İÇİNDEKİLER

TEVHİD

Hasan El Benna

-ÖNSÖZ

-BAŞLARKEN

-GİRİŞ

-AKAİDİN TARİFİ

-İSLÂM AKAİDİNİN KISIMLARI

-İLAHİYAT

-ALLAH (c.c) İSİMLERİ HAKKINDA

-ALLAH'U TEALANIN ESMA-I HÜSNASI

-ALLAH'Ü TEALANIN ESMA-I HUSNASINA TEALLUK EDEN BAHİSLER

-ALLAH'U TEALÂNIN ISIM VE SIFATLARI HAKKINDA DÜŞÜNME

-İSİMLERİN ÖZEL İSİM VE SIFAT OLUŞU HAKKINDA

-ALLAH'IN ESMA-I HÜSNASININ ÖZELLİKLERİ

-ALLAH'IN YÜCE İSİMLERİ (İSMİ AZAM)

-ALLAH'Ü TEALÂNIN SIFATLARI

-KUR'AN-I KERİMDE BEYAN EDİLEN ALLAH'IN SIFATLARI

-ALLAH'IN SIFATLARI NİHAYETSİZDİR

-ALLAH'IN SIFATLARIYLA VARLIKLARININ SIFATLARI ARASINDAKİ FARK

-ALLAH'Ü TEALANIN SIFATLARINI İSBAT İÇİN AKLI VE MANTIKÎ DELİLLER:

-ALLAH'IN VARLIĞINI VE SIFATLARINI İSBAT HUSUSUNDA

-TABIATCI BİLGİNLERİN SÖZLERİ VE GÖRÜŞLERİ

-AYETLERDE VE HADÎSLERDE GEÇEN SIFATLAR

-SIFAT İÇİN OLAN AYET VE HADİSLER KARŞISINDA HALEF VE SELEF MEZHEBİ

-SELEF İLE HALEF ARASINDAKİ FARK

-SELEFİN MEZHEBİNİ TERCİH

-TAVSİYELER

Önsöz

İlk insan Hz. Adem'den beşer neslinin sonuna kadar yer yüzüne gelmiş ve gelecek herkes mutlaka bir şeye inanmak zorunda kalmış ve kalacak, bunu, kendisi için tabii bir ihtiyaç olarak hissetmiş ve hissedecektir, insan ruhundan, tanrı ve din fikirlerini söküp atmak mümkün değildir. Çünkü bir yüce varlığa sığınmak ve ona bağlanmak onun yaratılışı icabıdır. Dinsiz diye düşündüğümüz fert ve toplumlar bile dikkatle incelenirse, onların da ya şehvetlerini veya madde dediğimiz servetlerini putlaştırdıklarını görürüz.

İlâhi tebliğden nasipsiz kalan toplumlar, zaman olmuş elleri ile yonttukları taş parçalarını ilahlaştırmış, zaman olmuş bir hayvana hatta bir sineğe tapmış, zaman gelmiş kendisi gibi olan bir insanı putlaştırmıştır. Halbuki bütün insanların tanrısı tek bir tanrıdır. Ancak ona boyun eğmek onun önünde secdeye kapanmak gerekir. Gönderilen her elçi bunu bildirmek için gelmiştir. Mümin olabilmek için her şey'den evvel gönül kapımızı tevhit inancı dediğimiz (Allah'ın varlığına ve birliğine ve ondan başka tanrı olmadığına) iman anahtarı ile açmalıyız. Ta ki ondan sonraki meyveler lezzetli ve çiçekler burcu kokulu olsun, işte bunun için inanmayanları imana davet etmek, İnananların imanını daha da kuvvetlendirmek maksadı ile azamet ve kibriya sahibi olan yüce Rabbimizi kelimelerin ifadesi nispetinde anlatmakla işe başlamak gerekir.

işte bu ihtiyacı hisseden (ÜSTAD ŞEHİT HASAN-ÜL BENNA (R.A.) Allah'ın varlığı ve sıfatları adlı eserinde ikna edici delillerle yaratıcısını unutmuş gibi davranan kişilere sesleniyor. Onun zatını, sıfatlarını ve (ALLAH (C.C.) hakkında hatıra gelebilen her türlü soru ve vesveseleri akli ve nakli delillerle bertaraf ediyor.

Bütün ömrü boyunca imanından en küçük fedakârlık yapmayan, her hareketinde müslüman olarak kalabilen mütefekkir ve mutasavvıf üstadın bu eşsiz eserini sizlere ve kelâm ilmi ile meşgul olan ilim erbabına faydalı olduğuna inanıyorum.

İlmî değeri hâiz ve oldukça zor olan meseleleri hatasız, dilimize çevirebilmek için azâmi gayreti gösterdim mübhem olan yerleri dipnotlarla açıklamaya çalıştım. Ayetlerin, Türkçe mealleri için çeşitli tercümelerden faydalandım.

Hatasız ve kusursuz olan ancak yüce Rab'bimizdir. Okuyucularımdan bilmeyerek yaptığım hataların affını diler, dini hizmeti kendine gaye edinen Nizam Yayınevi Sahibi Ahmed Ercan Gerçek Bey kardeşimize şükranlarımı arz ederim.

Gelişimiz ancak O'ndan, dönüşümüz yine O'nadır. O, ne güzel mevla ve ne güzel vekildir!

l - Recep 1392 ABIDİN - SÖNMEZ

II - Ağustos 1972 Karagümrük - İstanbul

Başlarken

Rabbim seni tesbih ederim. Seni lâyık olduğun şekilde öğemem. Sen, kendini meth-ü sena ettiğin gibisin. Salât ve selâm nebîn ve resulün olan Hz. Muhammed'e onun ehli beytine, birliğini yüceltmek için mücahede edenler ve dinini yaymaya devam edenler üzerine olsun.

Merhum ve mücahit Şehit Hasan ül-Benna hazretlerinin Müslüman Kardeşler mecmuası; islâm akaidine dair eşsiz ve nadide tefrikalarını yayınlamıştı. O, bu makalelerini islâm topluluğuna ithaf etmişti. Çünkü o, bu topluluğun bir ferdi idi. Bir İranlı veya başka bir topluma mensup değildi. Onun bütün sözleri sana ve banadır. Çok değerli makaleleri ile gönülle re ışık tutmuştur. Allah kabrini nurlandırsın.

Yazıları hakkında şunları söyledi. Bu konuda yazdığım yazılarda Allah'ın izni ile iki esastan hareket edeceğim. Birincisi, dini inançları insanların ruhlarına ulaştırmakta, kalplerine ve şuurlarına akıtmakta Kur'an-ı Kerim'in ve Hz. Muhammed'in (S.A.V.) yoluna dayanmaktır. Sade bir dil kullanılacak, felsefe ve mantığın münazaracı görüşleri ve kelamcıların terimleri kullanılmayacaktır.

