına nefret ve la’net ederler.)

47– Bir hadîs-i şerîfde, Fahr-i âlem ve Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Al- lahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Cenneti yaratdığı zemân- dan bugüne ve bugünden kıyâmete kadar, hergünde, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin dostları için, birbirine benzemiyen ye- diyüz çeşid rahmet ve se’âdeti Cennetde meydâna çıkaracak- dır.)

Dördüncü Menâkıb: (Çihâr yâr-i güzînin şerefli şânları hak- kında mu’teber kitâblarda nakl olunan haberler hakkındadır.)

Sahih isnâd ile Muhtâr bin Abdüllah, Enes bin Mâlik “radı- yallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün Medîne-i münevvereden çıkdı. Ben de çıkdım. Ensârdan birinin bostânı- na girdi. Ben de girdim. Buyurdu ki: (Yâ Enes! Kapıyı bağla.) Ben de bağlayıp, huzûr-ı şerîflerine geldim. O sâatde bir şahs gelip, kapıyı çaldı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Enes! Var kapıyı aç! O şahsı Cennet ile müjdele. Ona benden haber ver ve söyle ki, Benden sonra ümmetim üzerine halîfe olacakdır!) Ben de vardım, kapıyı aç- dım. Hâlbuki, kapıyı çalanın kim olduğunu bilmiyordum. Bak- dım ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Ben de hazret-i Server-i âlemin buyurdukları haberi verdim. Kapıyı bağladım, geldim.

Bir kişi dahâ gelip, kapıya vurdu. Resûlullah yine buyurdu ki: (Yâ Enes! Var kapıyı aç, o kişiye Cennet ile haber ver ki, Ebû Bekrden sonra, ümmetim üzerine halîfe olsa gerekdir.) Ben de vardım, kapıyı açdım. Hâlbuki kim olduğunu bilmez- dim. Bakdım ki, Ömer-ül Fârûkdur “radıyallahü teâlâ anh”.

Hazret-i Seyyid-i veledi âdemin buyurdukları müjdeleri haber verdim. Sonra kapıyı bağladım, geldim.

Sonra bir şahs dahâ gelip, kapıyı çaldı. Resûlullah yine bu- yurdu ki: (Yâ Enes! Var kapıyı aç! O şahsa Cennet ile müjde ver. Ebû Bekr ve Ömerden sonra, ümmetim üzerine halîfe ola- cağını haber ver. Ve haber ver ki, hilâfeti zemânında, mazlûm ve günâhsız olarak öldürülse gerekdir ve o kanını akıtdıkları zemân sabr etsin.) Ben de kapıyı açmağa vardım. Hâlbuki kim olduğunu bilmiyordum. Kapıyı açdım, bakdım ki, Osmân-ı Zinnûreyndir “radıyallahü teâlâ anh”. Habîb-i ekrem ve Ne- biyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- nin buyurdukları haberleri söyledim. O dedi ki, (Yâ Rabbî! Yardım, herkese Senden gelir. Bize sabr ihsân eyle.) Kapıyı bağladım.

Ondan sonra bir şahs dahâ kapıya vurdu. Resûlullah yine buyurdu ki: (Var yâ Enes, kapıyı aç! O şahsa Cenneti müjdele. Ve haber ver ki, Ebû Bekr, Ömer ve Osmândan sonra, ümme- tim üzerine halîfe olsa gerekdir. Hilâfet onun ile temâm olur. Hilâfetinin sonunda, nemâz kılarken katl olunsa gerekdir.) Ben de vardım. Hâlbuki kim olduğunu bilmezdim. Kapıyı açdım. Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin buyurduk- ları müjdeleri haber verdim.

Beşinci Menâkıb: Yine Enes “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile bir vaktde de bir bostâna vardık. O tertîb ile Çihâr yâr-i gü- zîn “radıyallahü teâlâ anhüm” gelip, Resûlullah hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde ayak üzeri durdular. Resûlullah hazretleri bostândan dışarı çıkdılar. Ben önde Çihâr yâr-i güzîn arkamda, Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ta’kib etdik. Mu- bârek gözleri yaşlı idi. Çihâr yâr-i güzîn ve ben de ağladık. Göz- lerimiz yaş ile doldu. Resûlullah hazretleri, bostândan dışarı çıkdıkdan bir müddet sonra, buyurdular ki: (Yâ Enes! Görür müsün ki, haber verdiğim o sözlerden, hepimizin gözleri yaş ile doldu. Yâ Enes! Ondan gayri ilâh olmıyan Allah hakkı için, be- nim vefâtımdan kıyâmete kadar, benim ümmetimden, eshâbı- mın ve ehl-i beytimin çekdiği sıkıntılar için gözleri yaşaran [ağ-

lıyan] ve kalbleri mahzûn olan [üzülen] kimselere Allahü teâlâ nazar eder. Allahü teâlânın nazar etdiği kimse, Cehennem azâ- bından emîn olur.)

Altıncı Menâkıb: Bir vakt Cebrâîl-i emîn aleyhisselâm, Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr- larına geldi. Dedi ki: Senden sonra ümmetin üzerine Ebû Bekr halîfe olacakdır. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri de Mi’râc gecesi vâsıtasız olarak [harfsiz ve sessiz olarak] Resûlul- lah hazretlerine buyurmuşdu ki, (Senden sonra ümmetin üzeri- ne islâm halîfesi ve hak üzere halîfe Ebû Bekr olacakdır.) O Ebû Bekrin halîfeliği senin emrinle olmadı. Sonunda Alînin ha- lîfeliği de senin emrinle olmadı. Allahü tebâreke ve teâlâ haz- retlerinin emri ile ve mü’minlerin seçmesi ile olmuşdur. Eğer bunu yakîn üzerine bilmek istersen, Huzeyfe bin Yemân “radı- yallahü teâlâ anh” rivâyet buyurduğu haberi dinle. Rivâyet eder ki, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, (Yâ Resûlallah! Bizim gönüllerimiz onun sebebi ile emîn olma- sı ve muhâliflerin [düşmanların] dedi-kodularının kesilmesi için, kendi ihtiyârın ile bizim üzerimize bir halîfe ta’yîn buyurur musun!) dediler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” cevâbında buyurdular ki: (Eğer sizin üzerinize benden sonra kendi emrim ile halîfe ta’yîn etsem, sonra siz ona âsî olsanız, üzerinize azâb nâzil olur. Ben kendi murâdım ile ümmetimin başına halîfe ta’yîn etmeği uygun bulmam ki, Mûsâ-i kelîm aleyhisselâm Hârûn aleyhisselâmı kendi ihtiyârı ile, kırk gün kavmi üzerine halîfe ta’yîn etdi. Geri döndükde, sekiz bin âdem buzağıya tapıp, kâfir oldular, dinden çıkdılar. Ben de eğer üm- metim üzerine kendi re’yim ile halîfe ta’yîn etsem, bilirim ki, kı- yâmetde hiçbir kimseyi, doğru din üzerine, Kitâb ve Sünnet ahdi üzerine geri bulmam. Lâkin, ben bir iş işlerim ki, Allahü tebâre- ke ve teâlâ hazretlerini ümmetim üzerine halîfe kılarım. (Valla- hü halîfeti aleyküm.) Ben ümmetimi Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ısmarladım. Allahü teâlâ bilir. O kimi irâde ederse, tarafından ta’yîn buyurur.) Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, kendi tarafından Ebû Bekr-i Sıddîkı halîfe yapdı. Bütün âlem bi- lir ki, Ebû Bekr-i Sıddîk, beyânları ile ve nişânlar ile, Resûlul- lah hazretlerinin halîfesidir.

Lâkin burhân ve fermân ile Allahü teâlâ hazretlerinin halî- fesidir. Bilmiş ol ey civânmert. Sen ki, benim cânım sana fedâ olsun. Âlem halk olunan zemândan, kıyâmete kadar, Resûlul- lah hazretleri gibi bir Nebî ne gelmişdir ve ne de gelecekdir. Bundan dolayı ki, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bir sâdık takvâ sâhibi ne gelmişdir ve ne de gelecekdir “radıyallahü teâlâ anh”. Râfi- zîye söyle ki, dünyâda ve âhıretde, kör ve zelîl ve başı aşağı eğik olsun.

Beyt:

Giden gitdi, olan da oldu,

Gönlün gamlanması fâide vermez.

Yedinci Menâkıb: Câbir “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Bir vakt, muhâcir ve ensârdan, kalabalık bir cemâ’at ile, Medîne-i münevverenin bir mahallinde, ensârdan sâlihâ bir hâ- tunun ziyâfetinde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri ile berâber oturmuşduk. Elimizi yiyeceğe uzat- madan evvel, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu- yurdular ki, (Bu sâatde [şimdi] Cennet ehlinden bir merd gelir ki, benden sonra o merd, ümmetim üzerine hak üzere halîfe olur.) Bunu söylediği sırada, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” içeri girdi. Sonra buyurdu ki: (Şimdi, ehl-i Cennet- den bir merd dahâ gelir ki, ümmetimin üzerine Ebû Bekrden sonra, hak üzere halîfe olur.) Bunu söylediği ânda, Ömer-ül Fâ- rûk “radıyallahü teâlâ anh” meclise dâhil oldu. Sonra buyurdu ki: (Bu vaktde ehl-i Cennetden bir şahs dahâ bu meclise dâhil olur ki, Ömerden sonra hak üzere halîfe olur.) Sözü temâmlan- dığı ânda Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” meclisde hâzır oldu. Sonra buyurdu ki: (Ey benim eshâbım, yârlarım! Yemek hâzır oldu. Lâkin bir merd dahâ kalmışdır ki, o merdin de bu yemekde bizim ile berâber rızkı vardır. Ehl-i Cennetdir. Osmândan sonra ümmetim üzerine hak üzere halîfe olur. Bu sı- rada gelir. Ondan sonra ta’âm yinecekdir.) Câbir “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” bu sözü söyledi. Bir sâat bekledi. Mubârek yüzünü kapı tarafına çevirip, başka şey ile meşgûl olduğu hâlde düâ edip, bu- yurdu: (Yâ Rabbî, Alîyi bu zümrede kıl!) Üç kerre bu düâyı bu- yurdu. Hemen Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” kapı-

– 452 –

dan girdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri buyurdu: (Ta’âmı koyunuz. Size âfiyet olsun!)

Sekizinci Menâkıb: Sa’îd bin Cübeyr “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Medîne-i münevverede, Mescid-i şerîfi binâ etmek is- tediler. Onbinden ziyâde taş toplanmışdı. Resûlullah hazretleri bu kadar taşdan bir taş kaldırdı. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Sonra Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Sonra Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazret- lerine buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Sonra Alî “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir taş kal- dır!) Her birisi bir taş kaldırdılar. Ya’nî ellerine taş aldılar. Es- hâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, muhâcir ve ensâr, huzûrda el kavuşdurup, dururlardı. Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, mubârek elleri ile kaldır- dığı taşı, götürüp, gerekli yere koydu. Ondan sonra buyurdular ki: (Yâ Ebâ Bekr! Kaldırdığın taşı getir, benim koyduğum taşın yanına koy!) O da getirip, yanına koydu. Sonra buyurdular ki: (Yâ Ömer! Sen de getir, o taşı Ebû Bekrin taşının yanına koy!) O da getirip, koydu. Ondan sonra buyurdular ki: (Yâ Osmân! Sen de getir o taşı Ömerin taşının yanına koy!) O da getirip, koydu. Ondan sonra buyurdular ki: (Yâ Alî! Sen de getir o taşı Osmânın taşının yanına koy!) O da getirip, koydu. Sonra, Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Eshâb-ı güzîne hitâb edip, buyurdular ki: (Ey Eshâbım! Bu taşlar ara- sında gördüğünüz sıra, benden sonra halîfe, Ebû Bekr, ondan sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra Alînin olacağı- na açık bir delîldir. Siz ki benim eshâbım, muhâcir ve ensâr! Herkes ne mikdâr bu taşlardan ister ise, alıp nereye ister iseniz koyunuz.) Medîne-i münevvere mescidinin yapılışındaki bu taş haberi çok yerde anlatılmışdır. Ammâ, bize gelen haberlerin en sahîhi budur.

Dokuzuncu Menâkıb: Bu haberin râvîsi Sefînedir “radıyal- lahü teâlâ anh.” Sefîne, Sahâbe-i güzînden olup, Ümm-i Seleme “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinin kölesidir. Ümm-i Seleme hazretleri ezvâc-ı tâhirâtdan idi. Sefîneyi alıp, hayâtı boyunca

[yaşadığı sürece] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde bulunması şartı ile âzâd etdi. O da bu şart ile âzâd olmağı kabûl etdi. Resûlullah hazretleri- nin hizmet-i şerîflerinde bulunurdu. Bir gün ondan sordular. Sefîne adını sana kim koydu. Dedi ki: Ma’lûmunuz olsun ki, biz Resûlullah hazretleri ile, bir seferde idik. Bir konak yerinde, eş- yâlarımız ve silâhlarımız çoğaldı. Davârlarımız za’îf idi. Bir bü- yük kilimimiz var idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” ben kuluna buyurdu ki, (O kilimi yere döşe ve askerin faz- la eşyâsını o kilim üzerine topla.) Ben de o sâatde kilimi yere döşeyip, eşyâları ve silâhları o kilim üzerine topladım. Bana bu- yurdu ki, (Kilimin uçlarını bağla! Kilimin içinde olan sefer ta- kımlarını götür. Yola gir. Mert şeklde git ki, sen Sefînesin!) Ben de o bütün silâhları Onların himmetleri ile götürüp, atlılar ile berâber yürüdüm. Gideceğimiz menzile erişdim. Aslâ yolda bir zorluk ve elem görmedim. O günden bugüne kadar istediğim zemân on devenin yükünü götürürdüm. On menzil yere iletir- dim. Bunu Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retlerinin mubârek lafzları [sözleri] bereketiyle yapardım. O ze- mândan beri ismim Sefînedir.

O Sefîne rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hergün sabâh nemâzının farzını edâ etdikden sonra, mubârek yüzünü, eshâbına döndürüp, süâl buyururlar: (Sizden bir kimse bu gece bir rü’yâ görmüş ise, haber versin.) Eğer gören var ise anlatırdı. Dinleyip, ta’bîrini beyân buyurur- lardı. Eğer kimse görmemiş ise, Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri uygun buldukları bir konuda onlar ile söyleşip, kalkarlar idi. Bir gün de hiç kimse rü’yâ gör- memişdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- leri buyurdular ki: (Ey eshâbım! Bu gece ben acâib bir rü’yâ gördüm. Gördüm ki, gökden bir terâzî aşağı asdılar. O terâzînin iki latîf ve güzel ve büyük kefeleri var. Beni terâzînin bir kefe- sine koydular. Ebû Bekri diğer kefesine koydular. İkimizi tart- dılar. Ben Ebû Bekrden ziyâde [ağır] geldim. Sonra beni terâzî- nin kefesinden çıkardılar. Ömeri koydular. Ömer ile Ebû Bek- ri tartdılar. Ebû Bekr Ömerden ağır geldi. Sonra Ebû Bekri çı- kardılar. Osmânı o kefeye koydular. Ömeri Osmân ile tartdılar. Ömer Osmândan ağır geldi. Ömeri çıkardılar. Alîyi o kefeye

koydular. Osmânı Alî ile tartdılar. Osmân Alîden ağır geldi. Osmânı o kefeden dışarı çıkardılar. Sonra Alînin vaktinden kı- yâmete kadar, cümle ümmeti o kefeye koyup, bütün ümmeti Alî ile bir tartdılar. Alî cümleden ziyâde geldi [ağır geldi]. Son- ra o terâzîyi gök yüzüne çekdiler.)

Onuncu Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri buyurdular ki: (Ondan başka ilâh olmıyan Alla- hü teâlâya yemîn ederim ki, âlemin yaratılmasından beri hiç bir Nebî ve Mürsel, ümmetlerinden Ebû Bekr-i Sıddîkdan fazîletli kimse ile sohbet etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Âlem halk olunalıdan beri, yüzyirmidört bin Peygamberden hiçbiri, Ömer bin Hattâb gibi dîni kuvvetli birisi ile sohbet etmemişdir.) Yine Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Hiç kimsenin dili, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin kelâmını, Osmân- dan çok zikr etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Âlem vücûda geleliden be- ri, hiçbir behâdırın eli ve kolu ehl-i kâfirin başına, Alînin eli ve kolu kadar kuvvetli kılıç vurmamışdır.)

Onbirinci Menâkıb: Abdüllah bin Ebî Baysânîye Allahü teâlânın Arşından sordular. O dedi ki, Yahyâ bin Ebî Tâlib- den; Allahü teâlânın Arşından süâl etdim. O da dedi ki, ben de, Abdülvehhâb bin Atâdan, Rabbil’izzenin Arşından süâl etdim. O da Sa’îd bin Urveye Rabbil’izzenin Arşından süâl et- dim, dedi. O da, Katâde bin Deâmeye Rabbil’izzenin Arşın- dan süâl etdim, dedi. O da, Enes bin Mâlike “radıyallahü anh” Rabbil’izzenin Arşından süâl etdim, dedi. O da, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine süâl etdi. Resû- lullah se’âdetle buyurdular ki: (Ben de Rabbimin Arşından Cebrâîl aleyhisselâma süâl etdim. O dedi, süâl eyledim, Mikâ- îl aleyhisselâmdan, Rabbil’izzenin Arşından. O buyurdu, süâl eyledim İsrâfîl aleyhisselâmdan, Rabbil’izzenin Arşından.O buyurdu; ben süâl eyledim Levh-i mahfûza, Rabbil’izzenin Ar- şından. O dedi, süâl eyledim, Allahü tebâreke ve teâlâ hazret- lerine, Arşından ve Arşın büyüklüğünden. Allahü Sübhânehü ve teâlâ buyurdu ki, Arş-ı Mecîdin üçyüzaltmışbin kâimesi var,

ya’nî ayağı var. Her ayağının altmışbin kerre yedi kat gök ve yer kadar büyüklüğü var. Her ayağının altında altmışbin sahrâ, her sahrâda altmış bin âlem, her âlemin yaratılan insan ve cinnin altmış bin katı kadar mahlûku var.) Burada anlaşıldığı üzere, Allahü teâlânın yaratdıkları kemâl üzeredir ve cemâldedir. On- dan dahâ mükemmelinin olması mümkin değildir. Herkes Alla- hü teâlânın yaratdıklarını fehm edip, Allahü teâlânın azamet ve celâlini anlıyamaz. Herkesin ilmi ve aklı, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin melekûtinin izzetine ve ceberûtinin sırrına erişemez. Allahü teâlâ hazretlerinin gayb-ül gayb esrârının sır- rından, cümle halkden bir kimse bir nefesi âşikâre alamaz. Na- sıl ki, bir şâir beyân etmişdir:

..

Aşk yolunu tutanların kapısında bekle, Âşıklığın bayrağını meydâna çıkarma.

Aşk nişânsız ve belirsizdir,

Kimse o nişânsız Zâtdan bahs etmesin.

Sermâye kalmayınca aşk da kalmaz, Câna ve cihâna güvenme.

..

Âşıkların lebbeykini söylemiyen, Büyüklük mahremi olamaz.

[Allahümmagfir lî ve li-vâlideyye ve li-ecdâdî ve ceddâtî ve li-âbâî-ve ceddât-i zevcetî ve li-ihvetî ve ehavâtî ve lil-mü’minî- ne vel-mü’minât vel-müslimîne vel-müslimât el-ahyâ-i minhüm vel-emvât bi-rahmetike yâ Erhamerrâhimîn.]

Çok sayıdaki mahlûklar ve melekler, Allahü teâlâ ve tekad- des hazretlerinin Âdemi ve evlâdını, iblîsi, gökleri ve yerleri Cenneti ve Cehennemi yaratdığını bilmezler. Sâdece Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine ve onların muhib sâdıklarına istigfâr ederler. Onların afv olunma- sını taleb ederler. Burada Ehl-i sünnet vel cemâ’at i’tikâdında olanlara büyük şeref ve fazîlet vardır. Bunun için sevinmeli, Al- lahü teâlâya şükr ve hamd etmelidir.

Onikinci Menâkıb: Bu hadîs-i şerîfin tercemesi çokdur ve uzundur. Lâkin lâzım olduğu mikdâr beyân edelim. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri rivâyet et-

mişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- ri buyurdular ki: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ne vakt ki, vâsıtasız ve âletsiz Âdem “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesse- lâm” hazretlerini kendi yed-i kudreti ile halk etdi. O zemân onu bir aksırma ile imtihân buyurdu. Aksırma Âdem “aleyhis- selâm” hazretlerinin mubârek ağzından çıkdı. Cân-ı azîzi [rû- hu] istedi ki, aksırma ile bedeninden ayrılsın. Allahü Sübhâne- hü ve teâlâ hazretleri Âdem aleyhisselâma ilhâm buyurdu. O zemân Allahü teâlâ hazretlerine tahmîd etdi. [Ya’nî Elhamdü- lillah, dedi.] Karşılığında Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretle- ri (Yerhamükellah) buyurdu. Ma’nâsı şudur: Allahü teâlâ sana rahmet eder ve senin nesline rahmet eder ve bereket verir. (El- hamdülillah) bereketi ile Âdem aleyhisselâmın bedeni aksırma sıkıntısından kurtuldu, râhata kavuşdu. (Yerhamükellah) be- reketi ile cân-ı azîzi [rûhu], mubârek bedeninde râhatlayıp, râ- hat oldu. Lâkin, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden (Yer- hamükellah) mubârek lafzını işitince, hemen o zemân iki elini, başı üzerine koyup, dedi ki, âh, âh, herhâlde bir günâh işledim. O melekler o vakt orada hâzır idiler. Dediler ki: Yâ Âdem! Sen ilm-i gaybı bilmezsin. Olmamış günâhı nasıl bildin. Âdem aley- hisselâm buyurdu ki: Evet, ben ki, Âdemim. Günâh işlemesey- dim Allahü teâlâ hazretlerinin rahmetine kavuşmazdım. Zîrâ, Allahü teâlâ hazretlerinin rahmeti ve mağfireti günâhkârlar içindir.

Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” hazretleri der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu- yurdular ki: (Âdem aleyhisselâmın bedeninin bir bölüğü canlı, bir bölüğü cansız olduğu vakt, Âdem arkası ile göğsü arasından bir söyleyicinin sesini işitdi ki, Âdemin rûhu o sesin aşkı ile tit- redi. O söyleyici dedi ki, (Rabbimize şükr olsun. Onun çocuğu yokdur. Mülkünde ortağı yokdur. Onu çok büyük bilmek lâ- zımdır.) Ondan sonra bir ses dahâ işitdi ki, (Doğru söyledin. Rabbimiz büyükdür. Azîzdir) diyordu. O sesden sonra gördü ki, bir nûr mubârek göğsünde meydâna geldi. O nûrun şevke- tinden Cennetin kapıları açıldı. Ondan sonra o nûrun berâbe- rinde birbirine müsâvî iki nûr dahâ Âdem aleyhisselâmın göğ- sünde meydâna geldi. O iki nûr birbirine muvâfakat ve müsâ- adetle, öyle bir parıldadılar ki, Cennetin dereceleri ve bu dere-

celerde ne var ise hepsi, açıkca göründüler. Beşinci kerre Âdem aleyhisselâm kendi bâtını aynasında [rûhunun aynasında] bir şahs sûreti gördü. Şemâilinde [görünüşünde] heybet ve şefkat sebeblerinden ve eserlerinden çok çok zuhûra gelip hâsıl olmuş bir şahs ki, çok kuvvetli, gâyet şiddetli, fevkal’âde heybetli, iri yapılı ve sıhhatli idi. Aynı zemânda kemâl-i gayret ve salâbetle süslü bir kılınç sûreti de o sûretin omuzuna konulmuş. Âdem aleyhisselâm buyurdu ki, o beş nesne o beş kimsedendir. Birin- ci, söyleyiciden, ikinci, tasdîk ediciden, üçüncü, nûrdan, dör- düncü, nûrdan, beşinci söyliyen ve o kılıncı taşıyan heybetli ve siyâsetli şahsdan ki, onun gibi birbirine ulaşmış ve rahmet ve kerâmetle süslenmişdir.)

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu- yurdu ki: Cebrâîl aleyhisselâm dedi: Âdem aleyhisselâmın, üst yarısı rûhu ile canlı, alt yarısı cansız olduğu vaktde, kendi baş gözü ile ve gerekli kulağı ile o beş nesneyi ve o beş nesneden görmesi gerekeni gördü, işitmesi gerekeni işitdi. O acâibliği gö- rünce, başından kendi kendine hareket etdi. Mubârek lisânını tesbîh ve tehlîl ve tahmîd ve tekbîr ile Allahü teâlânın yüceliği- ni dile getirdi. (Sübhâneke rabbî. Sübhâneke rabbî. Sübhâneke rabbî. Mâ a’zameke ve mâ a’zam kudretike ve mâ evsa’ mağfi- retike ve rahmetike. Lâ ilâhe illâ ente tebârekete ve teâleyte rahmeten vesiat külle şey’in ilmen ve ahseyte külle şey’in ade- den.) [Ey noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbim. Seni tes- bîh ederim. Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim. En büyük kudret, en geniş magfiret ve rahmet Sendedir. Senden başka ilah yokdur. Sen çok büyüksün ve şânın çok yüksekdir. İlmin herşeyi içine almışdır.] Yâ Rabbel’alemîn! Bana haber ver ki, bu gördüğüm şaşılacak iş nedir. İşitdiğim güzel ses neden ötü- rüdür. O kimse kim idi. Sana şükr ve senâ etdi. İkinci kim idi ki, evvelkini tasdîk etdi. O nûr ne nûr idi ki, Cennetin kapıları o nûr ile açıldı. Yâ o iki nûrlar da ne nûr idi, o nûrdan sonra ki, Cennetin dereceleri o iki nûrdan aydınlandı. O âhıretde gördü- ğüm; heybetli, salâbetli sûret, kimin sûreti idi. Allahü Sübhâne- hü ve teâlâ buyurdu ki: Yâ Âdem! Henüz onların meydâna çık- maları vakti gelmedi. Ammâ sen bu sâatde Âdemsin. Sana lâ- zımdır ki, onlardan iki nesneye kanâat edesin. Birincisi, onların adları o yerde yazılmışdır; göresin. İkincisi, sıfatlarını benden

işitesin. Âdem “aleyhisselâm” dedi ki: Yâ Rabbil’âlemîn! Sen neyi irâde edersen o olur. Ne buyurursan o meydâna gelir. Al- lahü teâlâ hazretlerinden buyruk geldi ki, (Yâ Âdem! Biz bu sırrı sana açdık, perdeyi kaldırdık. Bak, göresin.) Âdem aley- hisselâm iki gözünü arş tarafına çevirdi. Arşın kenârında, (Lâ ilâhe illallah. Muhammedün Resûlullah! Ebû Bekr-i Sıddîk. Ömer-ül Fârûk. Osmân-ı Zinnûreyn. Aliyyül Mürtedâ.) yazıl- mış gördü. Âdem “aleyhisselâm” dedi ki: Yâ İlâhî! Meğer bun- ları benden evvel yaratmışsın. Allahü tebâreke ve teâlâ hazret- leri buyurdu: Yâ Âdem, ben onları senden evvel yaratmadım. Muhakkak senin neslinden yaratacağım. Lâkin adlarını gökden ve yerden, Cennet ve Cehennemden ikibin kerre bin sene ev- vel, Arş üzerinde ve tâcı üzerinde yazmışım. Senin evlâdların dünyâda, her ne vakt ki, benim ismlerimi zikr ederler. Benim bendelerim olan melekler de, ulvî âlemde, onların ismlerini zikr ederler. Âdem aleyhisselâm dedi: Yâ Rabbî! Onların yüzünü görmeyip ve onları görmekle şâd ve hurrem olmadıkdan sonra, bana onların adlarını görmekden ne fâide olur. Allahü Sübhâ- nehü ve teâlâ hazretleri buyurdu: Yâ Âdem; onların adlarını bu vaktde görmenin fâidesi şudur ki, ilmel yakîn bilesin ki, senin hayâtın vaktinde veyâ senin evlâdın vaktinde karşılaşacağınız her lüzûm ve ihtiyâc, onların sebebi ile görülür. Onların şe- fâ’atinden gayri kurtuluş yokdur. Senin etdiğin her düâ veyâ se- nin evlâdının etdiği düâların kabûlüne sebeb onların şefâ’atla- rından gayri yokdur. Bu söz söylendi ve geçdi.

Hayât Âdem aleyhisselâmın mubârek teninde karâr kıldı. [Ya’nî bedeni canlandı.] Cennete girdi. Yasak edilen ağacdan yidi. Bu sebeble Cennetden dışarı düşdü [çıkarıldı]. Dürlü dür- lü ve çeşidli üzüntüler ile karşılaşdı. Üçyüz sene aralıksız Alla- hü teâlâdan hayâ edip, istigfâr ve düâlar eyledi. Üçyüz sene te- mâm oldukda, bir gün yukarıda söylenilen sözler hâtırına gel- di. Hemen o sâatde iki elini kaldırıp ve iki gözünü arş-ı azîm tarafına dikip, dedi ki: Ey âlemlerin Rabbî! O beş kimsenin hürmeti için ki, onların rûhlarını kendi sînemde müşâhede et- dim. Ve ismlerini Arşın kenârında yazılmış gördüm. Onlar, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri ve Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk ve Osmân-ı Zinnûreyn ve Aliyyül Mürtedâdır “radıyallahü teâlâ anhüm

ecma’în”. Benim günâhımı onların hürmetine afv et. Hemen Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki: Yâ Âdem, senin özrün ve düzelmen ve tevben kabûl olması, O kimselerin hurmetine ve haşmetine oldu. Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü ves- selâm”, işte böyle işleri ve sözleri işitdikden ve gördükden son- ra, o beş kişinin şânını ve hâlini Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden süâl etdi. Allahü teâlâ onların hâllerini, sîretle- rini, yollarını ve güzel mu’âmelelerini beyân buyurdu. O vakt- de Âdeme bildirdi ki, yâ Âdem! Şükr ve senâ etdiğin o söyle- yici, âlemin vücûdunun aslıdır ve âlemde yaşıyanların kutbu- dur. Üzerine hüccetdir. Bütün varlıklar onun sâyesinde vardır. O kimsedir ki, halkla, benimle ve kendi ile doğrudur. O kimse ki, şirkin ve nifâkın kökünü ve temelini keser. İnâd perdesini yırtar. O, bâtılın başını ve boynunu kırar. Ve söndürür. O, küf- rün hiçbir yerinde kâdir ve kıymetini koymaz. O, benim isme- timin sırrındadır. Ve nusretimin himâyesindedir. O bir çırâğ- dır. Ben kara gönülleri o çırâğın nûru ile parlatır, aydınlatırım. O bir dostdur ki, ben onun dostlarının cürüm ve cefâsını ve kendi dostlarımın sehv ve hatâsını onun hürmeti ile örterim. O resûl, rahmet ve kerâmetdir. O kıyâmet gününde, yalnız başına mahşerdekilere şefâ’at eder. O arabî olan Ahmed, Hâtem-ül ne- biyyin ve Kureyşi olan Muhammeddir. Bütün Resûllerin seyyi- didir.

Yâ Âdem! O ikinci ki, birinciyi üç kerre tasdîk etdi. O Ebû Bekr-i Sıddîkdır. O ihtiyâr [şeyh] çok büyük, kemâl ve cemâl ile süslenmişdir. Ahlâkı güzelliklerde öğülmüş ve beğenilmiş bir yegânedir [eşsizdir]. Hayrlı ve çok iyidir. Dînin muhiblerinin [sevenlerin] güzîdesidir. Hiçbir amel işlemezden evvel bizim kabûl olunmuşumuzdur. Vücûda gelmezden [yaratılmadan] ev- vel, husûsî muâmele edilen üstün kimselerin tanınmışıdır. Onun sîreti ehl-i islâma ışıklı yoldur. Onun tarîkati [yolu] ehl-i sünnet vel cemâ’at için ana caddedir. Hem râzı olmuş, hem de râzı olunmuşdur. Hem muvaffak, hem mukarrebdir. Sâbıkdır ve sâdıkdır. Müslimânlık dîninin aslında, doğru ve dürüstdür. Atîk-i ezhardır. Sâdık-ı ekberdir. Yüzyirmidörtbin ümmetin büyüğü ve efendisidir.

Yâ Âdem! O nûr ki, onun ışığı ile Cennetin kapıları açıldı.

– 460 –

O kimsedir ki, bu kendi gönderdiğim Hak dînime onunla nus- ret veririm. Ben islâmı onunla azîz ederim. Ben hakkı ve hak ehlini onunla meydâna çıkarırım. Bâtıl ve bâtıl ehlini onunla yok ederim. Şeytânı onun ile korkuturum ve kaçırırım. Ben îmânı küfrden, küfrü îmândan onunla ayırırım. Âhır zemânda Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- lerinin dînine nusreti onunla peydâ ederim. O milletin direğidir. Zînetidir, hüccetidir; çırâğıdır. O vâhib (afv eden), evvâb, tev- vâb [tevbe edici] ve Ömer-ül Hattâbdır.

Yâ Âdem! Ammâ o iki nûr ki, birbirine muvâfık ve müsâid ve birisi îmân nûru ve birisi Kur’ân nûrudur. O iki nûrun ehli ve o nûrun mahremi, hayâ sâhibi Osmân bin Affândır. Hem nâşîr-i Kur’ândır. O, benden râzıdır. Ben ondan râzıyım. Doğ- ru kanâatli ve doğru düşüncelidir. Her ne yaparsa ihlâs üzere- dir. Her ne söyler ve buyurur ve işitirse ihlâs üzeredir. Gecele- ri kıyâmda ve kuûdda [ka’dede], rükû’da ve secdede diri tutar. Nebîlerin rûhunu ve meleklerin şahsını, kendi tehlîl ve tesbîhi ile âsûde ve râhatlıkda tutar. Dirlik vaktinde [sulh zemânında] kerâmet ehli olur. Kıtâl [harb] vaktinde, kemâl ve şehâdet eh- li olur.

Yâ Âdem! O civânmert ki, onun sûreti sînenle iki yanın ara- sında tasvîr edilmişdir. O merddir ki, fütüvvet ve mürüvvet esâ- sı olarak ne varsa, şecâat ve şehâmet temeli olarak ne mevcûd ise, hepsi bir onun şemâilinin rüzgârında yer tutmuşdur. Civân- merddir ve şîr-i merddir [aslan gibi yiğitdir]. Sığınılacak bir kal’adır. İlm hazînesidir. Hilm kaynağıdır. Süvârî olduğu [ata bindiği] vaktde, mukaddem ve sâbıkdır. Yaya olduğu zemân müctehidlerin büyüğü, hidâyet ehlinin sancağı ve vilâyet ehlinin rabbânîsidir. Kendi ameli ile sâbık ve benim hükmümle nâtık- dır. Her gâlib üzerine gâlib ve adı Alî ibni Ebî Tâlibdir “radıyal- lahü teâlâ anh”.

Diğer rivâyet: Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesse- lâm” onların ism-i şerîflerini arşda gördüğü vakt, dedi ki: Yâ Rabbî! Gördüm ve bildim, ammâ, onların herbirşeyi benimle kalır mı, yoksa benden ayrılır mı? Cevâb geldi ki, yâ Âdem! Sen bizim ahdimizde vefâ üzerindesin. Bizim emrimizde ve rı- zâmıza tâbi’sin. Bu hediyyeler, bu inciler, bu nûrlar, sendedir,

– 461 –

seninledir. Ahdimizi bozar ve vefâdan dönersen ve emr ve rızâ- mıza muhâlefet edersen, o vakt sen bilirsin. Hazret-i Âdemin cânı [rûhu], mubârek tenine dağılıp, yerleşdi. Bedende [tende] sükûnet buldu. Cennet hullesini giydi. Kerâmet tâcını başının üzerine koydu. Kurbiyyet kemerini bağladı. İzzet tahtının üze- rine oturdu. Aslı misk-i esfer [çok güzel koku] olan o uğurlu ve bereketli binek üzerinde, gökler melekûtine geldi. O binek üzerinde Cennetlere geldi. Kudsî âlemlerin hepsinde dolaşdı. Her âlemde, o âlem halkının kıblesi oldu. Cebrâîl ve Mikâîl Âdemin ma’iyyetinde gidiyordu. Bütün bu fazîletleri, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin bereketi ile verdi. Âdem aleyhisselâ- mın hullesinin [elbisesinin] rengi yıldız gibi ve mubârek teninin rengi ay gibi, mubârek yüzünün rengi güneş gibi idi. Mubârek alnı üzerinde yazılmış: Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlul- lah. Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn, Aliyyül Mürtedâ. Mukarreblerden, mukaddeslerden, rûhânî- lerden, kerûbîlerden o kadar melek, hazret-i Âdemin gelip-ge- çeceği yollar üzerine dururlardı. Âdem aleyhisselâmın yüzüne bakarlar, alnında yazılı olan (lâ ilâhe illallah Muhammedün re- sûlullah, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnû- reyn, Aliyyül Mürtedâ)yı görürlerdi. Âdem aleyhisselâm Cen- netde ni’metlenip ve zevklendi. Sonra sûrî isyân olup, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, lutf-i kereminden tevbesini kabûl edip, zellesini afv etdi. Âdem aleyhisselâm düâ edip, dedi: Yâ Rabbî! Bir kerre dahâ o beş nûru bana getir. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın düâsını kabûl edip, Âdeme Cennetin şimşîr ağacından bir tabût [sandık] indirdi. O tabutda, ezelî il- mi ve ezelî irâdesi te’alluk etmiş, üç arşın yüksekliği, üç arşın eni vardı. Tabutda yüzyirmidört bin Nebînin sûreti, o sûretin herbirine bir hâne olmak üzere yüzyirmidört bin hâne, her hâ- neye de dıvâr, dam, kapı, pencere, perde ve perdedâr halk et- miş. Başlangıçda Âdem aleyhisselâmın hânesi, sonunda Mu- hammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- nin hânesi vardır. Bir tarafında Enbiyâ hânesi, bir tarafında hazret-i Resûlullahın kırmızı yâkutdan hânesi. Hâne ortasında nemâza durmuş ve sağ elinin ayasını sol elinin üzerine koymuş ve Resûlullah hazretlerinin sağ tarafında bir merd-i mutî’nin

[itâat eden merdin] sûreti vardır ki, alnında yazılmışdır: Bu Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Sol tarafında da bir merdin sûreti vardır ki, alnında yazılmışdır: Bu Ömer-ül Fârûkdur. O merd ki, Alla- hü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden gayri kimseden korkmaz. Önünde Osmânın “radıyallahü anh” sûreti ve alnı üzerinde ya- zılmışdır ki: Bu, iyi merdlerin hâsı ve iyi kulların büyüğüdür. Hazret-i Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” arkasın- da Aliyyül Mürtedânın sûreti, kılıcını omuzuna almış ve alnı üzerinde yazılmış ki, Mustafâ hazretlerinin birâderi ve amcazâ- desidir. Ondan sonra Çihâr yâr sûretinin etrâfında amcaların ve dayıların sûreti ve diğer halîfeler ile vekîllerinin sûreti, mu- hâcir ve ensârın gâzîlerinin hepsi, başlarında yeşil imâme ve ye- şil tâclar ve yeşil silâhlar ve binekleri de hepsi yeşil. Yarın kıyâ- metde de böyle gelirler. Dünyâda güneşin nûru dünyâyı aydın- latdığı gibi, onların atlarının tırnaklarının nûru arasat meydânı- nı nûrlandırır. Âdem aleyhisselâm dünyâda hayâtda idi; o tabut yanında idi. Âdem aleyhisselâm dünyâdan göç etdiler. Şît “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine mîrâs kaldı. Şîtden “aleyhisselâm” İdrîse “aleyhisselâm” ve böylece tâ İbrâ- hîm Halîl ve İsmâ’îl ve Mûsâ Kelîmullah ve Îsâ ibni Meryem “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” hazretlerine mî- râs kaldı. Bu kıssa uzundur. Bundan maksad odur ki, hazret-i Âdemin zemân-ı şerîfinden, hazret-i Îsânın zemân-ı şerîfine ka- dar her bir Nebî ve her bir Resûl, gazâya gideceği ve Allahın düşmanları ile harb edeceği zemân, o tabutu kendi ile berâber götürürdü. Muhammed Mustafa “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin berekât ve hayrâtından ve Çihâr yâr-i güzî- nin berekâtından zafer ve nusret ve fırsat müyesser olurdu. Bu konu (Kısâs)da mevcûddur.

Onüçüncü Menâkıb: Sahîh isnâd ile Atâdan, o da Abdüllah bin Abbâsdan “radıyallahü teâlâ anhümâ” bildirilen hadîs-i şe- rîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Kıyâmet günü bir nidâ edici, nidâ eder ki, Ehlullah olan kalksın! Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ an- hüm” kalkarlar. Ebû Bekre denilir ki: Var, Cennet kapısında dur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmeti ile, istedik- lerini Cennete koy. İstemediğini de Allahü teâlânın kudreti ile Cennete koyma. Ömere “radıyallahü teâlâ anh” denir: Var, mî-

zân [terâzî] yanında dur! Kimi istersen, Allahü teâlânın bereke- ti ile mîzânını ağır et. Kimi istersen, Allahü teâlânın bereketi ile, mîzânını hafîf et. Osmâna “radıyallahü teâlâ anh” denilir. Al bu asâyı. Var Kevser havzının yanına dur! Kimi istersen ha- vuzdan su içir. Kimi istersen içirme. Alîye “radıyallahü teâlâ anh” denilir ki: Bu hulleyi giy! Allahü tebâreke ve teâlâ hazret- leri bu hulleyi senin için hâzırlamışdır.)

Şimdi, ey sünnîler, ehl-i sünnet i’tikâdında olan temiz müsli- mânlar! Bu dört hâl, Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hazretlerinin şeref ve fazîletinin ifâdesidir. Ma’lûm ol- sun ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hulle giymesi, ikbâl-i tâmdır. Kevser şerâbı üzerine emîn olmak, Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” işi oldu. Adâlet terâzisini kendi fermâ- nında tutmak Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” işi oldu. Cennet- de tesarruf etmek Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” işi oldu. Cümlesinden üstün ve efdaldir.

Ondördüncü Menâkıb: Ubeyy bin Kâ’b “radıyallahü teâlâ anh”, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” haz- retlerinin Kur’ân-ı kerîm okuyanlarının efdallerindendir. O ri- vâyet etmişdir. Ben bir gün Vel-Asr sûresini, Resûlullahın “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerinde okudum. Bi- tirince, dedim ki: Yâ Resûlallah! Vallahi, benim canım, babam ve anam sana fedâ olsun ki, lutf eyleyip, bu sûre-i azîm-üş-şânın tefsîrini beyân buyurun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Birinci âyet-i kerîmede meâ- len, (Allahü tebâreke ve teâlâ günün âhırine yemîn ederim) bu- yurmuşdur. İkinci âyet-i kerîmede meâlen, (Elbette, Ebû Ceh- lin işi ziyânda, zelîl ve başı aşağıdadır) buyurmuşdur. Üçüncü âyet-i kerîmede meâlen, (Ancak îmân edenler) buyurması, Ebû Bekr-i Sıddîk içindir. [ve devâmında meâlen] (Amel-i sâlih işli- yenler) buyurulması, Ömer-ül Fârûk içindir ki, çok amel işleyi- ci ve şükr edici ve iyi işler yapıcıdır. (Hakkı tavsiye ederler); Osmân-ı Zinnûreyn içindir ki, sabr tutucu ve hayâ-hilm sâhibi- dir. (Sabrı tavsiye ederler), Aliyyül Mürtedâ içindir ki, vefâkâr- dır ve kendini hıfz edicidir.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Ke- lâm-ı kadîm tefsîrinde, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ

anh” hazretlerini îmâna benzetdi. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini amel-i sâlihe benzetdi. Osmân “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretlerini hak işde vasıyyete denk etdi. Aliy- yül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini, sabr işinde vasıyyete benzetdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” îmân yerinde oldu. Ömer “radıyallahü anh” amel yerinde oldu. Ömer Ebû Bekrin fer’idir. Ebû Bekr îmân yerindedir. Îmân kalbin fi’lidir. Ömer amel yerindedir. Amel bedenin fi’lidir. Kalb bedene tâ- bi’ değil, beden kalbe tâbi’dir. Allahü teâlâ ve tekaddes hazret- lerinin Kur’ân-ı kerîminde okursun ve görürsün. Âyet-i kerîme- de; (Îmân edenler, sâlih amel işleyenler, hakkı tavsiye edenler, sabrı tavsiye edenler) buyurulması, burada da, önce Allahü teâ- lâ hazretlerini bilesin. Sonra Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bilesin ve dîn-i islâmı tuta- sın. Dîn-i islâm üzerine sülûk edesin [ilerleyesin]. O Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini hak üzere halîfe ve imâm bilesin. Ondan sonra Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri- ni, ondan sonra Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini, ondan sonra Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini hak üzere halîfe ve imâm bilesin. Ümîd olur ki, onların muhabbetleri hur- metine müslimân dirilirsin ve kıyâmet günü müslimânlar safın- da olup, müslimânlar zümresinde haşr olursun. Bütün şiddet- lerden ve belâlardan emîn olasın, inşâallahü teâlâ.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu- yurdu: (Her kim bir kerre nemâzda veyâ nemâz hâricinde Vel- asr sûresini okursa, o kimse, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretle- rinden iki şey bulur. Biri dünyevî, biri uhrevî. Dünyevî olan odur ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, ömrünün sonuna kadar sabr mührünü vurur. Tâ ki, o kimsenin ölüm cihetinden hiçbir korku ve sıkıntı önüne gelmez. Uhrevî olan odur ki, Al- lahü tebâreke ve teâlâ hazretleri o kimseyi kıyâmetde hak ehli ile ve kendi hâs kulları ile haşr eder. Tâ o kimsenin de gönlüne yalnızlık ve kimsesizlik cihetinden bir korku ve yabancılık fikri gelmez. Her bir okumağa bu iki ni’metin karşılığı hâzırdır. Bu Vel-asr sûresi hem hakkı zikr eder, hem sabrı zikr eder. Bu sû- reyi okuyanın, dünyâda ömrünün sonu sabr üzere olur. Âhıret- de haşrı, hak ehli ile olur. Âyetleri dörtdür. Kelimeleri ondört- dür. Harfleri altmışsekizdir. Her âyetin sonunda çok tehıyyât

ve salavât ve her kelimenin sonunda çok berekât ve hayrât ve harflerinin mukâbilinde çok derece ve hasenât vardır.)