Burada bizim tuttuğumuz yol, selef-i salihinin yoludur. Allah onlardan razı olsun. ikincisi, insanlardaki dinî inançların tesirlerini beyan etmekle İslâmi akidelerin ruhlara ve gönüllere akış derecesini ortaya koymaktadır. Kitabımızı tetkik eden okuyucu bu sayede nefsinin hangi merhalede olduğunu bitebilsin. Eğer imanı kuvvetli ise Allah'a ve verdiği nimetine karşı hamd etsin. Yok eğer dinî inançları zayıf ise ilacını alsın, tedavi olsun, imanını kuvvetlendirsin. Selefimize göre, dinî inançlar, kalplerde kararlaşan duygular ve nefislere gelen hisler idi. (Onlar, hiç bir mesele hakkında münakaşa etmezler, olanı olduğu, söyleneni söylendiği gibi kabul ederlerdi. Saf ve berrak bir imana, sarsılmaz bir akideye sahiplerdi.

Biz de ise münazara ve münakaşa başladı, toplumun imanı zayıfladı, dinine zafiyet girdi ve bozulmaya doğru yüz tuttu. Bu sebepten dolayı ortaya çıkan şüpheleri reddetmek için delilleri İslâm akidesine ve asrımızın nazariyelerine dayandıracağız.

Karışık ve anlaşılmaz bir ifadeyle değil, fakat akıcı bir üslupla dile getireceğiz. Şanı yüce olan Allah'ın şu buyruğunu esas alacağız. "Gerek yer yüzünde, gerek kendi nefislerinizde âyetlerimizi yakında onlara göstereceğiz.

Nihayet onun, hak olduğu şüphesiz kendileri için de apaçık meydana çıkacaktır." (Fussilet Suresi; Ayet 53) Eserin neşri bir hayli uzadı. Fakat şu dinî akidelerle ilgili kitapçığı çıkarmak şerefi bana nasib oldu.

Allah'u zülcelâlden ihlas ile kabul etmesini istiyorum. ,O, bana kâfidir. O, ne güzel mevlâ, ne güzel vekildir. Derleyen:Muhammed Rıdvan

Giriş

1 - Akaidin Tarifi:

Akâid, kalbinin tasdik etmesi, nefsinin mutmein olması (Allah'ı anmakla huzura kavuşması) gereken buyruklardır. Gözle görürcesine inanırsın. O inanca ne bir şek, ne de şüphe karışır.

2 -İtikat Bakımından İnsanlar:

İnsanlar, akidelerinin kuvvetli ve zayıf olması bakımından pek çok kısımlara ayrılır. Bu durum, delillerin kendilerine izah edilip edilmemesinden ileri gelmektedir. Bütün insanların ruhlarına inanç esaslarını yerleştirmek mümkündür. Şimdi biz, bu bölümde sana bunu aşağıdaki bir misâlle açıklayalım.

Bir kişi, görmediği bir beldenin varlığını, yalancılığı ile tanınmış olmayan bir diğer kişiden işitse şüphesiz bu beldenin var olduğunu tasdik eder ve ona inanır. Meselâ Yemen gibi. Eğer bu haberi, kendilerine güvenilir kalabalık bir topluluktan işitirse ve bir takım şüphe arz eden durumlar da yoksa ona karşı itimat ve güveni artar. O beldenin çekilmiş bir fotoğrafını gördüğü zaman ise onun mevcudiyetine dair inancı daha da ziyadeleşir. Böyle kuvvetli bir delil önün de şüphenin yeri çok azalır. Seyahat ettiği ve kendi si için o belde ile ilgili alâmet ve müjdeciler belirdiğinde kesin inancı kuvvetlenir ve şüphesi kalmaz. O yere vardığında ve bizzat gördüğünde şüphe artık geri dönmez, yerini kesin inanca bırakır. Beldenin varlığı hakkındaki akide nefsine öyle kuvvetli yerleşir ki,bütün insanlar aksi görüşe sahib olsa bile onun geri dönüşü muhaldir, imkânsızdır. Yollarında ve caddelerinde gezdiği zaman, beldenin her halini iyice tetkik ettiği vakit artık başka türlü düşünemez. Şu durum, onun itikadının kuvvetlenmesine açık bir delildir.

Akâid önünde insanlar:

Şunu bildikten sonra bil ki, dinî akideler karşısında insanlar çok farklı durumlardadır. Şöyle ki, onlardan bazıları vardır, telkin kendilerine ulaşır, o da sadece âdet ve geleneğe bağlı olarak inanır. Bazı şüpheler ortaya çıktığında ise derhal imanı sarsılır ve yok olur. Yine onlardan bir kısmı vardır, Allah'ın yarattıklarına ibret nazarı ile bakar ve düşünür. Onun da imanı artar, yakin inancı kuvvetlenir. Diğer bir grup daha vardır ki, Allah'ın kâinat kitabını seyretmeye ve tefekkür etmeye devam ederler. Allah'a (C.C.) karşı kulluk borcunu ifa etmekle ve emirlerine sımsıkı sarılmakla, kalbinde hidayet meşalelerini tutuşturur. Artık imanını kemâle ulaştıran, basiret nuruyla görür. Yüce rabbimiz, "Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların muvaffakiyetini arttırmış, onlara (ateşten nasıl) kaçınacaklarını ilham etmiştir", (Muhammed Suresi; Ayet 17) buyurmuştur. Allah'ın birliği hakkında nefsini, taklit mertebe sinden kurtararak tahkiki iman mertebesine yükseltmen, inandığın hususları iyice düşünerek kabul etmen ve öylece hareket etmen için biz sana şu misâlleri getirdik. Yine sen, bu misâller sayesinde kemâl derecesine ve mertebesine yükselinceye ve ulaşıncaya kadar dininin ana kaidelerini iyice bilip tanıma hususunda Mevlâ'na itaat ederken ondan yardım istemelisin.Şayet uyanıksan seni bir iş için vazifelendirdiler.Nefsini, salma develeri güttüğünden daha ziyade gütmen gerekir.

Akıl için İslâm'ın takdiri, temaşa ve tefekküre teşvik :

İmanın esası İslâm dinidir. Bütün şer-i hükümler onun temelidir. Sânı yüce olan Allah'ın kitabı ve Hz. Muhammed'in sünnetidir. Dini inançları aklın teyit etmesi: Bütün akideleri aklın teyit ettiğini bilmelisin. Sağlam bir görüş onu ispat eder. Bunun için Allah'u teâla onu, kendine hitab etmekle şereflendirmiştir. Onu, kişinin sorumlu tutulması için esas kabul etmiştir. Tefekküre ve dikkat nazariyle âlemi temaşa etmeye davet etmiştir. Allah'u tealâ şöyle buyurur, "Deki göklerde ve yerde neler var bakın. (Fakat) bunca ayetler ve azapla korkutmalar iman etmeyecekler güruhuna fayda vermez." (Yunus Suresi; Ayet 101) "Üstlerindeki göğe bakmadılar mı? Onu nasıl bina ettik. Onu, (yıldızlarla) nasıl donattık. Onun hiçbir gediği de yok. Yere de (Bakmadılar mı?) onu (nasıl) döşedik. Ona (nasıl) sabit dağlar koyduk. Orada her sınıftan içe ferah verici (manzarası güzel ne çiftler) bitirdik, (biz bütün bunları) taatımıza dönen her kulun kalp gözünü açmak, ona ibret vermek için (yaptık). Gökten de bereketli su indirdik de onunla bahçeler, biçilecek taneler bitirdik ve tomurcukları birbiri üstüne binmiş uzun boylu hurma ağaçları (yetiştirdik) ki (bunlar) kullara rızık olmak için (yaratılmışlardır.) Biz onunla ölü bir memlekete can verdik, işte (kabirden) çıkış da böyledir." (Kaf Suresi, Ayet 6-11.) Rabbimiz, düşünmeyen ve yaratıklara ibret nazarı ile bakmayanları da zemmetmiştir. Cenâb-ı hak bu hususta şöyle buyurur, "Göklerde ve yerde (Allah'ın varlığını, birliğini ve kemâl-i kudretini ispat eden) nice âyetler (alâmetler) vardır ki, (insanlar) bunlardan yüz çevirici olarak üstüne basar geçerler (onlardan ibret olmazlar.)" (Yusuf Suresi, Ayet 105) Olmaması gereken bir şeyin olması için düşmanlar delil ve burhan istediler. Bunun üzerine Hz. Muhammed delillerin en şereflisini ortaya koymak için bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdular, Hz. Rasulullah'ın müezzini sabah namazına gelmişti. Peygamberimizi ağlarken gördü. Kendisinden niçin ağladığını sordu. Peygamberimiz de şöyle buyurdular "tesir eder ya Bilâl, Allah-ü tealâ bana bu gece şu ayeti celileyi indirdi, kendimi tutamıyorum, onun için ağlıyorum." "Hakikat göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde (ve uzayıp kısalmasında) temiz akıl sahipleri için ibret verici deliller vardır." Sonra da onu okuyan ve o hususta düşünmeyen kimselere yazıklar olsun" dedi. (İbni Ebi Dünya Kitab et-tefekkür'ünde rivayet etmiştir) Bilmelisin ki, İslâm Hini fikirleri asla taşlaştırmamış ve dondurmamıştır. Aklı hapsetmemiş. düşünmekten men etmemiştir. Fikirlerin en olgun ve doğru olanı ise aklın çerçevesi dahilinde söylenmiş olanıdır. Fakat "akıl her şeyi bilemez. Tanıdığı ve bildiği oldukça azdır.O, bilmediğine düşman değil, daima bildiğini artırma yolunda olmalıdır. Nitekim Allah'u tealâ (C.C.) bir ayeti kerimesinde "Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir." Buyururken bir diğer âyeti celilesinde de. "Rabbim benim ilmimi artır"diye buyurmuşlardır.

İslâm Akaidinin Kısımları :

İslâm akaidi dört ana kısma ayrılır. Her bir kısmın da kendi aralarında bölümleri vardır. Birinci kısım: İlahiyattır.Şanı yüce olan Allâh'ın, varlığına, birliğine taalluk eden hususlardan, isim, fiil ve sıfatlarından bahseder. Kişinin mevlâsı hakkında inanması gereken hususlar da bu kısma dahildir. İkinci kısım : Nebeviyyattır. Peygamberlerle (A.S), ilgili hususlardan yani sıfatlarından; ismetlerinden,(günahsız olmalarından)peygamberliklerine olan ihtiyaca kadar bu bölümde bahsolunur. Evliyaya taalluk eden hususlarla mucize, keramet ve semavi (ilahi) kitaplar da bu kısma dahildir. Üçüncü kısım:Ruhlar âlemidir.Maddi alemin dışındaki bir alemle ilgili hususlardan bahseder.Melekler,cinler,ruhlar gibi.

Dördüncü kısım: Sem'iyyattır. (işitmek suretiyle bilinen hususlar) berzah ve ahiret hayatı ile ilgili konulardan bahseder. Kabir hali, kıyamet alametleri,öldükten sonra tekrar 'dirilme, mahşer, hesap ve ceza gibi.

*Bu kitapta birinci kısım olan ilahiyat ele alınmıştır.

İlahiyat

Şanı Yüce Olan Allah'u Zü'l Celâlin Zatı Kibriyası ve Beşer Aklı :

Ey kardeşim bil ki, Allah bizi ve seni hakka ulaştırdı, doğru yolu gösterdi. Şüphesiz ki Allah'ın zatı beşer aklının ihata ettiğinden, anlayabildiğinden çok büyüktür, insanî fikirlerin idrak etmesinden çok yücedir. Çünkü ne kadar yüksekliğe ulaşırsan ulaş, anlayışın ne kadar olursa olsun kuvvet ve kudretin sınırlıdır. Belirli noktaya kadar ulaşabilir. Hudutların dışına çıkamaz. Sınırlı olan bir akıl sınır kabul etmeyen bir varlığı nasıl anlar, inşallah bu mevzuyu hususi bir konu halinde ele alacağız. Şimdilik sadece şunu bil ki, beşerin aklı kısadır. Eşyanın hakikatini anlayamaz. Fakat şunu da zikr edeyim ki, cisimlerin en büyüğünden en küçüğüne kadar temas edebildiğimiz kısımların dış yüzünü aklımızla ve duyu organlarımızla tanıyabiliriz. Birçok eşya da vardır, ondan faydalandığımız halde hakikatini bilemeyiz. Elektrik, mıknatıs ve bunlara benzeyen şeyler böyledir. Bu gün hâlâ en büyük bilginler bile bu hususta hiç bir şey söyleyememektedir. Zaten eşyanın kuvvetli olursan ol, onun kuvvetini yüklenemezsin, ne .kadar büyük ve dayanıklı olursan ol, bu yola girdiğinde hastalanırsın, ilâç bulmak pek kolay olmaz. Bunun için Allah'ın seçkin ve salih kulları bu yolu seçtiler. Onlar Allah'ın zâtını değil, onun yüceliğini ve azametini düşündüler, öyle ise sana yaraşan da budur. Onların tuttuğu yolu tut. Bu sayede yolunu şaşırmazsın, selâmete ulaşırsın.

Şibli (R.A.) dan şanı yüce Allah'ın zatı hakkında soruldu.

Cevap verdi. Allah birdir, varlık alemiyle tanınmıştır. Onun için bir sınır ve hudut yoktur. Harflerle ifade edilmeden önce de o vardı, birdir ve daima öyle kalacaktır.

Allah (c.c) İsimleri Hakkında

ALLAH'U TEALANIN ESMA-I HÜSNASI

Şüphesiz ki her şeye hükümran olan Allah'u tealâ mahlûkatına, azametine lâyık olan isim ve sıfatlarıyla tanınır. Bir müminin, teberrüken ve zikri hoş olduğundan ve kadrini yüceltmek için onları ezberlemesi iyi olur. işte sana bunları bir araya toplayan sahih bir hadis.Hz. Muhammed'in (A.S.) sözleri vahî lisanı ile ve nübüvvet kelâmı ile ne güzel muallim, ne güzel yol gösterici ve hidayet edici!

Ebu Hüreyre (R.A.) derki, Rasulullah şöyle buyurdu "Allah'u tealânın doksan dokuz ismi vardır. Onları ezberleyen mutlaka cennete girecektir. O, tektir, teki sever" ( Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.) Bu hadis'e Tirmizi şunu ziyade etmiştir. "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur."(Diyerek onun birliğini ilân ettikten sonra zatına ve şanına lâyık olan isimlerini de şöyle sıralamıştır.).