Onbeşinci Menâkıb: Bu haber, Çihâr yâr-i güzîn “radıyalla- hü teâlâ anhüm” hazretleri hakkında meşhûr haberlerden biri- dir ve onların fazîlet ve şerefleri beyânında vârid olmuşdur. On- ların muhabbetleri bizim bedenimizde ve canımızda hayâtımız gibi olmuşdur. Cânımızda îmânımız gibi olmuşdur. Elhamdülil- lah! Onların muhabbet güneşleri bundan da fazla olursa, lâyık- dırlar. Eğer yüz bu kadar veyâ bin bu kadar veyâ dahâ da fazla olursa yine lâyıkdırlar. Hiçbir kimse, bu âna kadar onların dost- luğundan dolayı ziyân etmemişdir. Bundan sonra da etmez. Hiçbir ferd bu zemâna kadar onlara düşmanlık yapmanın fâide- sini görmemişdir, zararını görmüşdür. Bundan böyle kıyâmete kadar onlara adâvet sebebi ile bir fâide bulmak ihtimâli yokdur. Mutlaka zarar vardır. O kimseler hem Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” makbûlü ve mardîsi olur ve hem Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mahbûb ve memdûhu olur. Dahâ ne istersin. Bun- dan ziyâde ne gerek. Oradan ki, niyyet himmetdir ve ta’rîf-i muhabbetdir. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzînin temiz olmalarında ve büyüklüklerinde şek ve şübhe yokdur. Kur’ân-ı kerîmde ge- çen âyet-i kerîmeleri zikr etdik. Menâkıb-ı şerîflerinde ve o ha- berler ve eserlerin çokluğundan ki, tafsîl etdik ki, şerefli şânla- rında gelmişdir. Acaba o insâfsız ve mürüvvetsiz ve zâlim ve münâfık kimseler, bu kadar Kur’ân-ı azîm âyetlerini ve bu ka- dar Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hadîs-i şerîflerini okur ve dinlerler de, niçin gönlünde tutmaz ve inkiyâd ile kabûl etmezler. Göklerin ve yerin bile Çihâr yâr-i güzînin şerefinden haberleri vardır. Cennet ve Cehennem onla- rın nefesinden haberdârdır. Süflî âlem [dünyâ], üzerinde o bü- yükleri taşıdığı için iftihâr duyar [öğünür]. Levh ve kalemin her ikisi, Çihâr yâr-i güzîni senâ eder. Arş ve Kürsînin her ikisi Çi- hâr yâr-i güzîne düâ eder. Allahü teâlâ ve Resûli, Çihâr yâr-i güzîni medh ederler.

[Meâl-i şerîfi; (... Sabr edenler ...) olan Âl-i İmrân sûresi 17.ci âyet-i kerîmesi, Çihâr yâr-i güzîn ile alâkalıdır.] Sağlam ri-

vâyet ile Abdüllah bin Abbâsın “radıyallahü teâlâ anhümâ” bil- dirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri, bir cemâ’ate karşı buyurdu ki, kıyâmet günü olunca, herkesin niyyet ve himmeti, gam ve sıkıntıdan kendisi- ni kurtarmak olur. Önce gelenler ve sonra gelenler, murâdlı ve murâdsız [istekli, isteksiz] bir meydânda toplanırlar. Kendi def- terlerini okumak üzerine ve kendi yönlerinin katılığı üzerine ve kendi iyi bahtını kabûl etmek üzerine veyâ Allahü teâlâ muhâ- faza etsin, kendi kötü bahtını kabûl etmek üzerine gönül verir- ler. Eğer bu tarafda söz söyler isek, söz uzar ise de, eğer söyle- meyip, geçersek, gam ve gussada kalırız. Bunun için burayı uy- gun bir şeklde beyân edelim. Lâkin gönül katılığı ve göz körlü- ğü fâide vermez. Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesse- lâm” hazretlerinin zemân-ı şerîflerinden kıyâmet kopuncaya kadar, her kim ki, vücûda gelmişdir, hepsi toplu olarak veyâ müteferrik olarak temâmı toplanırlar. Bir kavm ayak üzerine durmuş, bir kavm dizleri üzerine durmuş şekldedir. (Her üm- meti dizleri üzerine oturarak toplanmış görürsün!) buyurul- muşdur. [Câsiye sûresi 28.ci âyet-i kerîme meâli.] Kalbleri gö- ğüsde hurûşa gelmiş, beyinleri dimâglarda cûşa gelmiş olur. Dizleri üzerine gelmiş kimsenin gönlü sıkıntıda olur. Kendile- rinden bîzâr olurlar. Ümîd etdikleri şeylere kavuşamadıklarını, lezzetlerden uzak olduklarını görürler. Gönüllerini [kalblerini] kendi yapdıklarının ve dediklerinin cezâsı ile başbaşa bırakır- lar. Büyük ve küçük günâhlıları, bir tarafda tutarlar. Kuvvetli ve za’îf hasmları diğer tarafda tutarlar. Mürâîlik, yankesicilik, nemmâmlık, ikiyüzlülük perdelerini yırtarlar. [Ya’nî bu vasflar açığa çıkar.] Dimâglarda, gönüllerde olan her ne varsa açığa çı- kar. Yâ se’âdet nûruna kavuşur. Veyâ Allahü teâlâ korusun, şe- kâvet ve zulmetine kavuşur. [Şûrâ sûresi 7.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (Bir fırkası Cennetde, bir fırkası Cehennemde olurlar) buyuruldu. Mü’min ve kâfirin başdan gidecekleri yer belli olur. Bu bâbda bu kadar yazıldı.

Biz bîçâreler ve derdine dermân arayanlar. Ne edelim, ne yapmağa kâdiriz. Biz nasîbsiz kimseler, kime ne söyliyelim, ki- me ne ağlayıp, sızlayalım. Keşki, annemizden doğmıyaydık. Ve- yâ çocuk iken ölse idik. [Meryem sûresi 23.cü âyet-i kerîmesin- de; Îsâ aleyhisselâmın doğumu zemânında; hazret-i Meryemin;

– 467 –

(Ne olaydı bu hâlden evvel ölmüş olsaydım; unutulup gitsey- dim) dediği bildirilmekdedir.] Yâ Rabbî! Sana karşı ağlayıp-sız- layalım. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerini sana şefâ’atçi getirelim. Sonra Çihâr yâr-i gü- zîn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini de sana şefâ’atçi ge- tirelim. Evet, evet. Vallahi delîl budur. Gözümüzün suyu, böy- le günde, böyle vaktde gâyet hoşdur, büyük sermâyedir.

Rubâi’:

Senin aşkın zarar olsa da, her ne kadar, yine hoşdur, Aşkında can korkusu olsa yine de hoşdur.

Diyelim ki, bu dünyâda sana kavuşamadım, Âhıretde bir ümîd, bulunsa yine de hoşdur.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kıyâmet günü- nün şiddetini, dehşetini beyân etdikden sonra buyurdular ki, bu şiddetli ânda iki minber getirirler. Her ikisi de kemâli nûr ile münevver, her ikisi hâlis nûrdandır. Birisini Arşın sağ tarafına, birisini sol tarafına koyarlar. İki şahs, ikisi de mukarreb melek, ikisi de heybetli ve haşmetli gelirler. O iki minber üzerine otu- rurlar. Ondan sonra, o sağ tarafda minberde oturan güzel ses ile der ki, (Beni bilmiyenler bilsin ki, Cennetin hâzini Rıdvânım. Cennetin makâmları, hazîneleri, dereceleri, benim elimdedir. Sevâb işleyenlerin işlerini gören benim. Şimdi emîn olun ve bi- lin, işte Cennetin anahtârları bendedir. Bugün Allahü Sübhâne- hü ve teâlâ hazretleri buyurdu, yâ Rıdvân! Kilitleri, Muham- med Mustafâya “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” teslîm et. Ben de iletdim. Resûlullah hazretleri bana buyurdu ki, bu kilit- leri Ebû Bekre ve Ömere teslîm et. İkisine benden selâm da söyle. Ve hem Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden selâm söyle. Ve onlara söyle ki, Cennet kapılarını açınız. Kendi dost- larınızı, gönlünüzün murâdı üzerine azâbsız Cennete götürü- nüz. Şimdi ben geldim. Kilitleri Ebû Bekre ve Ömere teslîm et- dim. Siz şâhid olunuz.)

Ondan sonra o ikinci melek, Arşın sol yanındaki minberden yüksek sesle nidâ eder. Heybetlidir ve haşmetlidir. (Yâ mahşer halkı. Her kim beni bilirse hoşdur. Her kim beni bilmez ise, bil- sin ki, ben Cehennem meleği Mâlikim. Azâb ehlini ben bilirim.

– 468 –

Cehennem derecelerini, tabakalarını, acı yerlerini bilirim. Cin- nîleri ve Âdem oğullarını, eğer istesem; arasat meydânından bir elimle tutar alırım. Ben ki bir sayhâ ile [bağırma ile] ve bir he- lâk edici bağırma ile insanların ve cinnîlerin başına intikâm ge- tiririm. Eğer istesem, Cehennemin dörtyüz derekesini bir bon- cuk gibi, elimin ayası üzerinde döndürürüm. Eğer istesem, ağaçlar yaprağı adedince, sahrâlar kumu adedince olan zincir ve halkaları, yılan ve akrebleri bir da’vet ile Cehennemin hâvi- yesinden dışarı çıkarırım. Şimdi, size haber vermeğe ve söyle- meğe geldim. İyi bakınız ve dinleyiniz. Bunlar, Cehennemin ki- litleridir. Allahü teâlâ bana emr etdi ki, Cehennemin bütün ki- litlerini Muhammed Mustafâya vereyim. Ona söyliyeyim ki, her kimi ister isen, Cehennemden geri tut. Ben de geldim kilitleri teslîm etdim. Allahü tebâreke ve teâlânın emrlerini haber ver- dim. Muhammed aleyhisselâm buyurdu ki, şimdi sen de, Alla- hü teâlâ şânühü hazretlerinin emri ile ve benim buyruğum ile Cehennemin bu kilitlerini, Ebû Bekr ve Ömere teslîm et. Ve onlara söyle. Her ikiniz düşmanlarınızı Cehenneme götürünüz. Şimdi, ben ki Mâlikim. İşte getirdiğim kilitleri, Ebû Bekr ve Ömere teslîm etdim. Siz şâhid olunuz.)

Ondan sonra, konulan o iki minber üzerine Rıdvân ile Mâ- lik çıkıp, otururlar. Sonra iki minber dahâ, cemâl ve kemâl-i nûr ile münevver oldukları hâlde getirirler. O iki minberin yanına koyarlar. Birinin sağında ve birinin solunda. Mukarreb ve mu- tahhar iki şahs [melek] gelip, herbiri bir minber üzerine çıkıp, otururlar. Ondan sonra o sağ tarafdaki minberde oturan mu- karreb melek nidâ eder ve der ki, Yâ mahşer halkı. Ben Mikâî- lim. İzzet hazînelerine müvekkilim. Minnet zâhireleri üzerine düşmüşüm. Suların, rüzgârların ve rızkların hazînedârı benim. Meşgûliyyetlerin, işlerin, fethlerin ve nusretlerin koruyucusu benim. Allahü teâlâ şânühû, kevser havzının kaynağını, suyu- nun dolup-boşalmasını, dağıtım ve tutumunu bundan önce be- nim emrime vermişdi. Bugün bana buyurdu ki, biz o nesneyi, sana vermiş idik. Bizim emrimiz ile benim hâs Resûlüm Mu- hammed Mustafâya “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” teslîm et. Bugün Kevser havzında cârî olan herşey, Resûlün “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” murâdı ve rızâsı ile cârî olacakdır. Ben vardım bu hükmü ve bu işi, hazret-i Mustafâya teslîm et-

– 469 –

dim. Muhammed Mustafâ hazretleri, bu işi, Osmân-ı Zinnû- reyn hazretlerine verdi. Kendi dostlarını ve Ebû Bekr, Ömer ve Alînin “radıyallahü teâlâ anhüm” dostlarını havzın şerâbından içirerek kandırsın. O Çihâr yârın düşmanlarını, havz-ı kevser- den mahrûm edip, geri döndürür. Sonra Arşın sol tarafında olan minberdeki melek nidâ eder: Yâ mahşer halkı. İşte cümle meleklerin büyüğü olan rûh benim. Vilâyetin fahri ve memle- ketin zeyni, cümle meleklerin berâberi benim ki, benim şânım- da gelmişdir. Allahü teâlâ hazretleri [Nebe sûresi 38.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (... Kıyâmet günü Rûh ve melekler saf olup, dururlar...) buyurdu. Şimdi bakın ve görün ki, sıratdan geçmek berâtı benim elimdedir. Görün ki, Allahü teâlâ şânühü, bundan evvel beni, sırat yolcularının gözeticisi etmişdi. Hiç kimse, benim icâzetim olmayınca, sıratdan geçemez. Bugün Al- lahü Sübhânehü ve teâlâ bana buyurdu ki, var bu cevâzı Mu- hammed Mustafâya ver. Ben de vardım, bu cevâzı Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine teslîm etdim. Muhammed aleyhisselâm bana buyurdu ki, sen bu cevâ- zı Aliyyül Mürtedâya teslîm et. Bugün Aliyyül Mürtedâ kendi dostlarını ve Ebû Bekr, Ömer ve Osmânın dostlarını selâmetle sıratdan geçirsin. Düşmanlarını, tepe aşağı Cehenneme yolla- sın.

Onaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” oturunca, sağ tarafına Ebû Bekr-i Sıddîk, sol tarafına Ömer-ül Fârûk, karşı tarafına Osmân-ı Zinnûreyn, arka tarafı- na Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anhüm” otururdu. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sağ tarafında oturmasının sebebi, ondan dolayıdır ki, bu ümmetde Ebû Bekr- den dahâ merhametli kimse olmamışdır. Cennet rahmet serâyı- dır. Cennet sağ tarafdadır. [Vâkı’a sûresi 27.ci âyet-i kerîmede meâlen; (Defteri sağ tarafdan verilenler, ne mutlu o eshâb-ı ye- mîne [sağcılara].) buyuruldu. 28.ci âyet-i kerîmede meâlen; (Es- hâb-ı yemîne Cennetde ne ikrâmlar olacakdır. Onlar, dikeni ol- mıyan, meyvesi çok olan sedir ağaçlarının altında olurlar) buyu- ruldu.] Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sağ ta- rafda oturması bundan dolayıdır.

Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sol tarafında oturma- sı ondan dolayıdır ki, iblis-i la’în her kavmin arasına sol taraf- dan gelir. Ya’nî İblîsin yolu sol tarafdan idi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” şeytânın yolu üzerine oturmuş olurdu. Âlem yaratı- lalıdan beri şeytân kimseden, hazret-i Ömerden korkduğu gibi korkmazdı. Hangi evde hazret-i Ömer olur ise, şeytân oraya gi- remezdi. Bir evde şeytân olduğu zemân, hazret-i Ömer o eve girdiği gibi, İblîs fîrâr ederdi. Dâimâ Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, toplantılarda ve meclislerde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sol tarafında otururdu. Tâ ki, ib- lîs o yoldan kavmin arasına gelmesin diye.

Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin önünde otur- masının pek büyük fâideleri var idi. Zîrâ Resûlullahın “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” meclisi, dervîşlerin ve gayrilerin ve yetîmlerin ümîdgâhları idi. Bir arzûsu, derdi olanların, çâre bu- lacakları yer idi. Her vaktde, her sâatde, gün olurdu ki, on ker- re, fakîrler ve dilek ve ricâ sâhibleri, ihtiyâcları için bu meclise gelirlerdi. Kendilerine gerekli olan önemli şeyleri o hazretden taleb ederlerdi. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” onların en zen- gini ve en cömerdi idi. Dinâr dizileri ve dirhem keseleri önün- de konulmuş idi. Elbiseleri ve dürlü dürlü hediyyeleri hizmet- cileri tutup, dururdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri kalb ile cümlenin en zengini idi. Lâkin beden ile dervîş idi. İstek sâhibleri gelirler, murâdlarını ve maksadla- rını ve arzûlarını taleb ederlerdi. Hazret-i Osmân kalkar, o meclisin hakkını ve O hazretin hakkını kendi malından edâ ederdi.

Aliyyül Mürtedâ, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin, mubârek arka tarafında oturmasının sebe- bi şu idi. Böyle bir meclisde, onun gibi büyük ve iftihâr edilen böyle bir rehber ve Peygamber düşmansız olmazdı ve kıska- nanları, inâdcıları olacakdı. Bu düşman ve hâsid ve muânidler [inâdcılar], hîle ve zarar etmeğe gelecekleri zemân, çok def’a arka tarafdan gelirler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” onun için muhâfız ve gözcü (bekçi) idi. Gerçi hakîkî muhâfız ve koruyu-

cu Allahü teâlâ hazretleridir. Lâkin zâhiren, sebebe yapışarak arkada otururdu. Eğer bir düşman gelip, çirkin bir hareket et- se idi, Allahın aslanı o kimsenin başını Zülfikâr adındaki kılıcı ile keserdi.

Onyedinci Menâkıb: Şakîk-i Belhî “rahimehullahü teâlâ” dedi ki, islâm bir ağaca benzer ki, ona dört şey lâzımdır. Kök, gövde, dal ve meyve. Ebû Bekr “radıyallahü anh” islâm ağacı- nın köküdür. Ömer “radıyallahü anh” gövdesidir. Osmân “ra- dıyallahü anh” dalıdır. Alî “radıyallahü anh” meyvesidir. Mu- hammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ism-i şerîfi dört harfdir. Mim; Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine uygunluğudur. Ha, Resûlullahın müslimânların işlerinde hasbiyetidir. Ya’nî her ne işler ise, Allahü teâlâ hazretlerinin rızâ-ı şerîfi idi. Kim- seden bir nesne tama’ etmez, birşey beklemezdi. Mim; akrâba ve ehline muhabbet ve muâşeretdir. Dal; islâm dînine kâfirleri da’vetdir. Muvâfakat, Ebû Bekrin nasîbi oldu. Hasbet, Ömerin nasîbi oldu. Muâşeret, Osmânın nasîbi oldu. Da’vet Alînin na- sîbi oldu “radıyallahü teâlâ anhüm.”

İşâret: Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” seferde ve hazar- da, cânını ve malını fedâ ederek mime muvâfakatı hıfz etdi. Al- lahü teâlâdan bu hil’atı buldu ki, (Mağarada bulunan iki kişi- nin, ikincisi) diye anılmak şerefine mazhar oldu. Ve hazîre-i kudüsde mucâvereti Rabbil’âlemîni buldu. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” âlemi ihtisâb kamçısı ile düzene sokdu. Binlerce mescidlerin bağrında nûr saçan minberler ta’yîn etdi. Hiç kim- seden korkmadı. Kendi oğlu üzerine dîni had cezâsını uygula- dı. Bütün hâllerinde bağlılığını sâdece Allahü tebâreke ve teâ- lâ hazretlerine hasretdi. [Muhammed sûresi 11.ci âyet-i kerî- mesinde meâlen]; (Elbette Allah îmân edenlerin velîsidir) bu- yuruldu. Allahü teâlâ, hakkında böyle buyurdu. Osmân “radı- yallahü teâlâ anh” muâşeret mimini seçdi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden başka, bütün yaratıklardan alâkasını ke- sip, Rabbil’âlemînin hizmeti ile meşgûl oldu. Her gece iki rek’atde bütün Kur’ân-ı kerîmi hatm etdi. Dünyâ muhabbetini kalbinden dışarı atdı. Ni’met ve malını Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine ve Eshâb-ı güzîne harc et-

di. Meâl-i şerîfi, (Dînî vazîfelerine devâm eden, geceleri secde- de ve kıyâmde geçiren...) olan, Zümer sûresinin 9.cu âyet-i ke- rîmedeki hitâba nâil oldu. Alî “radıyallahü teâlâ anh” halkı da’veti seçdi. Keskin kılıcı ile kâfirleri kahr etdi. Sabr ve sebâ- tından dolayı Cennete gitdi. [İnsan sûresi 12.ci âyetinde meâ- len], (Sabrları sebebi ile, Onlara Cennet ve ipek elbise giymek- le karşılık verir) buyuruldu ki, buradaki ihsânlara kavuşdu. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Her kim Ebû Bekri severse, beni bulur. Her kim Ömeri severse, be- ni görür. Her kim Osmânı severse, o bana lâyıkdır. Her kim Alîyi severse hemnişînim olur.) [hemnişîn: Celis: Meclisinde bulunan].

Onsekizinci Menâkıb: Şakîk-i Belhî “rahimehullahü teâlâ” buyurdu: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri- nin ismine câhiliyye devrinde (Atîk) derlerdi. İslâmiyyet zemâ- nında Ebû Bekr dediler. Gökde Sıddîk dediler. Yeryüzünde Abdüllah dediler. Cennetde Zülfadl [fazîlet sâhibi] olacakdır. Arşdakiler Züsse’a [ya’nî vüs’at, kudret sâhibi] dediler. Tevrât- da Mu’tî okudular. İncîlde müttekî okudular. Zebûrda Ma’me- yân okudular. Kur’ân-ı kerîmde sâhib okudular. Kıyâmetde Şâ- fi’ okudular. Cehennemde rahîm okudular. Melekler Cevâd okudular. Allahü teâlânın dîdârına kavuşma ânında Mükerrem okudular (dediler).

Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine câhi- liyye zemânında Ömer derlerdi. İslâmiyyet devrinde Ebû Hafs dediler. Düşmanları Bâsıta [memleketleri feth ederek yayılıcı] dediler. Cennetde Sirâc denilecekdir. Yeryüzünde Kâhir dedi- ler. Gökyüzünde Fârûk dediler. Tevrâtda nâsır okudular. İncîl- de Mensûr okudular. Zebûrda Nâtık-ı bil hak [ya’nî hak ile ko- nuşan] okudular. Kur’ân-ı kerîmde (Eşiddâü alel küffâr) [ya’nî kâfirlere karşı şiddetli davranan] okudular. Kıyâmetde Fâtih okudular. Cehennemde Hâmid okudular. Melekler âdil dedi- ler. Allahü teâlânın dîdârını görme vaktinde (Mu’azzam) diye- ceklerdir.

Osmâna “radıyallahü anh”, câhiliyye devrinde Ebû Ömer dediler. İslâmiyyet devrinde Osmân dediler. Evinde Zinnû- reyn dediler. Arşda Müstehyî [hayâ sâhibi] dediler. Tevrâtda

– 473 –

Müşfik okudular. İncîlde Reşîd okudular. Zebûrda Sa’îd oku- dular. Kur’ân-ı kerîmde şehîd okudular. Kıyâmetde Sahî [cö- merd] dediler. Cennetde Münfik [nafaka veren] dediler. Ce- hennemde Mutık [gücü yeten] dediler. Melekler Kânit [dindâr, itâ’atli] dediler. Allahü teâlâyı rü’yet vaktinde muhterem diye- ceklerdir.

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin ismine câhiliyye zemânında Haydar dediler. İslâmiyyet devrinde Ebül Hasen dediler. Gökde Alî dediler. Yeryüzünde Emîr-ül mü’minîn de- diler. Tevrâtda Millî [din ile alâkalı] okudular. İncîlde Esedil- lah okudular. Zebûrda civânmerd okudular. Kur’ân-ı kerîmde Ehl-i beyt okudular. Cehennemde Kerrâr dediler. Melekler Hâzim-ül ahzâb dediler. Rü’yet zemânında Müeyyed diyecek- lerdir.

Ondokuzuncu Menâkıb: Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri ve Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri dediler ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine vardık. Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri huzûrlarında oturmuş idi. Buyurdular ki, (Yâ Ebâ Zer! Muhâcir ve Ensâra câmi’e ge- lin diye nidâ et!) O da nidâ eyledi [seslendi]. Mescidi doldur- dular. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri minbere çıkdı. Belîg bir hutbe okudu. Sonra buyurdu ki, (Ey Muhâcirler ve Ensâr! Ben size bir hediyye vereyim mi? Cebrâ- îl aleyhisselâm, bana yedi kat göklerin üstünden hediyye getir- di.) Biz verin, yâ Resûlallah! dedik. Rıdâ-i şerîflerinin altından bir ayva çıkardı. Ebû Bekr-i Sıddîka verdi. Sonra Ömere ver- di. Ondan sonra Osmâna verdi. Sonra da Alîye verdi “radıyal- lahü teâlâ anhüm ecma’în”. O ayva fasîh lisân ile tesbîh, tah- mîd ve tehlîl etmeğe başladı. Râvî [nakl eden] der ki, Muhâcir ve Ensâr işitip, konuşma ve güzel sesinden hayret etdiler. O ayva, benim sesimden ve konuşmamdan, siz hayret mi ediyor- sunuz, dedi. Muhammed aleyhisselâmı hak Peygamber gön- dermiş olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, hazret-i Âdem aleyhisselâmı yaratmadan seksen bin sene önce, yedinci gökde, seksen bin şehr yaratmış- dır. Her şehrde seksen bin kasr, her kasrda seksen bin ev, her evde seksen bin bostân, her bostânda seksen bin ağaç, her

– 474 –

ağaçda seksen bin dal, her dalda seksen bin yaprak, her yapra- ğın altında seksen bin ayva yaratmışdır. Her ayva tesbîh, tah- mîd, tehlîl, takdîs ve tekbîr ederler. Sevâbını Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin “radıyallahü anhüm” dostlarına ve muhible- rine verirler.

Yirminci Menâkıb: Ebû Bekr-i Şiblî “rahimehullahü teâlâ” hazretlerinden, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurduğu (Ben ilmin şehriyim, Alî kapısıdır) hadîs-i şerîfini sordular. Şiblî cevâb verdi ki, Siz Alîyi; Ebû Bekr, Ömer ve Os- mândan “radıyallahü teâlâ anhüm” evvel zikr ediyorsunuz. Dört nesne Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mahsûs oldu. Bu dört nesneyi Allahü tebâreke ve teâlâ hazret- leri, Resûlüne mahsûs kıldı. Sıdkı Resûlüne mahsûs kıldı [Re- sûlullahın sıdkı temâm oldu]. Ma’rifete mahsûs kıldı. Ma’rifeti kemâle erişdi. İlme has kıldı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Ben sıdkın şehriyim. Ebû Bekr o şehrin kapısıdır!) Bunun doğruluğu Kur’ân-ı kerîm ile bildirilmişdir. [Zümer sûresi 33.cü âyetinde meâlen], (Onlar ki, sıdk ile geldiler ve onu tasdîk etdiler) buyuruldu. Burada kasd edilen Ebû Bekrdir “radıyallahü teâlâ anh”. Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ben îmânın şehriyim. O şehrin kapısı Ömerdir.) Bunun tahkîki kitâbullahdadır. [En- fâl sûresi 64.cü âyetinde meâlen], (Ey Resûlüm! Sana Allah ve mü’minlerden sana tâbi’ olanlar yetişir) buyuruldu. Burada kasd edilen Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ben ma’rifetin şehriyim. Osmân o şehrin kapısıdır.) Bunun tahkîki kitâbullahdadır. [Zümer sûresi 9.cu âyetinde meâlen], (Gecele- ri devâmlı secdede ve ayakda ibâdet eden ile küfr ve isyânda olan bir olur mu?) buyuruldu. Burada kasd edilen Osmân “ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Sonra Şiblî “rahimehullah” sükût etdi. O süâl eden kimse dedi ki; niçin Alînin fadlına istid- lâl etmeyip, sükût etdin. Şiblî “rahimehullahü teâlâ” buyurdu: Biz şunun üzerine şübhe etmeyiz ki, Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Ben ilmin şehriyim! O şehrin ka- pısı Alîdir.) Bunun tahkîki kitâbullahdadır. [İnsan sûresi 7.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (Nezrlerinde vefâ gösterenler, şid- deti yaygın olan kıyâmet gününden korkarlar) buyuruldu. Bu-

– 475 –

rada kasd edilen Alîdir “radıyallahü anh”.

Yirmibirinci Menâkıb: Sahîh rivâyet ile nakl olunmuşdur. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine, dört elma getirdi. Resûlullah, birisini Ebû Bekre “radıyallahü anh” verdi. Birisini Ömere “radıyallahü anh” verdi. Birisini Osmâna “radıyallahü anh” verdi. Birisini Alîye “radıyallahü anh” verdi. Ebû Bekrin “ra- dıyallahü teâlâ anh” elması üzerinde, (Hâzâ hediyyetün minel Melik-işşefîk alâ Ebî Bekr-i Sıddîk) [Bu, meliküşşefîkden Sıd- dîka hediyyedir] yazılmışdı. Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” el- ması üzerinde, (Hâzâ hediyyetün minel melikil vehhâb alâ Ömer-il Hattâb), [Bu, melikül vehhâbdan, Ömer-ül Hattâba hediyyedir] yazılmışdı. Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” elma- sı üzerinde, (Hâzâ hediyyetün minel melik-ül hannân el men- nân alâ Osmân bin Affân) [Bu, melikül Hannân ve mennândan Osmân bin Affâna hediyyedir] yazılmışdı. Alînin “radıyallahü teâlâ anh” elması üzerinde, (Hâzâ hediyyetün minel melikil Vâhibil Gâlib alâ Alî ibni Ebî Tâlib) [Bu, Melikül Vâhibül Gâ- libden, Alî bin Ebî Tâlibe hediyyedir] yazılmışdı. Yine Ebû Bekrin “radıyallahü anh” elması üzerine, (Ebû Bekre buğz eden zındıkdır) yazılmış idi. Ömerin “radıyallahü anh” elması üzerine, (Ömere buğz edenin yeri Sekar [Cehennem]dir) yazıl- mış idi. Osmânın “radıyallahü anh” elması üzerine, (Osmâna buğz edenin hasmı Rahmândır) yazılmış idi. Alînin “radıyalla- hü anh” elması üzerine, (Alîye buğz edenin hasmı Nebîdir) ya- zılmış idi.

Yirmiikinci Menâkıb: Hadîs-i şerîfde Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Nûh aleyhisselâm, kav- minden, haddinden ziyâde eziyyet ve müşkilât çekip, müslimân olmalarından da kat’î ümîdini kesip, düâ edip, [Nûh sûresi 26.cı âyet-i kerîmesinde meâlen buyurulduğu gibi], (Yâ Rabbî! Yer- yüzünde dolaşan hiçbir kâfiri bırakma.) dedi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri düâsını kabûl etdi. Cebrâîl aleyhisselâm ge- lip, tûfanın nasıl olacağını ve nasıl gemi yapacağını söyledi. Nûh aleyhisselâma neccârlığı [marangozluğu] ta’lîm etdi ve dedi ki: Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurdu ki, bir gemi ya- pacaksın. Nûh aleyhisselâm dedi; nasıl yapmam lâzım. Cebrâîl

– 476 –

aleyhisselâm dedi: Yüzyirmidört bin Peygamber adına birer tahta yont. Nûh aleyhisselâm buyurdu: Yâ Cebrâîl! Ben bütün Peygamberlerin adlarını bilmem. Cebrâîl aleyhisselâm dedi: Allahü teâlâ hazretleri, senin tahta yontmanı emr buyurur. Cümle eşyânın hâlıkı olarak, ben onların adlarını halk edip, tahtalar üzerinde zuhûra getiririm buyurur. İlk tahtayı ki kesip, yontdu. Âdem “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm” hazretle- rinin ismi o tahta üzerinde meydâna geldi. Bir tahta dahâ yont- du. Şis [Şît] aleyhisselâmın ismi meydâna geldi. Üçüncü tahta- da İdrîs aleyhisselâmın ismi, dördüncü tahtada Nûh aleyhisselâ- mın ismi meydâna geldi. Böylece her bir tahta üzerinde bir Pey- gamberin ism-i şerîfi meydâna geldi. Son tahtayı traş etdikde Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- lerinin ism-i şerîfi zuhûra geldi. Sonra yüzyirmidört bin mıh [çi- vi] yapdı. Her çivi üzerinde bu tertîb ile, bir Peygamberin ism-i şerîfinin yazılmış olduğunu gördü. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki: Allahü teâlâ buyurur: Tahtaları terkîb edip, mıhları [çi- vileri] muhkem et. Temâmını yerleşdirdi. Temâm olmadı. Dört tahtalık yer eksikdi. Cebrâîl aleyhisselâm gelip, dedi. Yâ Nûh! Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hâ- tem-ün-nebiyyindir. Onun dört yâri vardır. Birincisi Ebû Bekr, ikincisi Ömer, üçüncüsü Osmân, dördüncüsü Alîdir “radıyalla- hü teâlâ anhüm”. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyu- rur ki: Bu dört tahtaya da Çihâr yâr ismine yont ki, senin gemin temâm olsun. Nûh aleyhisselâm dört tahta dahâ yontup, terkîb etdikde, o gemi temâm oldu. Cebrâîl aleyhisselâm (Şimdi senin sefînen temâm oldu) buyurdu.)

İşâret: Yâ Nûh! Mustafâ adı ve Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî adı yazılmış olmayınca, su tûfanından sana kurtuluş olmaz, diye bildirildi. Ey mü’min! Muhammed Mustafâ “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin muhabbeti ve Çihâr yâr-i gü- zînin muhabbeti senin kalbinde olmayınca, Cehennem ateşin- den kurtulamazsın. Ebedî Cennete erişmezsin. Bîçûn ve bîçû- gûne olanın dîdârını görmezsin. Dâr-ı islâmda doğru oturmaz- sın.

Yirmiüçüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Dîni pâk ve muvahhid her mü’min hâlis kalb ile

– 477 –

(Bismillâhirrahmânirrahîm) söylese, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, ondan dolayı Cennetde kırmızı yâkutdan bir şehr bi- nâ eder. Her şehrde, zebercedden bin kasr, her kasrda bin se- rây, her serâyda bin hâne, her hânede bin taht, her tahtda sün- düsden ve harîrden [ipekden] bir döşek. Her döşeğin üzerinde bir hûrî, ayağından beline kadar anber, belinden gerdânına ka- dar, beyâz kâfûrdan, gerdânından başına kadar nûrdandır. Al- nına Ebû Bekr-i Sıddîk, sağ yanağına Ömer-ül Hattâb, sol ya- nağına Osmân bin Affân, çenesinde Aliyyül Mürtedâ, dudakla- rına (Bismillâhirrahmânirrahîm yazılmışdır.). Mutî’ ve muhlis olanların hepsi, ömürlerinde dilleri ile bir kerre besmele söyle- se, onun kurtulmasına ve halâsına sebeb olur. Nerede kaldı ki, gece ve gündüzde farz ve nâfile nemâzlarda mü’minler besme- le okurlar. Gâfil olmayıp, âgâh olanlar, her işlerinin başında besmele okurlar.

Yirmidördüncü Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyalla- hü teâlâ anhümâ” hazretlerinin rivâyet etdiği bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: (Cebrâîl aleyhisselâmdan işitdim, dedi ki: Rabbil’âle- mîn, Muhammedin “aleyhisselâm” nûrunu yaratdıkdan sonra [akabinde], bir kandil halk etdi. O kandili Arş-ı azîmin altına asdılar. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin nûru o kandilin etrâfında iki bin sene ibâdet etdi. Ondan sonra dört katre su o kandilden damladı. Medîne-i mü- nevvereye düşdü. Emr geldi ki, yâ Cebrâîl o toprağı kaldır. Bir şemâme yap. Ben de yapdım. Buyruk geldi ki, o şemâmeyi Rıd- vânın önüne ilet. Onu kâfûr ve anber ile, misk ve za’ferân ile yoğursun. Rıdvânın yanına iletdim. O şemâmeyi yoğurdu. On- dan sonra buyruk geldi ki, yâ Cebrâîl! Bu kâfûr ve anber, misk ve za’ferân ile yoğrulan çamuru, rahmet deryâsına daldır. Gö- türdüm, rahmet deryâsına daldırdım. Bin sene orada kaldı. Buyruk [emr] geldi ki, yâ Cebrâîl! Şimdi, rahmet deryâsından onu çıkar. Heybet deryâsına ilet [götür]. Heybet deryâsına gö- türdüm. Bin sene de orada kaldı. Emr geldi ki, çıkar, hayâ der- yâsına daldır. Ben de hayâ deryâsına daldırdım. Bin sene de orada kaldı. Emr [buyruk] geldi: Temâm oldu mu dedi. Temâm oldu, dedim. Her şeyi en iyi şeklde Sen bilirsin, dedim. Emr gel- di ki, ondan çıkar, ilm deryâsına götür. Ben de çıkarıp, ilm der-

– 478 –

yâsına götürdüm. Bin sene de orada kaldı. Emr geldi ki, te- mâmdır. Cebrâîl aleyhisselâm der ki, küstahlık edib, dedim ki, yâ Rabbî! Bu nûrdan ne halk etmek istersin. Buyruk geldi ki, yâ Cebrâîl! Bu nûrdan bir kulu halk etmek isterim ki, Arşdan top- rağa kadar âlemde ondan azîz bir kul olmaz. Arşın kenârına bakdım. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah, yazılmış gördüm. Senin adını bildim ve dedim, yâ Rabbî! Kâfûr ve an- ber, misk ve za’ferândan ne halk etmek istersin. Buyurdu ki, onun kemiğini kâfûrdan, halk ederim. Etini anberden, sinirini za’ferândan. Ey Cebrâîl, za’ferân renginde yüzünü, miskden tü- yünü ve anberden kokusunu halk ederim. Rahmet deryâsından Ebû Bekri halk ederim. Heybet deryâsından Ömeri, hayâ der- yâsından Osmânı, ilm deryâsından Alîyi halk ederim “radıyal- lahü teâlâ anhüm”.)

Yirmibeşinci Menâkıb: Sahîh rivâyet ile gelmişdir. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Allahü teâlâ bir bostân halk etmişdir. O bostânda kendi kudret ve nusretiy- le dört ırmak yaratmışdır. Biri, ikrâr ırmağı. Biri, tevhîd ırmağı. Biri, ahkâm-ı islâmiyye ırmağı. Biri, kelâm ırmağı. Her bir ır- mağı bir bucakda [köşede] yaratdı. Ebû Bekr muhabbetini bir bucağa [köşeye] koydu. Ömer muhabbetini ikinci bucağa koy- du. Osmân muhabbetini üçüncü bucağa koydu. Alî muhabbeti- ni dördüncü bucağa [köşeye] koydu. Her köşede on ağaç halk etdi [yaratdı].

Ebû Bekr “radıyallahü anh” muhabbetinin köşesinde halk etdiği on ağacın birincisi, şehâdet ağacı, ikincisi, havf ağacı, üçüncüsü, recâ ağacı, dördüncüsü, şevk ağacı, beşincisi, cehd, altıncısı, hayr, yedincisi, şükr, sekizincisi tevâdu’, dokuzuncusu nusret, onuncusu, ihlâs ağacı idi.

Ömer “radıyallahü anh” muhabbetinin olduğu köşede halk etdiği [yaratdığı] on ağacın, birincisi emânet ağacı, ikincisi salâ- bet ağacı, üçüncüsü şefkat, dördüncüsü inâbet, beşincisi mu- habbet, altıncısı ihlâs, yedincisi kanâat, sekizincisi rızâ, doku- zuncusu temyîz, onuncusu tevfîk ağacı idi.

Osmân “radıyallahü anh” muhabbetinin köşesinde halk et- diği on ağacın birinci ağacı vefâ ağacı, ikincisi haşyet ağacı,

– 479 –

üçüncüsü hurmet, dördüncüsü müvâneset, beşincisi tevekkül, altıncısı hamiyyet, yedincisi ilm, sekizincisi hilm, dokuzuncusu sehâ, onuncusu hayâ ağacıdır.

Alî “radıyallahü teâlâ anh” muhabbetinin köşesinde halk et- diği on ağacın, birinci ağacı şefâ’at ağacı, ikincisi sehâvet, üçün- cüsü istikâmet, dördüncüsü nemâz, beşincisi sabr, altıncısı isti- tâ’at, yedincisi zühd, sekizincisi rahmet, dokuzuncusu yakîn, onuncusu sadâkat ağacıdır.

Bu bostânı hâzır edince, iki tâife bostâna geldiler. Bir tâife riâyet edip, bostâna nazar etmediler. Önlerine bakdılar. Adâvet ağacını gördüler. Sağ taraflarına bakdılar, la’net ağacını gördü- ler. Sol taraflarına bakdılar, şekâvet ağacını gördüler. Arkaları- na bakdılar, gadab ağacını gördüler. Dediler, gelin bu bostâna girelim. Ayaklarını; adâvet ve la’net ve şekâvet ve gadab vâdi- sine koymağı kasd etdikleri gibi, buyruk erdi ki [emr geldi ki], ey bağban [bahçevân], bunları geri döndür. Ses melekûte yayı- lınca, bunlar kimlerdir fermânı gelince, bunlar râfizîlerdir denil- di. Bundan evvel bir tâife bostâna girmek istediler. Edeble ve hurmetle ayaklarını koydukları gibi, Çihâr yârin muhabbeti kalblerinde sâbit olduğu hâlde, nidâ geldi ki, ey bağban [bahçe- vân], kapıyı aç, dostlar içeri girsinler. Bunlar bizim dostlarımız cümlesindendir. Bostâna girdiler. Bir nesne tatmadılar, meyve- lerinden yimediler. Ellerini farzlara vurdular. Ayaklarını sün- net makâmına koydular. [Sünnet üzere hareket ederler.] Mu- habbet bostânı tarafına giderler. O bostân ortasında tecrîd tah- tını koydular. Rızâ yasdığına dayandılar. İhtiyâr döşeğini döşe- diler. Bu tahtın ortasında hamd simâtını döşediler. O simât [sof- ra] üzerine hazret ta’âmı koydular. O sofranın kenârlarında şükr şekerini dizdiler. Bu sofranın önünde, se’âdet ve şehâdet iskemlesini koydular. Ve kerâmet lâmbasını onun üzerine koy- dular. Ve ihlâs yağını o lâmbadan içine koydular. Yakîn fitilini ona dikdiler [geçirirler]. Muhabbet ateşi ile ışıklandırdılar. Bu ta’âmı yidiler. Mahmûr oldular. Ellerini havf çalgısına götürdü- ler. Sabr ibrişîmini ona bağladılar. Aşk mızrâbı ile, sabr ibrişî- mine vurup, na’me çıkardılar ki; biz Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Çihâr yârını, ya’nî, Ebû Bekr, Ömer, Os- mân, Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini cândan seve-

– 480 –

riz. Sonra, onlara rahmet nazarı ile nazar olundu. Se’âdet ma- kâmına onları oturturlar.

Yirmialtıncı Menâkıb: Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile bir bağa gitdik. Hazret-i Resûl-i ekrem, bana bu- yurdu ki, (Yâ Ebâ Zer! Bilmiş ol ki, Hallâk-ı âlem celle celâlü- hü, bu bağda, Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinden bin kerre bin sene evvel bir emânet koymuş- dur.).

Ebû Zer “radıyallahü anh” der ki, o bağa girdik. Dört dal gördük. Herbir dalda yapraklar var. Bir dalın yapraklarında, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, ben Ebû Bekr-i Sıddîkım) yazılı olduğunu gördüm. Bunu görünce, istedim ki, geri döneyim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine haber vereyim. İkinci dal bana dedi ki, sabr et, ki göresin. İkinci dal üzerindeki kırmızı yapraklar üzerinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, ben Ömer-ül Fârû- kum) yazılmış gördüm. İstedim ki, geri döneyim. Üçüncü dal bana dedi ki, sabr et, göresin. Üçüncü dal üzerinde, beyâz yap- raklar üzerinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Ben şehîd Osmânım) yazılmış gördüm. İstedim ki, geri döne- yim. Dördüncü dal bana dedi, sabr et de göresin, [neler göre- ceksin]. Dördüncü dal üzerinde, yeşil yapraklar üzerinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Ben Aliyyül Mürtedâ- yım) yazılmış gördüm. Ayrıca herbir yaprak üzerinde; Allahü tebâreke ve teâlânın la’neti, bunları seb’ edenlere, bunlara buğz edenler üzerine olsun, yazılı idi.

Yirmiyedinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri rivâyet etmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîfle- rine vardım. Gördüm ki, mubârek dudağını dudağı üzerine koymuş. Resûlullahı o şeklde hiç görmemiş idim. Mubârek eli ile bana işâret eyleyip, yanına çağırdı. Varıp, yanına, ne oldu yâ Resûlallah, dedim. Buyurdu ki, (Yâ Abbâs oğlu! Bu sâatde bir melek yanıma geldi. Bir turunçu bana sundu [verdi]. Elime al- mazdan evvel, turunç dört pâre oldu. Bir pâresi [parçası] ikiye bölünüp, gördüm, içinden bir hûrî çıkdı ki, yetmiş bölük kisve-

si var. Yetmiş hulle giymiş ki, o hullelerden [elbiselerden], ke- miklerinin ilikleri görünür. Eğer ağzının suyu deryâlara [deniz- lere] salınsa [damlasa], denizler tatlı olurdu. Dedim, sen kim- sin ve kimin içinsin. Ben müslimânların imâmı, muhâcirlerin evveli, Ebû Bekr-i Sıddîk içinim. İkinci parça da iki bölük olup, onun içinden bir hûrî çıkdı ki, eğer gözünü açsa idi, gözünün nûrundan, dünyâ münevver olurdu. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, onu kâfûrdan ve miskden ve anberden halk etmiş. Dedim, sen kimin içinsin. Dedi, ben Ömer ibnül Hattâb içinim. Üçüncü parça da iki bölük olup, içinden bir hûrî çıkdı. Başı üzerine bir tâc koymuş. O tâcın dört tarafı var. İnci ve yâkut di- zilmiş. Ben dedim, sen kimin içinsin. Dedi, ben Osmân bin Af- fân içinim. Dördüncü parça da bölünüp, içinden bir hûrî çıkdı. Hulleler giymiş. Saçlarını [zülüflerini] salıvermiş. Ben dedim, sen kimin içinsin. Ben Fâtıma içinim, dedi. Onların [üç halîfe- nin] karşılığı hûrîler oldu. Alînin karşılığı hûrî olmadı. Zîrâ hazret-i Alîye Fâtıma-tüz-zehrâ verilmiş idi ki, bin kerre bin hûrîden dahâ iyidir [kıymetlidir] “radıyallahü teâlâ anhüm ec- ma’în”.)

Yirmisekizinci Menâkıb: Bir vakt Cebrâîl aleyhisselâm, Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzû- runa geldi. Dedi ki: yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Âdem “aleyhisselâm” hazretlerini halk edip, rûhunu bedenine verdi. O vakt buyurdu ki, yâ Cebrâîl! Cennete var, bir elma getir. O elmayı kuvvetlice sık. Tâ ki, elmadan su çıksın. Elmayı getirdim. Kuvvet ile sıkdım. Ondan bir katre su çıkdı. O bir katreyi Âdem “aleyhisselâm” hazretlerinin boğazına dam- latdım. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile o beş katre [damla] oldu. Bir katreden seni halk etdi ki, Muhammed aleyhisselâmsın. İkinci katreden Ebû Bekri halk etdi. Üçüncü- den Ömeri, dördüncüden Osmânı, beşinciden Alîyi halk etdi [yaratdı]. Bundan ötürü ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Ben ve eshâbım bir sudan yara- tıldık.)