ER-RAHMANÜ : Dünyada kendine iman eden ve etmeyen herkesi ve her mahlûku besleyen, rızık veren ve esirgeyen.

ER-RAHIMÜ : Ahirette yalnız iman edenleri gözeten ve esirgeyen.

ER-MELIKÜ : Yegâne mülk sahibi, hükümdar.

EL-KUDDÜSÜ : Bütün eksiklik ve kusurlardan münezzeh olan.

ES-SELÂMÜ : Selâmete çıkaran veya her türlü ayıplardan münezzeh olan.

EL-MÜ'MİNÜ : Güvenlik veren.

EL-MÜHEYMİNÜ : Görüp gözeten.

EL-AZÎZÜ : Güç ve kuvvet sahibi.

EL-CEBBÂRU : Buyruğunu her şeye geçiren, emrine karşı konulamayan.

EL-MÜTEKEBBIRU: Çok yüce ve ulu olan.

EL-BÂRIÜ : Yarattığını noksansız ve güzel yaratan

EL-MUSAVVIRU : Yarattıklarına en güzel biçimde şekil veren.

EL-GAFFÂRU : Ziyade mağfiret eden.

EL-KAHHÂRU : Üstünlüğüne sınır olmayan.

EL-VEHHÂBÜ : Ziyade bağışlayan, karşılıksız veren.

ER-REZZÂKU : Bol bol rızıklandıran.

EL-FETTÂHU : önünü açan, yol gösteren.

EL-ALÎMÜ : Her şeyi bütün gizlilikleriyle devamlı bilen.

EL-KÂBIZU : Her şeye sahib olan, yok eden.

EL-BÂSITU : Rızkı yayan, bol bol veren.

EL-HÂFIDU : Yumuşak davranan.

ER-RAFIU : Yayan, yükselten, ortaya koyan.

EL-MUIZZÜ : Aziz kılan, üstün getiren.

EL-MÜZİLLÜ : Zelil ve hakir kılan.

ES-SEMÎU : Her şeyi kemâliyle işiten.

EL-BASÎRU : Her şeyi bütün incelikleriyle gören.

EL-HAKEMÜ : Hak ile batıl arasında hakemlik yapan, yegâne karar veren.

EL-ADILÜ : Daima adaletle hükmeden.

EL-LATÎFÜ : Son derece lütufkâr olan.

EL-HAB1RU : Her şeyden daima haberdar olan.

EL-HALÎMÜ : Her an sabırlı ve halim olan.

EL-AZÎMÜ : Çok ulu olan.

EL-GAFURU : Mağfireti devamlı ve çok olan.

EŞ-ŞEKÜRU : Daima şükre lâyık olan.

EL-ALIYYÜ : Yüce olan.

EL-KEBÎRU : Büyük olan.

EL-HAFÎZU : Daima koruyan.

EL-MUKITÜ : Her şeyi bilen.

EL-HASÎBÜ : Hesap edici, mahlûkatına kâfi gelen.

EL-CELÎLÜ : Azamet ve kudret sahibi.

EL-KERÎMÜ : Kerem sahibi olan.

ER-RAKÎBÜ: Daima gözetleyen ve murakabe eden.

EL-MÜCİBÜ : Dualara icabet eden.

EL-VASIU : Kudret ve takat sahibi.

EL-HAKÎMÜ : Hikmet sahibi.

EL-VEDÛDÜ : Sevgi ve muhabbeti sonsuz olan.

EL-MECÎDÜ : Yegâne şeref sahibi.

EL-BAISÜ : Öldükten sonra tekrar dirilten.

EŞ-ŞEHIDÜ : Her şeyi daima müşahade eden

EL-HAKKU : Hak olan.

EL-VEKÎLÜ : Her hususta yegâne vekil olan.

EL-GAVIYYÜ : Yegâne kuvvet sahibi.

EL-METÎNÜ : Metanet sahibi.

EL-VELIYYÜ : Tek dost.

EL-HAMÎDÜ : Hamde lâyık.

EL-MUHSIY : Her şeyi sayıp döken.

EL-MÜBDIÜ : Açıklayan, yaratan.

EL-MÜIYDÜ : iade eden, öldüren.

EL-MUHYÎ: Dirilten.

EL-MÜMITÜ : Öldüren.

EL-KAYYUMU : Her an yaratıkların! gözetip duran.

EL-VÂCIDÜ : Hiç bir şeye ihtiyacı yok, her şeyden müstağni.

EL-MACIDÜ : Şerefli.

EL-VAHIDÜ : Tek, yalnız.

ES-SAMEDÜ : Her şeyden müstağni ve her şey kendisine muhtaç olan.

EL-KÂDİRU : Her şeye gücü yeten.

EL-MUGTEDİRU : İktidar sahibi.

EL-MUKADDİMÜ : ilk.

EL-MUAHHİRU : Sonu olmayan son.

EL-EVVELÜ : Evvel, her şeyden önce.

EL-ÂHİRU : Kendisinden sonraya hiç bir şeyin kalmayacağı son.

EZ-ZAHİRU : Açık, varlığı aşikâr,

EL-BÂTINU : Gerçek mahiyeti insan için gizli,

EL-VALİY : Hakim.

EL-MÜTEÂLİ: Yücelikte sınırsız ve sonsuz olan.

EL-BERRU : Her an iyilik eden.

ET-TEVVÂBÜ : Ziyade tevbeleri kabul eden.

EL-MÜNTEKIMÜ : Sınırı aşanlardan intikam alan.

EL-AFÜVVÜ : Daima affeden.

ER-RAÜFÜ : Mahlukuna acıyan ve merhamet eden.

MALİKÜL MÜLKÎ : Bütün kainatın yegâne sahibi ve maliki.

ZÜLCELAU VEL-IKRAMI : İkram ve azamet sahibi.

EL-MUKSITU : Mahz-ı adaletle hareket eden.

EL-CAMIU : Bütün kemal sıfatlarını kendisinde toplayan, noksan sıfatlardan münezzeh olan.

EL-ĞANİYY : Hiç bir şeye muhtaç olmayan.

EL-MANİU : Bütün kötü ve çirkin şeylerden men eden.

ED-DÂRRU : Emir ve' yasaklara uymayanlara zarar veren.

EN-NÂFiU : Rızasına uygun olarak yaşayanlara fayda veren.

EN-NÜRU : Bütün kâinatı aydınlatan bir nur.

EL-HADİ :Doğru yola hidayet eden.

EL-BEDÎU : Yeni eserler yaratan ve yarattığı şeylerle insanı hayrette bırakan.

EL-BAKÎ: Ebedi olan, sonu olmayan.

EL-VARISÜ : Bütün varlıkların ölümünden sonra yine baki olan, ebedi, mülk ve hükümranlığın ilelebet sahibi.

ER-RAŞTDÜ : Mahlûkatını daima salih şeylere irşad eden.

ES-SABURU : Asi ve günahkârlardan intikam almakta acele etmeyen (Allah'u tealânın isim ve sıfatlarını tam karşılığı ile ifade edebilmek şüphesiz ki insan gücünün üstündedir. Gerek selefimizin, gerekse halefimizin âlimleri onun sıfatlarına bir karşılık bulabilmenin güçlüğünü idrak eniklerinden bundan daima kaçınmışlardır ve bunları olduğu gibi almışlardır. Kendi varlığının birer ifadesi olan isim ve sıfatları da kendi gibi ezeli ve ebedi olduğundan cansız ve sönük kelimelerle ifadesini bulamamaktadır. Onun tek bir isim ve sıfatı için ciltler dolusu eserler yazılsa yine azdır. Bizim burada isim ve sıfatlara bulduğumuz karşılıklar kelimelerin lügat anlamı olmaktan başka bir şey değildir. Okuyucularımızın bu anlamları Rabbimizin sanma lâyık bir şekilde değerlendirmesini istirham ederim.) (Mütercim)

ALLAH'Ü TEALANIN ESMA-I HUSNASINA TEALLUK EDEN BAHİSLER

1 - Doksan dokuz isme ziyade edilen bazı isimler :

Allah'u tealânın bütün isimleri sadece varid olan doksan dokuz isimden ibaret değildir. Bundan başka hadislerde bazı isimler daha zikredilmiştir. Bir başka rivayette EL-HANNAN: Son derece şefkat ve merhametli, EL-MENMAN:Çok ve bol bol veren, EL-BEDIU: Yarattığı ile insanı hayrette bırakan, EL-MUĞÎSÜ: Yardımını esirgemeyen EL-KEFILÜ : Kefil olan, teahhüt eden. ZÜT-TÜLI: Kudret ve güç sahibi, ZÜL-MEÂRIC: Yüksek derecelerin sahibi, ZÜLFADLI:Fazilet sahibi, EL-HALLAKU: dilediğini dilediği anda var eden. diye geçmektedir. Peygamberimiz bu yukarıda saydığımız isim ve sıfatları da cenabı hakkin isimleri arasında zikretmiştir. Arabinin oğlu, Ebu Bekir, Tirmizi şerhinde bazı ilim ehlinden hikâye ederek derki, kitap (KUR'AN) ve sünnetten Allah'u tealânın isimlerinden olan bin isim toplanmıştır. EL-KASTUL MÜCERRET adlı kitabın sahibi böyle söylemektedir. ŞEKVANI de Tuhfetüz Zahirin isimli eserinde buna işaret etmiştir ve şöyle demiştir. "Zikr edilen hadislerde sayılmış ve

toplanmış olan isimler bize kâfidir, yetişir."

2 - Hadislerde bazı lafızlar daha varit olmuştur ki, bunlarda mecazi olara; Allah'u tealânın isimleridir. Bil ki bazı hadislerde geçen lafızlar vardır onlar da Allah'ın ismidir. Fakat konuluşunun aslı ve bulunduğu hal başka bir şeye delâlet eder. Yine bil ki, bu mecaz yolu iledir, hakikat ile değildir. Bir şeyi, kendisinden başka bir şeyle de isimlendirmek iki şey arasındaki alâkadan dolayıdır veya bazı bazitleri takdir etmek suretiyledir. Buna misâl Ebu Hureyre'nin Hz. Muhammed'den rivayet ettiği bir hadistir. Rasülullah bu hadisinde "dehre sövmeyiniz. Şüphesiz ki Allah dehrin taa kendisidir." Buyurdu. Bu hadisi Müslim rivayet etti. Hz. Aişe (R.A.)'nın rivayet ettiği bir hadiste de "Onu EL-ENÎN diye çağırınız zira ENİN Allah'ü tealâ'nın isimlerinden biridir. Hasta, onu zikrettiği zaman rahatlar." denilmektedir. Celâlüddin Es-Suyuti. Râfi'den rivayet ederek Cami Es-Sağır isimli eserinde zikrederek demiştir ki, bazı insanların hata ettiği gibi O, ne Müslim'in rivayet ettiği, ne de Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadislerdendir. Yine bu iki isim gibi bazı eserlerde Allah'u tealâya Ramazan ismi ıtlak olunmuştur. Başta da belirtildiği gibi bütün bunların zahiri mânâsı ve hakikata itlaki kasdedilmemektedir. Bilâkis birincisiyle kasdedilen mânâ şudur. Meselâ Allah'u tealâ dehrin (Zamanın) hadiseleri için bir müsebbiptir. öyle ise dehre herhangi bir şeyi nispet etmek ona sövmek ve zammetmek doğru değildir. (imamı Nevevi, Müslimin şerhinde şöyle söylemiştir. Hangi hadise olursa olsun sövmeyiniz. Zira sövdüğünüz zaman onu indiren ve onu yaratan faile küfrünüz Allah'u teala'yadır. Çünkü onu var eden ve indiren odur.Dehr ise hiç bir iş yapma gücü olmayan zamandan ibarettir. Bilâkis o da Allah'u tealâ'nın yarattığı bir varlıktan ibarettir.) İkinci hadisteki enin ise Allah'u tealâ'nın kahhâr sıfatının bir tecellisi ve eseridir. Hasta onu zikr ettiği zaman rahatlar.

ALLAH'U TEALÂNIN ISIM VE SIFATLARI HAKKINDA DÜŞÜNMEK

Bil ki, Allah'u tealâya şeriatın murat etmediği bir isim ve sıfatı, isim ve sıfat olarak koymamız, bize göre bütün kemâl ve olgunluğu ifade etse bile sahih olmaz, doğru değildir. Müslüman bilginlerinin hepsi bu görüştedir. Meselâ kâinatın en büyük mühendisidir dememiz, doğru değildir. Bütün varlıkların her halini idare eden genel Müdür diyemeyiz ve bu isim ve sıfatların ıstılahı olarak Allah'u tealâya verilmesini isteyemeyiz. Fakat insanları ona yaklaştırmak ve onun tasarruflarını açıklamak için cümlenin akışı bu yönden genişlerse bir beis yoktur. Zaten şanına lâyık olmayan bir isim ve sıfatla onu anmamak Hak tealâ'dan edebe daha lâyıktır.

İSİMLERİN ÖZEL İSİM VE SIFAT OLUŞU HAKKINDA

Şu geçen bütün isimler içinde zatı kutsiyeti için konulmuş olan tek bir özel isim vardır. O, da lafızların en azametlisi olan ALLAH'TIR, geri kalan hepsi, sıfat mânâsını taşır. Bunun için haberlerde, Allah lafzının müştak (türetilmiş) mi, yoksa gayri müştak (türetilmemiş) mi olduğu meselesi ihtilaf konusu olmuştur. Bu hususta araştırma yapmaya lüzum yoktur. O'nun, Allah'u talânın zatı için bir isim oldu

ğunu bilmemiz kâfidir. Diğer isimler ise aslında isim değil birer sıfattırlar. Bu mevzuda bu kadarı yetişir.