Yirmidokuzuncu Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Bir gün Cebrâîl aleyhisselâm benim yanıma geldi. Ben dedim, ey Cebrâîl. Sen

ne zemândan beri, Ebû Bekri bilirsin [tanırsın]. Dedi ki, yâ Re- sûlallah! Allahü teâlâ seni ve Âdemi halk etmezden onsekizbin sene evvel, beni halk etdi [yaratdı]. Başımı secdeye koydum. Emr geldi ki, yâ Cebrâîl ben kimim! Başımı yukarı kaldırıp, de- dim ki, (Sen yaratıcı olan Allahsın!) Bir kerre dahâ başımı sec- deye koydum. Yine emr olundu ki, ben kimim. Başımı kaldı- rıp, dedim ki, (Sen her şeyi yaratan Allahsın!) Sonra âlemi ya- ratdı. Emr etdi ki, Cebrâîl ileri gel. İleri gitdim. Nidâ geldi ki, doğru söyledin. Başımı secdeye koydum. Küstâhlık etdim, de- dim: Ey Allahım! Benden evvel kimse halk etdin mi? Önüne bak diye hitâb geldi. Bakdım, bir nûr gördüm. Sağıma ve solu- ma bakdım. Nûr gördüm. Ardıma bakdım, nûr gördüm. De- dim, ey Allahım! Bu nûrlar nedir. Nidâ geldi ki, ey Cebrâîl, ön- ce bu nûru yaratdım. Bu nûra Muhammed Mustafâ diye ad verdim. Yâ Rabbel’âlemîn. Bu dört nûr ki, dört tarafındadır. Bu nûrlar nedir. Nidâ geldi ki, yâ Cebrâîl! O önündeki nûr, Ebû Bekr-i Sıddîkdır. O sağındaki nûr, Ömer bin Hattâbdır. O solundaki nûr, Osmân bin Affândır. O arkadaki nûr, Aliyyül Mürtedâdır. [Ya’nî onun nûrudur.] Ben dedim, yâ Rabbel’âle- mîn! Onların Senin dergâhında ne kadar kıymetleri vardır. Ni- dâ geldi ki, yâ Cebrâîl! Benim izzetim celâlim hakkı için, her kim, benim birliğime inanıp, Muhammed Mustafânın risâletine şehâdet ederek, kıyâmet gününe gelir, bu çâr-i yârin [ya’nî hü- lefâ-i râşidînin] muhabbeti onun kalbinde olursa, onu Cennete dâhil kılarım.

Otuzuncu Menâkıb: Rivâyet edilmişdir ki, dört âyet nâzil ol- du. Bu dört âyet-i kerîmenin herbiri ile, Çihâr yâr-i güzîn “radı- yallahü teâlâ anhüm”, kendini kurtulmağa sebeb edindi. Bun- dan sonra Allahü tebâreke ve teâlâ Çihâr yâr-i güzînin senâsı hakkında dört âyet-i kerîme dahâ nâzil kıldı. Meâl-i şerîfi (İşte onlar, Allahü teâlâya karz-ı hasen ile borç verirler...) olan, Be- kara sûresi 245.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Ebû Bekr “radıyal- lahü teâlâ anh” buyurdu ki, bu âyet-i kerîme nâzil oldukdan sonra, ben dünyâ malından kendime bir nesne alıkoymam dedi. Her ne malı var ise, hepsini verdi. Meâl-i şerîfi (İşte o verenler, takvâ sâhibi oldukları için verirler) olan, Leyl sûresi 5.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Meâl-i şerîfi (... Cum’a günü nemâz için ezân okunduğu zemân, Allahı anmağa koşun. Alış-verişi bırakı-

nız...) olan, Cum’a sûresi 9.cu âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki, bir sâat bey’ etmeyiniz. Bundan sonra bey’ etmem.)

[Nûr sûresi 37.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (O kimselerin alış-verişleri Allahın zikrine engel olmaz...) buyuruldu. Sonra, meâl-i şerîfi (Geceleri biraz uyudukdan sonra nemâza kalk. Bu senin için nâfiledir...) olan, İsrâ sûresi 79.cu âyet-i kerîmesi nâ- zil oldu. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri buyurur: (Bir sâat uyumayın). Ben bundan böyle ge- celeri uyumam. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. [Zümer sûresi 9.cu âyet-i kerîmesinde meâlen], (Bütün gece devâmlı secde ederek, ayakda durup ibâdet edip, Rabbinin rahmetini ümîd eden...) buyuruldu.

Meâl-i şerîfi (Allahü teâlâ mü’minlerin nefslerini, Allah yo- lunda fedâ etmelerini istedi) olan, Tevbe sûresi 111.ci âyet-i ke- rîmesi nâzil oldu. Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri buyurur: (Cihâd eyle.) Ben bundan sonra cihâ- dı terk etmem. Meâl-i şerîfi (Allahü teâlâ din yolunda saf olup, cihâd edenleri elbette sever) olan, Saf sûresi 4.cü âyet-i kerîme- si nâzil oldu.

Otuzbirinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri be- ni güzîde kıldı. Benim için Eshâbımı güzîde kıldı. Onların ba’zısını kayınbabam etdi. Ba’zısını benim dâmâdım yapdı. Hepsi benim Eshâbımdandır. Bana nusret edicidirler. Onlar- dan sonra bir kavm gelecekdir. Onları seb’ ederler. O kavm ile su içilmez. Onlara kız verilmez. Onların nemâzı kılınmaz. On- ları aranızdan çıkarınız. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîye “ra- dıyallahü anhüm” buğz ederler. Toprak onların başlarına ol- sun. Güneşi ve Ayı ve Ülkeri ve Tan yıldızını sevmezler. Ebû Bekr güneş gibidir. Ömer Ay gibidir. Osmân Ülker gibidir. Alî Tan yıldızı gibidir. Meyve güneş ile pişer. Ay ile renk tutar. Ül- ker ile lezzetlenir. Tan yıldızı ile belâdan emîn olur. İslâm, Ebû Bekrin îmânı ile mekân tutdu. Ömerin îmânı ile süslendi. Os- mânın îmânı ile hoş oldu. Alînin îmânı ile düşman belâsından emîn oldu.

İşâret: Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” incir gibi idi. Zâhi- ri-bâtını bir idi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” zeytin gibi idi. Sırrı, alâniyyesinden iyi idi. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” si- nîn [Tûr-i sînâ] gibi idi. Zâhiri meyve ile süslü, bâtını su çeşme- leri ile donanmış idi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” Mekke-i mü- kerreme şehri gibi idi. Her kim Mekkede oldu, azâbdan emîn oldu.

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sâhib-ül gâr [mağara ar- kadaşı] idi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” şeyh-ül iftihâr idi. Os- mân “radıyallahü teâlâ anh” Fâtih-ül emsâr [şehrler feth eden] idi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” kâtil-i füccâr [kâfirleri öldüren] idi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ilm idi. Ömer “radıyallahü anh” o hazrete haşmet idi. Osmân “radıyallahü anh” dirhem idi. Alî “radıyal- lahü anh” kalem idi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” ârif idi. Ömer “radıyallahü anh” âdil idi. Osmân “radıyallahü anh” âkıl idi. Alî “radıyallahü anh” âlim idi. Ebû Bekr-i Sıddîk, sıdk ve safâ ile idi. Ömer-ül Fârûk, kuvvet ve salâbet ile idi. Osmân-ı Zin- nûreyn cevâd ve sehâ ile idi. Aliyyül Mürtedâ, heybet ve şecâ’at ile idi.

Ebû Bekr “radıyallahü anh” tâc-ı islâm idi. Ömer “radıyal- lahü anh” izz-i islâm idi. Osmân “radıyallahü anh” nûr-i islâm idi. Alî “radıyallahü anh” fahr-ül islâm idi. Ebû Bekr “radıyal- lahü anh” takî idi. Ömer “radıyallahü anh” nakî idi. Osmân “ra- dıyallahü anh” zekî idi. Alî “radıyallahü anh” vefî [vefâlı] idi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” Seyyid-üs-sâbikîn idi. Ömer “radı- yallahü anh” Seyyid-ül-sâdikîn idi. Osmân “radıyallahü anh” Seyyid-ül-münfikîn idi. Alî “radıyallahü anh” Seyyid-ül-mü’mi- nîn idi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” Dâî-i Hak ve Seyyid-ül Be- rere [Hakka da’vet edici, iyilerin seyyidi] idi. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anh” Kâhir-ül-Fecere [fâsıkları kahr edici] idi. Os- mân “radıyallahü anh” Seyyid-ül-Hiyere [seçkinlerin efendisi] idi. Alî “radıyallahü anh” Kâtil-ül-kefere [kâfirleri öldürücü] idi.

Her kim Ebû Bekri “radıyallahü anh” severse, Allahü teâlâ onu sever. Her kim Ömeri “radıyallahü anh” severse, işleri iyi olur. Her kim Osmânı “radıyallahü anh” severse, sevâbı bîşu-

– 485 –

mâr [hesâbsız] olur. Her kim Alîyi “radıyallahü anh” severse, karşılığı Cennet ve dîdâr olur. Her kim bunları sevmezse, kar- şılığı Cehennem ve nâr olur. Devleti nigünsâr [baş aşağı] olur. Allahü teâlâ ondan bîzâr olur.

Otuzikinci Menâkıb: Rivâyet ederler ki, bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin Sahâbe-i güzîni “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” toplanmışlar idi. Kendi hâllerinden söz söyliyorlar idi. Birisi aralarından kalkıp, dedi ki, yâ Ebâ Bekr! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin izzet ve azameti için söyle, bu mertebeye ne ile erişdin. Buyurdu ki: Ye- mîn verdiğiniz için söylemek lâzımdır. Dünyâya karşı, dîni ihti- yâr etdim [seçdim]. Âhıretden, Allahü teâlânın rızâsını seçdim. Hiçbir gün önüme bir hâl gelmedi ki, o husûsda, Allahü tebâre- ke ve teâlâ hazretlerinin hakkını, kendi hakkım üzerine üstün tutmıyayım. [Ya’nî Allahü teâlânın hakkını üstün tutdum.] Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine süâl etdiler. Sen bu mertebeye ne ile erişdin. Buyurdu ki: Onunla erişdim ki, mu- hakkak iki cihânda, Allahü teâlânın, istediğini azîz etdiğini ve istediğini zelîl etdiğini aklımdan çıkarmadım. Osmân “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretlerine süâl etdiler. Sen ne ile bu dereceye erişdin. Buyurdu ki, Kitâbullahı sağ tarafıma koydum. Resûlul- lahın sünnetini sol tarafıma koydum. Muhakkak bildim ki, Al- lahü teâlâ hazretleri benim sırrıma muttalîdir. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden süâl etdiler: Sen ne ile bu dereceye erişdin. Cevâb buyurdu ki; cihâd ile erişdim. Otuz sene mücâ- hede kılıncı ile ve haşyet zırhıyle ve vera’ kalkanı ile, tâ’at ve ibâdet oku ile, gönül kapısında oturdum. Bir nesneyi ki, gönlü- me koymadım ve hâtırıma getirmedim. Allahü teâlânın rızâsı dışında bir nesneyi gönlüme sokmadım.

Otuzüçüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Ebû Bekr benim görür gözümdür ve işitir kulağımdır.) Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin gözüne ve kulağına ta’n eden kimsenin gözleri kör olsun. Yine buyurdu: (Ömer benim arkam [sırtım] ve sığına- ğımdır.) O hazretin arkasını ta’n eden kimsenin arkası kırılsın. Buyurdu: (Osmân benim elimdir.) O Sultân-ı Enbiyânın elini ta’n eden kimsenin eli kesilsin. Buyurdu: (Alî benim gömleğim-

– 486 –

dir.) Server-i âlemîn gömleğini ta’n eden kimsenin gömleği par- ça parça olsun. Haberde vârid olmuşdur ki, kıyâmet gününde ümmet-i Muhammedin güzîdeleri [seçilmişleri] arş önüne varır- lar. Âsîlerin ahvâllerini görürler ki, arz ederler. Ebû Bekr-i Sıd- dîk “radıyallahü teâlâ anh” der ki, yâ Rabbî, doğru sözlüleri ba- na bağışla. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” der ki, yâ Rabbî! Âdilleri bana bağışla. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” der ki, yâ Rabbî! Hayâ edenleri bana bağışla. Alî “radıyallahü teâlâ anh” der ki, yâ Rabbî! Civânmerdleri bana bağışla. Mu- hammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurur; yâ Rabbî, fakîrleri bana bağışla.

Otuzdördüncü Menâkıb: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Cehennem kıssasını söyledi. Ümmet-i Muhammedin günâh- kârlarının Cehenneme gideceklerini söyledi. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” üzülüp, mahzûn oldular. Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri bir- birine bakışdılar. Dediler, ne dersiniz? Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Ben onların günâhlarının yarısını götürürüm. Ömer “radıyallahü anh” buyurdu: Ben de yarısını götürürüm. Osmân “radıyallahü anh” buyurdu: Ben Allahü teâlâ ve tekad- des hazretlerine düâ ederim. Tâ beni onlara fedâ etsin. Beni o kadar büyük [iri] yapsın ki, Cehennemde onların bütün yerle- rini doldurayım. Onlara girecek yer kalmasın. Alî “radıyallahü anh” buyurdu: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bana o ka- dar kuvvet versin ki, sırâtın köşesini düz tutayım. Tâ ki, onlar selâmetle sırâtı geçsinler. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Meryem sûresi 85.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O gün mütte- kîleri rahmân huzûrunda elçiler olarak haşr ederiz) buyurmuş- dur. Âyet-i kerîmedeki (Vefd) kelimesi Sahâbelerdir. Kıyâmet günü olunca, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retlerinin hizmetinde ve ümmet-i Muhammedin şefâ’atinde kı- yâm gösterirler.

Otuzbeşinci Menâkıb: Rivâyet olunmuş ki, Ebû Nevâs bir şâir idi. Ömrünü günâh ile geçirmiş, hüsrân ile sonuna götür- müş, amel defterini de simsiyâh etmişdi. Öldükden sonra, bun- ca günâhkârlığı ile, rüyâda gördüler. Süâl etdiler ki, Allahü

Sübhânehü ve teâlâ sana ne mu’âmele etdi. Cevâb verdi ki, Çi- hâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri- nin ve diğer sahâbîlerin medhleri hakkında yazmış olduğum dört beyt sebebi ile beni bağışlayıp, afv etdi. O beytleri evimin falan yerine koymuşdum. Rü’yâyı gören varıp, bu beytleri ta’rîf edilen yerde yazılmış buldu:

Sâhib-i gâr Atîki [Ebû Bekri], sevdiğim gibi derim, Ebû Hafsı [Ömeri] ve Onu sevenleri severim.

Râzı olmadım Şeyhin, ben evinde katline, Çok severim, Şeyhi [Osmânı] de Alîyi de.

Bence bütün sahâbe önderdirler ilmde, Aksini söyliyenler, yara açarlar bu dinde.

Yâ Rab! Sen bilirsin hepsini sevdiğimi, Onların hurmetine, âzâd et nârdan beni.

Otuzaltıncı Menâkıb: Süleymân bin Zekvân adında, zâhid, derecesi çok yüksek, tatlı bir kimse olduğu rivâyet edilen bir kimse var idi. O der ki: Benim bir komşum var idi. Müfsid ve aşağı bir kimse idi. Gündüz pazarda olurdu. Gece gelir şerâb içerdi. Bana çok cefâ verirdi. Âciz oldum. Oğluma dedim, gel; bu mahalleden bir başka mahalleye gidelim. Bunu görmiyelim. Kalkdık, bir başka mahalleye gitdik. Orada oturduk. Sonra, o adam öldü. O öldükden sonra, vatan-ı aslîmize geldik. Geceler- den bir gece, bir kimse kapıyı çaldı. Çıkıp, kapımı açdım. Bir merd gördüm ki, ayağı yerde, ama, o kadar yukarı bakdım, yü- zünü göremedim. Bana dedi ki, dışarı gel. Ben dedim, korka- rım. Korkma, dışarı gel, benim ardımca yürü. Ben de dışarı çık- dım ve izince gitdim. Kabristâna vardık. Bir mezâr üzerinde durduk. Bana dedi ki, bu mezârı aç. Ben de o mezârın toprağı- nı açıp, lahdin kerpicine erişdim. Dedi ki, kerpici kaldır. Kerpi- ci kaldırdığım gibi, bir bağçe gördüm ki, nihâyeti yok. Ve orta yerinde bakdım bir taht kurulmuş. Üzerinde elvân döşekler dö- şenmiş. O müfsid dediğim merd onun üzerine oturmuş. Bana dedi ki, bu merdi tanır mısın. Ben dedim, bu benim komşum- dur. Ben mahalleyi bunun yaramazlığı yüzünden terk etmişdim. Bana acâib gelmişdi [Hayretler içinde kaldım]. O Allahü tebâ- reke ve teâlâ hazretleri hakkı için ki, sana bu kerâmeti vermiş-

dir. Söyle ki, o merd bu kadar fısk ve fücûr ile bu mertebe-i aliy- yeye ne sebeble erişmişdir. O dedi, hakîkaten, bu adam senin dediğin gibi idi. Lâkin, bir iyi âdeti var idi. Ben dedim, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri için, o âdeti beyân eyle. Dedi, âde- ti bu idi ki, farz nemâzı kılıp, selâm verip, nemâzdan çıkdıkdan sonra, (Yâ Rabbî! Ebû Bekre, Ömere, Osmâna ve Alîye “radı- yallahü anhüm” rahmet et) diye düâ okurdu. Bu kıssadan ma’lûm oldu ki, her kim Çihâr yâre muhabbet besler ise; Alla- hü teâlâ ve tekaddes hazretleri o kimseye ne kadar mücrim ve günâhkâr dahî olsa da rahmet eyler.

Otuzyedinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri islâmı âşikâre eylediği vaktde, âlemin zulme- ti cemâli nûrânîsi ile münevver oldu. Her tarafa elçiler ile mek- tûblar gönderdi. Bütün insanları, karadan ve denizden, dağ ve ovadan Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine da’vet etdi. Dıh- ye “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini nâme [mektûb] ile rûm şâhı Kaysere gönderdi. Dıhye “radıyallahü anh” rûm diyârına vardıkda, Kaysere haber verdiler. Mekke-i mükerremede Pey- gamberlik da’vâsı eden Muhammed Mustafâdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” elçi gelmişdir, kapıda durur. Rûm Kay- seri, çağırın içeri gelsin, dedi. Dıhye “radıyallahü anh” der ki, ben içeri girdim. Mektûbu Kaysere sundum. Kayser mektûbu benden alıp, ayağa kalkdı. Başı üzerine koydu. Gözlerine sürdü ve öpdü. Sonra mektûbu açdı. Önüne koydu. Davûl ve kös ça- lınmasını söyledi. Cümle reâyası [devlet adamları] toplandılar. Kayser, hatîblerin minbere çıkdıkları gibi yüksek bir yere çıkdı. Zîrâ minber yok idi. Sonra yüksek ses ile dedi ki, ey kavmim, bi- lin ve âgâh olun ki, o merd ki, Mekke-i mükerremede risâlet da’vâsı eder. Bu mektûbu bize göndermişdir. Cümlemizi hak dî- nine da’vet etmişdir. Siz ne dersiniz ve ne cevâb verirsiniz. O kavm birden feryâd edip, bağırdılar. Dediler ki, sen nasâra dîni- ne kötülük yapmak istersin ve başka bir dîne girmek istersin. Kayser dedi ki, elem çekmeyiniz. Murâdım sizi tecrîbe etmek idi. Göreyim dinlerine nusret ederler mi. Geri dönün. Selâmet- le evinize varınız. Kayser de kalkıp, serâyına vardı.

Dıhye “radıyallahü anh” der ki, bir gün Kayser beni çağırdı. Kayserin yanına vardım. Yalnız idik. Elimi tutup, serâyına ilet-

di. O serâydan içeride bir başka serâya götürdü. Sonra bir oda- nın kapısını açdı. Gâyet süslü ve çok insan sûretleri o odada nakş edilmişdi. Bana dedi ki, yâ Dıhye, bu üçyüzonüç Nebînin sûretleridir ki, Îsâ aleyhisselâm bu dıvârda nakş edilmişdir. Dıhye der ki, ben o sûretlere nazar ederken [bakarken], nâgâh, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hil- ye-i şerîfine gözüm takıldı. O sûretler [resmler] arasında, on- dördüncü ayın yıldızlar arasında parladığı gibi parlıyor idi. Ben dedim ki, bu bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafâ “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sûret-i şerîfidir. Kayser dedi, doğru söylersin; ben de kitâblarımızda böyle bul- dum. Dıhye der ki, bakdım o Serverin sağ yanında bir sûret gör- düm; oturmuş. Kayser bana dedi; bu kimdir. Ben dedim, Ebû Bekr-i Sıddîkin sûretidir. Sol yanında oturmuş birini gördüm. Yüksek ve heybetli, uzun boylu idi. Kayser dedi, bu kimdir. Ben dedim, Ömer bin Hattâbın sûretidir. Kayser dedi, ben de kitâbda böyle bulmuş idim. Birini dahî gördüm, önünde hayâ ile oturmuş. Kayser dedi, bu kimdir. Ben dedim, Osmân bin Af- fânın sûretidir. Kayser dedi, ben de kitâbda böyle bulmuş idim. Birini dahî gördüm, ardında; dalkılınç olmuş durur. Kayser de- di, bu kimdir. Ben dedim, Alî bin Ebî Tâlibin sûretidir. Kayser dedi, doğru söylersin. Bizim kitâbımızda da böyledir. Dıhye der ki, Mekke-i mükerremeye döndüm. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîfine vardım. Kayserin kıssa- sını haber verdim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Kayser doğru söylemiş. Kayser doğru söylemiş. Yâ Dıhye! Onlar beni ve benim Eshâbımı bilirler. Ammâ, eze- lî şekâvet bedbahtlık ki, onlara erişmişdir; zarûrî olarak mah- rûm olup, Cehennemlik olurlar.)

Otuzsekizinci Menâkıb: Ey müslimânlar, muvahhidler ve sünnîler. Bu makâmda çok şirin bir kelâm edelim; inşâallahü teâlâ. Ma’lûm ola ki, her ikbâl ve devlet, salâh ve se’âdet, çok ve az, Allahü teâlâ âlemde halk etmişdir. O devlet, ikbâl ve sa- lâh ve se’âdetin aslını ve beyânını dört şeyde koymuşdur. O cümlenin hudûdunu ve sayısını Allahü tebâreke ve teâlâ haz- retlerinden gayri kimse bilmez. Lâkin o mikdâr bu hâlde bu fa- kîr ve bîçârenin fehminde ve ilmindedir. İşitin ve hâtırınızda tu- tun.

1– Allahü Sübhânehü ve teâlâ, çok memleketlerde zemânın salâhını [düzenini] dört şey ile te’mîn etmişdir. Yaz, kış, behâr, güz.

2– Dünyânın salâhını dört şeyde koymuşdur. Nebîler “aley- himüsselâm” ve âlimler, hâkimler ve bezîrgânlar [tüccârlar].

3– Cennetin salâhını dört şeyde koymuşdur. Altın ve gümüş, cevher ve nûr.

4– Cehennemin sıkıntısı dört şeydedir. Bend [Zincirden bağ bukağı], gul [demir tasma], çâh [ateş kuyusu] ve zulmet [karan- lık].

5– Gök yüzünün büyüklüğünün [yüksekliğinin] salâhını dört şeyde koymuşdur. [Ya’nî düzeni dört şey iledir.] Yıldız, ay, gü- neş ve melekler.

6– Yer bostânının [yeryüzünün] salâhını [düzenini] dört şe- ye bağlamışdır. Toprak ve su, ateş ve rüzgâr [yel].

7– Kur’ân-ı azîm-üş-şân dört şeyden hâsıl olmuşdur. Harf ve kelime, âyet ve sûre.

8– Îmânın keşfinin salâhını dört şeye bağlamışdır. Sabr ve yakîn, cihâd ve adl.

9– Îmân ve sabrının salâhını dört şeye bağlamışdır. Havf [korku] ve şevk, zühd ve murâkabe.

10– Îmân yakîninin salâhını dört şeye bağlamışdır. Hikmet ve basîret, gayret ve sünnet.

11– Îmân cihâdının salâhını dört şeye bağlamışdır. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker. Hamiyyet ve salâbet.

12– Îmân adlinin salâhını dört şeye bağlamışdır. Fehm ve ahkâm-ı islâmiyye, ilm ve hilm.

13– Merdin [erkeğin] kurtuluşunu dört şeye bağlamışdır. [Ya’nî kişinin se’âdetini dört şeye bağlamışdır.] İyi adı olmak, iyi bahtlılık, tevadu’ ve kanâ’at.

14– Kadının salâhını dört şeye bağlamışdır. [Ya’nî kadının iyiliği dört şey iledir.] Gayret ve iffet, setr ve emânet.

15– Aklın salâhı dört şey iledir. Uygunluk, şükr edici olmak.

Sakınıcı olmak ve iyi işli olmak.

16– Tabî’atin salâhını dört şeyde koymuşdur. [Tabî’atin dü-

zeni dört şey iledir.] Harâret [sıcaklık], burûdet [soğukluk], ru- tûbet [nem] ve yübûset [kuraklık].

17– Dînin salâhı dört şey iledir. Nemâz ve zekât, oruc ve hac. 18– Nemâzın salâhı dört şey ile meydâna gelir. Kıyâm, rükü’,

secde, kade-i ahîre.

19– Zekâtın salâhı dört şey iledir. Verici ve alıcı, nisâb ve ha- mûl [mal].

20– Orucun salâhını dört şeyde koymuşdur. Oruca niyyet ve imsâk ve ka’biliyyet, vakt.

21– Haccın salâhını dört şeyde koymuşdur. İhrâm ve vukûf, tavâf ve say’.

22– Gazâ etmenin salâhını dört şeyde koymuşdur. Kuvvet ve gayret, şehâmet ve şecâ’at.

23– Farzın salâhını dört şeyde koymuşdur. Şart ve rükn, eb’az ve hey’et.

24– İnsanın düzeni dört şey iledir. Yiyecek, içecek, giyecek ve ev.

25– Dünyânın salâhını dört şeyde koymuşdur. Hil’at, hür- met, muhabbet ve meveddet.

26– Yüzyirmidört bin Nebînin “aleyhimüsselâm” salâhı dört Peygamberdedir. Âdem, İbrâhîm, Mûsâ ve Muhammed Musta- fâ “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm”.

27– Gökden inen kitâblar dört dânedir. Tevrât ve İncîl, Ze- bûr ve Kur’ân-ı azîm-üş-şân.

28– Şehâdet kelimesini dört kelimeye koymuşdur. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah.

29– Sûre-i ihlâsın salâhı dört âyetde yerleşdirilmişdir. Kul hü

... Allahü ... Lem ... Ve lem... .

30– Onsekizbin âlemin salâhını dört şeyde koymuşdur. Arş ve Kursî, Lehv ve Kalem.

31– Doksandokuz esmâ-i hüsnânın salâhını dört ismde koy- muşdur. Evvel ve âhır, zâhir ve bâtın.

32– Yedi kat gökün ve yedi kat yerin ehlinin hâl ve bağlan-

– 492 –

tısının salâhını dört kimsede koymuşdur. Cebrâîl ve Mikâîl, İs- râfil ve Azrâîl “aleyhimüsselâm”.

33– Ulvî ve süflî âlem ehlinin salâhını dört şeyde koymuş- dur. Hareket ve sükûn. İctimâ ve iftirak [toplanmak ve ayrıl- mak].

34– Âlimlerin salâhı dört şey iledir. Hak söylemek ve nasî- hat etmek. İlmi büyük tutmak ve bildiği ile amel etmek.

35– Müteallim [talebe]lerin salâhı dört şey iledir. Hakkı işit- mek, nasîhat kabûl etmek. İlm üzerine konuşmak. Âlimi büyük tutmak.

36– Pâdişâhların salâhı da dört şey iledir. Vilâyet, asker, ve- zîr ve hazîne.

37– Reâyânın salâhı dört şey iledir. Sultânın adâleti. İnfâk, ülfet. Dostlar arasında ve düşmanlardan emîn olmak.

38– Zâhirin salâhı dört şey iledir. Göz ve kulak, el ve ayak. 39– Bâtının düzeni de dört şey iledir. İlm ve akl, havf ve re-

câ [korku ve ümîd].

40– Abdest dört şey ile temâm olur. Yüzü yıkamak ve kolla- rı yıkamak. Başını mesh etmek ve ayaklarını yıkamak.

41– Ayların salâhını dört şeyde koymuşdur. Receb, Zil- ka’de, Zilhicce ve Muharrem.

42– Onsekiz bin âlemin din ve ibâdetinin salâhını, Çihâr yâr-i güzînin muhabbetinde koymuşdur. Bunlar, emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr-i Sıddîk, emîr-ül mü’minîn Ömer-ül Fâ- rûk, emîr-ül mü’minîn Osmân-ı Zinnûreyn, emîr-ül mü’minîn Aliyyül Mürtedâdır “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Bun- ların hepsini, tafsîl etdik. Her dörtden biri yerine getirilmez ise veyâ birisi olmaz ise, o şey zâyi’ olur ve harâb olur. Eğer, Alla- hü teâlâ muhâfaza etsin, bir bedbaht ve bir devletsiz ve rezîl ve bir aşağılık, bir utanmaz ve yüzü kara, zerre kadar bu dört yâ- re buğz ve adâvet ve düşmanlığı beğense ve kalbinde ona yer etse, dünyâda ve âhıretde hüsrânda, ziyânda, mel’ûn ve bahtsız olur. (Dünyâda ve âhıretde hüsrân, o kimseler içindir.)

Otuzdokuzuncu Menâkıb: (Münebbihât) kitâbından terce- me olunmuşdur. [Bu kitâbı İbni Hacer Askalânî yazmışdır.] O

– 493 –

haberleri ve sözleri beyân ederken, evvelâ Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hadîs-i şerîflerini nakl eder. Sonra Çihâr yâr-i güzînin o hadîs-i şerîfe muvâfık tertîbi ile her birinden bir eser (söz) nakl eder.

İki maddeli kıymetli sözler: Rivâyet olunmuş ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki: (İki haslet [özellik] vardır ki, o ikisinden efdal birşey yokdur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine îmân ge- tirmek. Müslimânlara fâideli olmak.) Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur: (Bir kimsenin azıksız kabre girmesi, gemisiz denize girmesi gibidir.) Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Dünyânın izze- ti mal iledir. Âhıretin izzeti amel iledir.) Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Dünyâ gammı kalbe zulmet- dir. Âhıret gammı kalbe nûrdur.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Bir kimse ilm talebinde olsa, Cennet de onu taleb eder. Bir kimse ma’siyyet talebinde olsa, nâr [Cehen- nem] da onu taleb eder.)

Üç maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Bir kimse geçim darlığından şikâyetci olduğu hâlde sabâha çıksa, Rabbinden şi- kâyet etmiş gibi olur. Bir kimse dünyâ işi için üzülerek [mahzûn olduğu hâlde] sabâha çıksa, Allahü teâlâyı darıltmış olarak sa- bâhlamış olur. Bir kimse tevâdu’ etse bir zengine zenginliğin- den ötürü, dîninin üçde ikisi gider.) Ebû Bekr “radıyallahü teâ- lâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Üç şeye üç şey ile ulaşılmaz. Zenginliğe arzû ile erişilmez. Yiğitliğe boya ile [süslenmekle] erişilmez. Sıhhate devâlar [ilâclar] ile erişilmez.) Ömer “radı- yallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (İnsanlar ile güzel ge- çinmek aklın yarısıdır. Güzel süâl sormak ilmin yarısıdır. Güzel tedbîr ma’îşetin yarısıdır.) Osmân “radıyallahü teâlâ anh” haz- retleri buyurdu ki: (Bir kimse dünyâyı terk etse, Allahü tebâre- ke ve teâlâ hazretleri o kimseyi sever. Bir kimse günâhları terk etse, melekler o kimseyi sever. Bir kimse, başka insanlardan ta- ma’ı kesse, insanlar onu sever.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Dünyâ ni’metlerinden ni’met olmak ci- hetinden, islâm sana kifâyet eder. Dünyâ meşgûliyyetinden sa-

– 494 –

na ibâdet etmek, meşgûl olmak cihetinden kifâyet eder. İbret almak cihetinden ölüm sana kifâyet eder.)

Dört maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Ebû Zer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Yâ Ebâ Zer! Gemiyi yenile. Mu- hakkak ki, deryâ derindir. Azık al, zîrâ yolculuk uzundur. Yü- künü hafîf et. Zîrâ geçilmesi zor geçitler var. Amelini hâlis ey- le. Zîrâ; hâlisi-bozuğu ayıran Basîrdir.) Yine Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yıldızlar gök eh- li için emândır. Ne zemân ki yıldızlar gök ehlinin üzerine dökü- lür; kazâ nâzil olur. Benim eshâbım da ümmetim üzerine emândır. Ne vakt eshâbım zâil olursa, ümmetim üzerine kazâ nâzil olur. Eshâbım üzerine de ben emânım. Ben gitdim, eshâ- bım üzerine kazâ nâzil olur. Dağlar yer ehli için emândır. Ne zemân ki dağlar yer üzerinden gitdi. Yer ehli üzerine kazâ nâ- zil oldu.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Dört şey var- dır ki, dört şey ile temâm olur. Nemâz, secde-i sehv ile temâm olur. Oruc sadaka-ı fıtr ile temâm olur. Hac fidye ile temâm olur. Îmân cihâd ile temâm olur.) Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Deryâlar dörtdür: Allahü teâlâ hazretle- rinin rahmeti, günâhlar için deryâdır. Nefs, şehvetler için deryâ- dır. Ölüm, ömrler için deryâdır. Kabr, nedâmetler [pişmânlık- lar] için deryâdır.) Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Dört şey vardır ki, zâhirleri fazîletdir. Ve bâtınla- rı farzdır. Kur’ân-ı azîm-üş-şânın tilâveti fazîletdir. Onunla amel farzdır. İnsanlara ihsân etmek fazîletdir. Hasımları birbi- rinden râzı etdirmek farzdır. Sâlihler ile berâber bulunmak fa- zîletdir. Yapdıklarına uymak farzdır. Hastaları sormak fazîlet- dir. Vasıyyetlerini kabûl etmek farzdır.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Bir kimse Cennete müştak olsa [Cenneti arzû etse], hayrlı işlere koşar. Bir kimse ateşden [Ce- hennemden] korksa, şehvetlerinden kendini men’ eder. Bir kimse ölümü yakın bilse, dünyâ lezzetlerinden sakınır. Bir kim- se dünyâyı bilse [tanısa], musîbetler ona hor olur [musîbetlerin te’sîrinde kalmaz].)

Beş maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ

– 495 –

aleyhi ve sellem” hazretleri, bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki: (Her kim beş nesneyi hakîr ve hor görse, beş nesneden mahrûm olur. Bir kimse ulemâyı hakîr görse, dinden mahrûm olur ve dî- nine ziyân eder. Bir kimse ümerâyı [âmirleri] hakîr görse, dün- yâdan mahrûm olur. Bir kimse akrabâsına istihfâf etse [hafîf görse], mürüvvetden mahrûm olur. Bir kimse kendi ehline is- tihfâf etse [aşağı görse], ma’îşetden mahrûm olur. Bir kimse komşularına istihfâf etse [aşağı görse], menfe’atlerinden mah- rûm olur.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki: (Muhakkak Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bir kimseye beş şeyi hâzırlamadan beş şeyi vermez. Bir kimseye, ni’metini artdırmasını hâzırlama- dıkça şükr vermez. Kabûl etmeği hâzırlamadıkça düâ vermez. Afv etmeği hâzırlamadıkça istigfâr vermez. Kabûl edeceğini hâ- zırlamadıkça tevbe vermez. Karşılığını hâzırlamadan sadaka verdirmez.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden mervîdir. Buyurdular ki: (Beş zulmetin beş ışığı vardır. Dünyâ zulmetdir. Işığı, tâ’atdır. Günâh zulmetdir. Işığı tevbedir. Kabr zulmetdir. Işığı, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullahdır. Âhıret ka- ranlıkdır. Bunun ışığı, sâlih ameldir. Sırat karanlıkdır. Işığı, ya- kîndir.) (Münebbihât)dan bizde olan nüshasında, kabr zulmeti- ne ışık, Lâ ilâhe illallah, yazılıdır. Lâkin Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin menâkıb-ı şerîflerinde zikr olundu ki, Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” Lâ ilâhe illallah Muhamme- dün Resûlullah sözlerini birbirinden ayrı dememişdir. Son me- nâkıbda mufassal beyân olunmuşdur. Bu âdet-i şerîfleri bozul- masın diye, burada da berâber yazıldı. En doğrusunu Allahü teâlâ bilir.

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden mervîdir. Merfû olarak, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Eğer böyle olmasa idi, ya’nî Allahü âlem, bu şe- hâdete magrûr olup, ibâdete ve tâ’ate tenbellik edip, gevşek davranmasalardı, beş kimseye şehâdet ederdim ki, muhakkak onlar Cennet ehlindendir. Birisi, ıyâl [çoluk-çocuk] sâhibi olan kimse. Birisi, zevci ondan râzı olan hanım. O hanım ki, mehri- ni ve çeyizini zevcine hediyye eder. Birisi o kimse ki, vâlideyni

[anne-babası] ondan râzı olur. Birisi o kimse ki, günâhdan tev- be eder.)

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden mervîdir. Bu- yurdu ki: (Beş nesne müttekîler alâmetlerindendir. Dînini ıslâh eden kimseler ile oturmak. Fercinin ve lisânının üzerine gâlib olmak. Kendisine dünyâdan erişen çok şeyi vebâl görmek. Âhı- retden az bir şey erişirse, onu kendisine ganîmet bilmek. Harâm olur korkusu ile halâlden mi’desini çok doldurmamak. Başkala- rını kurtulmuş, kendisini helâk olmuş bilmek.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden mervîdir. Buyur- du ki: (Beş haslet olmasaydı, insanların hepsi sâlih olurlar idi. Câhilliğe kanâ’at etmek. Dünyâya harîs olmak. Malın fazlasına cimrilik. Reyde, fikrde ucb, kendini beğenmek.)

Altı maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Altı şey, altı vatan- da [mahalde, hâlde] garîbdir. Mescidler, içinde nemâz kılmıyan kavm arasında garîbdir. Okumıyanlar arasında Kur’ân-ı kerîm garîbdir. Kur’ân-ı kerîm, fısk işleyenler yanında garîbdir. Kötü huylu, zâlim kocanın elindeki sâliha kadın garîbdir. Kendini dinlemiyen kavmin arasındaki âlim garîbdir. Kötü huylu kadı- nın elindeki sâlih zevc garîbdir. Allahü teâlâ onlara kıyâmet gü- nünde elbette rahmet nazarı ile bakmaz.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (İb- lîs, önünde durur. Nefs, sağında durur. Hevâ solunda durur. Dünyâ arkanda durur. Etrâfında a’zâlar durur. Cebbâr [mekân- lı olmıyan] seni devâmlı görür. İblîs, seni dînini terk etmekden yana da’vet eder. Nefs, seni ma’siyyetden yana da’vet eder. He- vâ, şehvetlerden yana da’vet eder. Dünyâ, kendini âhırete ter- cîhden yana da’vet eder. A’zâlar [uzvlar], günâh işlemekden ya- na da’vet eder. Cebbâr, seni Cennet ve magfiretden yana da’vet eder. Her kim ki, iblîse icâbet ederse, dîni gider. Her kim ki, nefse icâbet etdi, rûhu necât bulmaz. Her kim ki, hevâya icâbet ederse, akl ondan gider. Her kim ki, dünyâya icâbet ederse, âhı- reti gider. Her kim ki, a’zâlara [uzvlara] icâbet ederse, Cennet elinden gider. Her kim ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri- ne icâbet ederse, bütün fenâ ve zararlı şeyler ondan gider. Bü- tün hayrlara nâil olur.)

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Muhakkak Alla- hü teâlâ hazretleri altı nesneyi altı nesnede gizledi. Rızâ-ı şerî- fini tâ’atda gizledi. Gadabını ma’siyyetde gizledi. İsm-i a’zamı- nı Kur’ân-ı kerîmde gizledi. Evliyâsını insanlar arasında gizledi. Ölümü, ömr içinde gizledi. Kadr gecesini Ramezân-ı şerîf için- de gizledi. Salât-ı vustâyı beş vakt içinde gizledi.)

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Muhakkak ki, mü’min altı nev’ korkudadır. Birisi, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri cânibinden [tarafından] korkudadır ki, onun rûhunu ânîden alır, diye. İkincisi, hafaza melekleri cihetinden korkuda- dır ki, onun üzerine yazdıkları nesne sebebi ile, kıyâmet günün- de rüsvay olur. Üçüncü, şeytân cânibinden korkudadır ki, onun amelini bâtıl eder. Dördüncü, melek-ül-mevt hazretleri câni- binden korkudadır ki, gafletde iken rûhunu alır. Beşinci, dünyâ cânibinden korkudadır ki, dünyâya magrûr olup, dünyâ onu âhıretden meşgûl eder. Altıncı, ehl-i ıyâl cânibinden korkuda- dır ki, onlar ile meşgûl olup, onlar onu Allahü teâlânın zikrin- den meşgûl ederler.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdular ki: (Altı hasleti bulunduran kimseler, Cennete çağrılan yolların hiçbiri- ni terk etmez. Nâra [Cehenneme] götürecek yolların hiçbirine varmaz. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerini bilip, ona tâ’at etmek. Şeytânı bilip, ona ısyân etmek. Bâtılı bilip, ondan sakın- mak. Hakkı bilip, ona ittibâ’ etmek. Âhıreti bilip, onu taleb et- mek. Dünyâyı bilip, onu terk etmek.)

Yedi maddeli kıymetli sözler: Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü Sübhânehü ve teâ- lâ hazretleri, yedi kimseyi, Arş-ı azîmin gölgesinde o günde göl- gelendirir. O gün Arş-ı azîmin gölgesinden başka gölgelenecek yer olmaz. Yalnız Arş-ı azîmin gölgesi olur. Bunlar:

1– Âdil devlet başkanı,

2– Allahü teâlâya tâ’atde bulunarak yetişen genç,

3– Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerini tenhâlarda zikr edip ve gözlerinden Allahü teâlânın korkusundan yaş akıtan kimse,

4– Kalbi mescide bağlı olan kimse,

5– Sağ elinin verdiği sadakayı, sol elinin bilmediği kimse, 6– Birbirini Allahü teâlâ için seven iki kimse,

7– Bir cemâl sâhibi kadın [güzel kadın] kendisini da’vet et- diği zemân, ondan kaçıp, Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ- dan korkarım diyen kimse.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Bahillerin [cimrilerin] malı, yedi belâdan birinde olur [birine uğrar]. Mî- râs yiyen bir vârisi, malını isrâf eder, onu Allahü teâlâ hazret- lerinin tâ’atinden başka yerde harcar. Veyâ Allahü teâlâ ve te- kaddes hazretleri o bahilin [cimrinin] üzerine bir eziyyet edici kimseyi [zâlimi] musallat eder. Onun malını, onun nefsini hor ve zelîl etdikden sonra alır. O bahili [cimriyi] bir şehvet hare- kete getirir ki, o şehvet ile uygunsuz işler yaparak malını ifsâd eder. Onda bir düşünce peydâ olur. İftihâr [öğünmek] için bir binâ yapar. Yâ bir fâidesiz harâbeyi ta’mîr eder. Malını onlara sarf eder. Yâ dünyâ âfetlerinden bir âfet peydâ olur. Suda gark olur, hırsız çalar veyâ ona dâimî bir dert erişir. Malını doktorlara yidirir. Yâ malını bir mekânda saklar. Sonra unu- tur.)

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Çok gülen kimsenin heybeti az olur. Çok şaka yapan istihfâf edilir [hakîr görülür]. Çok konuşan çok yanılır. Çok hatâ edenin ha- yâsı az olur. Hayâsı az olanın vera’ı az olur. Vera’ı az olanın kal- bi ölü olur. Kalbi ölü olanı Allahü teâlâ Cehenneme dâhil eder.)

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Allahü tebâre- ke ve teâlâ hazretleri [Kehf sûresi 82.ci âyet-i kerîmesinde meâ- len], (Onun altında ikisine âid hazîne var idi) buyurdu. O kenz altından bir levha idi. Onda yedi satır var idi. 1– Ben teaccüb ederim [şaşarım] o kimseye ki, muhakkak, bütün işler takdîr ile- dir. Hâlbuki o kimse kaçırdığı şeyler için üzülür. 2– Şaşarım o kimseye ki, ölümü bildiği hâlde güler. 3– Şaşarım o kimseye ki, Cehennemi bildiği hâlde günâh işler. 4– Şaşarım o kimseye ki, Cenneti bildiği hâlde istirâhat eder. 5– Şaşarım o kimseye ki, Al-

lahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretlerini bildiği hâlde, başkasını zikr eder. 6– Şaşarım o kimseye ki, dünyânın fânî ol- duğunu bildiği hâlde içindekilere rağbet eder. 7– Şaşarım o kim- seye ki, Kıyâmetde hesâba çekileceğini bildiği hâlde mal birikti- rir.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden süâl olundu ki: (Gökden ağır olan nedir, yerden geniş olan nedir, denizden en- gin olan nedir, ateşden sıcak nedir, taşdan katı nedir, Zemherîr- den soğuk nedir, zehrden acı olan nedir?) Alî “radıyallahü teâ- lâ anh” cevâb verdi ki: (Gökden ağır olan, temiz bir kimseye if- tirâ etmekdir. Yerden geniş olan; Hak, doğru olan şeydir. De- nizden engin olan, kanâ’at eden kalbdir. Ateşden sıcak olan, zulm eden sultândır. Taşdan katı olan, münâfıkın kalbidir. Zemherirden soğuk olan; levm eden, kınayan kimseye ihtiyâcı- nı arz etmekdir. Zehrden acı olan, sabr etmekdir.)

Sekiz maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: (Sekiz şey, sekiz şeyden doymaz. Göz nazardan [bakmak- dan]. Yer yağmurdan. Kadın erkekden. Âlim ilmden. Süâl so- ran sormakdan. Harîs, mal yığmakdan. Deryâ [deniz] sudan. Ateş odundan.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Sekiz şey, sekiz şeyin zînetidir: İffet, fakrin süsüdür. Şükr, zen- ginliğin süsüdür. Sabr, belânın süsüdür. Tevâdu’, hasebin [asâ- letin] süsüdür. Hilm, ilmin süsüdür. Çok ağlamak korkunun sü- südür. Başa kakmamak, ihsânın süsüdür. Huşû’ nemâzın süsü- dür.)

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Bir kimse fuzûlî konuşmağı [fazla, lüzûmsuz konuşmağı] terk etse, ona hikmet bağışlanır. Bir kimse fuzûlî bakmağı terk etse, ona huşû’ bağışlanır. Bir kimse fuzûlî yimeği terk etse, ona ibâde- tin lezzetini duymak bağışlanır. Bir kimse gülmeği terk etse, ona heybet bağışlanır. Bir kimse mîzâhı [şakalaşmağı] terk et- se, ona hüsn ve melâhat [güzellik ve tatlılık] verilir. Bir kimse dünyâ sevgisini terk etse, ona âhıret sevgisi verilir. Bir kimse, başkalarının aybı ile meşgûl olmağı terk etse, ona nefsinin

ayblarını ıslâh etmek nasîb olur. Bir kimse Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin zât-i pâkinin keyfiyyetinden tecessüsü terk etse, ona nifâkdan berâat bağışlanır [ya’nî o nifâkdan koru- nur].)

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Ârif- lerin alâmeti sekizdir: Kalbi, korku ve ümîd iledir. Dili, hamd ve senâ iledir. Gözleri, hayâ ve ağlama iledir. İrâdesi, dünyâyı terk etmek ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmakdır.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Huşû’ ol- mıyan nemâzda hayr yokdur. Boş söz konuşulmanın terk edil- mediği orucda hayr yokdur. Dikkat etmeden Kur’ân-ı kerîm okumakda hayr yokdur. Vera’ olmıyan ilmde hayr yokdur. Se- hâ [cömerdlik] olmıyan malda [zenginlikde] hayr yokdur. De- vâmlı olmıyan ni’metde hayr yokdur. İhlâs, ta’zîm ve tekrîm ol- mıyan düâda hayr yokdur.)

Dokuz maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki, (Allahü teâ- lâ Mûsâ “aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine Tevrâtda vahy etdi. Muhakkak hatâların anası üçdür. Kibr, hırs ve hased. On- lardan altı hatâ dahâ doğdu. Temâmı dokuz oldu. O altı hatâ; Tokluk. Uyku. Râhatlık. Mal sevgisi. Övünme sevgisi. Reîs ol- ma sevgisidir.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Âbidler üç sınıfdır. Her bir sınıfın alâmetleri vardır ki, o alâ- metler ile bilinir. Bir sınıfı, Allahü teâlâ hazretlerine korku yo- lu ile ibâdet ederler. Bir sınıfı, ümîd yolu ile ibâdet ederler. Bir sınıfı, muhabbet yolu ile ibâdet ederler. Birinci sınıf için üç alâ- met vardır: Sevdiği nesneyi bağışlar. Rabbinin râzı olmasına, nefsinin gadabını değişmez. Herhâlde Rabbinin emrini yapıp, nehyinden kaçar. İkinci sınıf için de üç alâmet vardır: Kendi nefsini hakîr, aşağı görür. Yapdığı ihsânı kıymetsiz bulur. Ak- ranlarını [emsâllerini] üstün görür. Üçüncü sınıf için de üç alâ- met vardır: Herhâlde insanlara önder olur. Bütün insanların cö- merdi olur. Allahü teâlâya, halkın temâmının hakkında hüsn-i zannı olur.)

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (İblîsin

zürriyyetinde dokuz nefer vardır ki şunlardır: Zenbûr; sokaklar sâhibidir. Sokakda bayrağını diker. Vetin; musîbetler sâhibidir. Evân; sultân sâhibidir [onunla berâberdir]. Hefâf; şerâbın sâhi- bidir [onunla arkadaşdır]. Mürre; mizmârlar [çalgılar] sâhibidir. Lekûs, mecûsînin sâhibidir [onunla arkadaşdır]. Müsavvit; ya- lan haberler sâhibidir. Dâsim, hâneler, evler sâhibidir. Eğer bir şahs evine geldikde, Allahü teâlânın ism-i şerîfini zikr etmezse, o kişi ile hanımı arasında adâvet ve münâze’a vâki’ olur. Hattâ aralarında talâk ve hul’ ve darb [dövme] vâki’ olur. Velhân; ab- destde, nemâzda ve diğer ibâdetlerde vesvese verir.)

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Bir kimse beş vakt nemâzını vaktinde, devâmlı kılsa, Allahü teâlâ ona dokuz ikrâmda bulunur. Allahü teâlâ o kimseyi sever. Bedeni sıhhatli olur. Melekler onu korurlar. Onun evine bereket nâzil olur. Sâ- lihlerin sîmâsi, yüzünde zâhir olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, onun kalbini yumuşak kılar. Sıratdan şimşek gibi ge- çer. Allahü teâlâ hazretleri onu Cehennemden korur. (Onlar üzerine korku ve hüzn dahî olmaz) kelâmı ile medh edilenler ile berâber olur.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Ağlamak üç şeydendir. Birisi, Allahü teâlâ korkusundan, ikincisi, gada- bından, üçüncüsü, kat’iyyet-i haşyetinden. Birinci ağlamak, gü- nâhlara keffâretdir. İkinci ağlamak, ayblarının temizlenmesidir. Üçüncü ağlamak, vilâyet ve mahbûbun rızâsıdır. Günâhlarının temizlenmesinin semeresi, kurtuluşdur. Ayblardan temizlen- menin semeresi, Na’îmde olmakdır. Vilâyet ve mahbûbun rızâ- sının semeresi Allahü teâlâyı rü’yetdir.)

On maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: (Misvâk kullanmağa devâm ediniz! Zîrâ onda on haslet vardır. Ağzı te- mizler. Allahü teâlâ ondan râzı olur. Şeytânı gadaba getirir. Ha- faza melekleri onu severler. Diş etlerini kuvvetlendirir. Balga- mı keser. Ağız kokusunu güzelleşdirir. Safra harâretini söndü- rür. Göze cilâ verir. Ağız kokusunu keser.) Misvâkı kullanmak sünnetdir.

(Allahü teâlâ hazretleri on haslet ile kullarını âfâtdan koruyup, mukarreblerin derecesine çıkarır: 1– Kanâ’at eden kalb ile de- vâmlı sıdk. 2– Devâmlı şükr ile, kâmil sabr. 3– Hâzır zühd ile devâmlı fakîrlik. 4– Aç karın ile devâmlı zikr. 5– Fâsılasız korku ile devâmlı hüzn. 6– Mütevâzî beden ile devâmlı gayret. 7– Dâim rahm ile devâmlı rıfk. 8– Hayâ ile devâmlı muhabbet. 9– Devâm- lı hilm ile fâideli ilm. 10– Sâbit akl ile dâimî îmân.)

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (On şey, on şey- den başkası ile düzgün olmaz, ıslâh edilemez: 1– İlm, vera’dan başkası ile ıslâh olmaz. 2– Amel, ilmsiz olmaz. 3– Korkusuz kurtuluş olmaz. 4– Sultân, adâletden başka şey ile ıslâh olmaz. 5– Asâlet [şeref], edeb ile ıslâh olur. 6– Sevinç, emniyyet ile olur. 7– Zenginlik, cömerdlik ile ıslâh olur. 8– Üstünlük tevâdû’ ile olur. 9– Fakîrlik, kanâ’at ile ıslâh olur. 10– Tevfîk olmadan cihâd olmaz.)

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (On şey, muhakkak kayb edilmişdir: 1– Süâl sorulmıyan âlim. 2– Amel edilmiyen ilm. 3– Kabûl edilmiyen doğru fikr. 4– Kulla- nılmıyan silâh. 5– Nemâz kılınmıyan mescid. 6– Okunmıyan Kur’ân-ı kerîm. 7– Fakîrlere verilmiyen mal. 8– Binilmiyen at. 9– Yalnız dünyâ için olan ilm. 10– Yol azığı hâzırlanılmadan ge- çen uzun ömür.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyuruyor ki: (Mîrâ- sın hayrlısı ilmdir. Rızkın en iyisi edebdir. Azığın hayrlısı, tak- vâdır. Sermâyenin en kazanclısı ibâdetdir. En iyi rehber sâlih amellerdir. Arkadaşın iyisi güzel huydur. Hilm, en iyi yardımcı- dır. Muhtâc olmamanın en iyisi kanâ’atdir. Yardımın hayrlısı tevfîkdir. Terbiye edicilerin en iyisi ölümdür.) Buraya kadar (Münebbihât)dan nakl olunmuşdur.

Kırkıncı Menâkıb: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretleri, Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ an- hâ” hazretlerinin mubârek evine vardı. İnsanlık îcâbı karınları acıkmışdı. Buyurdular ki, (Yâ Âişe! Hiç bir yiyecek var mıdır?) Mubârek sözlerini temâmlamadan, kapı çalındı. Kapıyı açdılar. Gördüler ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazret-

buyurdu ki: (Yâ Ebâ Bekr! Bu vakt gelmenize sebeb nedir?) Ebû Bekr-i Sıddîk cevâb verdi ki, (Yâ Resûlallah! Üç gündür bir ta’âm yimemişim. Açlık cânıma kâr etdi. Geldim ki, mubâ- rek dîdâr-ı şerîfinizin müşâhedesi ile karnım tok olsun.) Bu ko- nuşma sırasında iken, yine kapı çalındı. Kapıyı açdıkda, bakdı- lar ki, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Sonra Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Gelmenize sebeb nedir.) Bu- yurdular ki, yâ Habîb-i Rabbil’âlemîn! Üç gündür yemek yime- dik. Çok acıkdık. Geldik ki, mubârek, emsâlsiz cemâlinizin mü- şâhedesi ile, bu dağdağadan halâs olup, karnımız tok olsun. Hazret-i Alî dedi ki, yâ Resûlallah. Üç gündür seyyidünnisâ Fâ- tıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri ve imâ- meyn-i ciğer gûşeleriniz Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri de açlıkdan kat’î bunalmışlardır. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Üç gündür ben de ta’âm yimedim. Karnım açdır.) Hazret-i Alî de- di ki, yâ Nebiyyallah! Dün yoldan geçerken, Mu’âz bin Cebelin “radıyallahü teâlâ anh” havlusunda olan hurma ağacında hur- ma gördüm. Bunu söyleyince, Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Kalkın, Mu’âzın evine gi- delim! Bizi hurma ile konuk etsin [müsâfir etsin]!)

Server-i Enbiyâ, Çihâr yâr-i güzîn hazretleri ile, Mu’âz haz- retlerinin kapısına gitdiler. Güçlükle vardılar. Vay başımıza, vay cânımıza! Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn ki, onsekiz- bin âlem onun yüzü suyu hürmetine yaratılmışdır. Görünüz hazret-i Çihâr yâr-i güzîn ile birlikde ne zahmetler çekmişlerdir. Allah saklasın, bir gün aç kalmış olsak, başımıza kıyâmet kopar. Dünyâ bize zindân olur. Eğer Eshâb hazretlerinden birisi mer- kad-ı şerîflerinden [kabrlerinden] başını kaldırıp, bu zemânda olan ümmet-i Muhammede nazar etse [baksa], teâccüb edip [hayret edip] der ki, acabâ bunlar hangi milletdendir, hangi tâ- ifedendir. Hangi Peygamberin ümmetidir. Biz de insâf etsek. Hergün dahâ iyiye mi gidiyoruz! Allahü teâlâ şânühü hazretle- ri, bu sultânların hurmetine, kendi lutf, kerem, fadl ve ihsânı ile, bizim o yüzümüzün karalığına bakmayıp, afv buyursun. Biz âsî ve mücrim kullarını dîdârı ile şereflendirsin. Âmîn! Yâ Rabbî, âmîn diyen kullarını magfiret buyur.

– 504 –

Murâdımıza gelelim. Mu’âz hazretlerinin kapısına vardılar. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri seslendi ki, yâ Mu’âz! Devlet kuşu başına kondu. Allahü teâlânın Resûlü ka- pına geldi. İçeride olanlardan kimse duymadı. Mu’âzın bir kü- çük kızcağızı var idi. O duydu. Annesini çağırdı. Yâ ana, yâ ana! Ne yatarsın, hazret-i Ebû Bekr kapımıza geldi; çağırıyor. Anne- si kızı azarladı. Ne yalan söylersin; hiç bu vakt, hazret-i Ebû Bekr kapımıza gelir mi? Kızı da, ne yapsın; yatdı. Birâz sonra, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” çağırdı. Yine kız uyandı. Annesi- ne haber verdi. Annesi evvelki gibi azarladı. Birâz sonra da haz- ret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” çağırdı. Yine kız uyandı. An- nesine haber verdi ki, yâ anne! Hazret-i Alî kapıya gelmiş; ça- ğırıp durur. Annesi kızı, yine azarladı. Behey kız, deli mi oldun; ne söylersin. Kız yine sükût edip, yatdı. Sonra, Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Yâ Mu’âz) diye seslendi. Kız evvelki gibi uyanıp, dedi ki, yâ anne! Sana demedim mi ki, Ebû Bekr, Ömer ve Alî kapıya geldiler. Bana inanmadın. İşte Sul- tân-ı Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kendisi çağırır. Annesi diledi ki, yine kızı red eylesin. Kız vâlidesine bakmayıp, babasının yanına vardı. Resûlullah hazretlerinin şevkiyle baba- sını çağırdı. Yâ baba, ne yatarsın. Devlet ve se’âdet kuşu başına kondu. Allahü teâlânın Resûlü “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” ve Ebû Bekr, Ömer ve Alî “radıyallahü anhüm” hazretle- ri kapıya gelmişlerdir. Hemen o sâat, hazret-i Mu’âz kızından bu haberi işitince, acele ile yerinden kalkıp, kapıya koşdu. Ka- pıyı açıp, dedi ki, devlet ve se’âdet Mu’âzın başına kondu. Ha- bîbullah hazretlerinin mubârek ayaklarının tozlarına yüz sürüp, içeri buyurun, dedi. Fahr-i âlem hazretleri de, Eshâb-ı güzîn ile içeri dâhil oldular. Ondan sonra buyurdular ki, (Yâ Mu’âz! Üç gündür ben ve Eshâbım yemek yimemişiz! Dün Alî yoldan ge- çerken, senin havlunda olan hurma ağacında hurma görmüş. Onun için geldik ki, bizi hurma ile müsâfir edesin.) Mu’âz “ra- dıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Nebiyyallah! O hurmaları bu- gün düşürdük [ağacından topladık]. Kimini biz yidik. Ba’zısını fakîrlere ve komşularımıza ulaşdırdık. Bir hurma kalmamışdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri karşısı- na bakdı. Bir büyük zenbil gördü. Hemen hazret-i Alîye buyur- du ki, (Yâ Alî! Bu zenbili eline al! Bu gördüğün hurma ağacına

– 505 –

var. Benden selâm eyle! Ve söyle ki, Resûlullah senden hurma taleb eder.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri o zenbili alıp, hurma ağacının yanına vardı. Peygamberin selâmını götürdü, iletdi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin izni ile hurma ağa- cı fasîh bir lisân ile selâmı aldı. Ta’zîm eyleyip, eğildi. Sonra Al- lahü teâlânın izni ile, ağacda hurmalar doldu. Hazret-i Alî o zenbili hurma ile doldurup, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine getirdi. O hurmadan yidiler. Bütün Eshâba ulaşdırdılar. Hattâ o zenbili hurma ağacına asdı- lar. Resûlullah hazretlerinin dâr-ı bekâya intikâline kadar hiç boşalmadı.

Kırkbirinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir gün hastalandı. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretleri iyâdetine [hasta ziyâretine] vardılar. Hazret-i Alînin yanında bir tas bal var idi. Bu tas ile balı bun- ların önüne götürdü. Tas ak, içindeki bal kızıl idi. O tasın için- de kara bir kıl vardı. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, biz baldan, her birimiz bu üçü için bir misâl getirmeyince yimeyiz. Kendisi buyurdu ki: (Dîn-i islâm tasdan münevverdir [nûrludur]. Îmân baldan tatlıdır. Dînin hükmü kıldan incedir.) Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyur- du ki: (Cennet tasdan münevverdir. Cennetin ni’metleri bal- dan tatlıdır. Sırat köprüsü kıldan incedir.) Osmân “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Kur’ân-ı azîm-üş-şân tasdan münev- verdir. Kur’ân-ı kerîm okumak baldan tatlıdır. Kur’ân-ı kerî- min tefsîri kıldan incedir.) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Müsâfirin nûru tasdan münevverdir [nûrludur]. Müsâfirin sözü baldan tatlıdır. Müsâfirin gönlüne ri’âyet etmek kıldan incedir.) Her biri kendi hâllerine münâsib kelâm buyur- dular.

Kırkikinci Menâkıb: Birgün Fahr-i kevneyn ve Resûl-i saka- leyn Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile oturur idi. Kudretden ortaya bir ak tas geldi. İçi ak bal ile do- lu idi. Üstünde bir ak kıl vardı Hayret etdiler. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Gelin her birimiz bu üçüne bir temsîl getirmeyince el sürmiyelim.)

Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Resû- lullah hazretleri bu tasdan nûrludur. Resûlullah ile konuşmak bu baldan tatlıdır. Resûlullahın sünnetini yerine getirmek bu kıldan incedir.) Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyur- du ki: (Îmân bu tasdan nûrludur. Îmân getirmek bu baldan tat- lıdır. Îmân ile gitmek bu kıldan incedir.) Ondan sonra, Osmân “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Kur’ân-ı kerîm bu tasdan nûrludur. Kur’ân-ı kerîm okumak bu baldan tatlıdır. Kur’ân-ı kerîmin buyurduğunu tutmak bu kıldan incedir.) Ondan sonra Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: (Müsâfirin yüzü bu tasdan nûrludur. Müsâfir ile yemek yimek bu baldan tatlıdır. Müsâfi- rin hâtırını yerine getirmek bu kıldan incedir.) Ondan sonra hazret-i Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdu ki: (Halâl [zev- cin] yüzü bu tasdan nûrludur. Halâli ile söyleşmek bu baldan tatlıdır. Halâlin hizmetini yerine getirmek bu kıldan incedir.) Ondan sonra Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” buyur- du ki: (Kız çocuğun yüzü bu tasdan nûrludur. Annesini-babası- nı sever olması bu baldan tatlıdır. Kız çocuğunun aybsız evlen- mesi bu kıldan incedir.) Ondan sonra Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimin yüzü bu tas- dan nûrludur. Ümmetim için şefâ’at bu baldan tatlıdır. Şefâ’atin kabûl olması bu kıldan incedir.)

Kırküçüncü Menâkıb: Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri se’âdethânesinden dışarı çıkdı. Yürümeğe başladılar. Ben de ardınca gitdim. Bir mevzi’e vardı. Ben huzû- runa vardım. Karşısında selâm verip, oturdum. Buyurdu: (Ne- den geldin, yâ Ebâ Zer!) Dedim, (Allahü teâlâ bilir.) O sırada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Resûlullah hazretleri- nin sağ tarafına oturdu. Sonra Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Ebû Bekrin sağ tarafına oturdu. Sonra Osmân “radıyalla- hü teâlâ anh” geldi. Ömerin sağ tarafında oturdu. Sonra Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Osmânın sağ tarafında oturdu. Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri yerden yedi tâne taş aldı. Mubârek avucunun içinde tutdu. O taşlar tesbîh etmeğe başladılar. Şöyle ki, onların sesini bal arısı gibi işitir idim. Ondan sonra o taşcağızları yere koydu. Sesleri kesildi. Sonra onları kaldırdı, Ebû Bekrin eline verdi. Yine ev-

velki gibi tesbîhe başladılar. O da yere koydu. Sesleri kesildi. Sonra yine Habîbullah hazretleri onları kaldırdı, Ömerin eline verdi. Yine evvelki gibi tesbîh eylediler. O da yere koydu. Ses- leri kesildi. Yine onları yerden alıp, Osmânın eline verdi. Yine tesbîh eylediler. O da yere koydu. Sesleri kesildi. Onları Alînin eline verdi. Yine tesbîhe başladılar. O da yere koydu. Sükût ey- lediler. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Kırkdördüncü Menâkıb: Çihâr yâr-i güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” medhini, bu menâkıb-ı şerîfin toplayıcı- sı ve yazarı olan âsî ve müsrif, Allahü teâlânın kullarının en ha- kîri ve fakîri, Seyyid Eyyûb bin Sıddîk ibni Seyyid Alî bin Mu- hammed el müştehir bi hazret bâbâ el mülekkab bi âcizî Urma- vî der ki, ceddi âlimiz olan hazret-i Bâbâ “kaddesallahü sirre- hül’azîz ve nevverallahü merkadehü ve ce’alel cennete mesva- hü” ba’zı vecd ve sekr hâlinde, huzûr veren, hikmet dolu bir ki- tâb te’lîf etmişlerdir. (Bâbâ) demekle şöhret bulmuşdur. O ki- tâba mahsûs bir hikâye yazmışdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin na’t-i şerîfleri, medh-i şerîfleri beyânında ve Çihâr yâr-i bâ safâ “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin medh-i şerîfleri beyânında. O hikâyeden de bir mikdâr teberrüken yazalım. Nûr-ün alâ nûr olsun. Hikâye şi’r şeklinde nakl edildi ve yazıldı.

Bir sözüm vardır, derim ey merdümân [insanlar], Cânını mum eyleyip, önünce yan.

Dinler isen, bir hikâye söyleyim, Mustafânın Çihâr yârın medh eyleyim.

Tabi’i merdâne isen gel beri, Ger usanırsan da gâyet git geri.

Neyse ki, meclis bu dem biraz gider, Aşk ile dinlediğin sana yeter.

Aşk ile dinler isen ey din eri, Nitekim bu tanıtır, her bir eri.

Var ise gözün yaşı sığa, gide, Aç kulağı ki, bu söze yer ede.

Değme bir sözler gibi sanma bunu, Kalb içinde mesrûr eyler ol cânı.

Başa yüzü sana dâim göstere, Dünyâ âhır üstüne kanat gere.

Anun ile tanıyasın sen onu, Maksûda ermek dilersen koy beni.

Ben diyenler maksûduna ermedi,

Bil yakîn kim hakka mahrûm olmadı.

Andan özge gayri görme aradan, Dinlemiyen olur savış git oradan.

Tabi’i iblîsliğin ma’lûm ola,

Fi’li kubhun [kötü işin] karşına perde ola.

Dinleyen için derim ben bu sözü, Yâ İlâhî! meclise aç ol yüzü.

Ola ki, meclisimiz pür nûr ola,

Fikr-i vesvese kalbimizden dûr [uzak] ola.

Mü’min isen bir salevât ver ona, Cümle melek işitip, kalsın dona.

Dinlesin ki, bunca dürûd kimedir,

[dürûd: medh, selâm, düâ]

Bu dürûdun biri ânda binedir.

Bu dürûd ki adı dilde söylenir, Cümle eşyâ ol dürûdu kullanır.

Ol dürûdu dîme dağ ve taş söyler, Ol dürûdun âhıri, asla yeter.

Kim onun yoluna verse bir dürûd, Cânım önünce olsun onun şem’i od.

Odur sermâye, onun zülfün tut, Görmemiş âşık, orada böyle sevd.

Er isen şem’ ol, bu yolda yanasın, Ne ise her harf işitesin kanasın.

Cân fedâ ol, bubde ol cânana sen, [bûb: yaygı]

Başına erişesin cânâne sen.

– 509 –

Ten olasın, câyı onu bilesin, Cân ve dilden ona ikrâr veresin.

Çün yürürsen, dîninle yürü sen, Çün bilesin aldın imdi biri sen.

Kim onun yoluna verse bir dinâr, Koymaz onu tamu’da ki yandıra nâr.

Nâr onun içindir onu tanımaya, Çâr-ı yârına onun inanmıya.

Her ki bu mâni’den almadı haber, Kılmadı o nefsini zîr-ü zeber.

Bağlamadı beline nûrdan kemer, Kalbi kara, gözünü gaflet yumar.

Gaflet olmasa gözünde ey civân, Sen seni her dem göresin hoş iyân.

Cümle eşyâ maksûdu sen olduğun, Hem görürsün âna hayrân kaldığın.

Kim ki tanıdı onu kurtuldu ol, Ölü gördü nefsini Hak buldu ol.

Ey işiten sıdk söyle sâdık ol,

Ândan oldu, ehl-i Hakka doğru yol.

Bil onun dîni ulaşmışdır sana, Hâl onun zikri ulaşmışdır sana.

Zî beşâret bir tecellîdir gelir, Hamdü lillah ki gönül dolmuş gelir.

Çâr-i yârin mührü dâim sendedir, Mustafânın mi’râcı seyrindedir.

Bil yakîn ki, lâyık oldun dergâha, Hakkın feyzi her dem içindedir.

Cümle melek tesbîhi oldun bu kez, Tesbîhine çarh olanlar bendedir.

Çâr-ı yârı münkir olan yazık oğul, Sen bu medhi, bu âsîden yaz oğul.

Nerde olsan sen bunu okuyasın, Rûha kuvvet, nefsini kakıyasın.

Azûben azgın yola gitmiyesin, Mustafânın dînini unutmıyasın.

Küfrü îmânı bir yere katmıyasın, Dünyâlığa özünü satmıyasın.

Dünyâyı gör, niceleri hor eyledi, Tutdu zihnini, görmedi kör eyledi.

Rahmet-i Hakdan onu, kaçar eyledi, Âhır onun yerini nar eyledi.

Ver salevât, gör tecelli-i safâ, Mustafâya, hem Çâr-ı yâre bâ-safâ.

Bil ki onlar dînin çırâğıdır, Ver salevât kalbinin durağıdır.

Ölü gönül Hak ile her dem dirile, Rahmet-i Hak, gele kalbe dizile.

Hubb-ı dünyâ kalb içinden sürüle, Hazret-i Hakdan sana hidâyet verile.


Çünki kalbin ânların meydânıdır, Meydân eri durmaz özün tanıtır.

Paylarında bu âşıkın cânıdır, Önlerinde yatmak onun şânıdır.

Pervâz eyler, her dem ona gitmeğe, Bu tecellî bu âşıkın cânıdır.

Çünki cânım onların kurbanıdır, Çünki onlar kalbimin sultânıdır.

Cümle eşyâ kuldur, onlar hânıdır, Durma yürü, Hakkı onlar tanıtır.


Beyt içinde bil yakîn Allah olur, Kalb-i mü’min, cümle beytullah olur.

Ma’nâ ehli iki cihânda şâh olur, Ermiyen bu ma’nâya gümrâh olur.


Gayri yerde olduğun kurban değil, Bu kadehden içmeyen mestân değil.

Söz onun Kur’ân ki dilde okunur, Onsuz okur isen Kur’ân değil.

Herze nefsin tutsağıdır, hân değil, Bu bahre dalmıyan sultân değil.

Nice âşık olmamışsan ol yüze, Ara yerde küfr imiş, îmân değil.


Her nâmerdin yerin dâr-ı meydân değil, Bu yola koşulmıyan merd âdem değil.

Bir kuru gövde gezer ol cân değil, Rahmet-i Hak kalbine iyân değil.

Bu salâta gelmiyenin savmı yok, Bundan özge pâdişâhın emri yok.

Hakkın emridir, işit ey mü’minân, Mustafâ dîninden özge kavli yok.


İşlemiyen kişi gâyet yorulur,

Hac ve zekât boynuna Hak buyurur.

Vesveselerini kalb içinden süre ol, Cennete onun için dîn-i islâm süre ol.

Bu sebebden nice ise, dürlü yol, Hâk-ı pâyini gözüne süre ol.

Girdi onun eline dosdoğru yol, Bil yakîn ki, yetdi bugün yere ol.


Yâd önünce tutmayasın kâhe sen, [kâhe: saman, çöp]

Çıkma yoldan, düşmeyesin çâhe sen. [çâh: kuyu]

Sev onları, yanmayasın nâra sen, Pişmân olup, kılmayasın ahe sen.


Binme bunda her gün nefsin atına, Özünü yetir onun Hazretine.

Her deminde kalbine nûr akıta, Gel ey âsî, yan aşkının oduna.

Âşıkı mest eyleyen o kokudur, Seyyid-i sâdât onların şâhıdır.

Bu sülûke girmeyen sâlik değil, Ol kokudan almıyan âşık değil.


Her nefesde nice perde geçilir, Kande baksan yüzüne bâb açılır.

Durma yürü, râh onların râhıdır, Taht-ı sultân senin kalbinin mâhıdır.


Mustafânın şerî’ dosdoğru yolun, Onlar ile okunur, dâim hâlin.

Kamu bilsin hoca hoş ola huyun, Bu sülûkden açılır, perr-ü bâlin.

Ol kişinin hükmü erdi bâtına, Kim ki erdi onların hazerâtına.

Ver salevât onların kuvvetine, Din açıldı onların heybetine.

Durma din zât gele, kalbe dola, Ver salevât dînine hem kuvvet ola.

Kande olsa koğala, çevkân topunu, Yol eri isen, sa’îd eyle cânını.

Sen şerîfsin, cümle nebîden güzîn, Seyyid-i sâdât, hâtem-i dünyâ ve din.

Hak teâlâ rahmetidir, kovanları, Tâ gele, haşrde bile sevenleri.

Meydân içre aşk atını çâpesiz, Kim ki haşrde onlar ile kopensiz.

Kalk ayağa sen dahî, şirâne gel,

Sen dahî merd isen koş meydâna gel.

Sen çırâğı ümmetânsın, ey şefi’il müznibîn, Olma melûl haşr için ey mü’minîn.

Ümmet isen, durma sev gel onları, Mü’min isen ayrı görme onları.

Bil yakîn kim hulle olur donları, Her kişi ki, bunda sevse onları.

Vasla yetmiş evveli ve âhıri, Ebter olmaz herkiz onun sonları.


Senden oldur ki, onları sevesin, Ölmek için yollarında ivesin.

Cân ve dilden tesbîhini diyesin, Hulle-i tecellî rıdâsın giyesin.

Çünki tecellîn âşıka don imiş,

Bî-haberler işbu sırdan nâdan imiş.

Allah ile bî’at eden ol imiş,

Doğru gider kim ki, yolun tanımış.

Doğru git ki yetesin menzilgehe, Sapma yoldan irmişken iyiliğe.

Ver salevât Mustafâya sıdk ile, Dayanak ola her dilekde dînine.

Nice onlar dînin direğidir, Cemi’ muhtâcların dilediğidir.

Ondan oldu Arş ve Kürsî, Levh-ü Kalem, Nice kim cümle Nebînin önüdür.

Ver salevât onlara din açıla, Üstünüze dürr-i rahmet saçıla.

Meclis içre şâd-ı şerbet içile, Kalbimizden fikr-i vesvâs saçıla.

Din odur ki, onlar gele açıla, Kanat oldur, onlar gele uçula.


Pes gerek ki onlar ile uçasın, Her deminde maksûduna yitesin.

Sıdk ile hem ma’bûduna yitesin, Benliğini kalb içinden atasın.

Gül içinde buy veresin güle sen, Dönesin bu hâllerine gülesin.

Bulmaya hiç kimse senden bir haber, Gül olup, bülbül önünde bitesin.

Gök içinde benzeyesin güne sen, Öyle san ki, ma’şûkunla bilesen.

Pes gerek kim yoluna seyr olasın, Cân-u dilden âna esîr olasın.

Arta kemâl Mûsâya tûr olasın, Nice müşkillere tedbîr olasın.


Ver salevât meclise açdı cemâl, Mustafâdan açılır zevk-u kemâl.

Kim kemâli Mustafâdan aldı ise, Kalbi ayılmaz ânın gözü humar.

Hiç humardan almak olmadı haber, Bu haberden özge olmaz mu’teber.

Bu haber eyler seni zir-ü zeber, Bu haberden bağlanır bele kemer.

Mustafâya her zemân getir îmân, Çâr-ı yâra olmasın şek ve gümân.

Cânın her dem önlerince peyk ola, Hazret-i Hakdan sana rahmet ine.


Mustafâ kavliyle tut dâim işi, Mustafâ kavli mum eyler, her taşı.

Delîl oldun, bil yakîn her râhe sen, Kande gidersin imdi ey kişi sen.

Himmet ile kişi oldun ey kişi, Tâbi’ oldun, dahî çekme teşvişi.

Tâbi’ olan Hakdan alır, alışı, Âyinedir gösteren her bir işi.

Âyineye baku ben özün göre, Her arada Mustafâ sözün göre.

Her ne hâcet dileye Allahdan ol, Her kapıyı yüzüne açık göre.


Başına dâim hisârda olasın, Kalbine bir yeni mühr vurasın.

Açıla rahmet kapısı yüzüne, Cümle eşyâyı tecellî bürüye.

İşi gerek, her kişinin işi bu,

Seyri uça fahr ana kim hoş huylu.

Çâr-ı yâr hubbını al kalbine, Mustafâ âyine ola, aynına.


Emîn eyle taşranı endîşeden, Ehem bil sen bunları her pîşeden.

Hâk-ı bay-ı Mustafâdan yâ ganî,

Sen bizi ayırmağıl bu rîşeden. [rîşe: kök, asl]

Dâimâ perde açılır, yüzüne, Meclis ehli rahmet ala özüne.

Ver salevât durma meveddetine, Mustafâ ve Çihâr yâr hazretine.

Âcizin derdine merhem olur, Nice ki, Allaha, ulu yâr olur.

Onların nazarına yokdur hicâb,

Her dem onlara, olubdur, feth-i bâb.

Enbiyâdan, Evliyâdan, yâ İlâhî, Sen bizi ayırma, hiç, ey Pâdişâh.

Okuyanı, dinleyeni, yazanı, Rahmetinle, hesâba çek, yâ Ganî.

Kırkbeşinci Menâkıb: Mûsâ kelîmullah “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretleri, varıp, Tûr-i Sînâda, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ile mukâleme etdikde [konuşduk- da], kelâm-ı Rabbânînin hazzından, bir mertebeye varırdı ki, dünyâ ve içindekiler unutulduğu gibi, kendinden geçer, aklı ba- şından giderdi. O hâle geldikde, akllı olanlara nisbetle, ba’zı bü- yük süâller sorardı ki, akla ağır gelirdi. Bir günde vecd ve sekr- leri kemâle erdikde, süâl etdiler ki, (ey Hay ve Alîm! İleride ci- hâna gelecek olan ve bütün dinlerin hükmlerini yürürlükden kaldıracak olan Muhammed kimdir. O Muhammed mi üstün- dür, ben mi?) Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu: (Yâ Mûsâ! Falan vâdiye var. Hayretler içinde kalacak acâiblikler göreceksin.) Hazret-i Mûsâ da o vâdîye varıp, bir mikdâr durdukda, gördü ki, bir kuş, bir dal üzerine konar. Al- lahü tebâreke ve tekaddes hazretlerinin kemâl-i kudreti ile nut- ka gelip [konuşmağa başlayıp], fasîh bir lisân ile, Mûsâ kelîm “aleyhisselâm” hazretlerine selâm verip, der ki, yâ Mûsâ, sen Rabbil’âlemîne münâcâtda ve arz-ı hâcetde süâl etdin ki; ben mi yükseğim [üstünüm], yoksa Muhammed mi. Sen bilmez mi- sin ki, Enbiyâ ve Evliyâ, hepsi Onun nûrundan halk olunmuş- dur. Dünyâda ve âhıretde âşıklarıdırlar ve Onu taleb ederler [ararlar]. Mûsâ aleyhisselâm o kuşdan vehm alıp, der ki, Allahü teâlâ hazretleri için olsun bize haber veresin, kimsin ve adın ne- dir. Seni gördüm, hayretde kaldım. Sözün bana gâyet te’sîr ey- ledi. Bahtlılığa dil ve cânıma tatlı oldu. O kuş da der ki, ben Ebû Bekr-i Sıddîkın rûhuyum. Muhammed aleyhisselâm bu ci- hâna gelip, devletle şark ve garbı alır. O zemân ki, Mekkeden Medîneye hicret ederken, bir mağaraya varırız. O mağaraya girdiğimiz gibi, kapısına örümcekler ağ örüp, güvercinler yu- murta çıkarır. Kâfirler bunları görmekle bize kötülük yapamaz- lar [burada yoklar derler]. Sonra Fahr-i âlem ve Resûlü muhte- rem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri asâyiş etdikde, çeşidli mahlûklar gelirler. Hazret-i Resûl ekremden nasîb alır- lar. Sonra bir ejder [yılan] gelir. Bir koğukdan başını çıkarır. Ben de mâni’ olup, onun murâdını almağa mâni’ olup, ökçemi o deliğe tıkarım. Çâresiz kalınca ökçemi ısırıp, zehri bütün vü- cûduma dağılacakdır.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, uy-

kudan uyanıp, rengimi değişmiş gördükde, süâl buyururlar. Ben de olup-bitenleri huzûrlarına arz ederim. Dönüp o ejder- hâya hitâb edip, azarladıklarında, ejderhâ fasîh lisân ile cevâb verir ki, yâ Nebiyyallah! Ben geldim ki, mubârek cemâlini gö- reyim. Huzûr-u şerîfinde îmân getirmekle maksadıma ereyim. Sıddîk mâni’ olup, koymadı. Zor durumda kalıp, bir hatâ etdim. Kereminizden afv buyurun. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın da bütün a’zâsını mubârek eliniz ile sığayınız, zehr gayb olur; diye- cekdir. Ben o Sıddîkım ki, ejderhâları sıdkımla zebûn ederim. Yâ Mûsâ! Senin asân ejderhâ oldu. Onun heybetinden korkup, geri döndün. Bunu dedi. Zuhûr edip, o kuş gitdi.

Sonra ağaç başına bir kuş dahâ geldi. Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine selâm verip, dedi ki, yâ Mûsâ! Sen Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile yarışa- mazsın. Çünki, Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dîninde, her birgün ve gecede beş vaktde ezânlar okunup, yeri ve gökü onun heybeti kaplar. Dîn-i Muhammedî âşikâre olur. Sâir dinlerden ne varsa yürürlükden kalkar. Haz- ret-i Mûsâ aleyhisselâm o kuşa süâl buyurdu ki, ey kuş. Bütün sözlerin latîf ve mevzûn ve zarîf. Kimsin, söyle seni bileyim. O kuş dedi ki, ben Ömer-ül Fârûkun rûhuyum. Muhammed Mus- tafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin âşıkıyım ve hayrânıyım. Emvâlime [malıma] ve evlâdıma meylim yokdur. Mekke-i mükerremede kamçımı yere sapladığım zemân, rûm kayserini tahtı üzerinden yıkarım. Bunu söyledi ve uçup gitdi. Yerine bir başka kuş geldi. O da Mûsâ aleyhisselâm hazretleri- ne selâm verip, ağzını açıp, hoş sözler söyledi. Dedi: Yâ Mûsâ bin İmrân! Hiç kimse Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden bahtlı gelmedi. O Muhammed bütün âlemin şâhıdır. Bütün insanların matlûbu ve âlemlere rahmetdir. Yine Mûsâ aleyhisselâm sordu ki, Allahü teâlâ hak- kı için söyle, sen kimsin. Onları bildim. Seni de bileyim. O kuş dedi, yâ Mûsâ! Ben Osmân-ı Zinnûreynin rûhuyum. Muham- med Mustafâ hazretlerinin üçüncü yâriyim. Ben, Kur’ân-ı azîm-üş-şânı toplarım. O Habîb bir kızını bana verir. O vefât eder, yine bir kızını verir. O kızı da vefât edince, buyurur ki, eğer bir üçüncü kızım olsa idi, onu da sana verirdim. Ve benim dünyâlığıma aslâ iltifât etmez. Yâ Mûsâ! Dünyâda sen Şu’ayb

– 519 –

peygamber “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyhi ve sellem” hazretleri ile on sene müşerref olursun. Bunu dedi, o da uçup gitdi. Onun yerine kuş sûretinde bir şehsüvâr zât geldi. O da Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine selâm verip, konuşmaya başla- yıp, der ki, yâ Mûsâ kelîm! O Muhammed Mustafâ hazretleri ki, Allahü tebâreke ve teâlâ ve şânühü hazretleri onun hakkında, (Sen olmasaydın eflâki yaratmazdım) ve (Elbette sen huluk-i azîm üzeresin) buyurmuşdur. Bunun misâli âyet-i kerîmeler gönderir. Enbiyâdan bir kimsenin ondan efdal olmak ihtimâli olur mu? Hazret-i Mûsâ “aleyhisselâm” der ki, söyle sen kimsin, bileyim. O kuş der ki, ben Aliyyül Mürtedânın rûhuyum. Mu- hammed Mustafâ hazretlerinin doğru yâriyim. O Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” geldiği vakt, zemân yenilenir. Onun şerefli zemânına yetişip de dîne gelmiyenin vay başına ge- len belâ ve helâke. Yâ Mûsâ! Benim sözüm çokdur. Uğrarım bir behâdır ere. Yâ Mûsâ “aleyhisselâm” hazretleri, onu yere yıkıp, göğsü üzerine çıkarım. Zebûn olup, ağlar. Cân ve ciğerini dağ- lar. Ben ona o hâlde derim; ey Pehlivân. Bir cândan ötürü bun- ca feryâd ve fîgân nedir? O der ki; er öldüğü için ağlamaz. Zîrâ koç, her zemân kurban içindir. Ama, beni yere düşüren ve ömür ipimi kesen Alî mi ola, yoksa Alî gibi bir er mi ola. Adı-sânı bel- li server mi ola. Ben de Alî olduğumu ona bildiririm. Sonra kasd edip, onu öldüreyim. Der ki; (Sen ben Alîyim diyorsun. Alî isen hani sahâvetin. Sana sahî [cömerd] derler. Şimdi beni öldürüp, kanımı yere dökmek istersin. Bu cömerdlik işi midir. Cömerd odur ki, ağlamışı güldürür. Nerede kaldı ki, dirileri öldürsün. Onun için ağlarım yâ Alî. Sana kanımı halâl eylerim. Lâkin Çin pâdişâhının kızına âşıkım. Senin başını benden ağırlık istediler. Atına bin, elbisesini giy gel, sana kızı verelim dediler. Ben de geldim ki, senin ile murâdıma ereyim. Sen şimdi beni murâdıma kavuşdurmamak istersin.) Bunu ki söyler. Ben de üzerinden kalkarım. Gel şimdi başımı kes ve elbisemi giy. Ve atıma bin. Gidip, ağırlığını ver. Tâ ki murâdına erişesin. O da bu işâreti benden görünce, diye ki, dünyâda senden başkasına yaşamak harâmdır. Hâşâ, sümme hâşâ. Seni kılınç ile değil, belki gül ile vurayım. O sâatde karşımda şehâdet parmağını kaldırıp, sıdk ile îmân getirir. Sonra onu sevgilisinin yanına gönderir, hasretine kavuş, derim. Bu sözleri söyleyip, o kuş da yukarı uçdu.

Sonra sayısız kuşlar gelip, her birisi Mûsâ aleyhisselâm haz- retlerine konuşurlar. O kadar konuşurlar ki, Mûsâ aleyhisselâm hayretler içinde kalır. Derler ki; yâ Mûsâ! Biz hepimiz Muham- med Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ümmetleriyiz. Yeryüzünde her gün beş kerre münâcât edip, Al- lahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden dürlü hâcet dileriz [istek- lerde bulunuruz]. Yâ Mûsâ! Sen ise yetmiş günde bir Tûr dağı- na varırsın. Hâcetlerini arz edersin. Yâ Mûsâ! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden, sen dilek diledin ve dedin ki: (Yâ Rab- bî! Bana kendini göster, sana bakayım.) Allahü Sübhânehü ve teâlâ sana buyurur: (Sen beni hiçbir zemân göremezsin. Fekat, şu karşıki dağa bak. Eğer o dağ yerinde durur ise, sen beni gö- rürsün.)

Beyt:

Dîdârına ey dilber, Mûsâ nasıl katlanır, Dağlar ki karâr etmez, yüzündeki envâra.

Muhammed o Muhammeddir ki, bindiği Burakdır ve Kabe kavseyn menzilidir, bir sâatde dokuz felekden geçip, cevlân eder. Hazret-i Bâri’yi yalnız seyr eder ve gâh göklere çıkar ve gâh yere iner. Kim ola ki, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin menziline erer. Yüzyirmidört bin En- biyâ “aleyhimüssalevât” ve yüzkırkdört Evliyâ tabakasının hepsi, Muhammed Mustafânın hayrânıdır. Hepsi onun askerle- ridir ve O onların sultânıdır.

Nazm:

Sad hezârân şükr minnetdir bize, Hem size, hem bize, cümlemize.

Mustafânın ümmetiyiz şükr biz, Biz günâhkârlara şefî’ ol azîz.

Odur hem rahmeten lil âlemîn, Onu sevenler ateşden oldu emîn.

Söz temâm oldu azîzim anlıya, Bu sözü kim anlıya kim dinliye.

Akserâylı Îsâ miskin kim ola,

Tâ Muhammed Mustafâ medhin kıla.

Üstâdından eğer nevben söyledi, Nazma getirdi ve bünyâd eyledi.

Benden o üstâdıma bin kerre selâm, Ondan açıldı bize işbu kelâm.

Hiç kemâl değildir o Muhammede, O iki âlem murâdı Ahmede.

Bizdeki sözü ki dillerde doğa, Afv edile cümleye rahmet yağa.

Yâ Rabbî! Doğru yoldan ayırma, Son nefesde îmândan ayırma.

Ma’lûm olsun ki, Akserâylı Îsâ, Bâbâ hazretlerinin talebesi- dir. Yine bu medh, (Tezkire)den alınmışdır. Orada manzûm ya- zılmışdır. Lâkin naklini ihtisâr için nesir ile yapdık. (Diğer Na’t) yine (Tezkire)de hazret-i Bâbâdan nakl edilmişdir “kuddise sir- ruh”.

Nazm:

Geldi yine aşk bülbülü,

Doldu sadâ-yı Mustafâ “aleyhisselâm”. Açıldı mü’minler gülü,

Erdi nişân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.

Söyler tûtîler zevkle, Rahmet saçıldı gül ile. Âlem dolu bedr nûr ile,

Devr-i zemân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.

Melekler çün arşda durur, El kavuşdurup, saf saf yürür. Hepsi salevât getirir,

Bahr-ı revân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.

O şâh-ı mâzag-el basar, Bir kez aya kıldı nazar. Ay oldu venşakkal kamer,

Gökler ayân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.

Bezediler Cennetleri, Karşı çıkdı bin bir hûrî. Çağrışırlar ol her biri,

Derler ki, hani Mustafâ “aleyhisselâm”.

Başı açık-yalın ayak, Mahşerde gezer bu yayak. Ona ne hulle, ne burak,

Neyler cânânı Mustafâ “aleyhisselâm”.

Resûl ile gâra giren,

Ankebût eşiğin uran [örümcek eşiğini ören]. Ejder tabanını soran [ısıran],

Sıddîkdır yâr-i Mustafâ “aleyhisselâm”.

Kâ’bede kamçısını kakan, Kayseri tahtından yıkan. Ömerdir üstüne çıkan,

O açdı şer’-i Mustafâ “aleyhisselâm”.

Ehl-i hayânın ma’deni, Kör olsun sevmiyen onu. Cem’ etdi Osmân Kur’ânı,

Duyuldu şer’-i Mustafâ “aleyhisselâm”.

Gelin, olun şekden berî, Serveridir o din erî.

O, vardı, yıkdı Hayberi,

Alîdir yâr-i Mustafâ “aleyhisselâm”.

Bu onsekiz bin âlemin, Bütün cinnînin ve âdemin. Cümle arab ve acemin,

Dîn-i îmânı Mustafâ “aleyhisselâm”.

Kim ki yolunu tutup gide, Yol içinde mi’râc ede.

Koyma âcizi tamûda [nârda],

Cümleye cândır Mustafâ “aleyhisselâm”.


Ey Ebû Bekr! Sen hilâfet burcunun güneşisin,

Hem Ömer-ül Fârûk, fethler yapıp, islâmı yayandır. Osmân-ı Zinnûreyn kalbinin kanı ile boyadı Furkânı, Aliyyül Mürtedâ rikâbda kılınçla yardı düşman saflarını.