ALLAH'IN ESMA-I HÜSNASININ ÖZELLİKLERİ

Bazıları Allah'u tealâ'nın isimlerinden olan her bir isim için veciz bir şekilde ifade edilen özellikler ve sırlar bulunduğunu söylerler. Bazıları da daha aşırı gider ve haddi aşarlar, şu iddiayı ileri sürerler. Her bir isim için ruhani bir hizmetçi vardır. Onu zikretmeye devam eden kimseye hizmet eder. Bu isimleri başkasına öğreten de böyledir. Bütün ilim sahiplerinin üstünde her şeyi bilen yüce bir kudret sahibi vardır, Allah'u tealâ'nın isimleri parlak birer lafızdır. Onlar diğer kelimelere nispetle daha faziletlidir. Onlarda bereket, zikrinde büyük bir sevap vardır ki, insan bilhassa kalp huzuru ile ve mânasını anlayarak Allah'u tealâ'yı zikre devam ettiği vakitte nefsi temizlenir, ruhu saflaşır. Allah'u tealâ'nın kitabında ve Hz. Muhammed'in sünnetinde murad edilmeyen hiç bir şeyi de zikrine ziyade etmez. Çünkü biz, Allah'ın (c.c)dininde aşırı gitmekten ve ona ilâve yapmaktan nehyedildik. Sadece bize bildirilen kadarıyla yetinmek ve kısaltmak kâfidir.

ALLAH'IN YÜCE İSİMLERİ (İSMİ AZAM)

Pek çok hadislerde ismi azamın zikri geçmektedir. Bunlar;

1 - Beride (R. A.) dan rivayet edildi; dedi ki; Peygamber (S.A.V.) dua eden bir adam gördü ve duasını işitti. O şöyle diyordu:

Allahümme innî eselüke biennî eşhedü enneke ente la ilahe illâ entel-ahad es-samed ellezî lem yelid velem yûled velem yekûn lehû küfüven ahad.

"Allah'ım muhakkak ki, ben; ancak senden isterim; yine ben (sana) şahadet ederim. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Ancak sen varsın, varlığında teksin. Her şey sana muhtaç, sen ise hiçbir şeye muhtaç değilsin. Doğurmamış ve doğrulmamış olan; kendisi için hiç bir eş ve benzer olmayan bir (Allah)sın. Bunu duyan Hz. Muhammed (S.A.V.) "nefsim kudreti altında bulunan Allah'a yemin ederim ki, Allah'u tealâ'dan en yüce ismiyle; ismi azamiyle istekte bulundu. Her hangi bir kimse, ona ismi azamı ile dua ettiği vakitte duasına icabet eder. Onunla istediği vakitte kendisine verilir." (Onu, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve İbni Mace rivayet etmiştir.) dedi. Münziri dedi ki; "şeyhimiz Ebu EI-Hasen EI-Makdisi bu hadis hakkında o; kendisinde asla tağn (Tan, Hz. Muhammed'den bir hadis rivayet eden kişinin; rivayetini geçersiz kılan hallerdir. (Ravinin yalancı oluşu, tanınmamış olması, daima yanılması.)olmayan bir isnattır. (Senet veya isnat: Hadis rivayet eden ravilerin sıralanmasından meydana gelen zincire denir.adam) Bu mevzuda isnat bakımından daha sıhhatli bir hadis rivayet edildiğini bilmiyorum" diye söyledi. EI-Hafız Ibni Hacer de "bu hadis bu mevzuda rivayet edilen hadislerin senet yönünden en sağlamıdır" der.

2 - Enes bin Malik (R.A.) şunu rivayet etti. Peygamber (S.A.V.) mescide girdi ve dua ederken bir gördü.(Nevevi ve Hatıb bu adamın, Ebu Ayyaş Zeyd bin Samid el-Ensari ez-Zergi olduğunu söyledi.)O; dua ediyordu ve duasında şöyle diyordu. Allahümme lâ ilâhe illallâhü entel mennânü bedî-us semavâti vel-ardı zelcelâlî vel ikram.

"Allah'ım hiç bir ilah yoktur; ancak Allah vardır. Sen bol bol verensin. Yeri ve gökleri bütün incelikleriyle yaratansın. Azamet ve kibriya sahibi sensin ancak sen. Veli kullarına ikram eden; bağışta bulunan yine sen..." Rasülullah (S.A.V.) onu dinledikten sonra yanındakilere; "Allah'a ne ile dua ettiğini biliyor musunuz? en yüce ismiyle; ismi azamiyle dua etti. Kendisine onunla dua edildiği vakitte icabet eder; onunla bir şey istenildiği zaman verir" (Bu hadisi Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve ibni Macee rivayet etmiştir.) diye buyurdu.

3- Esma binti Yezid (R.A.)ın haber verdiğine göre Hz. Peygamber; Allah'ın en yüce ismi; ismi azamı şu iki ayettir diye buyurdu. Ve ilâhüküm ilâhün vâhidün lâ ilâhe illâ hüver-rahmânür-rahîm.

"Hepinizin tanrısı (zatında ve sıfatlarında asla benzeri bulunmayan) bir tek Allah'dır. Ondan başka hiç bir tanrı yoktur O; hem rahmandır hem rahimdir." (Bakara süresi, Ayet 163).

Ali İmran suresinin başlangıcındaki:

Elim lâm mîm Allah'ü la ilahe illâ hüvel hayyül kayyum

1) "Elif lam mîm Allah.o Allah'tır ki kendinden başka hiç bir tanrı yoktur. (O, zatı ezeli ve ebedi hayat ile) diri ve bakidir. Zatiyle kemaliyle kâimdir (yarattıklarının her an tedbir-ü hıfzında yegâne hâkimdir. Her şey onunla kaimdir.)" (Bu Hadisi Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, ve Ibni Mace rivayet etmiştir) Tirmizi bu hadisin hasen (Hasen hadis: Kesiksiz bir senetle adil fakat zabıt bakımından sahih hadis ravilerine nazaran biraz daha aşağı derecedeki raviler tarafından rivayet edilen hadistir.) ve sahih (Sahih hadis : Sağlam ve her bakımdan mükemmel olan hadistir. Kesiksiz bir senetle Hz. Peygamber'(A.S.) a varan hadislerdir) olduğunu söyledi.

2) Sa'd bin Malik (R.A.) "ben Resulullah'ın şöyle dediğini işittim" dedi. "Size Allanın en yüce ismine; ismi âzamına yol göstereyim mi? Bir kimse ona, onunla dua ettiği vakitte icabet eder, istediği vakitte isteğini verir. O, üç karanlığın (Üç karanlık,1) Gecenin karanlığı, 2) balığın karnındaki karanlık,3) denizin karanlığı.) içinde pişman olarak yalvaran ve nida eden Yunus (A.S.)'ın ettiği duadır. O; şöyle dua etmişti. Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke inni kuntu minez -zâlimin.

"Senden başka hiç bir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Hakikat ben haksızlık edenlerden oldum."

Bunun üzerine biri, şöyle söyledi, Ya Rasulullah bu; sadece Yunus (A.S.) a mı mahsustur. Yoksa bütün müminler için bir dua mıdır? Hz. Muhammed, (S. A.V.) Allahü zül celâlin ayetini işitmez misin? O, "onun yalvarışına karşı" biz de (duasını kabul ettik) kendisini gamdan selâmete erdirdik, işte biz; iman edenleri böyle kurtarırız (Akim rivayet etmiştir.) diye buyurdu. Artık sen, bu ve başka hadislerden de anlıyorsun ki, bunlar ismi âzami bizzat tayin etmemişlerdir. Hakikaten âlimler, bu husustaki bir birine muhalif hadislerden bâzısını diğer bazısına tercih etmek suretiyle onu hususileştirmede ihtilafa düşmüşlerdir. Hatta o kadar ileri gitmişlerdir ki; kırk küsur ayrı fikir ortaya atmışlardır. Gerek şu hadis-i şeriflerden, gerekse kendine güvenilir sözlerden ve gerekse din adamlarının fikirlerinden edindiğimiz bilgiye göre şüphesiz ki ismi âzam, Allah'u teâla'nın müteaddit isimlerinden terekküp etmiş bir duadır, insan, dinen talep edilen duanın şartlarına gayret göstererek Rabb'ine yalvardığı vakitte Allah-u Tealâ o kulun duasını kabul eder. Çeşitli hadisi şerifler, müteaddit yerlerde bize, bunu açıklamıştır.İsmi âzamin böyle olduğu kararlaşınca, artık bazı insanlar, onun sırlardan bir sır olduğunu, bâzı kişilere bahsedildiğini, sımsıkı kapalı ve dayaklı yerleri onunla açtıklarını, âdetleri onunla yırttıklarını ve parçaladıklarını, insanlar için söz konusu olmayan bâzı şeylerin, ismi âzamin kendilerine verildiği kimseler için fevkalâde, harikulade hususların zuhur ettiğini iddia edemezler. Bu durum, Allah ve Resulünden bildirilmiş olan haberler üzerine fazla bir emirdir. Bu iddiada bulunan gurup Allah'u teâla'nın şu ayet-i kerimesini delil getirirler. Ayetin meali şudur: "Nezrimde kitaptan bir ilim olan (zat) "ben dedi, gözün sana dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel onu sana getiririm." nazmı celilindeki "kitaptan bir ilim olan zat" ifadesindeki ilimden maksat ismi azamdır, derler. Onlara cevap olarak şunu söyleriz. Yaklaşık olarak müfessirler (Kur'anı tefsir edenler) şu iddia edilen şeyi "yâhayyü yâ kayyumü" veya "Allahü lâilâhe illâ hüvel-hayyül-kayyum" ile açıklamışlardır. Bazıları ise onun süryânice bir lafız olduğunu ileri sürmüşler ve bununda "âhiyen şerâhiyen" olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu delilsiz bir dâvadır. Sahih hadislerde bu konuda verilen malûmattan böyle bir emir çıkarılmamıştır ve çıkarılamaz. Sözün özü; hakikaten bazı insanlar hakikatleri göremediler; körce hareket ettiler; hususi iddialarda bulundular. Eserlerde geçenlere ziyade yaptılar. Kitap ve sünnette de reddedilmediğini söylediler. Halbuki biz bundan şiddetle nehyedildik. öyle ise kitap ve sünnetin bildirdiği kadarı ile yetinelim.