Çâr-ı divâr-ı serây-ı dîn-i Ahmed Çâr-ı yâr,

Ya’nî Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alî nâmdâr.

Cennet içre onların ervâhını şâd eylesin, Ol kerîm-ü ol rahîm ve o gafûr Girdigâr.

Serverimiz yâr-i oldu çâr-ı yâr bâ vefâ,

Yâr Ebâ Bekr oldu fâik der-i bâ sıdk ve safâ. Çekdi o, onun yolunda şikâyet etmeden çok cefâ, Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.

Birinin nâmı Ömer ki, o adliyle meşhûrdur, Küfr zulmetini ve dalâleti def’ eden bir nûrdur. Sevmiyen makhûr ânı her kim sever mensûrdur, Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.

Biri zinnûreyn-i tâbân hazret-i Osmândır, Tuğyânı, cehli kesen ve câmi’i Kur’ândır. Sâhib-i hilm ve hayâ ve kâmil-i îmândır, Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.

Birisi kân-ı sehâvetdir şehî düldül süvâr, Heybet-i seyfin görenler dediler bî ihtiyâr. Kılıç yalnız Zülfikârdır, yiğit ancak Alîdir,

Seyyidimiz, yârımız, çâr-ı yâr-i Mustafâ “aleyhisselâm”.


Kırkaltıncı Menâkıb: Allahü Sübhânehü ve teâlâ azze şânü- hü mi’râc gecesi, Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretlerinin mu- bârek terinden kızıl gül halk etdi [kırmızı gül yaratdı]. Allahü tebâreke ve teâlâ Lût kavmini helâk etmeğe Cebrâîl aleyhisse- lâm hazretlerini gönderdi ki, o zemân da Cebrâîl o gecenin şid- detinden terledi. Allahü teâlâ hazretleri onun mubârek terin-

den ak [beyâz] gülü halk etdi [yaratdı]. Mi’râc gecesi Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buraka binip, burak da, göklere götürürken terledi. Burakın o terinden Allahü teâlâ celle şânühü sarı gülü halk eyledi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” islâm şerefi ile müşerref oldukda, nü- büvvet heybetinden terledi. Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekad- des, onun mubârek terinden sünbülü halk etdi. Ömer “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretleri islâm şerefi ile müşerref oldukda; Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, kucakla- yıp, şiddetle sıkdıkda, o ızdırâbdan terledi. Onun terinden, yer- lerin ve göklerin Hâlıkı, menekşeyi yaratdı. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” da islâm şerefi ile müşerref oldukda, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin aya- ğının tozuna yüzünü sürdüklerinde, hayâsından, terledi. Rab- bil’âlemîn o terden yâsemîni halk etdi. Hazret-i Alî “radıyalla- hü teâlâ anh” dünyâya gelip, Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretleri şerefli beşikleri üzerine, devlet ve se’âdetle müteveccih oldukda, Aliyyül Mürtedâ hazretleri, be- şiklerinde uyurken, Resûlullahın emsâline rastlanmıyan güzel kokusunu alıp, Hakkı gören gözlerini açıp, Resûlullahın nûr sa- çan mubârek yüzünü görünce terledi. Allahü teâlâ azze ve cel- le onun terinden zanbağı yaratdı. Her zemân vücûd-u şerîfleri bu zikr olunan güzel kokular gibi kokardı. Terledikçe mubârek terleri de öylece kokardı. Yanlarında bulunanlar bu kokuyu du- yarlardı.

Şurası muhakkakdır ki, Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü an- hüm” hazretlerinin menâkıb-ı şerîflerinden bu kitâbda topla- nanlar, onların fazîletleri ve büyüklükleri yanında, bütün yıldız- lara nazaran bir yıldız, deryâya göre bir damla veyâ bir gülistân- dan bir gül kadardır. Bunca acz ile ve taksîr ile ve denâet ile öy- le şânı yüce serverlerin vasfını ve medhini etmek ve onların medh edicisi ve vasflarını dile getirici olmakdan maksad odur ki, Süleymân aleyhisselâm hazretlerine, bunca kıymetli cevher- ler ve pahâlı eşyâlar hediyye eden pâdişâhlar arasında, çekirge- nin budunu hediyye getiren karınca misâli veyâ hazret-i Yûsüf aleyhisselâtü vesselâm hazretlerinin satış meydânında satıldığı zemân, pahâlı mallar ve kıymetli kumaşlar ile almak istiyen zenginler arasında, birkaç iplikle müşteri olan ihtiyâr kadının

misâli gibi olup, dikkatle nazar edenlere ziyâde te’accübden gülme ve tebessüm hâsıl olur. Nitekim, ba’zı kitâblarda bildiril- diği şeklde, diğerlerinin yanında karınca ve koca karı seyr eden- leri güldürmüşdür. Nazar edenler [bakanlar] birbirine istihzâ yolu ile gösterip, derler ki, bak, bak bu karıncaya ki, çekirge bu- dunu hazret-i Süleymân aleyhisselâma, (dünyâ pâdişâhı ve hem âhıret pâdişâhıdır) peşkeş [hediyye] götürmüşdür. Bu ihtiyâr kadın ki, hazret-i Yûsüf aleyhisselâm gibi bir güzellikler sâhibi- ne birkaç parça iplikle gelip, müşteri olmuşdur. Bunca zemân- dan beri nakl edenler, karıncayı pâdişâhlar arasından, ihtiyâr kadını da zenginler arasından çıkarmamışlardır. Bu mücrim ve âsî ve fakîrin, en büyük murâdı odur ki, mahşer meydânında görünen ve görünmiyen kusûrlarımıza bakılmadan, Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini vasf ve medh eden ve sevenler zümresinden ayrılmamalıdır. Yâ Rabbî! Bizi Senin sevgin ile ve Senin indinde sevgili olanların sevgisi ile rızklandır. Âmîn.


Sultân-ı serîr-i mülk-i esrâr, dâmâd-ı Nebî Aliyy-i kerrâr.

Şems idi vücûdü filhakîka, dördüncüde etdi, nûrun izhâr.

Gün gibi vilâyetin cihâna, İzhâr buyurdu, Rabb-i settâr.

Sibtayne peder, Resûle dâmâd, hakk-ı şerefi olunmaz inkâr.

Hayber şiken-ü Amr fikender, ol pâdişeh-i gürûh-i ebrâr.

A’dâsına seyf-i kahri, Dûzâh, ahbâbına cûdü lutfi, gülzâr.

Âlemde anın uluvvi şânın, idrâk-i lebîb, emr-i düşvâr.


SEKİZİNCİ BÂB

Ebû Bekr-i Sıddîk ile Alî bin Ebî Tâlibin “radıyallahü anhü- mâ” Münâzarası:


Birgün Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hücre-i mu- bârekelerinin [evlerinin] kapısına geldikde, Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” hazretleri de gelmişdi. Ebû Bekr “radı- yallahü anh” geri durup, Alîye “radıyallahü anh” buyurdu ki, yâ Alî! Evvelâ sen dâhil ol [eve gir]. Hazret-i Alî buyurdu ki: Yâ Ebâ Bekr! Önce sen gir ki, her iyilikde önde olan, her hayr- lı işde önde olan, herkesi geçen sensin. Ebû Bekr hazretleri bu- yurdu ki: Sen önce gir yâ Alî! Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dahâ yakın sensin.

Hazret-i Alî buyurdu ki: Yâ Ebâ Bekr! Ben o kimsenin önünde nasıl giderim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden Ebû Bekrden dahâ üstün bir kimse üzerine güneş doğmadı.)

Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu ki: Ben bir kimsenin önüne nasıl geçeyim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Fâtıma-tüz-zehrâyı “radıyallahü teâlâ anhâ” sana ver- diği gün, (Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim) buyurdu.

Alî “radıyallahü anh” buyurdu: Ben o kimsenin önünce git- mem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- ri, (İbrâhîm aleyhisselâmı görmek istiyen Ebû Bekrin yüzüne baksın!) buyurdu.

Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Senin önüne geçe- mem. Çünki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu- yurdu: (Âdem aleyhisselâmın hilm sıfatını ve Yûsüf aleyhisselâ- mın ahlâkını görmek isteyen, Aliyyül mürtedâya baksın!)

Hazret-i Alî buyurdu: Ben bir kimsenin önünce geçemem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu-

yurdu: (Yâ Rabbî! Beni en çok seven ve Eshâbımın en iyisi kimdir.) Nidâ erişdi ki; (Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Ebû Bekr-i Sıddîkdır) buyuruldu.

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimse- nin önünce varamam ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (İlmi bir kimseye veririm ki, Allahü teâlâ onu sever. Ben de onu severim.) Ya’nî o Aliyyül mürtedâdır. [Ya’nî ilm şehrinin kapısı sen oldun.]

Aliyyül mürtedâ buyurdu: Ben o kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Cennetin kapıları üzerinde, Ebû Bekr habîbullah yazılıdır.)

Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri Hayber gününde bayrağı sana verdi, buyurdu: (Bu bayrak Melik-i gâlibin, Alî bin Ebî Tâlibe hediyyesidir.)

Alî “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri buyurdu: (Yâ Ebâ Bekr! Sen bana gören göz ve işitir ku- lak gibisin.)

Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Kıyâmet günü, Alî, Cennet hayvanlarından birine binmiş olarak gelir. Cenâb-ı Hak buyurur ki, Yâ Muham- med “aleyhisselâm”! Senin baban İbrâhîm Halîl, ne güzel baba- dır. Senin kardeşin Alî bin Ebî Tâlib ne güzel kardeşdir.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri buyurdu ki; (Kıyâmet günü, Cennet melekleri- nin reîsi olan Rıdvân adındaki melek, Cennete girer. Cennetin anahtârlarını getirir. Bana verir. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm ge- lip, yâ Muhammed! Cennetin ve Cehennemin anahtârlarını Ebû Bekr-i Sıddîka ver. Ebû Bekr, istediğini Cennete, dilediği- ni Cehenneme göndersin der.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimse- nin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki; (Alî bin Ebî Tâlib, kıyâmet

günü benim yanımdadır. Havz ve kevser yanında benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennetde benimledir. Allahü teâlâ- yı görürken benimledir.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdu: (Eğer Ebû Bekrin îmânını, bütün mü’minlerin îmânı ile tartsalar, Ebû Bekrin îmânı ağır gelir.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimse- nin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Ben ilmin şehriyim. Alî bunun kapısıdır.)

Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kim- senin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Ben sâdıklığın şehriyim. Ebû Bekr, bunun kapısıdır.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben bir kim- senin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Kıyâmet günü Alî bin Ebî Tâlib, bir güzel ata bindirilir. Görenler, acabâ bu hangi Peygamberdir, der. Al- lahü teâlâ, bu, Alî bin Ebî Tâlibdir, buyurur.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri buyurdu: (Ben ve Ebû Bekr, bir toprakdanız. Tekrâr bir olacağız.)

Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Allahü teâlâ buyurur ki: Ey Cennet, senin dört köşeni, dört kimse ile bezerim. Biri, Peygamberlerin üstü- nü Muhammed “aleyhisselâm”dır. Biri, Allahdan korkanların üstünü Alîdir. Biri, Fâtıma-tüz-zehrâdır, kadınların üstünüdür. Dördüncü köşesindeki de, temizlerin üstünü Hasen ile Hüseyn- dir.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimse önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri buyurdu: (Sekiz Cennetden şöyle ses gelir. Ey Ebû Bekr! Sevdiklerin ile birlikde gel! Hepiniz Cennete giriniz!)

Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyur-

du ki: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Ben bir ağaca benzerim! Fâtıma, bunun gövdesidir. Alî budağıdır. Hasen ve Hüseyn, meyvâsıdır.)

Alî “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimse önünce git- mem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Allahü teâlâ Ebû Bekrin bütün kusûrlarını afv etsin. Çünki O, kızı Âişeyi bana verdi. Hicretde bana yardımcı oldu. Bilâl-ı Ha- beşîyi benim için alıp âzâd etdi.)

O iki server bu münâzaraya devâm ederlerken, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hücre-i şerîflerin- den [evlerinden] seslenip, buyurdular ki: (Ey kardeşlerim, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Aliyyül mürtedâ “radıyallahü anhümâ”! Artık içeri girin. Cebrâîl aleyhisselâm gelmişdir ve haber verir ki, ye- di kat göklerin ve yedi kat yerlerin ehli size nazar etmekde top- lanmışlardır. Eğer siz kıyâmete kadar birbirinizi medh etseniz, Allahü teâlâ yanındaki kıymetinizi anlatamazsınız.) İkisi birbi- rine sarılıp, birlikde Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” huzûruna girdiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bunlara teveccüh edip, buyurdular ki, (Allahü teâlâ iki- nize de yüzbinlerle rahmet etsin. İkinizi sevenlere de yüzbinler- le rahmet etsin. Ve düşmanlarınıza da, yüzbinlerle la’net ol- sun!) Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Yâ Resûlal- lah! Ben Alînin düşmanına şefâ’at etmem.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah! Ben Ebû Bekrin düşmanına şefâ’at etmem. Başını kılınç ile bedeninden ayırırım.) Ebû Bekr “radıyallahü anh” dedi ki, (Ben senin düşmanlarına kevser hav- zından su vermem.) Alî “radıyallahü anh” da dedi: (Ben senin düşmanlarını sırat üzerinden geçirmem.)

NÜKTE: Eğer melekler; (Yâ Rabbî! Yeryüzünde fesâd çı- karacak ve kan dökecek olan insanları niçin yaratıyorsun) [Be- kara sûresi 30.cu âyet-i kerîmesi meâli] demeseler idi, Âdem aleyhisselâmın ilmi meydâna çıkmaz idi. Eğer Nemrûd ateş yakmasa idi, İbrâhîm Halîl aleyhisselâm hazretlerinin şerefi meydâna çıkmaz idi. Eğer Ebû Cehlin câhillik inâdı ve inkârı olmasa idi, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin menâkıb-ı şerîfleri ayân olmazdı [açığa çık- mazdı]. Eğer şeytânın vesvesesi olmasa idi, Aliyyül mürtedâ

– 530 –

“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin merdliği âşikâre olmazdı. Eğer râfizîler olmasa idi, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî “ra- dıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin fazîletleri ayân olmazdı [açığa çıkmazdı].

Buyurulmuşdur ki, Müceddidiyye yolunun büyüklerinin sil- silesinin nisbet-i küllîleri Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine ulaşır. Nisbet-i cüz’iyyeleri Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine varır. Bu münâsebetle, bu bâbda, onların ahvâlinden, bir mikdâr zikr olunur. Ma’lûm ol- sun ki, adı geçen meşhûr dedem, Seyyid Muhammed, (Bâbâ) denilmekle meşhûr olmuşdur. Onlar hazret-i Molla İlyâsdan ke- mâle erişip, onlardan me’zûn olmuşdur. Onlar hazret-i Dervîş ahî Hüsrev Şâhîden, onlar Mevlânâ Sun’ullah Güze Kenânîden, onlar Mevlânâ Alâ’üddîn-i Mektebdârdan, onlar Mevlânâ Sa’deddîn-i Kaşgârîden, onlar Mevlânâ Nizâmüddîn-i Hamûş- dan, onlar Hâce Alâ’üddîn-i Attârdan, onlar Hâce Behâeddîn-i Nakşibendiden, onlar Emîr Gilâlden, onlar Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsîden, onlar Hâce Alî Râmîtenîden, onlar Hâce Muhammed İncirfagnevîden, onlar Hâce Ârif-i Rivegerîden, onlar Hâce Abdülhâlık Goncdüvânîden, onlar Hâce Yûsüf-i Hemedânîden, onlar Hâce Ebû Alî Farmedîden, onlar Şeyh Ebûl Kâsım Gürgânîden, onlar Şeyh Ebûl Hasen Harkânîden, onlar Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd-i Bistâmîden, onlar Ca’fer-i Sâ- dıkdan, onlar Kâsım bin Muhammed bin Ebû Bekr-i Sıddîkdan, onlar hazret-i Selmân-ı Fârisîden ve onlar Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden ve onlar, risâlet penâhî “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden me’zûn ol- muş, kemâle erişmişlerdir. Şeyh Ebûl Kâsım bir nisbet ile de Şeyh Ebû Osmân Magribîden ve onlar Ebû Alî Kâtibden ve onlar Ebû Alî Rodbârîden ve onlar Cüneyd-i Bağdâdîden ve onlar Sırrı Sekâtîden ve onlar Ma’rûf-i Kerhîden ve onlar Dâ- vüd-i Tâîden ve onlar Habîb-i Acemîden ve onlar Hasen-i Basrîden ve onlar hazret-i Aliyyül mürtedâdan, onlar hazret-i risâlet penâhdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kemâle gelmişlerdir. Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri- nin bir nisbeti de yüksek dedeleri hazret-i Muhammed Bâkır- dan, ona da kendi babaları hazret-i Alî Zeynel’âbidînden, ona da kendi babaları Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerin- den, ona da kendi babaları emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî

– 531 –

“kerremallahü vecheh”den gelmekdedir. Meşâyıhın yolundan olan “kaddesallahü ervâhehümül’azîz” ehl-i beytin silsilesi, şe- ref ve izzetleri sebebi ile (Silsile-i zeheb) diye adlandırılmışdır.

Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine va- ran silsileye (Sıddîkıyye) denilmişdir. Üveysîler, o tâifelerdir ki, onlar zâhirde bir pîr-i mürşid-i kâmile hizmet eylemeyip, âlem-i ma’nâda bir azîzin rûhâniyyetinden terbiye olurlar. Ve- yâ hazret-i Hızır aleyhisselâmdan terbiye olup, feyz alırlar. Müceddidiyyenin ma’nâsı odur ki, Allahü teâlâdan başka olan şeylerin izlerini, te’sîrlerini gönül levhasından kazıyıp, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini gönlüne nakş etmekdir. Bu anla- tılan açıklama, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” haz- retlerinin menâkıb-ı şerîfleri anlatılırken adı geçen (Güzîde) ri- sâlesinin sâhibi, Seyyid Mahmûd-el Mulakkab bil azîz “kuddi- se sirruh” hazretlerinin risâle-i şerîflerinden nakl olunmuşdur ki, müceddidiyye yolunu açıklamakdadır.

(Bâbâ) hazretleri ki, dünyâdan ayrıldılar, kendi oğulları sey- yid Ahmed hazretlerine izn verip, irşâd makâmına ta’yîn buyur- dular. Seyyid Ahmed hazretleri dünyâdan göç etdiler. Kendi azîz birâderleri, seyyid Mahmûd hazretlerine ki, (Azîz) ism-i şe- rîfi ile meşhûr olmuşdur, izn verip, irşâd makâmına ta’yîn bu- yurdular. İsmâ’îl ismli bir küçük oğulları kalmış olup, Mahmûd hazretlerine vasıyyet buyurmuşlar ki, İsmâ’îli terbiye eyle. Na- sıl ki, biz sana ısmarladık, sen de ona ısmarla. Seyyid Mahmûd hazretlerinin iki mahdûm-ı mükerremleri sinn-i bülûgdan ge- çip, kendilerinin yaşı altmışüçden geçmiş olmakla ölümü arzû eder oldular. Ba’zı tâlibler dediler ki, Sultânım, siz ölümü arzû- layıp, durursunuz. Sizden sonra kimi ta’yîn buyurdunuz. Buyur- dular ki, pîrimizin vasıyyeti ile amel ederiz. Dediler, yâ mah- dûm-ı mükerreminiz, Seyyid Mustafâ hakkında ne buyurursu- nuz. Kara Mustafâ cezb-ı kulûbda, Sultân Veleddir. Vasıyyete ihtiyâcı yokdur. İhvân-ı ehl-i basîrete ma’lûm oldu. Yerine ki- min geçeceğinden bahs etmek kalb dağınıklığıdır.

Yâ Rabbî! Bize hakkı hak olarak gösterip, ona uymak; bâtı- lı bâtıl olarak gösterip, ondan kaçınmak nasîb eyle. Müslimân olarak ölmemizi, sâlih kimseler zümresine katılmamızı nasîb eyle. Zâlimlerin şerrini üstümüzden gider. Mü’minlerin düâla- rına ortak eyle. Âmîn.

DOKUZUNCU BÂB

Âşere-i Mübeşşerenin Menâkıbı:


Cennetle müjdelenen on büyük sahâbî: Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn, Aliyyül Mürtedâ, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Talha, Zübeyr, Sa’îd bin Zeyd, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.

1– (Mesâbîh) kitâbının sâhibi [Muhyissünne imâm-ı Begavî “rahimehullah”], bu bâbın hasen hadîsler bâbında, Abdürrah- mân bin Avfdan “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir hadîs-i şe- rîfde buyurdular ki: (Muhakkak, Ebû Bekr Cennetdedir. Ömer Cennetdedir. Osmân Cennetdedir. Alî Cennetdedir. Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennetdedir. Sa’îd bin Zeyd Cennetdedir. Ebû Ubeyde bin Cerrâh Cennetdedir.)

(Mesâbîh) sâhibi bu bâbın sahîh hadîsler kısmının evvelin- de, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl etmişdir. Ömer “radıyallahü anh” buyurdular ki: (Bu işe onlardan dahâ lâyık kimse yokdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” vefâtı zemânında onlardan râzı idi. Onlar: Osmân, Alî, Zübeyr, Talha, Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Abdürrahmân bin Avf- dır.) Bu emrden ve lâyık olmakdan murâd hilâfet emridir. Tay- yibî “rahimehullahü teâlâ” buyurmuşlar ki, bu halîfelik işine en çok liyâkatli olanı bildirdiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” bunlardan râzı oldukları hâlde vefât etmişlerdir. Hâlbuki, bütün Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” râzı idiler. Bunlardan [altı sahâbîden] râzı olmalarının bildirilmesi, bunlardan çok râzı oldukları, âşere-i mübeşşere- den oldukları için ve hepsi Kureyşden oldukları içindir. (İmâm- lar [halîfeler] Kureyşden olur) buyurulmuşdur.

2– Câbir “radıyallahü anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri (Ahzâb) harbinde, o gün

buyurdular ki, (Kim bana bu kavmden haber getirebilir.) Zü- beyr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, ben getiririm. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Her Peygamberin havârîsi vardır. Benim havârim Zübeyrdir.) [Her nebî için nusret vericiler vardır. Benim nâsırım Zübeyr- dir.] Îsâ aleyhissalâtü vesselâm hazretlerine eshâbından nusret edenler Havârîyyûn idiler. Kelime ma’nâsı elbise [esvâb] ağar- tıcı [beyâzlatıcı] demekdir. (Mesâbîh)de nakl edilmişdir.

3– Zübeyr “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Benî Ku- reyzâ kabîlesine gidip, onlardan bana kim haber getirir.) Ben gitdim. Geri döndüğümde hazret-i Resûl-i ekrem bana ebevey- nini cem’ etdi. Ya’nî (Babam anam sana fedâ olsun) buyurdu- lar. (Mesâbîh)den nakl edilmişdir.

4– (Mesâbîh) kitâbında bildiriliyor. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bildirmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, ebeveynini cem’ etdiği bir kişiden baş- kasını görmedim. O da Sa’d bin Ebî Vakkâsdır. Ben işitdim Uhud günü; buyurdular ki, (Yâ Sa’d! Anam, babam sana fedâ olsun!)

5– Sa’d “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: (Ehl-i islâmın fîsebî- lillah evvel ok atanı benim.) Müslim şârihi “rahimehullah” be- yân buyurmuşlardır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri, Ebû Ubeyde bin Hâris bin Abdülmuttalib “ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretlerini muhâcirînden altmış atlı bölük ile Ebû Süfyânın üzerine gönderdi. Sa’d da onlar ile berâber idi. Ebû Süfyân o vakt müşriklerin serdârı idi. İslâmda ilk harb bu idi. Önce müşriklere ok atan Sa’d hazretleri oldu. (Mesâ- bîh)den nakl olunmuşdur.

6– Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinden nakl edilmişdir. Buyurdular ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gazâdan Medîne-i münevvereye geri döndüklerinde, bir gece uykuları gelmedi. Buyurdular ki: (Ne olaydı, sâlih bir zât bizi beklese idi.) O sırada bir silâh sesi işitdik. Hazret-i Habîb-i Ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” (Kimdir o) buyurdu. Dışarıdaki kişi, (Sa’ddır) dedi. Resû-

– 534 –

lullah, (Ne sebebden buraya geldin!) buyurdu. O Sa’d dedi ki, (Kalbime bir korku geldi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin yanına geldim ki, koruyayım.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Sa’da düâ etdi, sonra uyudu. (Mesâbîh)den alınmışdır.

7– Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl edilmiş- dir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu- yurdular ki: (Her ümmetin bir emîni vardır. Bu ümmetin emîni Ebû Ubeyde bin Cerrâhdır.) (Mesâbîh)de yazılıdır. (Müslim) kitâbını şerh eden buyurmuşdur ki, (Emîn, güvenilen ve kendi- sinden râzı olunan kimse demekdir.) Âlimler buyurmuşlardır ki, emânet, Ebû Ubeyde ile bütün Eshâb-ı güzînde “rıdvânulla- hi teâlâ aleyhim ecma’în” müşterekdir. Lâkin, hazret-i Resûlul- lah, Eshâbdan ba’zısını ba’zı sıfatla üstün kıldı.

8– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl edilmişdir. Buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Sebir dağına vardılar. Ebû Bekr, Ömer, Os- mân, Alî, Talha ve Zübeyr “radıyallahü anhüm” hazretleri de berâber idiler. Sebir dağı hareket etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Sâkin ol! Senin üzerinde, Pey- gamber, Sıddîk ve şehîdler var!) (Mesâbîh)de yazılıdır. Tayyibî “rahimehulah” buyurmuşlar ki, burada şehîd buyurulmasından maksad, ismi cins kasd edilmişdir ki, şehîdler demekdir. Zîrâ adı geçen hadîs-i şerîfde hazret-i Sıddîk da şühedâdandır [şe- hîdlerdendir]. Önce nakl olan hadîs-i şerîfden başka, buraya kadar nakl olan hadîslerin hepsi Eshâbdan nakl olunmuşdur. Bundan böyle hasen hadîsdirler.

9– Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: (Ümmetimin ümmetime en merhametlisi Ebû Bekr- dir. Allahü teâlânın emrlerinde ümmetimin en şiddetlisi Ömer- dir. Hayâ yönünden en sâdıkı Osmândır. En güzel mîzaclısı, Zeyd bin Sâbitdir. En iyi okuyan Ebû Zerdir. Halâli harâmı en iyi bilen Mu’âz bin Cebeldir. Her ümmet içinde bir emîn vardır. Bu ümmetin emîni Ebû Ubeyde bin Cerrâhdır.) (Mesâbîh) ki- tâbında hasen hadîs olarak bildirilmişdir. Lâkin (Tirmizî) rivâ- yeti ile bu hadîs-i şerîf hasendir, sahîhdir. Ba’zıları Katâdeden

– 535 –

“radıyallahü anh” mürsel olarak rivâyet etmişler. O rivâyetde ziyâde [ilâve] etmişlerdir ki, bu ümmetde dînî hükmlere en çok vâkıf olan Alî bin Ebî Tâlibdir.

10– Zübeyr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Uhud günü, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin üzerinde iki zırh var idi. Kaya üzerine çık- mak istedi, çıkamadı. Talha “radıyallahü anh” sırtına alıp, kaya- ya çıkardı. Râvî [nakl eden] der ki, ben işitdim, Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Talha vâcib kıldı). Kâdî der ki: Bu hadîs-i şerîfin ma’nâsı, (Talha yap- dığı iş sebebi ile Cenneti kendine vâcib kıldı) demekdir. Veyâ (Nefsini tehlükeye atdı. Kendini Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini korumak uğruna fedâ etdi) de- mekdir. Tayyibî “rahimehullahü teâlâ” rivâyet etmişdir.

11– Câbir “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Talha bin Ubeydullah “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine nazar etdi ve buyurdular ki: (Yeryüzünde yürüyenlerden nezrini yerine getiren bir kim- seye bakmağı seven, buna baksın!) Başka bir rivâyetde buyur- dular ki: (Yeryüzünde yürüyen bir şehîde bakmakla mesrûr ol- mak istiyen, Talha bin Ubeydullaha baksın!) Türpüştî “rahime- hullah” beyân etmişlerdir ki, hadîs-i şerîfdeki Nahb kelimesi, nezr ve mevt demekdir. Bundan dolayı arablar arasında, falan kimse nezrini yerine getirmişdir, denir. Bu kelime iki ma’nâ üzerinde de kullanılır. Allahü teâlâ hazretlerinin, meâl-i şerîfi (... Mü’minlerden nezrini yerine getirenler...) olan Ahzâb sûre- si 23.cü âyetinde buyurduğu da nezr ma’nâsınadır. Ya’nî o şe- hîdler ki, savaş meydânlarında sadâkat ile savaşmağa ve Mu- hammed Mustafâya “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yardım etmek üzere Allahü teâlâya söz verdiler. Mevt ma’nâsı da, Al- lahü teâlâ yolunda cânını fedâ etmekdir.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber verdi ki, muhakkak hazret-i Talha o kimselerdendir. Ya’nî nezrine vefâ gösterdi. Ve o kimselerdendir ki, Allahü teâlâ yolunda ölümü zevk yapdı. Hazret-i Talha “radıyallahü teâlâ anh” Uhud günü nefsini Resûlullah hazretlerine siper etdi. Anlatıldı ki, hazret-i Talha Uhud gününde ok, mızrak ve kılınç ile seksen yerinden

– 536 –

yaralandı. Her kim ki, Uhud muhârebesini anlatsalar, derler ki, o gün Talha için idi. (Türpüştî)nin kelâmı böyledir.

12– Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Benim kulağım, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek ağzından işitdi, buyurdular ki: (Talha ve Zübeyr Cennetde dolaşırlar!)

13– Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” hazretle- rinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Uhud günü buyurdular ki: (Yâ Rabbî! At- dığını isâbet etdir, düâsını kabûl et!) Yine Sa’d hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdular ki: (Yâ Rabbî! Sa’d sana düâ etdiği zemân ka- bûl et!) Câbir “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyetdir ki, Sa’d “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile karşılaşdı. Buyurdu ki, (Bu benim dayım- dır!) Sa’d, benî Zühreden idi. Ömer ibni Hattâbın “radıyallahü teâlâ anh” menâkıbında da anlatıldığı üzere, altı kimsenin ara- sında hilâfet emrini şûrâya bırakmışlar idi. Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” da orada zikr olunmuşdur.

Her Muvahhid Mü’min tarafından hıfzı gereken güzel bir menkıbe: Abdürrahmân Hamîd el Câmî “kuddise sirruhüssâ- mî” hazretleri, (Nefehât-ül-Üns) adlı kitâb-ı şerîfinin evvelinde, vilâyet erbâbının “kaddesallahü teâlâ ervâhahüm” sınıflandırıl- masında, (Kitâb-ı Keşf-ül Mahcûb)dan nakl buyurmuşlardır. Allahü Sübhânehü ve teâlâ, Burhân-ı Nebevîyi bâkî kılmışdır. Evliyâyı o burhânın açığa çıkmasına sebeb kılmışdır. Tâ ki, dâi- mâ, Allahü teâlâ hazretlerinin âyetleri ve Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin muhabbetinin sıdkı açığa çıksın. Onları âlemlerin vâlîleri yapdı. Hazret-i Mu- hammedin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hadîsini yeniledi- ler. Nefse uyma yolunu terk etdiler. Gökden yağmur onların varlığı sebebi ile iner. Yerden ot, onların ahvâli ve safâsı bere- keti ile yetişir. Müslimânlar, kâfirler üzerine gâlibiyyetleri onla- rın himmetleri ile buldular. Onlar dört bin kimsedir. Birbirini dahî bilmezler. Kendi kemâllerini dahî bilmezler. Hepsinin hâl- leri kendilerinden ve halkdan örtülüdür. Bunlar hakkında ha- berler vardır. Bu husûsda Elhamdülillah ki, haber ulaşmışdır.

Ammâ o kimseler akl ve hâl ehlidir. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri dergâhının kumandânı olanların sayıları üçyüzdür. Onlara (Ahyâr) derler. Onlardan kırklar vardır ki, onlara (Eb- râr) derler. Dört dânesine de (Evtâd) derler. Üç dânesine de (Nükebâ) derler. Bir dânesine [en büyüklerine] (Kutb) ve (Gavs) derler. Bunların hepsi birbirini tanırlar. İşlerinde birbi- rinin iznine muhtâcdırlar. Bununla alâkalı olarak haberler var- dır ve büyüklerin sözleri mevcûddur. Hakîkat ehli bunun sıhha- ti üzerine ittifâk etmişdir.

(Fütûhât-ı Mekkiyye) kitâbının sâhibi “kuddise sirruh”, o kitâbda, otuzuncu faslda; yüzdoksansekizinci bâbda, yedi aded olan ricâle (Ebdâl) denilmişdir demekdedir. Ve o yerde zikr et- mişdir ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri yeri yedi iklim kılmışdır. Kendi bendelerinden yedi kimseyi güzîde etmişdir. Onlara (Ebdâl) demişlerdir. Her iklimin vücûdunu o yedi kim- seden birisinin varlığına bağlamışdır. (Mevlânâ Câmînin sözü burada temâm oldu.)

Hâce Behâül Hak Veddîn “kuddise sirruh” hazretlerinin, kendi sâdık talebelerinden olan Muhammed bin Muhammed el-Hâfız Buhârî “rahimehullah” risâlesinde nakl etmişdir. Hâce hazretleri buyurdular ki, Ebû Tâlib-i Mekki “kuddîse sirrüh- ül’azîz” kendi (Kût-ül kulûb) adlı kitâbda nakl etmişdir ki, (Kutb-ı zemân) olan kimse, her asrda, kıyâmete kadar, emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri- nin nâib-i menâbi [vekîli] makâmındadır. (Evtâd)dan üçü de kutbdan aşağıdırlar. Her zemânda o üçü de üç halîfenin, ya’nî Emîr-ül mü’minîn Ömer, emîr-ül mü’minîn Osmân, emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anhüm” vekîlleridirler. On- ların sıfatları, hâlleri, yakînleri bu [üç büyük halîfenin] hâlleri- ne benzer. Bu sâdıklardan altı kimsenin, sıfatı da budur: (Yer- yüzü ehâlisinden belâ onlar vâsıtası ile def’ edilir. Onlar vâsıta- sı ile rızk gönderilir. Onlar vâsıtası ile yağmur yağdırılır. Yeryü- zü onlar vâsıtası ile ayakda durur. Her zemânda, âşere-i mübeş- şereden diğer altısının da, bunlar vekîlleridir “radıyallahü teâlâ anhüm”.) Bu büyük Velîlerin herbiri, âşere-i mübeşşereden bi- rinin vekîli olarak bulunur. Onlara lâyık nâibler kıyâmete ka- dar bulunur.

ONUNCU BÂB

Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Ehl-i Beyti- nin Menâkıbı:

Birinci Menâkıb: Muhyissünne [İmâm-ı Begavî] “rahimehul- lahü teâlâ” (Mesâbîh-i şerîf)inde, bu bâbın evvelinde, Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet et- mişlerdir. Sa’d “radıyallahü anh” dedi ki, meâl-i şerîfi, (Geliniz! Biz ve siz oğullarımızı, kadınlarımızı ve nefslerimizi çağıralım!) olan, Âl-i İmrân sûresi 61.ci âyet-i kerîmesi nâzil olduğu vaktde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Alîyi, Fâtımayı, Haseni ve Hüseyni “radıyallahü anhüm” çağırdı. Buyurdular ki, (Yâ Rabbî! Bunlar benim ehl-i beytimdir.) Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri buyurdular ki: Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” üzerinde bir bürd-i yemânî [Yemen ku- maşından bir cübbe] vardı. Kara yünden idi. O sırada Hasen bin Alî geldi. Onu kisvesinin [cübbesinin] altına aldı. Sonra Hüseyn geldi. Onu da dâhil etdiler. Sonra Alî geldi. Onu da dâhil etdiler. Sonra Fâtımayı çağırdılar. Hazret-i Fâtıma mestûre olarak geldi. Onu da cübbesinin altına aldılar. Sonra meâl-i şerîfi, (... Allahü teâlâ sizlerden ricsi, ya’nî her kusûr ve kirleri gidermek istiyor. Ve sizi tam bir tahâret ile temizlemek istiyor...) olan, Ahzâb sû- resinin 33.cü âyet-i kerîmesini okudular.

Yine Muhyissünne İmâm-ı Begavî “rahimehullah”, (Meâli- müt-tenzîl)de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde nakl etmişdir. Ebû Sa’îd Ahmed bin Muhammed el Hamîdî haber verdi. Ona İbni Abdüllah bin Dinâr haber verdi. O Şerîk bin Ebîden, o Atâdan, o Yesârdan, o Ümm-ü Seleme “radıyallahü teâlâ anhâ” hazret- lerinden haber verdi. Ümm-ü Seleme “radıyallahü anhâ” bu- yurdu ki: Bu âyet-i kerîme benim evimde nâzil oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Fâtıma, Alî, Ha- sen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hazretleri için buyurdular ki: (Bunlar benim ehl-i beytimdir!) Ümm-ü Se- leme dedi ki: (Yâ Resûlallah! Ben senin ehl-i beytinden değil miyim, dedim.) Buyurdu ki, (Evet, inşâallahü teâlâ!) buyurdu. Zeyd bin Erkâm dedi ki: Ehl-i beyt o kimsedir ki, ona zekât al-

mak harâmdır. Bunlar, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra, Alînin, Ukaylın, Ca’ferin ve Ab- bâsın yakınlarıdır “radıyallahü teâlâ anhüm”. Muhyissünnenin kelâmı temâm oldu. Şerh-i Mesâbîhden ba’zısında şöyle bildi- rilmişdir ki, ehl-i Resûl; kendilerinin zekât alması harâm olan kimseler diye bahs olunmuşdur. (Müslim)in ba’zı rivâyetlerin- de de şöyle bildirilmişdir: Onlar Hâşimîdirler, Muttalibîdirler, onların mevâlîleri de böyledir.

İkinci Menâkıb: Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Ezvâc-ı tâhirâtın “rıdvânullahi teâlâ aley- him ecma’în” hepsi, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” huzûr-u şerîflerinde idik. Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü an- hâ” geldi. Yürümesi Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” yürümesinden hafî değildir. Fâtımayı gördüğü vakt, (Mer- habâ yâ kızım,) buyurdu. Sonra oturdu. Sonra gizli konuşdular. Fâtıma yüksek sesle ağladı. O vakt, Fâtımanın hüznünü gördü. İkinci kerre gizli konuşdular. O zemân Fâtıma güldü. Sonra Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” se’âdetle kalkıp gitdi. Ben Fâtımadan “radıyallahü anhâ” sana gizli ne söyledi diye sor- dum. Fâtıma “radıyallahü anhâ” dedi ki, ben Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sırrını açıklıyamam. Resûlullah hazretleri âhırete intikâl buyurdukları zemân, Âişe “radıyallahü anhâ” buyurdular ki: Ben Fâtımaya dedim ki, sana yemîn veririm ki, benim senin üzerinde hakkım olsun ki, onu ha- ber veresin. Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” dedi: Bana gizli söylediği vakt, haber verdi ki, (Cebrâîl aleyhisselâm, Kur’ân-ı azîm-üş-şânı her sene benimle bir kerre mukâbele ederdi [okur- du]. Bu sene benimle iki kerre mukâbele etdi [okudu]. Bundan ecelimin yaklaşdığı anlaşılır. Allahü teâlâ hazretlerine ittikâ eyle ve sabr eyle. Zîrâ muhakkak ben senin için ne güzel selefim. [Senden önce ölürüm.]) Ben ağladım. Üzüldüğümü görünce, ikinci kerre yine gizli olarak söyledi. Buyurdu ki, (Yâ Fâtıma! Cennet ehli kadınların, mü’minlerin hanımlarının, seyyidesi olursun. Râzı olmaz mısın.) Bir rivâyetde, bana gizli olarak o hastalığında, vefâtının yaklaşdığını haber verdiğinde, ben ağla- dım. Sonra gizli olarak, (Ehl-i beytimden bana evvel kavuşan sen olursun) buyurdukda, ben güldüm, şeklinde bildirilmişdir. (Me- sâbîh)den alınmışdır. Müsevvir bin Mahremeden rivâyet edil- mişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri

– 540 –

buyurdular ki: (Fâtıma benden bir parçadır. Her kim onu gada- ba getirir ise, beni gadaba getirir.) Başka bir rivâyetde, (Ona eziyyet eden, bana eziyyet etmiş olur) buyuruldu.

Üçüncü Menâkıb: Zeyd bin Erkam “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Mekke ile Medîne arasında bu- lunan Gadırhum denilen mevzi’de hutbe okudu. Allahü tebâre- ke ve teâlâ hazretlerine hamd ve senâ etdi. Va’z ve nasîhat et- di. Sonra buyurdu ki: (Ey insanlar! Ben insanım. Rabbimin hu- zûruna da’vet olundum. Benden sonra size iki şey bırakıyorum. Bunlara yapışırsanız, yoldan çıkmazsınız. Birincisi ikincisinden dahâ büyükdür. Biri Allahü teâlânın kitâbı olan Kur’ân-ı ke- rîmdir ki, gökden yere kadar uzanmış sağlam bir ipdir. İkincisi ehl-i beytimdir, ehl-i beytimdir, ehl-i beytimdir. Bunların ikisi birbirinden ayrılmaz. Bunlara uymıyan benim yolumdan ayrı- lır.) Bir rivâyetde, Allahü teâlânın kitâbı, Allahın ipidir. Ona tutunan hidâyete kavuşur. Onu terk eden dalâletde olur, buyu- ruldu. (Şerh-i sünne)de dedi ki, bunlara sekaleyn tesmiye etdi. Onun için ki bunlar ile ahz, bunlar ile amel etmek ağırdır. Ve yine böylece muhâfaza ve onlara ihtirâm ve halîfe oldukları ze- mân emrlerine uymak ağırdır.

Dördüncü Menâkıb: Berâ’ bin Âzib “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Dedi ki: Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini gördüm. Hasen bin Alî “radıyallahü teâlâ anhümâ” omuzu üzerinde idi. Buyurdu ki, (Allahım! Muhakkak, ben bunu severim. Sen de sev! Bunu se- venleri de sev!) Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” rivâ- yet olunur. Ben Resûlullah hazretleri ile gündüz vakti bir sâat- de, dışarı çıkdık. Fâtıma-tüz-Zehrânın “radıyallahü anhâ” evine geldik. Buyurdu ki: (Küçük çocuk, küçük çocuk.) Küçük çocuk diye hazret-i Haseni irâde ederler idi. Gecikmeden hemen haz- ret-i Hasen sür’atle geldi. Hattâ birbiri ile kucaklaşdılar. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Rabbî! Ben onu severim. Sen de sev! Onu sevenleri de sev!) Ebû Bekrden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiler. De- di ki: Ben, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendi- mizi minber üzerinde gördüm. Hasen bin Alî “radıyallahü teâlâ anh” da yanında idi. Resûl aleyhisselâm bir kerre cemâ’ate ba- kardı. Bir kerre torunu Hasene bakardı. Buyurdu ki: (Bu benim

– 541 –

oğlum seyyiddir. Ümmîd edilir ki, Allahü teâlâ müslimânlardan iki büyük fırkayı bu oğlum sebebi ile barışdırır.)

Türpüştî “rahimehullahü teâlâ” buyurmuş ki: (İki büyük ce- mâ’at diye vasf etdiler. Zîrâ müslimânlar o günde iki fırka oldu- lar. Bir fırka hazret-i Hasen tarafında, bir fırka hazret-i Mu’âvi- ye tarafında idi. Hazret-i Hasen “radıyallahü anh” o gün bütün müslimânlar üzerine halîfe olmaya en ziyâde hakkı olan idi. Lâ- kin vera’ı, bütün insanlara şefkati, onu mülkü ve dünyâyı terk etmeğe sevk etdi. Hâşâ ki hilâfeti bırakmak isteği, illetden ve zilletden dolayı değildi. Zîrâ o günde hazret-i Hasene kırk bin kimse, uğrunda cân ve baş fedâ etmek üzerine bî’at etdi. Haz- ret-i Hasen buyurdu ki, fâide ve zararı bileliden beri, Muham- med aleyhisselâmın halîfesi olmak için olsa bile, bir hacamât dolusu kanın dökülmesini bile arzû etmedim.

Hazret-i Hasenin bu işi ba’zı tâifesine güç geldi. Hattâ asa- biyyetle ve câhiliyyet gayreti ile bu işe kızanlar oldu. Hasen “ra- dıyallahü anh” hazretlerinin yanına geldiklerinde, esselâmü aleyke yâ Ar-el mü’minîn [Ey mü’minlerin ar etdiği kimse] di- ye söylemeğe başladılar. Hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, (El-ar hayr minennâr) (Ar [utanmak], nâr- dan hayrlıdır.) Bu hadîs-i şerîfi Sahâbe-i güzîn hazretlerinden bir cemâ’at rivâyet etmişdir. Şeref ve fazîlet cihetinden bu kâfî- dir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ona seyyid diye ad koymuşdur. O kimsede bundan ziyâde şeref ola- maz.) Türpüştînin kelâmı sona erdi.

(Şerh-i Sünne)de buyurmuş ki, bu hadîs-i şerîfde, bunun üzerine delîl vardır ki, bu iki fırkadan hiçbiri islâm milletinden çıkmamışdır. Zîrâ Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hepsine müslimân buyurdu. Hâlbuki birisi ictihâdın- da hatâ etmiş, birisi doğruyu bulmuşdur. Her yerdeki rey’ ve mezhebde ihtilâf vâki’ olur. Onda te’vîlinin yolu budur ki, eğer te’vîl etdiğinde bir şübhesi olursa, o te’vîlde hatâ dahî etmiş ise, bundan dolayıdır ki, ehl-i bâgînin şehâdeti kabûl olmak üzerine ve kâdîlarının hükmi nâfiz olmak üzerine ve selef ihtilâf etdiler ki, bu şekldeki fitnelerde konuşmamak iyidir. Allahü tebâreke ve teâlâ, o işlere ellerimizi bulaşdırmadı, biz de dillerimizi bulaş- dırmamalıyız. (Şerh-i Sünne)nin kelâmı sona erdi.

Abdüllah ibni Ömerden “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet

– 542 –

olunmuşdur. Hazret-i Hasen ve Hüseyn hakkında Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (İkisi dünyâdan iki reyhândır.) (Mefâtih) kitâbının sâhibi beyân et- miş ki, burada reyhân, rızkla tefsîr olunmuşdur. Zimâhşerî de- di ki, ya’nî o ikisi Allahü teâlâ hazretlerinin o rızkındandır ki, beni bunlarla rızklandırdı. Nitekim, şöyle de denir; (Sübhânel- lahi reyhânehü). Bu kelimeler masdariyye olarak mensûb, mef’ûldürler. Ya’nî (Esbehallahe sübhâna ve istezekahü istirzâ- kan) (Sübhânımız, Rabbimiz) olan Allahü teâlâyı noksan sıfat- lardan tenzîh eder, ondan rızklandırması için rızk isterim de- mekdir. Denildi ki, hadîs-i şerîfde geçen reyhân ile güzel koku murâd edilmişdir. Zîrâ evlâdı reyhân gibi koklarlar. Enes “radı- yallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet ediliyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Haseni zi- yâde okşardı. Hazret-i Hüseyn, Resûlullah hazretlerine en çok benziyen kimse idi.

Beşinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün beni mubârek sî- nelerine basdı. Buyurdu ki, (Yâ Rabbî! Buna hikmeti öğret!) ve bir rivâyetde (Kitâbı öğret!) buyurdu. Tayyibî “rahimehullah” buyurmuş ki, bunun ma’nâsı budur ki, hikmetden sünnet mu- râd olunur. Zîrâ hikmet kitâb ile söylenince, sünnet irâde olu- nur. [Ya’nî sünnet ma’nâsına gelir.] Hikmet, eşyânın aslını efdal ilmler ile bilmek demekdir.

Buhârî şerhinde beyân olunmuş ki, kitâbdan murâd ile Kur’ân-ı azîm-üş-şânın lafzları kasd edilmekdedir. Allahü teâlâ hazretleri, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Ab- düllah ibni Abbâs hakkındaki düâsını kabûl etmişdir. Yine Ab- düllah ibni Abbâsdan rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” halâya gitmişdi. Ben abdest suyunu hâ- zırladım. Buyurdular ki, bu suyu kim hâzır etdi. Cevâb verdiler ki, Abdüllah ibni Abbâs hâzırladı. Buyurdular ki: (Yâ Rabbî! Onu dinde fakîh yap!)

Altıncı Menâkıb: Üsâme bin Zeyd “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri beni kucağına alırdı ve Haseni “radıyallahü anh” da kucağına alırdı. Buyururdu ki: (Yâ Rabbî! Bu ikisini

– 543 –

sev, ben bunları seviyorum.) Yine Üsâmeden “radıyallahü anh” rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri beni bir dizi üzerine oturtdu. Haseni de diğer dizi üze- rine oturtdu. Sonra ikimizi bir yere getirdi ve buyurdu ki: (Yâ Rabbî, bu ikisine merhamet et! Ben bunlara merhamet ediyo- rum!) Ma’lûm olsun ki, bu bâbın evvelinden buraya kadar nakl olunan hadîs-i şerîfler, (Mesâbîh-i şerîf)in sahîhinden [sahîh ha- dîslerinden] nakl olunmuşdur. Bundan böyle, inşâallahü teâlâ haseninden nakl olunur [hasen hadîsler bildirilir].

Yedinci Menâkıb: Câbir “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerin- den rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini arafe günü hacda gördüm. Kusvâ adlı deve- si üzerinde hutbe okudu. (Ey insanlar! Size, onlara yapışıp, da- lâlete düşmemeniz için, Allahü teâlânın kitâbını ve ıtrem ehl-i beytimi bırakdım) buyurduğunu işitdim. Türpüştî “rahimehul- lahü teâlâ” buyurmuşdur ki, ıtre için ba’zıları dediler ki, kişinin ıtresi, yakınları demekdir. Ba’zıları dedi ki, Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ıtresi, Abdülmuttalib oğullarıdır. Ba’zısı dedi, kişinin ıtresi, ehl-i beytidir. Yakın ol- sun, uzak olsun ev halkıdır. Lügat ma’nâsı i’tibâriyle de, kişinin ehl-i beyti ve kavminin yakınlarıdır. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretleri ıtreyi beyân buyurdular. Ehl-i beyt ile berâber ifâde olunduğunda, ıtreden murâd-ı şerîfleri, asabeleri ve ezvâc-ı tâhirâtıdır “radıyallahü teâlâ anhüm ec- ma’în”.

Zeyd bin Erkam “radıyallahü anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak ben size, eğer benden sonra onlara tutunursanız, iki şey bırakıyorum. Birisi, diğerine nazaran dahâ büyükdür. Bu Kitâbullahdır ki, gökden yere kadar uzanan ipdir. İkincisi, ıt- rem olan ehl-i beytimdir. Aslâ birbirlerinden ayrılmazlar. Tâ ki benim havzıma ulaşırlar. Siz de, o ikisinden yana ne yol ile ha- lef olursunuz nazar ediniz.) Tayyibî “rahmetullahi aleyh” haz- retleri beyân buyurmuşlar ki, bir şeye imsâk etmek, tutunmak, ona bağlanmak, onu hıfz etmekle [korumak ile] olur. Allahü te- bâreke ve teâlâ hazretleri [Hac sûresi 65.ci âyetinde meâlen] buyurur: (Elbette Allahü teâlâ semâyı, yere düşmemesi için tu- tar. Ancak [kıyâmet günü] kendi izni ile tutar.) Ancak lâyık olan şeye tutunulur. Temessük geçen yerlerde temessük olunan

– 544 –

şey de bildirilmişdir ki, ipdir. (Kitâbullah, gökden yere kadar uzanan ipdir) sözünde sanki insanlar, tabî’atlerinin, şehvetleri- nin istediği şeylerin bulunduğu bir yerde durmuşlar, nefslerinin çirkin arzûlarını yerine getirmek isterken, Allahü teâlâ lutf edip, insanların yükselmesini irâde ederek, Kur’ân-ı kerîm ipi- ni onlara yaklaşdırır. O ipe tutunanlar kurtulur. Orada kalanlar helâk olur. Kur’ân-ı azîm-üş-şâna temessük, onda bildirilen ile amel etmek, yasak edilenden kaçmakdır.Itrete temessük ma’nâsı, onlara muhabbetdir. Ya’nî ehl-i beyti sevmek, onların doğru yolunda, izinde yürümekdir.

Yine Zeyd bin Erkam “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyn “radıyallahü anhüm” için buyurdular ki: (Onlarla muhârebe edenler ile ben harbdeyim. Onları selâ- metde bırakana, ben de selâmetdeyim!) Burada harb adâlet ma’nâsınadır. Selâmet de sulh ma’nâsınadır. Burada mübâlağa- lı ma’nâda kullanılmakdadır.

Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinden Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine, insanların en sevgilisi kim idi diye süâl olundu. Buyurdular ki: (Fâtıma-tüz- zehrâ.) Erkeklerden sevgili olan hangisidir, diye süâl olundu. Buyurdular ki: (Fâtımanın zevci “radıyallahü anhüm”.) Ebû Sa’îd “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ha- sen ve Hüseyn, Cennet ehlinin gençlerinin seyyididir.)

İmâm-ı Nevevî “rahimehullah” hazretleri fetvâsında buyur- muşlardır ki, bu hadîsde bir mes’ele vardır. Bu hadîs-i şerîf sa- hîh midir, değil midir. Ma’nâsı ne demekdir. Onlar genç iken mi, yaşlandıkda mı vefât etdiler. Ebû Sa’îd-i Hudrîden “radıyal- lahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Hasen ve Hüseyn, Cennet eh- linin gençleridir.) (Tirmizî) rivâyet etdi ve dedi ki, bu hadîs-i şe- rîf hasen ve sahîhdir. Enes “radıyallahü anh” hazretlerinden bil- dirilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretle- rine; (Peygamberlerden sonra, önce ve sonra gelenlerden Cen- net ehlinin yaşlılarının seyyidi bu ikisidir.) buyurdu. Tirmizî ri- vâyet etdi ve dedi ki, bu hadîs hasendir. Ebû Bekr ve Ömer; Ha-

– 545 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:35

sen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hazretleri yaşlı olarak vefât etdiler. Hadîs-i şerîfin ma’nâsı budur ki, mu- hakkak Hasen ve Hüseyn genç olarak Cennete girenlerin sey- yidleridir. Ebû Bekr ve Ömer yaşlı olarak Cennete girenlerin seyyididirler. Cennet ehlinin hepsi, otuzüç yaşında kimseler ola- caklardır. Seyyid olan o kimselerin ömrleri, diğerlerinden az ve- yâ çok olabilir. [Seyyid olanlar, diğerlerinden dahâ üstün ve ke- mâl sâhibidirler.] (Nevevî)nin fetvâsı burada sona erdi.

Üsâme bin Zeyd “radıyallahü anh” hazretleri, rivâyet eder. Ben Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna bir gece, ba’zı hâcetimden dolayı varmışdım. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” birşey ile örtünmüş ola- rak çıkdı. Bu şeklde neden çıkdığını bilemedim. Hâcetimi [işi- mi] bitirdikden sonra dedim ki, (Yâ Resûlallah, örtündüğün şe- yin altında ne vardır.) Örtüyü açdı. Hasen ve Hüseyn “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretleri mubârek kucaklarında idi. Buyurdu- lar ki: (Bu ikisi oğullarımdır. Kızımın oğullarıdır. Yâ Rabbî! Bu ikisini seviyorum. Bunları sevenleri de seviyorum!) Enes “radı- yallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden süâl olundu ki, ehl-i beytinizden hangisini dahâ çok seviyorsunuz. Buyurdu: (Hasen ve Hüseyn ve Fâtımayı “radıyallahü teâlâ anhüm” sevi- yorum. İki oğlumu çağırın. Koklıyayım ve bağrıma basayım!) Gayb yolu ile, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o ikisini koklar ve bağrına basar. Büreyde “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hutbe okuyordu. O sırada Hasen ve Hüseyn “radıyal- lahü teâlâ anhüm” geldiler. Üzerlerinde kırmızı gömlek vardı. Yürürken düşerlerdi. Zîrâ yaşları küçük idi. Hemen Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” minberden inip, ikisini de ya- nına alıp, minbere çıkardı. Karşısına oturtdu. Sonra; meâl-i şe- rîfi, (Mallarınız ve evlâdlarınız ancak fitnedir) âyet-i kerîmesini okudu. Sonra, (Bu iki sabinin yüzlerine bakdım. Düşerler ve yürürler idi. Sabr edemedim. Sözlerimi kesip, bu ikisini yukarı götürdüm) buyurdular.

Ya’lâ bin Mürre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Hüseyn benden, ben de Hüseyndenim. Hüseyni seveni Al- lahü teâlâ da sever. Hüseyn, torunlardan bir torundur.) Şârih

– 546 –

Tayyibî “rahimehullahü teâlâ” beyân eylemişlerdir ki; Kâdî “rahimehullah” buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i imâm-ı Hüseyn ile kavmi arasın- da meydâna gelecek hâdiseleri bilip, o sebebden hazret-i Hü- seyni husûsî olarak zikr edip, beyân buyurdular ki, kendi zât-ı şerîfleri ile hazret-i imâm-ı Hüseyn muhabbetde, hurmetde ve ta’rizde ve muhârebede ve onu te’kidde bir olduğu anlaşılsın. (Hüseyni seveni, Allahü teâlâ sever) buyurdular. Zîrâ, muhak- kak, hazret-i Hüseyne muhabbet, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine muhabbetdir. Resûlullaha mu- habbet Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine muhabbetdir.

Türpüştî “rahimehullahü teâlâ” buyurdular ki: (Sibt: To- run), sebâtdandır. Sebât o şecereye derler ki, çok dalları vardır. Bir gövdeye bağlıdır. Veled [oğul] şecere [ağaç] menzilesinde [yerinde] olur. Bunun tefsîrinde denildi ki, (Elbette o, hayrda, ümmetlerden bir ümmetdir.) Yine hadîs-i şerîfde buyrulmuş- dur ki: (Hasen ve Hüseyn, Resûlullahın iki torunudur.) Şunu da derim ki, (Sibt)den murâd kabîledir. Ya’nî o ikisinden iki kabî- le hâsıl olur [dal, budak salar, çoğalır]. O ikisine (sibt) tesmiye etdiler. [Torun dediler.] O ikisi asl olur [gövde olur]. Evlâdı, to- runları da tâife olur. Türpüştînin kelâmı temâm oldu.

Buyurulmuşdur ki, avâm arasında Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin nesilleri bitmişdir diye yanlış bir inanış var- dır. Böyle inanmak doğru değildir. Türpüştînin rivâyet buyur- duğu hadîs-i şerîf, böyle düşünenlerin i’tikâdını tekzîb eder. Hem menâkıb-ı şerîflerini beyân etdiler. Açıklamışlardır ki, ve- fât etdiklerinde ondört oğulları kaldı. Birçok kızları kaldı. Mah- dûmlarının ismleri, Abdüllah, Kâsım, Hüseyn-el Ebrim ve Ukayl, Hasen-el Müsennâ ve Zeyd, Abdürrahmân ve Ahmed, Ömer ve İsmâ’îl ve Fadl ve Ebû Bekr ve Talha. Bu kadar evlâd- dan nesîlleri kalmamak mümkün değildir.

Nakl olunmuşdur ki, Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirru- hül’azîz” hazretleri kendi tasnîf etdiği (Gunyet-üt-tâlibîn) adı verilen risâlede, kendi dedelerinin silsilesini Hasen “radıyalla- hü teâlâ anh” hazretlerine ulaşdırır. Bu yol ile beyân buyurmuş- dur: Muhyiddîn Ebû Muhammed Abdülkâdîr ibni Ebî Sâlih Cengi Dost bin Abdüllah bin Yahyâ bin Dâvüd bin Mûsâ bin Abdüllah bin Hasen-el Müsennâ ibni Hasen bin Alî bin Ebî Tâ-

– 547 –

lib “radıyallahü teâlâ anhümâ ve rahmetullahi aleyhim ec- ma’în”. Bu fakîr ve pürtaksîr-ül âciz, Seyyid Eyyûb der ki, biz de böyle tesbît etdik. Seyyid Mahmûd el-mülekkab bil azîz [Azîz lakabı ile lakablanmış] “kuddise sirruh” hazretlerinin meclis-i şerîflerinde hâzır olan ba’zı ehibba ve arkadaşları bu- yururlardı, biz Hasenîyiz. Siyâdetimiz silsilesi Hasen “radıyalla- hü teâlâ anh” hazretlerine erişir. Hem ekserî i’timâd edilir kişi- lerden işitdiğimiz budur ki, Mekke-i mükerreme şerrefehallahü teâlâ bi şerefihâ [orasını şeref ile şereflendirdi], şerîflerin silsile- leri hazret-i Hasene ulaşır. Bu tafsîlatlı bilgiden gâye odur ki, bunların hepsini boş sayıp, temâmını inkâr gerekmez. Neseb-i şerîfleri, ihtimâl ki kalmışdır.

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuş- dur. Hasen, Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin göğüsden başa kadar olan kısmına, Hüseyn; Resûlullahın göğüsden aşağıya kadar kısmına, insanların en çok benziyenidir. Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden ri- vâyet edilmişdir. Huzeyfe der ki, vâlideme dedim ki: Bana izn ver, varayım, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleriyle akşam nemâzı kılayım. Söyliyeyim de, ba- na ve sana istigfâr etsin [ya’nî düâ buyursun]. Geldim. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile akşam nemâzını kıl- dım. Sonra yine nemâz ile meşgûl oldu. Yatsı nemâzını da kıldı. Sonra geri döndü. Ben de tâbi’ oldum. Benim sesimi [gelişimi] işitdi. (Kimdir, Huzeyfe midir) buyurdu. Evet yâ Resûlallah! de- dim. Buyurdular ki: (Nedir hâcetin [isteğin]. Allahü teâlâ haz- retleri seni ve anneni afv etsin.) Sonra buyurdular ki: (Şimdiye kadar hiç bir yere gelmemiş melek bu gece geldi. Rabbinden izn istemiş ki, benim üzerime selâm versin ve Bana müjde versin ki, muhakkak Fâtıma, Cennet ehli kadınların seyyidesidir. Hasen ve Hüseyn, Cennet ehli gençlerin seyyididirler.)

Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri rivâyet etmişdir. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Hasen bin Alîyi omuzuna almışdı. Bir ki- şi dedi ki; Yâ oğul; ne güzel zâtın omuzundasın. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Omuzumdaki de güzeldir.) Bu menkıbenin evvelinden buraya kadar temâmı, (Mesâbîh)in hasen hadîslerinden bildirilmişdir.

– 548 –

Sekizinci Menâkıb: İmâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyn ve Ab- düllah bin Ca’fer “radıyallahü teâlâ anhüm” Medîne-i münev- vereye giderken, yolda erzâkları kalmadı. Sahrâda oldukları için, yiyecek birşey alacak yer de olmayıp, açlık ve susuzlukdan gâyet muzdarib oldular. Allahü teâlâya tevekkül etdik deyip, yoldan sapdılar. Birâz gitdikleri gibi, ovanın orta yerinde bir ka- raltı gördüler. Ona doğru sürüp, gitdiler. Bakdılar ki, bir kara çadır içinde, bir kadıncıkdan başka kimse yok. Kadıncağıza se- lâm verdiler. O kadıncağız da, letâfet ile selâmlarını alıp ve bunlara dikkat ile bakdı. Hâtırına bu geldi ki, bu üç sultânın dünyâda benzerleri az bulunur. Kadına dediler ki, bir yiyeceğin var mıdır. O dedi ki, bir keçim vardır. Kendiniz sağınız, südünü içiniz. İmâmlardan birisi sağdı, bir çanak südü bir imâma verdi. Bir çanak da Abdüllaha verdi. Bir çanak da kendi içdi. Ondan sonra kadına dediler ki, başka yiyeceğin yok mudur. Kadınca- ğız dedi ki, bu keçimi boğazlayıp, yiyin. O kadın, bunu böyle söyleyince, Abdüllah hazretleri o keçiyi kesip, pişirip, yidiler. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd edip, atlarına bindiler. Sonra kadıncağıza dediler ki, Medîne-i münevvereye vardığın zemân, mutlaka bize uğrayasın ki, biz Seyyidlerdeniz ve Hâşimîlerdeniz. Se’âdetle dönüp, gitdiler. Bir zemân sonra o kadıncağızın kocası geldi. Gördü ki, ortada keçi yok. Keçi ne oldu diye sordu. Hanımı da meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Kocası da huzûrsuz olup, ey aklsız hanım! Niçin böyle yapdın. Bizim ondan gayri nesnemiz yok idi, dedi. Hanımcağız dedi ki, Allahü teâlâ rahîmdir. Kullarını aç koymaz. Bunun gibi güzel yiğitler, asîlzâdeler evimize geldi. Onları müsâfir etmeden gön- dermek insâf değildir. Bir keçi nedir ki, öyle sultânlardan esir- gerim. Ammâ kadıncağız, imâmları bilmez idi. Güzel yiğitleri gördüğünde, mubârek yüzlerinin nûrânîliğinden ve sözlerinin tatlılığından, firâsetle bildi ki, asîlzâdeler ve çelebî insanlardır. Onun için kendilerinden bir nesne esirgemedi. Bu dünyâda bü- tün malı bir keçi olup, onu da müsâfirlerine ikrâm etmek o ka- dıncağızın kemâl derecede cömerdliğini gösterir.

Artık, kadıncağız, kocası ile birşeyler alıp-satmak için, Me- dîne-i münevvereye gitdiler. Şehr içinde gezerken, hikmet-i ilâ- hî, imâm-ı Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine Bâb-ı selâm önünden geçerken rast geldiler. İmâm hazretleri, kadın- cağızı gördü ve tanıdı. Acele adam gönderip, huzûr-ı şerîflerine

getirdiler. Kadıncağıza hitâb edip, buyurdular ki, benim kim ol- duğumu bilir misin? Bilmem, deyip, cevâb verdi. İmâm hazret- leri buyurdu ki, o üç yiğit, bir zemân senin çadırına uğradılar. Sen onlara süt içirdin. Keçiyi kesdiler. Onların biri, benim. Emr etdi, bunlara ziyâde ikrâmda bulundular. Hikmet-i Rabbânî imâm hazretlerinin yanında fazla bir şey bulunmadığından, beyt-ül mâl emînine adam gönderdiler. Bize bin dirhem gümüş ve yüz koyun versin. İnşâallah biz yine veririz, dediler. Beyt-ül mâl emîni verdi. Huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Temâmını ka- dıncağıza verip, bizi ma’zûr tut, dedi. Yanlarına adam verip, imâm-ı Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine gönderdi. İmâm-ı Hasen de bunları iyi karşılayıp, yanında bulunduğu ka- dar ikrâm etdi. Ve onların yanında fazla nesne bulunmadığı için, beyt-ül mâl emînine adam gönderip, bin dirhem ile ikiyüz koyun karz [ödünç, borç] aldılar. Hepsini o kadıncağıza verip, özr dilediler. Sonra yanlarına bir adam verip, Abdüllah bin Ca’fer hazretlerine gönderdiler. Abdüllah hazretleri, imâmlar ile buluşdunuz mu diye süâl etdi. Evet, onlardan geliriz, dedi- ler. Abdüllah hazretleri buyurdu: Ne olaydı, önce bizim yanı- mıza gelseydiniz! Zîrâ onların ellerinde, dünyâ malı karâr et- mez [bulunmaz]. Hâzır nesneleri bulunmadığı için, belki ızdı- râb çekmişlerdir. Bunlar dediler ki, her biri biner dirhem ve yüz ve ikiyüzer koyun ihsân etdiler. Abdüllah hazretleri çok ni’metler verip, ikibin dirhem ve dörtyüz koyun ihsân etdi. Hazret-i Abdüllah bin Ca’fer varlıklı idi. Ondan sonra, kadın- cağız kocası ile dörtbin dirhem gümüş ve bu kadar [yediyüz] koyunu alıp, sevinerek evlerine döndüler. Resûlullah “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin evlâdının sehâveti [cö- merdliği, ikrâmları] bu mertebede olunca, lâyık olan odur ki, ümmeti olan kişi dünyâya rağbet etmeyip, eline geçeni infâk edip, onların izinden gidip, tâ ki, dünyâda müslimânlıkları ma’mûr, âhıretde de günâhları afv edilmiş olur.

Dokuzuncu Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden nakl edilmişdir: Ben Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrunda idim. Hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” ağlıyarak gelip, dedi ki, yâ babacağım! Hasen ve Hüseyn evden çıkıp, gitdiler. Uzun müddet geçdi. Alî de evde yok ki, gidip, onları çağırsın. Ne yapacağız? Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”

hazretleri buyurdu ki: Yâ Fâtıma! Gam yime. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri onları hıfz eder. Düâ buyurdu ki: (Yâ Rabbî! O ikisini, eğer denizde iseler de, inâyet kayığın ile, kenâra getir. Eğer sahrâda iseler de, hidâyet rehberin ile menzile getir [evine getir].) Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm gelip, dedi ki, yâ Resûlal- lah! Onlar dünyâdakilerin fâdılları, âhıretdekilerin büyüklerin- dendir. Vâlideleri onlardan a’lâdır. Hiç elem çekme ki, o iki şeyhzâdeleriniz Neccâr oğullarının bağçesinde emniyyetdedir- ler. Allahü teâlâ hazretleri onların muhâfazasına iki melek mü- vekkîl etmişdir. Kanatlarını onlara gerip, hizmetleri ile meşgûl- dürler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, o bağçeye doğru yola koyuldu. İmâm-ı Hüseyni melek getirip, eve dönerken, Ebû Eyyûb-i Ensârî “radıyallahü teâlâ anh” me- leği his etmeyip, zan etdi ki, ikisini de hazret-i Resûl-i ekrem gö- türmekdedir. Dedi ki, yâ Resûlallah! Şeyhzâdelerin birini bana verin, götüreyim. Cenâbınızın yükünü hafîfleteyim. Hazret-i Resûl-i ekrem buyurdu ki, (Yâ Ebâ Eyyûb! Bunlar dünyâda mükerrem, ukbâda [âhıretde] muhteremdir. Vâlideleri kendile- rinden eşref ve efdaldir.) Sahâbe-i güzîn hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki, (Ey kavmim! Size haber vereyim mi, ced ve cedde [dede ve nine] cihetinden [yönünden] insanların en şeref- lisi kimdir.) Dediler, siz buyurun. Buyurdular ki, (Hasen ve Hü- seyn ki, cedleri [dedeleri] Resûlullah, ceddeleri [nineleri] Hadî- ce binti Huveyliddir. Arab kabîlelerinin şereflisindendir. Haber vereyim mi, baba ve anne cihetinden eşref kimdir.) Dediler, yâ Resûlallah, siz buyurun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Hasen ve Hüseyn ki, babaları Alî bin Ebî Tâlib, anneleri Fâtıma binti Resûlullahdır “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”. Ve size dayı ve teyze cihetinden efdal kimdir, haber vereyim mi!) Dediler, kimdir siz söyleyin yâ Resûlallah! Buyurdular ki, (Hasen ve Hüseyn ki, dayıları Kâsım bin Resû- lullahdır. Teyzeleri Zeyneb binti Resûlullahdır. Ve haber vere- yim mi size, amca ve hala cihetinden eşref kimdir.) Dediler, kimdir, yâ Resûlallah! Buyurdular, (Hasen ve Hüseyn ki, amca- ları Ca’fer Tayyâr, halaları Ümmihâni binti Ebû Tâlibdir “rıd- vânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.)

Onuncu Menâkıb: Abdüllah ibni Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri rivâyet etmişdir. İmâm-ı Hasen “radıyalla- hü teâlâ anh” hazretleri ile bir sefere çıkmışdık. Bir hurmalığa

uğradık. Hurma ağaçlarında hurma kalmamış, kurumuşdu. Orada konakladık. Abdüllah ibni Zübeyr der ki, ben arzû et- dim ki, ne olaydı, bu ağaçlarda hurma olsaydı. İmâm-ı Hasene dedim. İmâm arzûmu kabûl edip, düâ ile meşgûl olmağa başla- dı. Düâsı çabuk kabûl olup, hemen bir ağaç yeşerip, hurma meydâna geldi. [Orada bulunanlar bu sihrdir, dedi. Hâyır, Re- sûlullahın torununun düâsı ile Allahü teâlâ yaratdı, buyurdu. (Şevâhid-ün nübüvve)de böyle yazılıdır.]

Onbirinci Menâkıb: (Kenz-ül Gârâib) kitâbında yazılıdır. Bir gün bir a’râbî Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine, bir ceylân yavrusunu hediyye getirdi. Hazret-i Fahr-i kevneyn onu imâm-ı Hasene lutf etdi [hediyye buyurdu]. Hazret-i imâm-ı Hüseyn bunu işitince, Muhammed Mustafâ hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine gelip, dedi ki, yâ dedeceğim. Ben de ceylân yavrusu isterim. Hiçbir behâne ile tesellî bulma- yıp, ağlamağa başladı. Hazret-i Resûl-i ekrem düşünceli oturur- ken gördü ki, sahrâdan bir ceylân, yavrusunu alıp, acele ile ge- lir. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retlerinin huzûr-ı şerîfine geldikde, fasîh bir lisân ile; yâ Resû- lallah! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ben fakîre iki yavru ihsân etmişdi. Birini bir avcı tutup, size getirdi. Biri benim ile kaldı. Onu emzirmeğe meşgûl iken, nidâ geldi ki, ey azîz, bir yavrun Hasene vâsıl oldu. Hazret-i Hüseyn de ceylân yavrusu istiyor. Ağlamağa başladı. Durmayıp, bir yavrunu da çabuk hu- zûra götür. Onun sıkıntısını kalbinden gider. Yoksa bir damla göz yaşı çıkarsa arş titrer. Melekler onun üzüntüsüne tâkat ge- tiremezler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haz- retleri bu haberden mesrûr olup, o ceylân yavrusunu da Hüsey- ne verip, hâtır-ı şerîfini tesellî etdi. Ey azîzler! Gökdeki melek- ler ve yeryüzündeki vahşî hayvânlar, bir damla göz yaşının o mubârek torunun gözünden damlamasını revâ görmediler. On- ların gönüllerini incitenler ne cevâb verir.

Onikinci Menâkıb: Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden Dıhye “radıyallahü teâlâ anh” dâimâ ti- câret için, sefere gidip-gelirdi. Allahü teâlâ hazretleri bir güzellik vermiş idi ki, seferden geldikde, şehre girdiği vakt, Medîne ehli- nin hâtunları varıp, Dıhye hazretlerinin hüsn ve cemâlini seyr ederlerdi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîfleri-

– 552 –

ne geldikde, ekserî Dıhye hazretlerinin sûretinde gelirdi. Birgün hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm, Fahr-i âlem hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde oturdu. Hazret-i Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâ- lâ anhümâ” o zemân henüz çocuk idiler. O sırada biri Dıhyeyi görüp, geriye dönüp, kardeşine haber verdi ki, büyük babamızın yanında Dıhye oturur. Gel yanına varalım dedi. İkisi de acele ile mescide girdiler. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmın mubârek dizle- ri üzerine oturdular. Mubârek ellerini hazret-i Cebrâîlin mubâ- rek koynuna uzatdılar. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri bu şeyhzâdelerin böyle yapdıklarını görünce, hi- câb edip, bunları men’ etmek istedi. Hazret-i Cebrâîl, Resûlullah hazretlerinin mahcûb olduğunu görünce buyurdu ki, yâ Resûlal- lah! Niçin elem çekersin. Bunlar küçük iken, hazret-i Fâtıma “ra- dıyallahü teâlâ anhümâ” teheccüd nemâzını kılarken, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri beni gönderdi. Hazret-i Fâtıma nemâzda iken elem çekmeyip, râhatca teheccüd kılsın diye, bun- ların beşiklerini sallardım. Ammâ yâ Resûlallah! Bu tecessüsden murâd-ı şerîfiniz nedir, ben onun için hayretdeyim. Yoksa bu ha- reketlerini bana karşı bir edebsizlik mi saydınız; böyle saymayı- nız. Hazret-i Fâtıma teheccüd nemâzından sonra uyurken, bun- lar ağlardı. Allahü teâlâdan bana, var bunların beşiklerini salla, Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” uykusundan uyanmasın diye fermân gelirdi. (Cennetde, Alî, Hasen ve Hüseyn “radıyallahü anhüm” için bir nehr vardır). Sadâsını bunların mubârek kulak- larına ben getirmişdim. Onların üzerine çıkıp, ellerini koynuma sokmaları acâib olmaz. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ kardeşim! Ma’sûmlardır. Şim- di birşey yapmadılar. Bir küstâhlık ederler diye mâni’ oldum. Zî- râ Dıhye derler eshâbımdan birisi vardır ki, dışarıya gider, her geldiğinde bize gelse, bunlara bir hediyye ile gelirdi. Sizi Dıhye zan edip, ellerini koynunuza uzatdılar.) Cebrâîl aleyhisselâm, Al- lahü teâlâ hazretlerine teveccüh edip, buyurdu ki, yâ Rabbî! Ha- bîbin yanında beni utandırma. Niyâz etdiği gibi, güzel hitâb eriş- di ki, (oturduğun yerden gözlerini yum. İki elini Cennet içine uzat. Her ne eline gelirse, al.) Hazret-i Cebrâîl ellerini Cennete uzatdığı gibi, bir yeşil salkım üzüm ve bir kırmızı nâr eline gelip, büyük şeyhzâde ki, hazret-i Hasendir, üzümü aldı. Küçük şeyh- zâde ki hazret-i Hüseyndir, nârı aldı. Şeyhzâdeler bunları yer- ken, bir dilenci seslendi ki, yâ ehl-i beyt. O üzüm ve nârdan ba- na da verin. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-

leri fıtratları îcâbı vermek istedikde, hazret-i Cebrâîl aleyhisse- lâm mâni’ oldu. Yâ Resûlallah! Bu dilenci iblîsdir. Cennet mey- vesi ona harâm iken, hîle ile almak ister. İblîs oradan kayb olup, şeyhzâdeler meyveleri yirken, hazret-i Cebrâîl ağlamağa başla- yıp, buyurdu ki, yâ Resûlallah! Bu iki şeyhzâdelerin birini cam zehri ile ve birini kılınç ile şehîd etseler gerekdir. Bu musîbetler ile Senin derecen yükselecekdir.

Onüçüncü Menâkıb: (Hadîka-i Fudûli) kitâbından nakl edil- mişdir. Bir bayram günü halk toplanmış, neş’eli idiler. Şeyhzâ- deler [hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn] de geldiler. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hizmetine müşerref olup [huzûr-ı şerîflerine varıp], tazarru’ ile arz etdiler ki, ey Seyyidi Kâinât! Kureyş ileri gelenlerinin çocukları, giy- dikleri yeni ve renkli elbise ile övünürler. Bizim de yeni ve renkli elbisemiz olsa idi, giyerdik. Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu endîşe ile, Allahü teâlânın der- gâhına niyâz ederken, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Cen- netden kâfurlu iki elbise getirdi. Birini hazret-i Hasene, birini hazret-i Hüseyne verdi. O şeyhzâdeler elbiseleri renksiz görüp, tazarru’ etdiler ki, bizim elbiselerimiz de renkli olsa idi dediler. Cebrâîl aleyhisselâm bu kolaydır; yâ Resûlallah. Emr buyur, su getirsinler. Ben elbiselerin üzerine dökeyim. Siz de ayı ikiye bö- len eliniz ile ovalayın. Şeyhzâdeler renk beğensinler, dedi. O emr söylendikde, hazret-i Hasen, buyurdu, bana, zümrüt renk- li elbise sevimlidir. Hazret-i Hüseyn buyurdu, bana lâle renkli elbise sevimlidir. Hemen istedikleri gibi mesrûr olup, elbiseleri giyip, sevindiklerinde, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm ağladı. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ kardeşim Cebrâîl! Herkesin sevindiği bir zemânda senin ağlamanın hikmeti nedir!) Cebrâîl aleyhisselâm buyurdu ki: Ey seyyid-i mükerrem! Cennetde gördüğün kasrları unutdun mu ki, hazret-i Hasenin kasrı yeşil, hazret-i Hüseynin kasrı kırmızı- dır. Bu elbiselerin rengi de onlara işâretdir ki, hazret-i Hasen zehr içip, vefât edeceği sırada, mubârek rengi zümrüt gibi olur. Hazret-i Hüseynin mubârek yüzü kana boyandığı zemân, rengi kırmızı olur. Kıt’a:

Zemânın sâkisinin iltifâtı budur ki, Hasenin bardağına zehr dökmekdir, Felek cellâdının ahdi de, şehîd Hüseyne kılıç çekmekdir.

Ondördüncü Menâkıb: (Şevâhid-ün nübüvve) kitâbında ya- zılıdır. Bir gün Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hu- zûr-ı şerîflerinde güreş tutarlardı. Resûlullah hazretleri; yâ Ha- sen tut Hüseyni, buyururdu. Fâtıma “radıyallahü anhâ” orada hâzır idi. Dedi, yâ Resûlallah! Hasen, kardeşinden büyükdür. Acabâ, küçük olana yardımcı olmak dahâ uygun iken, niçin Ha- sen tarafını tutarsınız! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” buyurdu ki: (Yâ Fâtıma! Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm Hüseyne yardım ediyor.)

Onbeşinci Menâkıb: (Uyûn-ür-rızâ) kitâbında, Hüseyn bin Alîden “radıyallahü teâlâ anhümâ” nakl edilmişdir. Bir gün bü- yük Ceddimin hizmetinde Ubeyy bin Kâ’b “radıyallahü teâlâ anh” hâzır idi. Ben vardım. Resûl-i ekrem hazretleri buyurdu- lar ki, (Merhabâ! Yâ Ebâ Abdüllah! Yâ zeynes-semâvat-i vel- ard!). Ubeyy bin Kâ’b “radıyallahü anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Âsûmânın ve yerin senden başka zîneti var mıdır. Resûl-i ek- rem hazretleri buyurdu: (Ey Ubeyy bin Kâ’b! O ma’bûd hakkı için ki, beni insanlara resûl olarak gönderdi, Hüseyn bin Alî yeryüzünün merkezinin süsüdür. Ondan ziyâde zînet, göklerin tabakalarıdır.)

Onaltıncı Menâkıb: İbni İshâk İsbâdâti nakl etmişdir. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” Arşın iki sü- südürler!) O zemân, Allahü teâlâya Cennet, lisân-ı hâl ile dedi ki, (Yâ Rabbî! Sebebi nedir ki, beni miskînlere ve dervîşlere mesken edersin.) Nidâ geldi ki, ey Cennet! Bu se’âdete râzı ol- maz mısın ki, erkânını [köşelerini] Hasen ve Hüseyn ile süsle- rim! Cennet o müjdeye övünüp, râzıyım, râzıyım, dedi. Ne mutlu se’âdete kavuşmuş olanlara ki, arşın ve Cennetin köşe- lerinin zînetleri olan bunların yakınlık derecelerini düşünmeli- dir.

Onyedinci Menâkıb: Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazret- lerinin menkıbeleri bâbında beyân olunmuş idi. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine ziyâfet vermişdi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” o ziyâfetden çıkıp, eve geldi. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhümâ”, hazret-i Alîde hüzün görüp, sordu: Yâ Alî! Bu ne hüzündür ki, sende müşâhe-

de ederim. Hazret-i Alî buyurdu ki, yâ Fâtıma! Eğer bizim de dünyâlığımız olsa idi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerini evimize da’vet ederdik. Nitekim bugün haz- ret-i Osmân da’vet etdi. Hazret-i Fâtıma buyurdu ki: Biz de da’vet edelim. Hazret-i Alî dedi: Yâ Resûlullahın kızı. Yâ Ha- bîbullahın kerîmesi. Ne ile ikrâm edersin. Hangi ta’âmı yidirir- sin. Hazret-i Fâtıma buyurdu ki: O Habîbullahdır. Ona Allahü teâlâ ikrâm eder ve ta’âm verir. Hazret-i Alî, Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına varıp, de- di ki: Yâ Resûlallah! Kerîmeniz Fâtıma-tüz-zehrâ sizi evine da’vet eder. Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu- yurdu: (Yâ Alî! Yalnız beni mi, eshâbımla berâber mi?) Alî “ra- dıyallahü anh” dedi ki: Eshâb-ı kirâm da berâber buyursunlar. Eshâb-ı kirâm ile berâber kalkıp, devletli ve se’âdetli hazret-i Fâtımanın, mubârek evlerine geldiler. Hazret-i Fâtıma, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin dergâhına teveccüh edip, dedi ki, yâ Rabbî! Muhakkak senin Habîbin bugün miskîn kulunun evine geldi. Sen onlara ikrâm eyle, ni’metler ver. Ben fakîr, on- lara ikrâm etmeğe ve ni’met vermeğe kâdir değilim [gücüm yet- mez]. Bir çömleği vardı. Ateş üzerine [ocağa] koydu. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri kendi lutf ve keremi ile o çömle- ği ta’âm ile doldurdu. Hazret-i Fâtıma o ta’âmı Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine getirdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ve Es- hâb-ı güzîn o ta’âmdan yidiler. Resûlullah hazretleri buyurdu- lar ki, (İş bu ta’âm Cennet ta’âmlarındandır.) Ondan sonra haz- ret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” evine girip, secde eyledi ve dedi ki, (Yâ Rabbî! Benim kölem yokdur ki âzâd edeyim. Velâkin dilerim ki, ümmet-i Muhammedin günâhkârlarından bir mikdârını, Cehennem ateşinden âzâd eyleyesin!) Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Dedi ki, yâ Resûlallah! Senin kızın Fâtıma-tüz-zehrâ günâhkâr ümmet için, münâcât etdi. Allahü teâlâ buyurdu ki: (Habîbime selâm eyle ve de ki, Fâtımanın evi- ne gelenlerin her bir adımına yüz er ve yüz kadın Cehennem azâbından âzâd eyledim.) Bizi müslimân olmakla ve Muham- med aleyhisselâmın ümmeti olmakla şereflendiren Allahü te- âlâya hamd olsun. Resûlüne, âline, ezvâcına ve eshâbına ve ev- lâdına ve uyanlara selâm olsun.

ONBİRİNCİ BÂB

Eshâb-ı Kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Me- nâkıbı:


Yûsüf-i Erdebîli “rahimehullahü teâlâ” (Envâr) adlı kitâ- bında Şeyh Ebû Amr bin Salâhdan nakl etmişdir. O dedi ki, (Ma’rife-tül hadîs) adlı kitâbda, İmâm-ı Nevevînin “rahimehul- lah” (İrşâd) adlı kitâbından alarak dedi ki: Eshâb-ı güzîn “rıd- vânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin hepsi âdildirler. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” âhırete intikâl- leri sırasında yüzondörtbin Sahâbe mevcûd idiler. Kur’ân-ı azîm-üş-şân ve sahîh hadîs-i şerîflerde, hepsinin adâletleri ve büyüklükleri bildirilmekdedir “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ec- ma’in”.

Birinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf) kitâbının, bu bâbının sa- hîh hadîs-i şerîfler kısmının evvelinde, Ebû Sa’îd-i Hudrî “radı- yallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eshâ- bımı kötülemeyiniz! Sizlerden biri Uhud dağı kadar altın sada- ka verse, Eshâbımdan birinin bir müd arpa sadakasının veyâ yarısının sevâbına kavuşamaz.) Kevrânî “rahimehullahü teâlâ” buyurmuş ki, muhakkak sizin biriniz, Uhud dağı kadar altın sa- daka vermekle, Sahâbe-i güzînin bir müd veyâ onun yarısı mik- dârı sadakasında nâil olduğu ecr ve sevâba kavuşamaz. Sahâbî; o kimsedir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini, mü’min olduğu hâlde bir kerre gören kimse de- mekdir. Denildi ki, hadîs-i şerîfin ma’nâsı şudur: Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden fakîr olan birinin Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin huzûrunda, az bir mal vermesi, onlardan sonra gelenlerin vermelerinden efdaldir. Sahâbe-i güzînin fazîleti, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûrlarına ve sohbet-i şerîflerine erişmek ile oldu. Başka birşey ile olmadı. Zîrâ onlar vahy zemânına yetişdiler. Bizden birimizin bin sene ömrü olsa, bütün ömrümüzce, Alla-

hü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin emrlerine imtisâl etsek ve ya- saklarından kaçınsak, belki kendi zemânımızın cümle insanları- nın âbidi olsak, bütün ibâdetlerimiz, Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin bir sâat sohbetinde olmağa mukâbil olmaz. Bundan dolayıdır ki, onların fazîletine hiçbir şey eşid olmaz. Kevrânînin kelâmı temâm oldu.

(Müslim) şârihi “rahimehullahü teâlâ” beyân etmiş ki, Sahâ- be-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin seb’i [onları kötülemek] harâmdır. Harâm olan fuhş ile aynıdır. Onlardan fitnelere karışmış olsun veyâ olmasın aynıdır. Zîrâ onlar mücte- hiddir. Onların şânlarına yakışmıyan ma’nâlar söylemek büyük günâhlardandır. Bütün âlimlerin mezhebi odur ki, onları kötü- liyen ta’zîr olunur. Katl olunmaz. Ba’zı mâlikî mezhebi âlimle- ri katl olunur, dedi.

Tayyibî hazretleri demişdir ki, Sahâbe-i kirâmın hepsi, mut- laka âdildirler. Kur’ân-ı azîm-üş-şân ve hadîs-i şerîflerin ve i’ti- mâd olunur kimselerin icmâ’ları ile anlaşılmakdadır. Yine (En- vâr) kitâbında Yûsüf-i Erdebîli “rahimehullahü teâlâ” demişdir ki, Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine ta’n etmek câiz değildir. O Sahâbe-i kirâmın büyüklerindendir. Yezîdden başkasına la’net etmek ve kötülemek câiz değildir. [Hattâ onu bile kötülemek lüzûmsuzdur.] Zîrâ hepsi mü’min ve müslimân- dırlar. Allahü teâlânın irâdesine kalmışdır. İsterse azâb eder, is- terse rahmet eder. İmâm-ı Gazâlî ve Nevevî ve gayrileri böyle dediler. Hüccet-ül islâm imâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” buyurmuşdur ki: Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseynin “radıyal- lahü anhümâ” şehîd edilmelerini ve Sahâbe-i kirâmın arasında meydâna gelen çekişme ve çarpışmaları hikâye etmek, anlat- mak harâmdır. Çünki, Eshâb-ı kirâmın ba’zısına buğz etmeğe sebeb olur. Hâlbuki onlar dinde âlimdirler. Din imâmları bilgi- lerini rivâyet yolu ile onlardan almışdır. Bu doğru yol ile doğru din bilgilerini öğrendik. Onları kötüleyen kimse kendi mel’ûn- dur. Kendi nefsine ve dînine ta’n etmiş olur. İmâm-ı Gazâlînin kelâmı temâm oldu.

İkinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de, yukarıda bildiri- len hadîs-i şerîfin devâmında bildirilmişdir. Ebû Bürdeden ve onun da babasından nakl olunan hadîs-i şerîfde, Resûlullah

“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek başını semâdan ya- na kaldırarak, (Yıldızlar gökde emene’dir [rahmet veyâ emînin çoğulu]. Yıldızlar gitdiği zemân, gökde va’d olunan şeyler olur. Ben de Eshâbım üzerine emînim. Gitdiğim zemân, Eshâbıma va’d olunan şeyler gelir. Eshâbım da ümmetim üzerine emene- dir. Eshâbım gidince, ümmetime va’d olunan şeyler gelir) bu- yurdular.

(Müslim) hadîs kitâbını şerh eden “rahimehullahü teâlâ” be- yân etmişler ki; hadîs-i şerîfde geçen emenetün kelimesi, emân, rahmet demekdir ve emînin çoğuludur. Emîn ise hâfız, koruyu- cu ya’nî sebebdir. Gökler için va’d olunan şeyler, kıyâmet gü- nündeki yarılması, dağılmasıdır. Yıldızların gitmesinden mak- sad, karârması ve dökülmesidir. (Ben Eshâbıma emeneyim ve ben ki gitdim; Eshâbıma, fitneden, harbden ve ba’zı arabların irtidâdından, kalblerde meydâna gelen ihtilâflardan va’d olu- nan şeyler gelir, demekdir.) Bunlarla alâkalı olan şeyleri açıkca bildirdiler. Buyurdukları herşey vâki’ oldu. Ümmetine va’d olu- nan şeyler, zuhûra geldi. Bid’at fırkalarının zuhûru, dinde olan çeşidli reformist hareketler, şeytânın arkadaşlarının meydâna çıkması, [Deccâl] rûmun zuhûru, Mekke ve Medînenin harâb olması, hayrât ehlinin gitmesi, şer ehlinin gelmesi ve kıyâmetin bunlar üzerine kopması bunlardandır.

Üçüncü Menâkıb: Yine o hadîs-i şerîfin devâmında, Ebû Sa’îd-i Hudrîden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: (İnsanlar üzerine bir zemân gelir. Bir kısm kimseler gazâ ederler. İçinizde Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin Eshâbından kimse var mıdır, derler. Evet derler. Sonra harb kazanılır. Ondan sonra nâs [insanlar] üzeri- ne bir zemân gelir ki, harb ederler. İçlerinden bir cemâ’at der- ler ki, içinizde Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” eshâbı ile görüşmüş [tâbi’înden] kimse var mıdır. Derler ki, evet. Sonra harb kazanılır. Yine insanlar üzerine bir zemân ge- lir ki, harb ederler. Bir cemâ’at der ki, içinizde Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Eshâbını görmüş olanları gö- ren [tebe-i tâbi’înden] kimse var mıdır. Derler ki, evet. Sonra harb kazanılır. [Ya’nî feth müyesser olur.]) Bu hadîs-i şerîfde

(Buhârî) ve (Müslim) müttefiklerdir. [Ya’nî her ikisinde de var- dır.] (Müslim) rivâyetinde ziyâde etmişdir ki, dördüncü ordu da vardır. Ya’nî denilir ki, (Bakınız! İçinizde, Resûlullahın “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” Eshâbını göreni görenini göreni görmüş kimse var mıdır!) Bir kişi bulunur. Harb kazanılır. Tay- yibî “rahimehullahü teâlâ” buyurmuş ki, bu hadîs-i şerîfde, Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri için mu’ci- ze, Eshâb-ı kirâm, tâbi’în ve tebe-i tâbi’în “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” için fazîlet vardır.

Dördüncü Menâkıb: Yine o hadîs-i şerîfin devâmında, İm- rân bin Husayndan “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyur- dular ki: (Ümmetimin üstünleri benim zemânımda bulunanlar- dır. Ya’nî Eshâbımdır. Sonra o kimselerdir ki, Eshâbımı ta’kîb eder. Sonra o kimselerdir ki, onları ta’kîb edeni ta’kîb eder. Muhakkak onlardan sonra bir kavm gelir ki, onlardan şâhidlik istenmeden şâhidlik ederler ve hıyânet ederler. Onların yap- dıkları o hıyânet ile onlarda emânet kalmaz. O kimsenin hilâ- fınca ki, tahkîr olunduğunda, bir kerre hıyânet eder. O hıyânet etmiş olur. Ammâ onunla emânetden çıkmaz. Ba’zı hâllerde sözünde durmazlar. Onlarda semizlik zâhir olur [şişmân olur- lar].) Bir rivâyetde (İstenmeden yemîn edenler...) buyurulmuş- dur.

Türpüştî “rahimehullah” demişdir ki: Bir kerre gaflet ile hı- yânet edenden güven kalkmaz. Devâmlı hıyânet yapanda em- niyyet kalmaz. Ona güvenilmez. Şişmânlık ile de din işlerinde fazla dikkat etmemek ve gafletde olmak anlaşılır. Çünki, umû- miyyetle şişmân kimseler, din işlerine az ehemmiyyet verir. Nefslerine riyâzet çekdirmeyip, arzû ve isteklerinin çoğu, lezîz yemekler ve uyku olur. Bu hadîs-i şerîfler sahîh hadîslerdendir. Bundan sonra nakl olunanlar da öyledir.

Beşinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de, Ömer “radıyalla- hü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Eshâbıma ikrâm [hurmet] ediniz. Şübhesiz, Eshâbım sizin üstünlerinizdir [hayrlı- larınızdır]. Sonra onları ta’kîb edenler, sonra da onları ta’kîb edenler üstündürler. Sonra yalan yayılır. Hattâ istenmediği hâl-

de yemîn eder, istenmeden şâhidlik ederler. Dikkat ediniz. Cennetin ortasına girerek se’âdete kavuşmak isteyen, cemâ’at- den ayrılmasın. Çünki, şeytân kendi görüşüne uyarak cemâ’at- den ayrılan ile birlikdedir. İki kişi bir araya gelse şeytân onlar- dan çok uzak olur. Ancak yabancı bir kadın ile bir erkek bir araya gelirse şeytân onların üçüncüsü olur. Kim iyiliklerinden dolayı sevinir, kötülüklerine üzülürse, mü’mindir.) Yine (Mesâ- bîh-i şerîf)in hasen hadîslerinde, Câbir “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Beni gören ve beni göreni gören müslimânı Cehennem ateşi yakmaz.)

Altıncı Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)in hasen hadîsler kısmında, Abdüllah bin Magfel “radıyallahü teâlâ anh” hazret- lerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ hazretlerin- den korkunuz! Allahü teâlâ hazretlerinden Eshâbım hakkında korkun. Onları kötü sözlerinize hedef ittihâz etmeyiniz. Her kim ki onlara buğz eyler, bana buğz etdiği için buğz eder. Her kim ki onlara ezâ eder, bana ezâ [eziyyet) eder. Her kim ki ba- na ezâ eder, Allahü teâlâ hazretlerine ezâ [eziyyet] eder. Her kim ki Allahü teâlâ hazretlerine ezâ ederse, ona azâb yapması yakındır.)

Yedinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)in haseninde [ha- sen hadîslerinde], Enes “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş- dir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Ümmetimde Eshâbım tuz gibidir. Yemek ancak tuz ile lez- zetli olur.) Abdüllah bin Zübeyr “radıyallahü anh” babasından nakl etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Kıyâmet günü, eshâbımdan herbiri, kabrlerinden kalkarken, vefât etdiği memleketin bütün mü’minlerinin önlerine düşerek ve onlara nûr ve ışık saçarak, arasat meydânına götürürler.) İbni Mes’ûd “radıyallahü anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Eshâbımdan bana, beni rencîde ede- cek birşey söylemeyiniz. Ben onların yanına kalbim selîm ola- rak çıkmak isterim!) Ya’nî Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri arzû eder ki, dünyâdan o hâlde çıkmak is-

ter ki, kalb-i şerîfleri Eshâbından râzı olsun. Onlardan birisine hıkd [kin] bağlamış olmasın. Onun için onlarla alâkalı iyi olmı- yan şeyleri bildirmeyin demekdir.

Sekizinci Menâkıb: (Ravda-tül ulemâ) kitâbı yirmiyedinci bâbda, Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” üstünlükleri beyân olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hadîs-i şerîflerine uymak ve tak- lîd etmek câizdir. Bunda ihtilâf yokdur. Eshâb-ı kirâmın “aley- himürrıdvân” kavl-i şerîflerini taklîd câiz midir, değil midir, ih- tilâf etdiler. Âlimlerimiz, zâhir usûlde dediler ki, câizdir. Bütün Sahâbenin kavlleri huccetdir. Ma’nâlarını bilmeden, onu tasdîk ederiz ve amel ederiz. Hattâ İmâm-ı a’zam “rahimehullah” haz- retlerinden rivâyet olunmuş ki, kendisine soruldu: Sizin sözleri- niz, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kitâbı Kur’ân-ı kerî- me muhâlif olursa, ne yapmak gerekdir. Buyurdu ki: Benim kavlimi terk edip, Kitâbullaha uyunuz [onun bildirdiği gibi ya- pınız!]. Yine soruldu: Sizin kavliniz Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kavline muhâlif olursa, ne yapmak ge- rekdir. Buyurdu ki: Benim kavlimi terk edip, Resûlullahın kav- li ile amel ediniz. Sonra yine soruldu: Sahâbe-i güzîn hazretleri- nin kavlleri, senin kavline muhâlif olursa, ne yapmak lâzımdır. Buyurdu ki: Benim kavlimi terk edip, Sahâbe-i kirâmın kavlini tutunuz. Denildi ki, tâbi’înin kavli senin kavline muhâlif olursa, ne yapmak lâzımdır. Buyurdu ki: Biz de onlar gibiyiz. Avâmın kavlini taklîd câiz değildir. Zâhir olan âlimlerimizden rivâyet olunur ki, Sahâbe-i güzînin kavlleri, sözleri hüccetdir. Kavlleri taklîd olunur.

İmâm-ı Şâfi’î “rahimehullahü teâlâ” zâhir usûlünde dedi ki, Sahâbe-i güzîn hazretlerinden her bir kimsenin kavli taklîd olunmaz. İmâm-ı Şâfi’î mezhebi âlimlerinden ba’zıları dediler ki, dört kimsenin kavli taklîd olunur. Onlar (Halîfe-i râşid)dir. Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alî “radıyallahü teâlâ anhüm ec- ma’în”. Biz deriz ki, bütün Eshâb-ı kirâmın kavlleri taklîd olu- nur. Ondan dolayı Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Bir hadîs-i şerîfde bu- yurdular ki: (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyar- sanız doğru yolu bulursunuz!) Ondan dolayı ki, ümmeti bunun

– 562 –

üzerine icmâ’ etmişdir ki, insanların en üstünleri, en efdalleri Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- lerinin Eshâbıdır. Eğer kavlleri taklîd olunmasa, diğer ümmet- ler üzerine üstünlükleri açık olmazdı. Allahü teâlâ hazretleri onların fazîletlerini, üstünlüklerini bildirmek için Âl-i İmrân sû- resi 159.cu âyet-i kerîmesini gönderdi. Meâl-i şerîfi, (Allahü te- âlânın rahmeti ile sen onlara suhûlet gösterirsin. Eğer sen, kö- tü yaratılışlı, katı kalbli olsa idin, onlar yanından dağılırlar idi. Onları afv et. Onların magfiretini iste ve işlerinde onlar ile mü- şâvere et!) olan bu âyet-i kerîme, Eshâb-ı güzînin fazîletleri üzerine ve onların kavllerine ittibâ’ üzerine delîldir. Aslında Resûl-i ekrem hazretleri onlar ile müşâvereye muhtâc değildi. Bununla berâber emr olundu. (Ravda-tül ülemâ) kitâbının sö- zü temâm oldu.

(Mîzân-i Şa’rânî) kitâbında, İmâm-ı Şâfi’î hazretlerinin (Rey’ sâhibleri ve onlardan sakınmak) ile alâkalı sözünün nakl edildiği faslda, İbni Salâhdan “rahimehullah” şöyle rivâyet et- mişdir. Hadîs ilminde nakl etmiş ki, İmâm-ı Şâfi’î hazretleri (Risâle-i kadîme)sinde, Sahâbe-i güzîn hazretleri üzerine senâ- dan sonra dedi ki, onlar o senâya ehldir. (Sahâbe, ilm, ictihâd, vera’ ve akl bakımından bizden üstündür. Onların rey’lerini çok beğeniriz. Bize göre, bizim rey’lerimizden evlâdır!) buyurmuş- dur. Beyhekî de rivâyet etmişdir ki, İmâm-ı Şâfi’î hazretlerine soruldu; (yaya olarak hacca gideceğim diye nezr eden bir kim- se, sözünde durmasa ne yapması lâzım gelir.) Yemîn keffâreti verir diye cevâb vermişdir. Süâl eden kimse bu fetvâ karşısında duraklayınca, İmâm-ı Şâfi’î buyurmuş ki, (Benden çok üstün olan İbni Ebî Ribâh “radıyallahü teâlâ anh” da böyle fetvâ ver- di. [Bu zât sahâbeden idi.]) Yine (Mîzân)da bundan evvel be- yân buyurmuşlardır ki, İmâm-ı Şâfi’î; Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinden başka, Eshâb-ı kirâ- mın ve tâbi’înin sözlerinden de ictihâd ederken fâidelenmişler- dir. Yine (Mîzân)da, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin, fazîleti, makâmı ve ilmi beyânında nakl olunmuş ki, İmâm-ı Şâ- fi’î hazretleri; İmâm-ı a’zamın kabrini ziyâret sırasında, ictihâ- dını terk etdi. Sabâh nemâzı vaktinde, sabâh nemâzını kıldı. Sonra buyurdu: (Ben nasıl okuyayım, İmâm-ı a’zam Ebû Hanî- fenin huzûrunda ki, o sabâh nemâzı kılarken kunût okumamış-

dır.) İmâm-ı Şâfi’î de, edebini gözetmekden dolayı okumadı. Böylece edeb kapısını açdı. Bütün müctehidlere ve kavllerine, iyi düşünülmesini, ictihâdlarından dolayı kötülenemiyeceğinin bilinmesinin lâzım olduğunu ve bunların Resûlullahın “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” sözlerinden delîller çıkararak ictihâd etdiklerini bildirmek istedi. Yine (Mîzân)da nakl etmişdir ki, İmâm-ı Şâfi’î hazretleri buyurdu ki, her zemânda hadîs âlimleri Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” gibidir. Zemân-ı şerîflerinde buyururlardı ki, (Ben hadîs âlimlerinden birisini görsem, güyâ Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin Eshâb-ı güzîninden birisini görmüş gibi olu- rum!) (Mîzân)ın sözü temâm oldu. Ma’lûmdur ki, (Mîzân)dan nakl olan (Ravda)dan nakl olunanı nakz eder. İmâm-ı Şâfi’î hakkında ve onların yüksek şânlarına lâyık olan da budur.


Evliyânın efdali, Sıddîk-ı ekber, ba’dehu Fârûk, ve Zinnûreynden sonra, Alîdir ol Velîyullah.

Kalan Eshâbı hem ki, cümlesinin zikri hayrolsun, cemî’i Âl-ü Eshâb-ı kirâmı severim fillah.

Aşere-i mübeşşere ve Fâtıma, Hasen ve Hüseyn, bu ümmetden bunlara Cennet ile neşhedü billah.

Ve gayri kimseye aynîle Cennetlik denilmez ki,

o gaybe hükm olur, gaybi ne bilsin kimse gayrillah.

Ve Eshâb-ı kirâmın cümlesinden sonra ümmetden, cemî’i Tâbi’în olmuşdur, efdalü Evliyaillah.

ONİKİNCİ BÂB

Bu ümmetin üstünlükleri:


1– (Mesâbîh-i şerîf)de bu bâbın evvelinde Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olun- muşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Geçmiş ümmetlerin ömrüne nisbetle sizin ömrü- nüz, ikindi nemâzı vaktiyle güneşin batması arasındaki zemân gi- bidir. Sizin, yehûdîlerin ve nasâranın hâli şuna benzer. İşçi çalış- dırmak istiyen bir adam dedi ki, kim benim için birer kırâta gü- nün yarısına kadar çalışır. Yehûdîler, günün yarısına kadar çalış- dı. O kimse sonra, kim benim için bir kırâta günün ortasından ikindi vaktine kadar çalışır. Nasâra, ikindi vaktine kadar birer kı- râta çalışdı. Sonra şöyle dedi, kim ikindi vaktinden güneşin bat- masına kadar ikişer kırâta çalışır. Dikkat ediniz, siz ikindi vaktin- den güneşin batmasına kadar çalışanlarsınız. Dikkat ediniz. Sizin ücretiniz iki katdır. Yehûdîler ve nasâra kızdılar. Biz çok çalışı- yor, az ücret alıyoruz, dediler. Allahü teâlâ onlara, hakkınızı ver- mekde size zulm etdim mi? buyurdu. Hâyır, dediler. Allahü teâ- lâ buyurdu ki, o benim dilediğime verdiğim bir ihsândır.)

2– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâ- yet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Ümmetimin içinde beni en çok sevenler, ben- den sonra gelen, ehlini ve malını beni görmeğe fedâ eden kim- selerdir.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onların şiddetli muhabbetlerini temennî eder. Onların birisi ki, ehlini ve malını beni görmek için ve bana vâsıl olmak için fedâ edey- di, o kimseler bu sıfatla sıfatlanmışlardır.

3– Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edil- mişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlânın kullarından öyleleri vardır ki, Allahü teâlâya birşey için yemîn etseler, muhakkak o şey yeri- ne getirilir. Ümmetimden Allahü teâlânın emrlerini yerine ge- tirenler, eksik olmaz. Onlara karşı koyanlar, küçük düşürmek

istiyenler, hiçbir zarar yapamazlar. Allahü teâlânın emri gelin- ceye kadar, onlar bu hasletleri üzere olurlar.) Bu hadîs-i şerîfi rivâyet eden Enes “radıyallahü anh” hazretleri dedi ki: Râbi’a adlı hanım benim halam idi. Ensârdan bir câriyenin ön dişini kırdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- nin huzûruna geldiler. Da’vâya Resûlullah bakdı. Kısâs yapıl- masını emr etdiler. Enes bin Nadr ki, Enes bin Mâlikin amcası- dır. O, Allahü teâlâya yemîn ederek, yâ Resûlallah, onun dişini kırma dedi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu- yurdular ki: (Yâ Enes! Allahın kitâbı kısâsı emr ediyor!) Sonra dişi kırılan câriyenin yakınları kısâs yerine diyeti kabûl etdiler. O durumda Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu- yurdular ki: (Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, Allahın adı ile birşey için yemîn etseler, Allahü teâlâ bu sevgili kullarının hâtırı için, o şeyi hemen yaratarak, istedikleri hâsıl olur.)

(Müslim) şerhinde beyân olunmuşdur: Enes bin Nadrın (Hâyır, vallahi onun dişini kırma) demesinin ma’nâsı, Habîbul- lah hazretlerinin hükm-i şerîflerini red değildir. Belki murâdı, kısâs etmeğe müstahak olanları vaz geçirmekdir. Afv etmeleri için, Resûlullahı onlardan yana afvda şefâ’at etmek için yönelt- mek için idi. Kendisini yemîninde hânis etmiyeceklerine kuv- vetle inandığı için yemîn etdi. Veyâ Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin fadlına ve lutfüne i’timâdı, güveni tam olup, yemî- nini bozdurmayıp, hasmlarının kalbine afvı ilhâm buyurur, şek- lindedir. Hadîs-i şerîfin ikinci kısmı Şâm ehli için buyurulmuş- dur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Şâm toprağında, benim ümmetimden, Allahü teâlânın emr- lerini yerine getiren kimseler eksik olmaz. Onları zelîl etmek, onlara karşı çıkmak istiyenler, hiçbir zarar yapamazlar. Allahü teâlâ şânühü hazretlerinin emr-i şerîfi gelene dekden murâd kı- yâmetdir, onlar o hasletleri üzere olurlar.)

4– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâ- yet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Ben kardeşlerimi görmeği severim!) Eshâb-ı ki- râm dediler ki: Yâ Resûlallah! Biz senin ihvânın [kardeşlerin] değilmiyiz! Buyurdular ki, (Siz benim Eshâbımsınız. Kardeşle- rim o kimselerdir ki, gelmemişlerdir. Benden sonra gelirler. Ben onların ferâtıyım.) Ya’nî evvel gidip, lâzım olanları onlar

için hâzırlarım. Bâbın evvelinden buraya kadar zikr olunan ha- dîs-i şerîf, (Mesâbîh-i şerîf)in sahîh hadîslerinde vardır. Hasen hadîslerinde ancak bu hadîs-i şerîf vârid olmuşdur.

5– Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olun- muşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- ri buyurdular ki: (Ümmetim yağmur gibidir. Önce gelenler mi, yoksa sonra gelenler mi üstündür bilinmez!) Türpüştî “rahime- hullah” buyurmuşdur ki, bu hadîs-i şerîf ile, evvelkilerin, sonra- kiler üzerine efdaliyyetlerinde tereddüt etmemelidir. Zîrâ önce gelenler, sonra gelenlerden; zemânlarının sonraki zemânlardan kıymetli olacağından üstündürler. Hadîs-i şerîfde tereddütden murâd, fâideli olmalarındadır. Dîni neşr etmekde, hakîkat ile fâideli olmakdadır. Yağmur, önce ekini bitirir. Sonra, sapı üze- rine durduğu hâlde [o hâle gelince] olgunlaşdırır, terbiye eder. Yağmurun fâidesinin evvelinde mi, sonunda mı olduğu bilin- mez. Böylece; bu ümmetde de, evvelkiler dîni kâim kıldılar; kurdular. Sonrakiler, zemânla insanların bozduğu dîni doğru olarak, önceki gibi kurdular. Bu hadîs-i şerîfde işâret olunmuş- dur ki, muhakkak bu ümmetin âhıri [sonra gelenleri] hayr ve sa- lâhda, dînin kuvvetli olmasında öncekiler gibi olur. O rivâyet üzerine, hadîs-i şerîfde bildirildiği gibi, Mehdî hazretlerinin gel- mesi mahallinde, Îsâ bin Meryem “alâ nebiyyinâ ve aleyhisse- lâm” hazretlerinin gelmesi [nüzûlü] vaktinde, geçmiş ümmetle- rin aksine olarak, çok kuvvetli olup, önce gelenlere benziyecek- dir. Zîrâ onların [geçmiş ümmetlerin] sonra gelenleri dîni tebdîl ve Kitâbullahı tahrîf etdiler. [Hadîd sûresi 16.cı âyet-i kerîme- sinde meâlen], (... Kur’ân-ı kerîmden evvel kitâb verilenler gibi olmayınız! Onlar, kendileri ile Peygamberleri arasındaki zemân uzayınca, kalblerine kasvet yerleşip, çoğu dinden çıkıp, kitâbla- rına göre ameli terk etdiler) buyurulmuşdur. (Meâlim-üt-ten- zîl)de, sûre-i Âl-i İmrânda, 110.cu âyet-i kerîmenin tefsîrinde, Allahü teâlâ, meâlen, (Sizler, bütün insanlar içinde en iyi bir ümmetsiniz, cemâ’atsiniz...!) buyurmuşdur.

Katâdeden nakl olunmuşdur ki, onlar ümmet-i Muhammed- dir. Ondan evvel hazret-i Mûsâdan, hazret-i Dâvüdden ve haz- ret-i Süleymândan “aleyhimüsselâm” gayri bir Peygamber harb ile emr olunmamışdır. Onlar küffâr ile harb ederler. Küffârı [kâfirleri] dinlerine dâhil ederler. Onlar, insanlar için hayrlı üm-

– 567 –

met olurlar idi. Denildi ki, linnâs kavl-i şerîfi uhricet kavli şerî- finin sılasındandır. Ma’nâsı şu demek olur ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, insanlar için hayrlı olan bir ümmet seçdi. Yi- ne râvîler an’anesi ile Behrâm bin Hâkimden, o da babasından nakl etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin, (Sizler, bü- tün insanlar içinde en iyi bir ümmetsiniz, cemâ’atsiniz...) kavl-i şerîfinde [Âl-i İmrân sûresi 110.cu âyeti], buyurdu ki, (Siz yet- miş ümmeti, Allahü teâlâ katında, onların en iyisi ve mükerre- mi olarak temâmladınız!) buyurmuşdur. Yine râvîler an’anesi ile rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretleri buyurdular ki: (Dahâ önce geçen yetmiş üm- metden Allahü teâlâ katında en iyisi ve mükerremi bu [Pey- gamber efendimizin] ümmetdir.) Teveffi kavl-i şerîfi ifâdandır. Eşref ma’nâsınadır.

Yine an’ane ile Ömer ibnül Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Bütün Peygamberlere “aleyhimüsselâm” ben girmeden evvel Cennete girmeleri ha- râm kılınmışdır. Yine bütün ümmetlere, benim ümmetim gir- meden evvel Cennete girmeleri harâm kılınmışdır.) Yine an’ane ile, Abdüllah bin Berdeden, o da babasından rivâyet et- mişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu- lar ki: (Cennet ehli yüzyirmi saf olur. Sekseni bu ümmetden, kırkı sâir ümmetlerdendir.) (Me’âlim)den nakl burada temâm oldu. Bizi Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden eyleyen Al- lahü teâlâya hamd olsun. (Ravda-tül Ulemâ) sâhibi beyân etmiş ki, denildi, her safın arası meşrıkla magrib arasınca olur. Her sa- fın arası dünyâ misâli olur.

6– (Mesâbîh)de, Hesâb, Kısâs ve Mîzân bâbında, sahîh ha- dîs olarak nakl olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Nûh aleyhisselâm, kıyâ- met gününde gelir. Ona denilir ki, risâletini kavmine teblîg et- din mi. Nûh aleyhisselâm der ki, (Evet yâ Rabbî!) Ümmetinden süâl olunur ki, Nûh size teblîg etdi mi. Onlar inkâr edib, (Bize korkutucu kimse gelmedi) derler. Sonra Nûh aleyhisselâma de- nilir ki, şâhidlerin kimdir. Buyurur ki, Muhammed Mustafâ aleyhisselâtü vesselâmın ümmetidir.) Resûlullah “sallallahü

teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Siz gelirsiniz ve Nûh aleyhisselâm teblîg etdi, diye şehâdet edersiniz!) Sonra Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, [meâl-i şerîfi] (Böyle- ce, size insanlara şâhid ve örnek olmanız için...) olan [Bekara sûresinin 143.cü] âyet-i kerîmesini okudular. Bu âyet-i kerîme, ikinci cüz’ün başındaki âyet-i kerîmedir. Muhyissünne Begavî (Me’âlim-üt-tenzîl)de bu âyet-i kerîmeyi tefsîr etmişdir: Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, yehûdî ileri gelenleri, Mu’âz bin Ce- bele “radıyallahü anh” kıble hakkında dediler ki, Muhammed bizim kıblemizi, hasedinden dolayı terk etdi. Bizim kıblemiz Enbiyâ “aleyhimüsselâm” kıblesidir. Bizim insanlar arasında âdil olduğumuzu Muhammed bilir, dediler. Mu’âz “radıyallahü anh”, muhakkak, hak üzere ve âdil olan biziz. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri meâl-i şerîfi, (... bunun gibi, sizi adâletli üm- met kıldık...) olan [Bekara sûresinin 143.]cü âyet-i kerîmesinde bunu beyân buyurdu. (İbrâhîm aleyhisselâm ve zürriyyetini se- çip, ayırdığımız gibi, sizi de seçilmiş ve adâlet üzere olan ümmet kıldık) buyuruldu. Bu da onun gibidir. Dinde eksikliği ve fazla- lığı olan din ehlinin, ikisi de zemmedilmişdir.

Bize Abdülvâhid bin Ahmed an’ane ile Ebû Sâ’id-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden haber verdi. Bir gün Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ikindi ne- mâzından sonra bizim aramızda durdu. Orada, kıyâmete kadar olacak şeyleri terk etmekden zikr etdi [söyledi]. Bir gün hurma ağaçları arasında bir dıvârın yanında durup, buyurdu: (Âgâh olun [Dikkat ediniz], dünyânın ömründen, geçen zemâna nis- betle kalanı, bugünün kalan zemânı kadar bile değildir. Bu üm- met, yetmiş ümmeti, hepsinin iyisi ve ekremi olarak temâmlar!) Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin, [meâl-i şerîfi yukarıda zikr olunan âyet-i kerîmenin devâmı olan] (Böylece, insanlara şâhid olacaksınız!) kavl-i şerîfini okudular. (Kıyâmet gününde Resûller insanlara teblîg etdikleri) ile alâkalı olarak İbni Cü- reyh dedi ki, ben Atâya (... Böylece insanlara şâhid olacaksınız) kavl-i şerîfinin ma’nâsı nedir, dedim. O dedi ki, insanlardan, hakkı terk edenler üzerine, Ümmet-i Muhammed şâhiddirler. (Resûl de sizin üzerinize şâhiddir.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri de onları ta’dîl ve tezkiye edici olur. Bunun beyânı şudur ki, muhakkak Allahü teâlâ şânühü evvelîn ve âhırîni cem’ eder. Ya’nî Allahü teâlâ kıyâmet günü bütün in-

sanları yüksek bir yerde toplayınca, kâfirlere (Size hiç uyarıcı, sakındırıcı Peygamber gelmedi mi) buyurur. Onlar (bize korku- tucu [sakındırıcı] ve müjde verici kimse gelmedi) derler. Allahü Sübhânehü ve teâlâ Enbiyâ aleyhisselâmı bundan süâl eder. En- biyâ cevâb verirler ki, (biz onlara vahyi teblîg etdik.) Allahü teâlâ Enbiyâdan yine süâl eder. Hâlbuki herşeyi bilir. Şâhid tut- makdan dolayı sorar. O zemân Ümmet-i Muhammed getirilir. Ümmet-i Muhammed şehâdet ederler. Muhakkak Enbiyâ teb- lîg etdiler. O ümmetler derler ki, bunlar nereden bilirler, bizden sonra geldiler. Sonra bu ümmetden süâl olunur. Onlar derler ki, yâ Rabbî! Sen bize Resûl gönderdin. O Resûl ile kitâb nâzil kıl- dın [gönderdin]. O kitâbda bize haber verdin. Resûllerin ile gönderdiğin haberlerin hepsi doğrudur. Ondan sonra Muham- med aleyhisselâm getirilir. Ümmetinin hâlinden süâl olunur. Onların temiz ve doğru olduğuna şehâdet eder. (Me’âlim-üt- tenzîl)den alınan kısm temâm oldu.

7– (Ravda-tül-ülemâ) kitâbının yirmibirinci bâbında, Ebû Mûsâ-el-eş’arî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl edil- mişdir. Biz mescidde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” hazretlerinin huzûrunda oturmuşduk. Habîbullahı vahy ağırlığı kapladı. Vahy geldiğinde hâl-i şerîfleri böyle olurdu ki, vahyin ağırlığı üzerlerini kaplardı. Hattâ a’zâ-i şerîfleri ayrılır derecesinde olurdu. Mubârek başını bir sâat aşağı saldı. Sonra başını kaldırdı ki, bize haber versin. İkinci ve sonra üçüncü ker- re yine vahy ağırlığı hâsıl oldu. Yine mubârek başını saldı. Son- ra, haber vermek için başını kaldırdı. Dördüncü kerre yine vahy ağırlığı kapladı. Yine mubârek başını saldı. Sonra mubâ- rek başını kaldırıp, secdeye vardı. Biz de onunla berâber secde- ye vardık. Secdeyi uzatdı. Mubârek başını secdeden kaldırdı. Biz dedik. Yâ Resûlallah! Size gelen bu dört vahyden bize ha- ber verir misiniz? Buyurdular ki: (Bana Cebrâîl aleyhisselâm, evvelki gelişinde dedi ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sana selâm söyledi ve buyurdu: Yâ Muhammed! Ümmetinin üçde birinin azâb ve hesâb görmeden Cennete girmesini mi is- tersin, yoksa bütün günâhkârlarına şefâ’at etmeği mi istersin! Cebrâîl aleyhisselâm, benden yana işâret etdi. Şefâ’atini ihtiyâr etdim. Sonra, ne vakt ki Cebrâîl aleyhisselâm gitdi. Ben istedim ki, size haber vereyim. O sâat yine geldi. Ve dedi ki, muhakkak Rabbil’âlemîn sana selâm söyler ve buyurur ki: Ey Habîbim!

Ümmetinin yarısının hesâbsız ve azâbsız, Cennete girmesini mi istersin. Yoksa ümmetinin bütün günâhkârlarına şefâ’at etme- ği mi istersin. Ben şefâ’atı ihtiyâr etdim [seçdim] ve istedim ki, size haber vereyim. O sâat yine geldi. Ve dedi ki, muhakkak Rabbin selâm söyledi ve buyurdu ki, ey Habîbim! Ümmetinin üçde ikisinin hesâb ve azâb olunmadan Cennete girmesini mi istersin. Yoksa ümmetinin bütün günâhkârlarına şefâ’at etme- ği mi istersin. Ben şefâ’ati ihtiyâr etdim [seçdim] ve istedim ki, size haber vereyim. O sâat yine geldi. Ve dedi ki, muhakkak Rabbin sana selâm söyler ve buyurur ki: [Vedduhâ sûresi 5.ci ve Tâhâ sûresi 130.cu âyet-i kerîmesinin bir kısmını okudu. Me- âl-i şerîfi] (Yâ Muhammed! Onlar bana ve sana îmân getirseler ve beş vakt nemâzı kılsalar, farzları edâ etseler ve senin sünne- tini yerine getirseler, sen râzı oluncaya kadar şefâ’at etmene izn veririm.) Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyu- rur ki: (Bana kâfi gelir, bana kâfi gelir!) [Vedduhâ sûresi 5.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,] (İleride [kıyâmet günü] Rabbin sa- na şefâ’at makâmı vermekde hoşnûd olacaksın) ve Tâhâ sûresi 130.cu âyet-i kerîmesinde meâlen, (... Tesbîh et [nemâz kıl] ki, Allahın rızâsına eresin) buyuruldu.

8– (Ravda-tül-ulemâ) kitâbının aynı bâbında; Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olun- muşdur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kavl-i şerîfinde [Hicr sûresi 2.ci âyet-i kerîmesinde] meâlen, (Kâfirler, dünyâda hezîmet, yâhud ölüm ânında, kıyâmet azâbı vukû’unda, müsli- mân olmaklığı temennî ederler. Denildi ki, kâfirler Cehennem- de mü’minlerin günâhkârlarını görüp, siz müslimânlar iken Ce- hennemdesiniz. İslâmınız size ne fâide etdi derler. Bir zemân sonra, Allahü teâlânın fadlı ve rahmeti ile o müslimânlar nârdan çıkıp, Cennete gitdiklerinde, kâfirler o vakt ne olaydı, biz de ehl-i islâmdan olaydık, derler) buyuruldu. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki, bu ümmetden bir tâife sırat üzerinde habs olunur. Hâlbuki, Muhammed Mustafâ “sallalla- hü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bütün Peygamberlerden önce Cennete dâhil olur. Ümmeti de, bütün ümmetlerden önce Cennete dâhil olur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel- lem” Cennete girdikden sonra, Allahü tebâreke ve teâlâ hazret- leri, sıratda kalan tâifenin nâr [Cehennem]dan tarafa gönderil- mesini ve (Mâlik)e teslîmini emr eder.

Mâlik, onları görünce, yâ eşkiyâ cemâ’ati, siz kimsiniz ve ki- min ümmetindensiniz. Cehenneme girenlerin son bulduğunu işitmişdim. Cehennem ehlinin hepsi bana, bağlı ve zincire vu- rulmuş hâlde ve yüzleri üzerine sürünüp ve yüzleri kara, gözle- ri göğermiş hâlde gelirler. Ammâ, sizin elleriniz bağlı değil ve zincire vurulmamışsınız. Yüzleriniz kararmamış. Gözleriniz gö- ğermemiş. Ayaklarınız üzerine yürürsünüz; kimsiniz, der. On- lar, derler ki, yâ Mâlik, bunu bize sorma. Zîrâ biz, muhakkak sana bunu haber vermeğe hayâ ederiz. Velâkin biz; Kur’ân-ı kerîme uyan, Ramezân ayında oruc tutanlarız. Biz hacca giden- lerdeniz. Biz gâzîleriz [cihâda gidenlerdeniz]. Biz zekât edâ edenlerdeniz. Biz yetîmlere ikrâm edicilerdeniz. Biz cünüb olunca gusl edenlerdeniz. Biz beş vakt nemâz kılıcılardanız. Mâlik der ki, ey mahşer eşkiyâsı! Allahü teâlâ Kur’ân-ı azîmde sizi ma’siyyetden men’ etmedi mi. Onlar derler ki, yâ Mâlik, bi- ze tevbîh etme. Şimdi Allahü teâlânın tevbîhinden ve süâlinden kurtulduk. Sonra onlar bu hâlde iken, Arş tarafından bir nidâ edici, şiddetli nidâ eder ve der ki, yâ Mâlik, onları Nârın [Ce- hennemin] üst tabakasına dâhil et. Hâlbuki onlar, Cehennemin kenârında dururlar. Sonra Mâlik der ki, yâ mahşer eşkiyâsı! Şübhesiz söyleneni işitdiniz. Fehm etdiniz. Evet işitdik, lâkin bi- ze mühlet ver. Bir sâat nefslerimiz üzerine ağlıyalım, derler. Mâlik der ki, benim size mühlet vermeğe izn yokdur. Mâlike Arş tarafından nidâ gelir ki, (Yâ Mâlik, terk et onları, nefsleri üzerine ağlasınlar.)

Sonra nefsleri üzerine ağlamağa başlarlar. Derler ki: (Biz nârda [Cehennemde] nasıl sabr edelim. Biz güneşin harâretine sabr edemezdik. Katran elbisesi giymeğe nasıl sabr edelim. Biz yumuşak elbiseler giymeyi tercih ederdik. Zakkum yimeğe ve hamîm içmeğe nasıl sabr edelim. Biz hep güzel yemekler yir, so- ğuk içecekler içerdik.) Bunlar böyle ağlarlar iken, Arş tarafın- dan bir nidâ gelir. Yâ Mâlik! Bunları nârın [Cehennemin] birin- ci tabakasına gönder. Sonra onların yanına şiddetli melekler ge- lir. Onlar, kalb olmadığı için acıması olmıyan zebânîlerdir. Her- bir insana bir zebânî yapışır. O sırada, hepsi seslerini yükseltir- ler ve derler ki, (Yâ Muhammed, Yâ Ebel Kâsım, Yâ Ebel Erâ- mil velyetâmâ. Yâ Fahrel kıyâmeh. Yâ Fâtihal bâb. Yâ nârın kapısını ümmetine kapayan! Yâ ümmetine şefâ’at eden. Biz ümmetinin za’îfleriyiz. Nârın [Cehennemin] ateşine dayanama-

– 572 –

yız. Şefâ’atin ile bize imdâd et. Yâ Mâlik, biz ümmet-i Muham- meddeniz.) Sonra Mâlik hazretleri Cennetden tarafa teveccüh eder [döner]. Ellerini kulaklarına koyar. Müezzinler gibi yük- sek ses ile nidâ eder ki: Yâ Muhammed! Muhakkak sen, Cen- netde ni’metler içindesin [ni’metlenir hâldesin]. Senin za’îf üm- metlerin Nârda feryâd ederler. Onların feryâdına yetiş [eriş]. Zîrâ za’îfdirler. Cehennemin harâretine sabrları yokdur. O hâl- de, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine haber gelir. Hemen serîrinden [tahtından] sıçrayıp ve Buraka biner ve buyurur, yâ Burak, çabuk ol ki, ümmetim za’îfdirler, Cehennemin harâretine sabr edemezler. Burak da ayaklarını kaldırıp, Cehennemin kenârına koyar. Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri onların seslerini işitdiği vakt, ağlarlar. Sonra Muhammed aleyhisselâm Arşın kenârına erişir. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine secdeye varır. Ve şefâ’at eder. Allahü teâlâ ve tekaddes onların hakkındaki şefâ’atini ka- bûl eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret- lerinin şefâ’ati ile Cehennemden kurtulurlar. O vakt, kâfir ol- dukları hâlde, ehl-i nâr temennî ederler; ne olaydı, müslimân olup, Ümmet-i Muhammedden olaydık. Allahü teâlâ hazretle- rinin kavl-i şerîfi buna işâretdir ki, [Hicr sûresi 2.ci âyetinde; meâlen] (Kâfirlerden, müslimân olmağı temennî etmiyen çok az kimse vardır!) buyurulmuşdur.

9– Yine (Ravda-tül-ülemâ) kitâbında, kırkdördüncü bâbda, musîbete sabr beyânında; Sâbit-el Benânî “rahimehullah” haz- retlerinden rivâyet edilmişdir. Bize nakl edildi ki, Osmân bin Maz’ûn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin bir oğlu vefât etdi. Ondan dolayı üzüntüsü çok olup, mahzûn oldu. Evinde oturdu. Evinde bir mescid binâ etdi. Orada ibâdet ederdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri işitip, buyurdu ki, (Onu benim yanıma getirin. Onu Cennet ile müjdeleyin!) Sonra onu, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yanına gö- türdüler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ona bu- yurdular ki; (Bil, yâ Osmân ki, muhakkak Cehennemin yedi ka- pısı vardır. Ve Cennetin sekiz kapısı vardır. Cennet kapılarından her birine gitdiğinde, oğlunu orada görüp, Allahü teâlâdan sana şefâ’at eder hâlde olduğunu görmeğe râzı olmaz mısın!) Osmân bin Maz’ûn “radıyallahü teâlâ anh”, yâ Resûlallah; râzı oldum, dedi. Süâl edildi ki, yâ Resûlallah! Bizim oğullarımız da böyle

– 573 –

olur mu? Buyurdular ki, (Evet olur, kıyâmete kadar ümmetim- den sabr eden ve sevâb istiyen herkese de böyledir!)

10– Yine (Ravda-tül-ülemâ) kitâbının Cum’a faslı bâbında nakl edilmişdir. Bize imâm-ı Nasr-ül Harbî üstâdı Amr bin Şu’aybdan, o babasından, o da dedesinden “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Bir âlem vardır ki, beydâ ve melsâdır [beyâz ve düzdür]. Gümüş gibidir. Bu dünyânın yedi büyüklü- ğünde ve melekler ile doludur. O şeklde ki bir iğne atsan yere düşmez. Belki meleklerin üzerine düşer. Onlardan her bir me- lek, elinde bir alem [bayrak] vardır ki, üzerinde (Lâ ilâhe illal- lah Muhammedün Resûlullah) yazılmışdır. Her bir Cum’a ge- cesi toplanırlar. O alemin etrâfında Allahü tebâreke ve teâlâyı tedarru’ ederler. Ümmet-i Muhammedin selâmeti üzerine düâ ederler. Sabâh oluncaya kadar derler ki, yâ Rabbî! Ümmet-i Muhammede acı! Onlara azâb etme! Çünki, sabâh olup, kıyâ- metden emîn olurlar. (Yâ Rabbî! Gusl edenleri, Cum’aya hâzır- lananları afv eyle, istediklerini bağışla!) diye düâ ederler. Rivâ- yet eden der ki, alemlerin [bayraklarının] uzunluğu kırk fersâh olur. Düâ etdiklerinde, ağlıyarak seslerini yükseltirler. Rab- bil’âlemîn onlara ne istersiniz diye buyurur. Derler ki, ümmet-i Muhammedi afv etmeni isteriz. Allahü teâlâ ve tekaddes, (on- ları afv etdim) buyurur.)

11– Yine (Ravda-tül-ülemâ) kitâbı altmışdördüncü bâbında, Leyletül-Kadrin fazîleti açıklanırken nakl edilmişdir. Denildi ki, Allahü teâlâ ve tekaddes ve azze şânühü; ümmet-i Muham- mede Ramezânda beş şey verir ki, onlardan başka kimseye ver- memişdir. 1– Ramezânın ilk gecesi olduğu zemân, onlara [bu ümmete] rahmet nazarı ile nazar eder. Her kime ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ rahmet nazarı ile bakar, ona azâb etmez. 2– Allahü teâlâ meleklere buyurur. Bu ayda ibâdetleri bırakın. Ümmet-i Muhammede istigfâr edin. 3– Allahü teâlâ şânühü Cennet meleklerinin reîsi (Rıdvân)a buyurur. Cenneti süsle ve kapılarını aç. Ümmet-i Muhammedden bir kimse bu ayda ölür- se, cesedi gelinceye kadar, rûhu Cennete dâhil olsun. 4– Allahü teâlâ hazretleri, Cehennem meleklerinin reîsi (Mâlik)e, Cehen- nemin kapılarını bağlaması için emr eder. Eğer, bu ümmetden isyân edenlerden birisi ölür ise, Ramezân ayı geçene kadar, Ce-

– 574 –

hennemde azâb olunmasın. 5– Allahü teâlâ, onlara Kadr gece- sini verir. Hattâ eğer bir kimse, o gecede Allahü teâlâ hazretle- rine ibâdet etse, günâhlarını afv eder. O gecede Cehennemden âzâd olur. O gecede bütün Ramezân ayı müddetince âzâd olan- lar kadar mü’min âzâd olur.

12– (Mesâbîh) kitâbında, Îsâ aleyhisselâmın nüzûlü [gökden inmesi] bâbında, sahîh hadîs olarak bildirilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Îsâ bin Meryem “aleyhisselâm” gökden iner. Mü’minlerin emîri, hazret-i Îsâya gel bize imâm ol, der. Hazret-i Îsâ buyurur, sizin ba’zınız ba’zınız üzerine emîrsiniz.) Denildi ki, yâ Resûlallah, niçin o zemânda Allahü teâlâ müslimânlar üzerine emîri kendi- lerinden yapar. Buyurdular ki, (Bu ümmetin emîrlerini kendi- lerinden kılmak, bu ümmete ikrâmdır ve şânlarının büyüklü- ğündendir.)

13– Yine (Mesâbîh)de (Haşr) bâbında, sahîh hadîs olarak bil- dirilmişdir. Ebû Sâ’id-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretle- rinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ hazretleri [Âdem aleyhisselâma] buyurur: Yâ Âdem! Âdem aleyhisselâm der ki, Lebbeyk, [buyur yâ Rabbî!] Hayr Senin elindedir. Allahü teâlâ buyurur: Nâra [Cehenneme] müstehak olanı gönder. Âdem der ki, nâra müstehak nedir [ne kadardır]. Allahü Sübhânehü ve teâ- lâ hazretleri buyurur: Her binde dokuzyüzdoksandokuzu. O ze- mân çocuk yaşlı olur. Hâmile kadının çocuğu dünyâya gelir. İn- sanlar, serhoş olmadıkları hâlde serhoş gibi görünürler. Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir.) Yâ Resûlallah! Hangimiz o binde birden oluruz, diye sorduk. Buyurdu: (Bana müjdelediler. Sizden bir, Ye’cûc ve Me’cûcden bin olacakdır.) Sonra buyurdu: (Nef- sim kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Cennet eh- linin dörtde biri siz olursunuz!) Biz tekbîr getirdik. Sonra buyur- du: (Siz Cennet ehlinin üçde biri olursunuz!) Biz yine tekbîr ge- tirdik. Sonra buyurdu: (Siz Cennet ehlinin yarısı olursunuz!) Biz yine tekbîr getirdik. (Müslim) hadîs kitâbını şerh eden “rahime- hullah” demiş ki, bir rivâyetde, bir âhır hadîsde buyurdular ki: (Siz Cennet ehlinin üçde ikisi olursunuz. Cennet ehli yüzyirmi saf olacak. Seksen safı ümmetimden olacakdır.)

kadının çocuk doğurması, bu ahvâl dünyâdan çıkmadan önce- dir. Çocuğun yaşlanması, hâmile kadının çocuk doğurması, zâ- hiri üzerine olur. Denildi ki, belki bu ahvâl kıyâmetde olur. Ma’nâsı o demek olur ki, onların üzerine dehşetli ve şiddetli bir mertebe erişir ki, eğer hâmile tasavvur olunsa, muhakkak do- ğurur. Denilir ki, hâmile olarak ölen kadın, hâmile olduğu hâl- de haşr olunur. Böyle olduğu takdîrde, o hâlde çocuğunu doğu- rur. Nihâyet sonra buyurdular ki: (Müjdeler olsun size ki, şüb- hesiz sizden bir şahs ehl-i Cennet, Ye’cûc ve Me’cûcden bin şahs ehl-i nâr olur!) Sonra buyurdular ki: (O Allahü teâlâ hak- kı için ki, benim nefsim yed-indedir. Ben ricâ ederim ki, [Cen- netlik olan bir kişi] siz olursunuz!)

(Müslim şerhi)nde beyân olunmuş ki, hadîs-i şerîfde (Siz) hitâbları, bütün ümmetdir. Birincide, ehl-i Cennetin dörtde bi- ri siz olursunuz, buyurdu. İkincide buyurdu, üçde bir olursunuz. Üçüncüde buyurdu, yarısı olursunuz. (Müslim şerhi)nde buyur- du: (İnsanlar arasında siz) hitâbı, müslimânlaradır. İnsanlardan murâd kâfirlerdir. Ba’zı rivâyetlerde, entüm (siz) yerine el- müslimûn tasrîh etmişdir (müslimânlar buyurmuşdur). Ve fin- nâs (insanlar) yerine fil küffâr tasrîh etmişdir (kâfirler buyur- muşdur). Selmâsî “rahimehullah” beyân etmiş ki, (Sizin bütün insanlara nisbetle, azlık bakımından durumunuz, beyâz bir ökü- zün üzerinde bulunan bir siyâh kıl gibidir. Bu derece az olma- nıza rağmen ehl-i Cennetin yarısı olursunuz.)

14– Yine (Mesâbîh) kitâbında, Havz ve şefâ’at bâbında, sa- hîh hadîs olarak nakl olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak, benim havzımın iki ucunun arası Île ile Aden arasındaki mesâfeden uzakdır. Île bir beldedir ki bahr-i ahmer [Kızıldeniz]in Şâm ta- rafındadır. Oradan Adene birbuçuk aylık mikdârı yol olur. Mu- hakkak onun bardaklarının sayısı yıldızlardan çokdur. Bir kim- se kendi havzına başkalarının develerinin girmesine nasıl mâni’ olursa, ben de ümmetimden başkalarını havzımdan men’ ede- rim.) Dediler, yâ Resûlallah, Siz bizi bilir misin? Buyurdular ki, (Evet, sizi bilirim. Sizin için bir alâmet olur ki, başka ümmetler- de olmaz. Siz, yüzleriniz, elleriniz ve ayaklarınız, abdestin ese- rinden ak [nûrlu] olduğunuz hâlde gelirsiniz.)

“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl olunmuşdur. Resû- lullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Ne ze- mân ki kıyâmet günü olur. İnsanlar arasat meydânında topla- nır. Ba’zısı ba’zısından yana dalga vurur, birbirine karışırlar. Sonra Âdem aleyhisselâma gelirler ve derler ki, Rabbinden şe- fâ’at eyle. Hazret-i Âdem der ki, ben şefâ’ate ehl değilim. Lâ- kin, İbrâhîm aleyhisselâma gidin ki, muhakkak o Halîl-ül rah- mândır. Sonra İbrâhîm aleyhisselâma gelirler. O da der ki, ben şefâ’ate ehl değilim. Mûsâ aleyhisselâma gidin. Muhakkak o kelîmullahdır. Sonra Mûsâ aleyhisselâma gelirler. O da der ki, ben şefâ’ate ehl değilim. Lâkin Îsâ aleyhisselâma gidin ki, mu- hakkak o, rûhullahdır ve kelîmetullahdır. Sonra Îsâ aleyhisselâ- ma gelirler. O da der ki, ben şefâ’ate ehl değilim. Lâkin, Mu- hammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri- ne gidin. Sonra bana gelirler. Ben derim. Ben şefâ’ate ehilim. Sonra şefâ’at üzerine izn taleb ederim. Bana izn verilir. Rabbi- min bana ilhâm etdiği hamdler ile hamd ederim. Bu ânda o hamdler hıfzımda değildir. Sonra, Allahü tebâreke ve teâlâ haz- retlerine o hamdler ile hamdler ederim. Sonra, secde ederim. Rabbime secde etdiğim hâlde bana buyurur: Yâ Muhammed! Kaldır başını, söyle işitilir, süâl eyle cevâb verilir. Şefâ’at eyle, şefâ’atin kabûl olunur. Sonra ben derim ki, yâ Rabbî! (Ümme- tî, ümmetî). Rahmet et ümmetime. Ve tafdîl et onların üzerine kerâmetle. [Tekrâr buyurmaları, te’kîdden dolayı veyâ nidâ içindir. Böylece ümmeti kendine yakın olsunlar. Ateş onlara yakın olmasın. Zîrâ nûr-i şerîfleri ateşi söndürür.] Sonra bana denilir, (Git ve çıkar ateşden o kimseyi ki, kalbinde zerre mik- dârı veyâ hardal dânesi kadar îmânı olsun!))

(Müslim) hadîs kitâbını şerh eden beyân etmişdir ki, îmândan murâd, a’mâl-ı zâidedir [işlerin, amelin fazlalığıdır]. Zerre mik- dârı îmânda, nefsin tasdîki üzerine, fazladan zâhir veyâ bâtın ameli bulunur. Zîrâ, sâdece îmânı olup, amelden bir fazlalığı ol- mıyanlara şefâ’at izni olmaz. Yanında amelden hiçbirşeyi olma- yıp [ya’nî hiç amel yapmayıp], sâdece îmânı olan kimsenin işi, Allahü tebâreke ve teâlânın rahmetine kalmışdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Ben de gide- rim. Her kimin kalbinde arpa mikdârı îmânı var ise, nârdan [Ce- hennemden] çıkarırım. Sonra avdet ederim. O hamdler ile hamd ederim ve secde eylerim. Bana denilir ki, yâ Muhammed, başını

kaldır! Söyle işitilir. Süâl et, cevâb verilir. Şefâ’at et, şefâ’atin ka- bûl olunur. Ben derim: Yâ Rabbî! Ümmetime rahmet et. Denilir ki, git, kalbinde bir zerre veyâ bir hardal dânesi mikdârı îmânı olan kimseyi nârdan çıkar.) Zerre, ufacık sarı karıncaya derler. Veyâ bacadan giren güneş ışığında görülen tozların bir dânesine zerre derler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu- yurdular ki: (Ben de giderim. Kalbinde zerre mikdârı îmânı ola- nı çıkarırım. Yine gelirim, secdeye varıp, niyâz ederim. Bana de- nilir, git, her kimin kalbinde, pek cüz’î, pek cüz’î, pek cüz’î har- dal dânesi mikdârı îmânı olursa, nârdan çıkar. Pek cüz’înin tek- rârı mübâlaga içindir. Sonra varırım, nârdan çıkarırım. Sonra dö- nerim. Dördüncü kerre ben derim ki: Yâ Rabbî, Lâ ilâhe illallah, diyen kimselere şefâ’at etmem için bana izn ver!)

Selmâsî “rahimehullah” demişdir ki, ben ricâ ederim, bun- lardan murâd o kimselerdir ki, ömrlerinde bir amel işlememiş- lerdir ki, onunla rahmete kavuşsun ve nârdan [Cehennemden] kurtulmağa müstehak olsun. Dünyâda bu kelime-i tayyibeyi demişdir. Sonra bu kimsenin şefâ’ate ihtiyâcı da çokdur. Alla- hü teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurur: Onları nârdan çıkar- mak senin üzerine değil, velâkin, izzetim ve celâlim ve kibriyâm hakkı için, elbette o kimseyi, Lâ ilâhe illallah, dediği için ben çı- karırım.

Halhâlî “rahimehullah” buyurmuşlar ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin (Leyse zâlike) kavl-i şerîfinin iki ma’nâsı olabilir. Birisi; Lâ ilâhe illallah diyen kimseyi, nârdan çıkarmak için sana şefâ’at etmeğe izn verilmiş ise de, bu iş sana bırakılma- mışdır. İkinci ma’nâsı odur ki, onlar hakkında sana şefâ’at izni yokdur. Ancak ben onları fadl ve keremimle afv ederim. Bu ma’nâya göre; hayrlı amel işlemiyen kimsenin nârdan [Cehen- nemden] çıkarılması şefâ’at ile mümkin olmayıp, onun işi Alla- hü teâlânın lutf ve keremine kalmışdır.

16– Yine (Mesâbîh)de, Seyyid-il Mürselîn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin fazîletleri bâbında, sahîh hadîs-i şerîf olarak rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Allahü teâlâ hazretleri arzı [yeryüzünü] benim için cem’ etdi [küçültdü]. Ben yeryüzünün [arzın] doğusunu batısını gördüm. Muhakkak benim ümmetimin mülkü arzdan [yeryüzünden] bana gösterilen yere kadar yayıla-

cakdır. Bana kırmızı ve beyâz olmak üzere iki hazîne verildi.)

Türpüştî “rahimehullah” demişdir ki, bundan kasd edilen al- tın ile gümüşdür. Onun için ki, Kisrâ [Îrân] milletinin ve mem- leketinin nakd parasının çoğu altın, Kayser [Bizans] milletinin ve memleketinin nakd parasının çoğu da gümüşdür.

(Ben Rabbimden, ümmetimi umûmî kıtlık ile helâk etmeme- sini, eğer islâm beldesinde kıtlık vâki’ olursa, az bir yerde olsun; istedim. Ve ırzlarına dokunmamaları için, nefslerinden başka düşman musallat etmemesini, istedim. Rabbim bana buyurdu: Yâ Muhammed! Muhakkak ben bir hükm etsem, elbette o red olunmaz. Ben sana, va’d verdim, ümmetin için ki, onları umûmî kıtlık ile helâk etmem. Onlar üzerine nefslerinden gayri, nefsle- rine dokunmasınlar diye düşman musallat etmem. Onlar birbiri arasında muhârebe ederlerse, onların düşmanları, onların kendi- leridir. Ba’zısı ba’zısını helâk eder. Ba’zısı ba’zısını esîr eder.)

Tayyibî “rahimehullah” demişdir ki; bu ümmetin ayb kirleri ve günâh pislikleri, yine bu ümmetin elleri ile temizlenir. Ba’zı- sı ba’zısını temizler. Zîrâ mü’minlerin ba’zıları ba’zılarının evli- yâsıdır [yardımcısıdır]. Eğer mü’min mü’mine bir şeyde yardım- cı olsa, o sûretle yardımcıdır. Eğer mü’min mü’mine eziyyet et- se, o sûretle yardımcıdır. Zîrâ o şey mü’mine erişdikde, ya’nî mü’min eziyyet gördükde, günâhlarına keffâretdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bunun için, ümme- ti arasındaki anlaşmazlıklarda düâ için men’ olundular.

17– Yine (Mesâbîh) kitâbının sahîh hadîslerinde, yukarıdaki hadîs-i şerîfin akabinde, Sa’d “radıyallahü teâlâ anh” hazretle- rinden nakl edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Medîne-i münevverede Benû Mu’âviye mes- cidine teşrîf buyurdular. O mescidde iki rek’at nemâz kıldı. Biz de berâber kıldık. Uzun bir düâ etdi. Sonra döndü ve buyurdu ki: (Rabbimden üç şey istedim. İkisini bana verdi. Birisinden beni men’ etdi. Ümmetimi umûmî kıtlık ile helâk etmemesini istedim. Suda boğulmakla helâk etmemesini istedim. Bunları bana verdi.) (Mefâtih) sâhibi “rahimehullah” beyân etmiş ki, suda boğulmakdan murâd, umûmî boğulmadır. Ya’nî Rabbim- den, ümmetimin hepsini suda, fir’avnın kavmini denizde, Nûh aleyhisselâmın kavmini tûfanda boğması gibi, boğmamasını is-

– 579 –

tedim; demekdir. (Ümmetimin arasında harblerin olmamasını istedim. Beni men’ etdi) buyurdu.

18– Yine (Mesâbîh) kitâbında aynı bâbda hasen hadîs olarak bildiriliyor. Habbâb bin Eret “radıyallahü teâlâ anh” hazretle- rinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri nemâz kıldı ve nemâzı uzatdı. [Ya’nî uzun okuyarak kıldı.] Dediler; yâ Resûlallah! Bir nemâz kıldın ki, böyle uzun nemâz kılmamış idin. Buyurdular ki: (Evet, bu ne- mâz rağbet ve heybet nemâzıdır!) (Mefâtih) kitâbının sâhibi be- yân etmişdir: Bir nemâzdır ki, onda Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine rağbet vardır. Ya’nî Allahü teâlâ hazretlerinden korku vardır. Ya’nî hudû’ ve huşû’ vardır. Bu ümmete şunu öğ- retmekdedir ki, onlara bir yaramazlık [musîbet] ulaşsa, Allahü teâlâ hazretlerinden korkarak ve ona sığınarak, nemâz kılsınlar. Böylece, o zarar, Allahü teâlâ hazretlerinin fadlı ve rahmeti ile ondan gitsin. Lutf ve keremiyle maksadları hâsıl olur. (Ben Al- lahü teâlâ hazretlerinden, ümmetim için üç şey istedim. İkisini bana verdi. [Kendilerine] kendi nefslerinden başka düşman mu- sallat etmemesini, umûmî kıtlık ile helâk etmemesini istedim; bana verdi. Ba’zısının ba’zısına zarar vermemesini ve katl etme- mesini istedim. Bunu benden men’ etdi.)

19– Yine (Mesâbîh)de hasen olarak nakl olunan hadîs-i şe- rîfin akabinde, Ebû Mâlik-el Eş’arî “radıyallahü anh” hazretle- rinden nakl edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Muhakkak Allahü teâlâ azze ve celle sizi üç hasletden afv etdi.) (Mefâtih) sâhibi “rahimehulla- hü teâlâ” demişdir ki, (Hadîs-i şerîfde geçen hılâl kelimesi, has- let ma’nâsına gelen, “Halk” kelimesinin çoğuludur. Ya’nî Alla- hü teâlâ azze ve celle, ikrâm ederek, sizi üç zarardan korudu. Peygamberiniz sizin üzerinize beddüâ etmez. Yoksa, cümleniz helâk olursunuz. Ehl-i bâtıl ehl-i Hak üzerine gâlib olmaz. Tür- püştî “rahimehullah” demişdir ki, buradan ehl-i hakkın temâ- men ortadan silinmiyeceği, hiç olmazsa bir cemâ’atin dâimâ bu- lunacağı anlaşılır. Çünki, Allahü teâlâ, Resûlüne bu dîni kıyâ- mete kadar koruyacağına söz vermişdir [kefîl olmuşdur]. Üçün- cüsü, dalâlet üzerine birleşmenizden korudu.)

20– Yine o hadîs-i şerîfin akabinde, Avf bin Mâlik “radıyal- lahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah

– 580 –

“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Al- lahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, bu ümmet üzerine, biri kendi- lerinden, biri de düşmanlarından olmak üzere iki kılıcı cem’ et- mez!) (Mefâtih) sâhibi demişdir: Ya’nî hem müslimânlar ve hem de kâfirler ile bu ümmet aynı ânda muhârebe etmez. Müslimân- lar, yâ kendi aralarında veyâ kâfirler ile harb eder.

21– Yine (Mesâbîh) kitâbında, o bâbın haseninde, Amr bin Kays “radıyallahü anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Re- sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Biz dünyâya gelmekde âhirleriz [sondayız]. Kıyâmet gününde, Cennete girmekde ve sâir fazîletlerde sâbıklarız [öndeyiz]. Söy- liyeceğim sözler ile öğünmüyorum. İbrâhîm Halîlullah, Mûsâ Kelîmullahdır ve ben Habîbullahım. Kıyâmet günü livâ-i hamd benim elimdedir. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bana va’d etdi ümmetimin şânında ve onları üç şeyden halâs etdi. Umûmî kıtlıkdan, düşmanın temâmen helâk etmesinden, dalâlet üzeri- ne birleşmelerinden korudu.)

22– Yine (Mesâbîh)de o bâbın haseninde, Ka’b-ül Ahbâr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Tev- râtdan hikâye eder. Buyurdu ki, Tevrâtda yazılmış bulduk: Mu- hammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın Resûlüdür. Benim seçilmiş kulumdur. Cefâ edici, hakkı kötüle- yici değildir. Kaba değildir. Kelbiden menkûldür: Sözde ve kalb fi’linde kaba değildir. Sokaklarda bağırıcı değildir. Kötülüğe kötülükle karşılık verici değildir. Fekat afv edicidir. Merhamet- lidir. Doğum yeri Mekkedir. Hicret yeri Tayyibe [Medîne]dir. Mülkü Şâmdır.

Halhâlî “rahimehullahü teâlâ” demişdir ki, mülkden murâd nübüvvet ve dindir. Ya’nî dîni bütün beldelere yayılır. Şâm ehli Resûlullaha önce tâbi’ olmakda ve kâfirlere gâlib olmakda önce- dir. Kâfirler onun üzerine gâlib olmakdan emîn olmadı. Ümmeti çok hamd edicidirler. Allahü teâlâ hazretlerine gizli âşikâr her yerde hamd ederler. Yüksek yerlerde tekbîr getirirler. Allahü teâlâ hazretlerinin azamet ve kudretinde hayretde kalırlar. Şem- se [güneşe] râidirler. [Râi: koruyan, çoban demekdir.] (Mefâtih) kitâbının sâhibi demişdir ki; ru’ât, râinin cemi’dir. Güneşi gözet- liyenlerden murâd, o kimselerdir ki, nemâz vaktlerini hıfz eder- ler. Şemsin [güneşin] doğuşu ile ve batışı ve seyrine [hareketine]

bakarak, nemâz vaktini bilirler. Nemâzları vaktinde kılarlar. Be- denlerinde; diz ile topuk arasındaki kısma kadar izâr bağlarlar. Bedenlerinin etrâfını, yüzlerini ve kulaklarını, başlarını ve ayak- larını yıkayarak abdest alırlar. Müezzinleri, yüksek yerlerde ezân okur. Muhârebedeki safları ile nemâzdaki safları aynıdır.

Tayyibî “rahimehullah” demişdir: Teşbîh olundu. Cemâ’at ile nemâzda olan saflar, nefs-i emmâre ile ve şeytân ile mücâhe- de sebebi ile olduğundan, din düşmanları ile muhârebe ve mü- câhede saflarına benzer şeklinde ta’bîr buyurdular. Bu açıkla- madan ötürü bunlardan her benziyen ve benzetilen olabilir. Belki salât safının zikrini sona almakla, benzetilen yapılması tercîh edilmişdir. Çünki, nemâz safındaki cihâd, (Cihâd-ı ek- ber)dir. Onların sesi, Tesbîh ve tehlîl, kırâet-i Kur’ân-ı azîm ve zikr okumakla bal arısının sesi gibidir.

23– Sûre-i Enbiyânın sonunda [105.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (Biz Tevrâtdan sonra, Dâvüdün Zebûrunda yazdık ki, arz-ı Cennete benim sâlih kullarım vâris olur!) buyurulmakda- dır. Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde Muhyissünne İmâm-ı Bega- vî “rahimehullah” hazretleri (Me’âlimüt-tenzîl) kitâbında bu- yurmuşdur: Sa’îd bin Cübeyr “radıyallahü teâlâ anh” ve Mücâ- hid “rahimehullah” buyurmuşlar ki, Zebûr, gökden indirilen ki- tâblardandır. Zikr, ümm-ül kitâbdır; Allahü teâlâ hazretlerinin katındadır. (Bundan sonra onun zikri levh-i mahfûzda yazıldı) demekdir. Şübhesiz ki, yeryüzü sâlih kullara mîrâs bırakılır. Mücâhid dedi ki, ümmet-i Muhammed vârisdirler. Delîli, Alla- hü teâlâ kavl-i şerîfinde [Zümer sûresi 74.cü âyetinde meâlen], (Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize va’dini yerine getirdi. Bizi arza [Cennete] vâris kıldı!) buyurmuşdur.

İbni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu: Murâd odur ki, kâfirlerin hâkim oldukları toprakları müslimânlar alır. Bu, Al- lahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin dîninin izhârı ile ve müsli- mânların i’zâzı ile bildirilmiş olur. Denildi ki, arzdan, arz-ı Mu- kaddeseyi irâde [kasd] etdi. “Muhakkak ki, bu Kur’ânda (Be- lâg) vardır. Buradaki (Belâg) maksûda kavuşmak demekdir. Ya’nî her kim ki, Kur’ân-ı azîme ittibâ’ eder ve onunla amel eder, umduğu sevâba [karşılığa] kavuşur. Denildi ki, belâgan, ya’nî kifâye vardır ve denilir ki, bu şeyde belâg ve belîge vardır, deriz. Ya’nî kifâye vardır. Kur’ân-ı azîm ise Cennet azığıdır.

Misâfirin belâgı gibi. İbâdet edenlerden maksad ise, o mü’min- ler ki, Allahü teâlâya ibâdet edenlerdir. İbni Abbâs “radıyalla- hü teâlâ anhümâ”, (âlimler) olarak açıkladı. Ka’b-ül ahbâr ise, ümmet-i Muhammedin, beş vakt nemâz kılanları ve oruc tutan- larıdır, diye açıkladı.

24– Bir fârisî risâleden terceme olunmuşdur: Hazret-i Süley- mân “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm” bir gün, deniz kenâ- rında oturmuşlar idi. Bir karıncanın geldiğini gördü. Ağzında bir yeşil yaprak tutardı. Deniz kenârına ulaşdı. Sudan bir kurbağa çıkdı. O yaprağı karıncadan alıp, denize döndü. Karınca geri döndü. Karıncadan sordular ki, bunun hikmeti nedir. Karınca cevâb verdi ki, bu deryânın ortasında, Allahü Sübhânehü ve teâ- lâ hazretleri bir taş halk etmişdir. O taşın arasında [içinde] bir kurdcağız [böcek] halk etmişdir. Beni onun rızkına sebeb etmiş- dir. Ben her gün o nesneyi, ona yetecek kadar rızkı getiririm. Deniz kenârına ulaşdırırım. Allahü teâlâ hazretlerinin, kurbağa sûretinde yaratdığı bir meleği o rızkı benden alır, o kurdcağıza [böceğe] verir. O böcek, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile, fasîh dil ile söyler ki; Sübhânallah ki, beni halk etdi, deniz ortasında ve taş arasında bana mekân verdi. Benim rızkı- mı unutmadı. İlâhî, ümmet-i Muhammedi ümîdsiz etme!

25– (Mesâbîh)de, Kitâb ve sünnete sıkı sarılmak bâbının ha- sen hadîsler kısmında, Bilâl bin Hâris-el Müzenî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Bir kim- se, benim terk edilmiş veyâ unutulmuş sünnetlerimden bir sün- netimi, meselâ cemâ’at ile nemâz kılmak gibi, bayram nemâzı gibi, Kur’ân-ı azîm-üş-şânı kırâ’et etmek gibi ve ilm tahsîli gibi, ihyâ etse, kendi amel etmekle, yâ ondan yana tergîb ile muhak- kak o kimseye, onunla amel edenlerin ecri kadar onların ecrle- rinden bir şey noksan olmaksızın, ecr verilir. Bir kimse, bid’at, dalâlet ihdâs etse [çıkarsa] ki, Allahü tebâreke ve teâlâ ve Re- sûlü ona râzı olmaz.)

Bid’at iki nev’dir. Biri hasenedir. İmâmların ihdâs etdikleri âdet-i hasenedir. Meselâ minâre gibi. Birisi seyyiedir. İmâmla- rın inkâr etdikleri bid’atlerdir. Kabr üzerine binâ etmek gibi. Bid’ati ihdâs eden kimsenin üzerine, onunla amel edenlerin gü- nâhları da yüklenir ve onların günâhından bir şeyi eksilmez.

– 583 –

[(Fâideli Bilgiler) kitâbının 164.cü ve 408.ci sahîfelerinde

(Bid’at) hakkında ma’lûmât vardır. Lütfen oradan okuyunuz!]

26– Yine o bâbın hasen hadîsler kısmında, Ebû Hüreyre “ra- dıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlul- lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Siz öyle bir zemânda geldiniz ki, Allahü teâlânın emrlerinden onda dokuzunu yapıp, birini yapmazsanız helâk olursunuz! Ce- henneme gidersiniz! Bir zemân gelecek ki, o zemânın mü’minle- ri, emrlerin birini yapabilip, dokuzunu bıraksalar, Cehennem- den kurtulurlar! O zemânda îmânı olanlara müjdeler olsun!)

Türpüştî “rahimehullahü teâlâ” beyân etmiş ki, bu kavli sarf etmek, bütün emrler için câiz değildir. [Ya’nî emr olunanların hepsi için değildir.] Zîrâ muhakkak biz biliriz, dînin aslında bil- dirildiği gibi öyle emrler vardır ki, mü’minlerden hiçbir ferd onu terk edemez. Onu ihmâl etmek için özr makbûl olmaz. O farzlar kendisini ilgilendirir. Bunlardan mu’âf olamaz. Bu ha- dîs-i şerîf, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker içindir. Ya’nî, muhak- kak siz bir zemândasınız ki, sizden biriniz, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerden emr olunanların onda birini terk etse helâk olur. Zîrâ muhakkak din kuvvetlenmiş, hak meydâna çıkmışdır. Dînin yardımcıları çokdur. Sizden biriniz ma’zûr olmaz. Gev- şekliği özr olmaz. Fekat, fesâd zemânında, fitneler çoğaldığında Hak gizli olur. O zemân böyle değildir.

27– Yine (Mesâbîh) kitâbının ilm bölümünde, hasen hadîs- lerden biri, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerin- den rivâyet olunmuşdur. İmâm-ı Begavî buyurmuş ki, bize eriş- mişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ azze ve celle hazretleri, bu ümmet için, her yüz senenin başında bir müceddid gönderir. Bu dîni kuvvetlendirir!) Ya’nî ilm azalsa, mübtedi’ler gâlib olsa [bid’at sâhibleri çoğalsa], Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri rabbânî ilm sâhibi âlime tevfîk verir ki, insanlara dînî ilmleri ta’lîm eder ve beyân eder. Böylece, sünnet bid’atden ayrılır. Dînin emrleri- ni hakkı ile yapanlar çoğalır. Bu, Allahü teâlâ hazretlerinin bu ümmete bir lutfudur.

28– Yine (Mesâbîh-i şerîf) kitâbının, Tahâret bölümünün, sa- hîh hadîsler kısmında, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh”

– 584 –

hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Benim ümmetim, kı- yâmet günü da’vet olunduklarında [çağrıldıklarında], abdestin te’sîri ile, yüzleri, kol ve ayakları, beyâz ve nûrludur. Beyâzlığı- nı çoğaltabilen çoğaltsın!) Şârih [Mesâbîhi şerh eden] “rahime- hullahü teâlâ” beyân etmişdir ki, da’vet olunurlar kavl-i şerîfin- den murâd, ihtimâldir ki, ismlendirilmiş olmakdır. Ya’nî benim ümmetime, ey yüz, kol ve ayakları beyâz olanlar, Cennete dâhil olunuz, denilir. Demek olur ki, benim ümmetim, yüz, kol ve ayakları beyâz oldukları hâlde, Cennetden yana çağrılırlar.

(Müslim) kitâbını şerh eden “rahimehullahü teâlâ” demişdir ki, ba’zıları bu hadîs-i şerîf ile bunun üzerine istidlâl etmişdir ki, muhakkak abdest bu ümmetin hasâisindendir. Ba’zıları dediler ki, abdest bu ümmete mahsûs değildir. Abdest uzvlarının beyâz ve nûrlu olması bu ümmete mahsûsdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, abdest aldıkdan sonra buyur- muşdur ki: (Bu benim ve benden evvel gelen Peygamberlerin abdestidir!) Bu hadîs-i şerîf za’îfdir. Sahîh olduğu takdîrde, En- biyâ “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm” hazretleri, kendile- ri abdest alıp, ümmetleri abdest almamış olma ihtimâli vardır, şeklinde cevâb verildi. Yine hadîs-i şerîfin akabinde, Ebû Hü- reyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuş- dur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Mü’minin abdest suyu erişdiği yerine, hilye de erişir!) Ya’nî nûr, abdest alınan uzv üzerine ulaşır. Hilye; nûr, beyâzlık demekdir.

29– Yine (Mesâbîh-i şerîf)de Savm [oruc] bölümünün, sahîh hadîsler kısmında, nakl olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâ- lâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Bizim orucumuz ile ehl-i kitâbın orucu arasındaki fark, sahûr yemeğidir!) (Müs- lim) kitâbını şerh eden “rahimehullah” beyân etmişdir ki, bizim savmımız ile ehl-i kitâbın savmının arasındaki fark sahûr yeme- ğidir. Zîrâ onlar sahûra kalkmazlar ve bizde sahûr müstehâb- dır. (Ekletül seharî), sahûr yimeğe derler. (Gudve) ve (aşve), yinilen şey çok da olsa sabâh ve akşam yemeğidir. Hemzenin ötüresi ile ükleten okunursa, bir lokma anlamına gelir. (Ekle) kelimesinin başındaki hemze fethalıdır. Ya’nî (Ekleten) diye okunur. Bir kerre yemek demekdir. Kâdî “rahimehullah” bu

– 585 –

hadîs-i şerîfdeki (ekleten] kelimesini; (ükleten) diye okumuş, böyle olduğunu söylemişdir. Doğru olanı fetha ile (ekleten) şeklinde okunmasıdır. Zîrâ, burada maksad odur.

(Mefâtih) sâhibi “rahimehullah” beyân etmiş ki, yimek, iç- mek ve cimâ’, benî İsrâîl üzerine, orucları gecelerinde uyuduk- dan sonra harâm idi; onlara câiz değildi. Onlara akşam uyuyun- caya kadar câiz idi. İslâmiyyetin başlangıcında da böyle idi. Sonra Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri fecre kadar yimek, iç- mek ve cimâ’a izn verdi.

30– Yine (Mesâbîh)in Kur’ân-ı kerîmin fazîletleri bölümü- nün hasen hadîsler kısmında rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, arzı ve semâvatı yaratmazdan bin sene evvel, Tâhâ ve Yasîn sûrelerini meleklere okudu. Ya’nî ma’nâlarını ilhâm etdi. Ne vakt ki melekler Kur’ân-ı azîm-üş- şânı işitdiler, dediler, ne güzel bir hayâtdır ki, Tûbâ ağacı o üm- met için olsun ki, bu Kur’ân-ı azîm onların üzerine nâzil olur; bu Kur’ân-ı hakîmi yüklenen kalblere ve okuyan dillere müjde- ler olsun!)

31– (Mesâbîh)de aynı faslın hasen hadîsler kısmında, Ubeyy bin Ka’b “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olun- muşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle- ri buyurdular ki: (Ben ümmî bir ümmet üzerine gönderildim!) (Mefâtih) kitâbının sâhibi beyân etmiş [açıklamışdır]ki, ümmî lügatde mensûbdur. Arablarda okuma ve yazma bilmiyendir. Her kim ki, okumak ve yazmak bilmez, o kimselere denir. Ya’nî anadan doğduğu hâl üzere kalmışdır. Onlardan ba’zısı kadın, ba’zısı ihtiyâr erkek, ba’zısı çocukdur, ya’nî küçükdür. Ba’zı kişiler aslâ okumamışdır. (Mefâtih) kitâbının sahîbi de- mişdir. Eğer bir kırâet üzere okusam, ümmet okumağa kâdir olmazlar. Zîrâ insanlardan birkaç kimsenin dili bir tarafa mâil- dir. Anlatmağa kâdir olmaz. O kimsenin dili idgâma mâildir. O kimse ki, dili, izhâra mâildir. Bunların gayri gibi.

Cebrâîl aleyhisselâm buyurdu: Yâ Muhammed! Muhakkak Kur’ân-ı kerîm yedi harf üzerine nâzil oldu. Bir rivâyetde bu- yurdu, bu harflerden herbiri şifâ vericidir. Ya’nî bunlardan her biri kırâet eden kârîlerin sadr [göğüs]larına, illetlerine, hastalık-

– 586 –

larına şifâ verir. Murâdları hâsıl olur. [Hadîs-i şerîfde buyurul- du: (Önce inen kitâblar, bir harf, ya’nî kelime idi ve birşeyi bil- dirirlerdi. Kur’ân-ı kerîm yedi harf üzerine nâzil oldu. Yedi şey bildirmekdedir. Zecr (yasak), Emr, Halâl, Harâm, Muhkem (açık bildirilenler), müteşâbîh (açıkca anlaşılamıyan) ve misâl- ler. Bunlardan, halâli halâl biliniz! Harâmı harâm biliniz! Emr edilenleri yapınız! Yasak edilenlerden sakınınız! Misâl ve hikâ- ye olanlardan ibret alınız! Muhkem olanlara uyunuz. Müteşâ- bîh olanlara inanınız. Bunlara inandık. Hepsini Rabbimiz bil- dirmişdir, deyiniz!) (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbı 184.cü sahîfeye bakınız!]

(Mefâtih) kitâbının sâhibi bu vechle beyân etmişdir. Ba’zı şârihler demişlerdir ki, (Kâfiye kelimesi, ecrde) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sıdkına hüccet olmakda mu’cize olduğu içindir.

32– Yine (Mesâbîh)de, De’avât [düâlar] bölümünün, sahîh hadîsler sonunda, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazret- lerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aley- hi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Her nebî için bir da’vet-i müstecâbe vardır. [Her Peygamberin bir düâsı kabûl olundu.] Her Peygamber düâsının kabûl olunması için acele et- di. Peygamberler “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü tebâreke ve teâlâya, ümmetleri üzerine denizde boğul- maları, suda gark olmaları, zelzele, sayha, taş atılması, kötü şekle girmek ve yere batması gibi; felâketleri için düâ etdiler. Ben düâmı; ümmetim üzerine şefâ’at etmek için sakladım. Al- lahü teâlâya şirk koşmadan ölmüş olan kimseye, benim şe- fâ’atimi Allahü teâlâ kabûl eder.)

(Müslim) hadîs kitâbını şerh eden demişdir ki, inşâallah bu- yurdukları, temennî ve teberrük içindir. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin şu emr-i şerîfine imtisâlen buyurdu: (Yârın ben şu işi yaparım demeyin, inşâallah yaparım deyin.) [Kehf sû- resi 23.cü âyet-i kerîme meâlî.] Ba’zı şârihler buyurmuşlar ki, bu hadîs-i şerîfde, mü’minlerin âsîlerinin Cehennemde sonsuz kalmıyacaklarına delîl vardır. Zîrâ, şefâ’at hastalığa ilâc gibidir. İlâc, rûh sâhibi olan diri kimseye şifâ verir. Îmân rûh gibidir. Günâh hastalık gibidir. Şirk, Allahü teâlâ muhâfaza etsin, rûh- suz meyyit gibidir. Mâdem rûh vardır. İlâc fâide verir. Rûh çık-

– 587 –

dıkdan sonra ilâc da fâidesiz kalır.

33– Yine (Mesâbîh)de; Tesbîh, tahmîd, tehlîlin sevâbı bâ- bında bildirilen hasen hadîs-i şerîflerde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Mi’râc gecesi, İbrâhîm aleyhisselâm ile karşılaşdım. Bana dedi, yâ Muham- med! Benden, ümmetine selâm söyle! Onlara haber ver ki, mu- hakkak Cennetin toprağı tayyibdir. Suyu tatlıdır. Zemîni düz ve ağaçsız olduğundan, oraya dikilen fidanın, Sübhânallahi vel- hamdülillâhi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber olduğunu haber ver.) Türpüştî “rahimehullahü teâlâ” demiş ki, fidan tayyib (te- miz) toprakda yetişir. Tatlı su ile gelişir. Ekinin iyisi düz ve ağaçsız arazîde olur. Bu kelimeleri söyliyen Cennete vârîs olur, buyurulmuşdur. Cennetde ağaç dikmek için uğraşmak boşa git- mez. Zîrâ oradaki ekinin telef olması, çabuk çürümesi yokdur.

34– Yine (Mesâbîh)de, Hesâb, kısâs ve Mîzân bâbında, ha- sen hadîs olarak bildiriliyor. Ebû Emâme “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim. Buyurdular ki: (Rabbim bana ümmetimden yetmiş bin kimseyi, hesâb ve azâb olunmadan Cennete dâhil etmeği va’d etdi. Bunlardan her bin ile yetmiş bin kişi dahî ve Rabbimin avuçları ile üç avuç mikdâ- rı kimseler Cennete girer!) (Müslim) kitâbını şerh eden demiş- dir ki, (avuç, avuç) kavl-i şerîfinden murâd, ümmetin Cennete çok gireceğinden, mübâlagadır. Yoksa avuç ve ölçü Allahü teâ- lâ için yokdur. Allahü teâlâ mahlûklara âid şeylerden münez- zehdir, uzakdır. Buradaki mübâlagadan maksad, hadsiz ve hu- dûdsuzdur. Bu ümmetden hesâb ve azâb görmeden Cennete gi- renlerin çok olduğu bildirilmekdedir. Fekat bu, Allahü teâlânın rahmet deryâsının genişliğine nisbeten bir avuç buğday menzi- lesindedir.

35– Yine (Mesâbîh)de, o hadîs-i şerîf yazıldıkdan sonra, bir hadîs-i şerîf rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Muhakkak ki, Allahü teâlâ kı- yâmet günü insanlar arasından ümmetimden birini seçer. Onun için, herbirinin uzunluğu gözün görebildiği yere kadar olan doksan dokuz amel defteri neşr eder [ortaya çıkarır, açar].) (Eserîden nakl edilmişdir ki, bu her amel defterinin genişliği ve uzunluğu, insanın gözünün görebildiği yere kadardır.) Sonra,

Allahü teâlâ o kimseye, ([bu amel defterinde] yazılı olanlardan bir şeyi inkâr edebilir misin. Sana benim Hafazâ meleklerim zulm etdiler mi, diye sorar. O kimse der ki; hâyır yâ Rabbî! Son- ra Allahü teâlâ hazretleri buyurur ki; senin için bir özr var mı- dır. O kul; hâyır yâ Rabbî, der. Allahü teâlâ ve tekaddes hazret- leri buyurur ki; Evet muhakkak ki, bizim indimizde senin için bir hasene vardır. Bugün aslâ sana zulm edilmez. Sonra Allahü teâlâ, üzerinde “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Mu- hammeden abdühü ve Resûlüh” yazılı olan bir kâğıd çıkarır. O kimseye; terâzîni hâzırla buyurur. O kul, yâ Rabbî, bu amel def- terlerinin yanında bu kâğıdın ağırlığı ne olur ki, der. Allahü teâ- lâ buyurur ki, bugün sana aslâ zulm olunmaz.) Resûlullah “sal- lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri sözlerine devâmla bu- yurdular ki; (Sonra amel defterleri bir kefeye, o kâğıd bir kefe- ye konur. Amel defteri hafîf, o kâğıd ağır gelir.) Allahü teâlâ- nın tevhîdini bildiren kelime-i tevhîd karşısında ma’siyyetden hiçbir şey ağır gelemez. Bilâkis kelime-i tevhîd bütün ma’siy- yetler karşısında ağır gelir.

36– Yine (Mesâbîh) kitâbının Kur’ân-ı kerîmin fazîletleri bö- lümünün hasen hadîsler faslının evvelinde, Ebû Sa’îd-il Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Bu- yurdu ki; ben muhâcirlerin fakîrlerinden bir cemâ’at ile oturu- yordum. Ba’zılarının üzerini elbiseleri örtmediği için, birbirleri- ni siper ederler idi. Bir kâri’ yanımızda Kur’ân-ı kerîm okuyor- du. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o sırada gelip, yanımızda durdu. O kâri’ sükût etdi [susdu]. Resûlullah “sallal- lahü teâlâ aleyhi ve sellem” selâm verdi. Sonra buyurdu: (Siz ne işlersiniz [ne yapıyorsunuz]). Biz dedik ki, (Kitâbullahı dinliyor- duk.) Buyurdu ki: (Allahü teâlâya hamd olsun ki, ümmetimden berâber bulunmağa emr olunduğum kimseler kıldı.)

(Mefâtih) kitâbının sâhibi beyân etmişdir. Allahü teâlâya hamd olsun ki, ümmetimden sâlihler, fakîrler ve kendine yakın kıldığı bir zümre yaratdı. Onları kendine çok yakın kılması se- bebiyle bana onlarla birlikde bulunmaya sabr etmemi emr etdi. [Kehf sûresi 28.ci âyetinde meâlen] (Sabâh akşam Rablerinin rızâsını dileyerek, Ona yalvaranlarla berâber sen de sabr et. Dünyâ hayâtının güzelliklerini isteyerek, gözlerini o kimseler- den ayırma. Bizi anmakdan gâfil kıldığımız ve işinde aşırı gide-

rek hevesine uyan kimseye uyma) buyurdu. Bu âyet-i kerîme- deki sabr, habs (hâkim olmak) demekdir. “Sabâh akşam Rab- lerinin rızâsını dilerler” buyurulmasını müfessîrler, Onlar Kur’ân-ı kerîmi ve ahkâm-ı islâmiyyeyi sabâh ve akşam senden öğrenirler demekdir, diye tefsîr etmişlerdir. Âyet-i kerîmede “Onun vechini isterler” buyurulmasını ise, (Onlar Allahü teâlâ- nın rızâsını taleb ederler) diye tefsîr etmişlerdir. “Gözlerini on- lardan çevirme” buyurulmasını da, gözlerini, bakışlarını onlar- dan çevirip, zenginler tarafına bakma, diye tefsîr etmişlerdir.

BÜYÜK ÂLİMLER

(Silsile-i aliyye)[1]

Nebî, Sıddîk ve Selmân, Kâsım, Ca’fer, Bistâmî, irfân kaynağı oldu, Ebül-Hasen Harkânî.

Ebû Alî Fârmedî geldi sonra bu meydâna, çok Velî yetişdirdi, hem Yûsüf-i Hemedânî.

Abdülhâlık Goncdüvânî, ma’rifetler semâsında, dünyâyı aydınlatdı, hem Ârif-i Rîvegerî.

Mâverâ-ün-nehr ili, Tûr-i Sînâ gibi oldu, nûrlandıranlardan biri, Mahmûd-i İncirfagnevî.

Alî Râmîtenîdir Azîzân ve pîr-i Nessâc,

çok kerâmet gösterdi, Muhammed Bâbâ Semmâsî.

Seyyid Emîr Gilâl de, ilm deryâsında sadef, andan meydâna geldi, Behâüddîn-i Buhârî.

Alâ’üddîn-i Attâr, zemânının kutbu idi, Ya’kûb-ı Çerhîde oldu zâhir, envâr-ı rahmânî.

Ubeydüllah-i Ahrâr ve kâdî Muhammed Zâhid,

Dervîş Muhammed geldi ve Hâcegî Muhammed Emkenegî.

Bâkî billahdan gelen, nûrlara kendi de katıp, binlerce kalb temizledi, imâm-ı Ahmed Rabbânî.

Urvet-ül-vüskâ Ma’sûm ve Seyfeddînle seyyid Nûr, ve Mazherle Abdüllah, sonra Hâlid-i Bağdâdî.

Feyz verdiler bunlar da, sonra bu nûru Abdüllah, Anadoluya yaydı, hem de Tâhâ-yı Hakkârî.


image

[1] 1- Bu şi’rin bir sûreti (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 969.cu sahîfesinde mevcûddur. 2- Her ism hakkında geniş bilgi, (Se’âdet-i Ebediyye) sa- hîfe 1059 da başlıyan yazıda mevcûddur.

Hem seyyid-i Sâlih de, kardeşin yerini tutup, fenâ-fillâha kavuşdu Sıbgatullâh-i Hîzânî.

Bu üç Velînin sohbetlerinde yükselip, mürşid-i kâmil oldu, seyyid Fehîm-i Arvâsî.

Bu otuzdört Velînin kalbleri, bir ayna gibi, yaydılar hep cihâna, envâr-ı Resûlillâhi.

Bütün bu nûrlar en son, toplandı bir hazînede, ismi bu hazînenin: Abdülhakîm-i Arvâsî.

Gelince kalblere müceddid-i elfin feyzi, yetişdi her yerde birer hakîkî Velî.

Bu hâli görünce mason ile yehûdî, müslimânlara saldırdı, canavar gibi.

Bu hücûmları, islâmı yok etmek içindi, bunu haber veriyor, Mâide sûresi.

Hem bu sûre, islâma müşrikler saldıracak diyor, masonların müşrik olduklarını haber veriyor.

Meşhûr yalanları ile aldatıp câhilleri,

Ehl-i sünnetden ayırdılar, binlerce müslimânı.

Hücûmlardan korunur, (Âyet-el kürsî) okuyan, hıfz-ı ilâhîde olur, (istigfâr düâsı) okuyan.[1]

Resûlullah buyurdu ki, (Âhıretde azâb görmez, dünyâ işlerinde, bana tâbi’ olan).

Se’âdete kavuşamaz, önderi şeytân olan! dostlar, ahbâblar kaldı mı, ne oldu anan baban?

Bir hocamız, mason olmuş, dîne çatdı hiç durmadan, ingiliz diploması var, lâkin, kafası bomboş nâdân.

Güler yüzle, tatlı dille, bol numara vermekle, arkadaşlarımı aldatdı, yalan sözlerle hemân.

Îmânım var diyor, her bozuk inanan, Ehl-i sünnetdedir, iyi bil, hakîkî îmân!

Çok şükr islâm âlimi gördüm, sözleri ilm ve irfân, dedi ki, (aldatılamaz, fen dersleri okuyan!)

Dînimi ondan öğrendim, rûhu olsun şâdümân! Avrupa, hem Amerika, kısacası bütün cihân.

image

[1] İstigfâr düâsı, (Estagfirullahel’azîm, ellezî lâ ilâhe illâ huv elhayyel kayyûme ve etûbü ileyh)dir. İstigfâr, (Estagfirullah)dır. Ma’nâsı, (Be- ni afv et Allahım)dır. Urvet-ül vüskâ Ma’sûm-ı Müceddidî, beş vakt nemâzdan sonra, üç kerre istigfâr düâsı ve 67 kerre istigfâr okurdu ve yüzkırkbin talebesine okumasını emr ederdi.

Dinleri bozuk ise de, diyorlar vardır Nîrân! kâfirler yanacak, kurtulur ancak iyi insan!

İyi insan olmak için, Muhammed aleyhisselâma inan, Cehenneme girmeyecek, bu son Peygambere uyan.

Târîhi dikkat ile oku, ey körpecik Nev-civân! mala, makâma aldananın sonu olmuş âh, figân.

Aman yâ Rabbî, el-aman! Garîb oldu âhır zemân! İslâmiyyet unutuldu, moda oldu harâm, yalan!

Pârisde, Profesör olunca, Resûlullaha çatan, Hamîdullah kurtulamaz, ebedî azâbdan.

(Fâideli Bilgiler) kitâbı, sözlerini yazıyor, Çok alçak olduğunu anlar, bunları okuyan.

Seyyid Kutb denilen bir ahmak da, kendini müctehid zan ediyor, Mahv olur, doğru sanarak, sözlerine aldanan.

Ömür geçer, herşey biter, kâfirlerin gideceği mekân. karanlık bir çukurdur, arkadaş olur yılan, çiyan,

Hak teâlâ, bu vatanı pek kıymetlendirdi, toprağının çok yerine mü’minler secde etdi.

Bu topraklardan gelen, ecdâdımızın seslerini duyan,

anlar ki, Cennete kavuşur, Muhammed aleyhisselâma uyan.

Yâ Rabbî! Bu vatanı koruyan kumandanlara yardım et, bu millete hizmet etmeği, herbirine nasîb et.

Mü’minlere hizmet, çok büyük ni’metdir,

bu ni’mete kavuşanın gideceği yer Cennetdir.

Müslimânın kabri, Cennet bağçesi olur,

bu ni’mete kavuşamaz, mü’minin kalbini kıran.

Vandan gelen bir Velî İstanbulda, senelerce, bunları hep söyledi, yerleşdi hakîkî îmân.

Ankaranın toprağı, binüçyüzaltmışikide,

cem’i zıddeyn yaparak, şâd oldu Hâcı Bayram.

Düâ edeceğin zemân, Silsileyi oku hemân! Sâlihleri söyleyince, yağar rahmet-i Rahmân!

Selâm olsun, düâ olsun, bu yazardan dâimâ, Silsile-i aliyyenin ervâhına yâ Sübhân!

Sonra, bir Fâtiha ile istigfâr düâsı okuyup, sevâbını Muhammed aleyhisselâmın mubârek rûhuna ve Enbiyânın ve Evliyânın ve Silsile-i aliyyenin ve Âbâ ve Ecdâdının ervâhına he- diyye ve nûrlu kalblerine ilticâ etmelidir.


Kitap İçeriği