Allahu Tealanın Sıfatları



ALLAH'Ü TEALÂNIN SIFATLARI

Salim bir akıl nazarında şanı yüce olan Allah'ın sıfatları:
Şu kâinat ve içindekilere dikkatle baktığın zaman son derece mükemmel bir idareye, garip yaratılışlı mahluklara; ince ve zarif bir sanata; azamet ve genişliği ile beraber büyük bir hakimiyete; her şey arasında tam bir uygunluk ve dengeye; orjinal bir yapıya daima yenilenme olduğuna ve yeni keşif ve buluşlara şahid olursun.
Şu berrak ve saf gök yüzünü yıldızlarıyla; yörüngeleri ile; güneşleriyle aylarıyla ve mükemmel idaresiyle, en küçük bir arıza yapmaksızın ve zerre kadar bir çatlama olmadan daima aynı şekilde hareket ettiğini görürsün. Yine sen yer yüzünü; her çeşit otları ve onların faydalarıyla; madenleri; hazineleri ile elementleri ve türlü maddeleriyle insanlığın hizmetine sunulduğuna şahit olursun. Diğer yandan hayvanlar âlemine bir göz attığın zaman insanı şaşırtan şevki tabiiler, garip hidayetler ve ilhamlar görürsün. Bütün bunların yanında bir de insanın terkibine ve onun ihtiva ettiği sayısız cihazlarına bakarsan mükemmeliyetini idrak eder, kâinatın bir numunesi olduğunu anlarsın. Bütün bu saydıklarımız;kendi ile kaim olmakta ve vazifesini eda etmektedir. Buhar âlemine ve onda olan acayip ve garip şeylere de bir atf-ı nazar ettiğin zaman feza çağında neler yaptığını görürsün ve varlık kuvvetini; onda olan idareyi ve eşsiz mükemmelliği; elektrik enerjisinin yaptıklarını, mıknatıs ve çekim kanunlarını, iridyum madeninin helak edici gücünü tanırsın. Bütün bu görüşlerden sonra da âlemin sahibine ve onun sıfatlarına, meydana getirenle gelen şey arasındaki rabıta ve ilgiye intikal edersin. Yapıcısına karşı derin bir sevgi ve saygı beslemeye başlarsın. Bütün bu olaylar; birbirine nasıl sağlam ve emniyetle bağlıdırlar. Hepsinin birleşmesi ile tek bir varlık ortaya çıkar. Tek bir vücutta vücut organlarından her birinin diğerine hizmet ettiği gibi uzay âleminde de her bir olay diğer olayların meydana gelmesinde amil olur. Her şeyi böyle görüp idrak ettikten sonra sana bir delil veya burhan; vahi veya Kur.'an gelmeden de basit nazari bir akılla şu merhaleye çıkabildin. Hakikaten şu kâinatın bir sahibi, içinde cereyan eden olayların bir yaratıcısı, yapıcısı, icad edicisi ve idare edicisi vardır. Şüphesiz şu yaratıcı, zayıf bir insan aklının tasavvur ettiğinin çok üstünde bir azamet sahibi, insanın, kudret kelimesinin manalarından anladığı şeyin çok yücelerinde, her şeyi yapmaya kadir. Hayat kelimesinin ifade ettiği mananın en kemaliyle yaşamakta ve diridir. Şu kainat içindeki yaratıkların hiç birine muhtaç değildir. Zira o, varlık âlemi yokken de vardı. Yine O; hudutsuz olan ilmiyle her şeyi kuşatmış ve her şeyi bilendir. Şu kâinatın bütün güzellikleri ona açıktır. Çünkü onun ilk koyucusu odur. Onun varlığı sınırsızdır. Bir öncesi, bir başlangıcı yoktur. Mevcudat âlemi yaratılmadan önce yine vardı. Bundan sonra da varlık âlemini yarattığı gibi adem denen yoklukla hükmedecek ve onun varlığını sona erdirecektir, işte bütün bunları düşünürken nefsini; şu varlık aleminin yaratıcısına ve idarecisine karşı kuvvetli bir iman ve akide ile dolup taştığını göreceksin, işte o; zayıf ve basit beşer aklının tasavvur ettiğinin çok üstünde bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıftır. Her türlü noksan sıfatlardan arınmıştır; münezzehtir. Bu inancı sen, vicdanın için vicdanının vahyi, nefsin için, nefsinin bir şuuru olarak bulacaksın. Nitekim rabbimiz."O halde habibim sen yüzünü bir muvahhid (Allah'ı birleyen) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. ((Buhari'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadis'i şerif malinde Rasülullah şöyle buyurmuştur. "Her çocuk İslâm fıtratı üzerine dünyaya getirilir. Bundan sonra anası, babası yahudi ise onu yahudi yaparlar, Hıristiyan ise Hıristiyan, mecusi (ateşe tapan) ise mecusi yaparlar. Nitekim kusursuz doğan bir hayvan yavrusu içinde siz kulağı, dudağı, burnu, ayağı kesik olanını hiç görüyor musunuz? Bundan sonra Rasülullah (S.A.V.) bu ayeti okumuştur. Diğer bir hadisi şerif mealinde de "Dinlerin Allah'a en sevgili olanı eğriyi bırakıp doğruya giden ve kolay olan dindir" diye buyurmuşlardır. (Bu hadis'i, Buhari, İmam-ı Ahmet, Taberani rivayet etmiştir.) Ayeti kerimede geçen hanif kelimesinin lügat mânâsı, eğriyi bırakıp doğruya giden demektir. Terim anlamı ise, İbrahim (A.S.) in Allah'ı bir tanıma dinine ad olmuştur)
Allah'ın yaratışına hiçbir şey bedel olmaz. Bu dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler" buyurmuştur.
Allah'ın sıfatları ile ilgili şu girişten sonra seni; varlık âlemi hakkında bazı garip ve acayip olayları düşünmeye sevk ederiz. Göreceksin ki onlar, kainat ve içindeki varlık âleminin büyüklüğüne dikkatli ve tedbirli idaresine nispetle çok basit ve azdır. Fakat sana takdim edilecek miktar ile nefsinin sınırlandığını ve kendine kafi geldiğini anlayacaksın.
Birinci mülâhaza: Şu burnumuza çektiğimiz hava belirli unsurların (elementlerin) birleşmesinden meydana gelmiştir. Onda başlıca iki eleman vardır. Birisi insanın teneffüs etmesine uygun olanıdır ki; bu, kimyagerlerin deyimi ile oksijen (O) adını taşır. Diğeri ise zararlı bir unsurdur. O da karbon (C) adını alır. Şu aciz kalan varlık aleminin birliği arasındaki irtibatın dikkat ve inceliğine bakınız. Şu insan için zararlı olan elementi (karbonu) bitkiler âlemi teneffüs etmektedir. Halbuki o, onlar için faydalıdır; onların gıda maddesidir, insan içinde bulunduğu her an oksijen alır; karbon dioksit (CO2) verir. Halbuki bitkiler bunun aksini yapmaktadır. .Onlar da karbon alırlar; oksijen verirler, insanla bitki arasındaki karşılıklı yardımlaşmadaki irtibata bakın. Hem de öyle mühim bir husustaki o, her ikisi içinde hayat için en başta gelen unsurdur. Bu da solunumdur. Bana söyle; bundan sonra kocaman varlık aleminde şunu; çok yüce, her şeye kadir; ilmî her şeyi kuşatmış, idaresi gayet zarif ve ince olan yüce bir Allah'tan başkası yapabilir mi?
İkinci mülâhaza: Gıda maddelerini yersin. Onlar, çeşitli unsurlardan terekküp eder. Ya nebati (bitkisel) yahut ta hayvanidir. (Hayvansal), Bilginler onları proteinli, nişastalı, yağlı maddelere taksim ederler. Sen görürsün ki, tükrük, bazı nişastalı maddeleri hazmettirir. Şekerli maddeleri ve tatma organının haber verdiği bazı maddeleri eritir.
Midenin salgıları da et ve benzeri gibi proteinli maddeleri hazmettirir.Karaciğerin ifraz ettiği safra da yağların hazmını sağlar, bu sayede parçacıklara ayrılır. Bundan sonra sıra pankreasa gelir. O, da dört unsur (salgı) ifraz eder ve bunların üçünden her biri hazmın tamamlanmasında görev yapar. Görev sahaları üç ayrı değer taşıyan gıdai maddelerdir ki onlar da proteinler, nişastalar ve yağlı besin maddeleridir. Dördüncü salgısı ise sütü peynire çevirir. Hayvan ve bitki unsurları ile beşer cinsinin unsurları arasındaki şu şaşılacak irtibata bak ve düşün. Evet işte insanın, kendisi ile beslendiği gıda maddelerinin hali...
Üçüncü mülâhaza, nebatlardaki çiçekleri görürsün. Yine onların çeşitli güzelliklerle renklenmiş cazip yapraklarını temaşa edersin. Bir bitki alimine, bunun hikmetinden sorduğun zaman sana şöyle cevap verir. "O, arılar için bal alma vasıtası ve çiçeklerin halis ve saf kokusunu emerek onların döllenmesini sağlayan bir aracıdır" der.
Sen, uzun hurma ağaçlarına baktığın zaman mevsimi gelince, köklerinden bütün dallara su yürüdüğünü ve tomurcaklandığını görürsün. Buradan da rüzgâr vasıtası ile veya çeşitli yollarla erkek çiçeklerin dişi çiçeklere ulaştığına şahit olursun. Böylece çiftleşme ve döllenme hasıl olur. Yine dikkatle şu çiçeklerde hasıl olan yaprakların orijinalliğine ve güzelliğine bak. Bitkilerin hayvanlara ve insanlara hizmet edebilmesi için aralarındaki birleşmeye dikkat nazarını çevir. Netice ve meyve için zaruri döllenme işlemini gör. Bütün bunlar, kör bir tesadüfün eseri olabilir mi? (Mevzuumuzla ilgisi bulunan ve okuyucumuzun imanını tahkiki iman derecesinde daha da sağlamlaştıracak olan; bir ilim adamını, Allah'ın varlığına inandıran yedi sebebi buraya aynen alıyoruz."ilim ve fen asrının henüz pek başlarında bulunuyoruz ve her yeni gün, kudret ve ilim sahibi bir yaratan tarafından yapılan şeyleri bir parça daha meydana çıkarıyor. Darvin'den sonraki şu doksan sene içinde akla durgunluk veren yeni şeyler bulduk, ilme has bir tevazu ve bilgiden gelen bir imanla Allah'ın varlığının daha çok farkına varmaktayız ve varacağız.
Aşağıdaki şu yedi sebep şahsen beni Allah'ın varlığına inandırmaktadır:
Birincisi: Hiç değişmeyen o riyazi kanunla ispat edebiliriz ki; alemimizin plânını yapan ve onu plâna göre meydana getiren büyük bir kurucu zekâ vardır.
Cebinize, birden ona kadar numaralanmış on tan" bir kuruş koyun ve söyle bir iyice de karıştırınız. Şimdi, bu kuruşları teker teker birden ona kadar numara sırası ile çekmeye çalışın, her aldığınız kuruşu da tekrar cebinize koyup paraları yeniden bir iyice karıştırın. Riyazi olarak biliyoruz ki, ilk çekişte bir numaralı kuruşu çekmek ihtimaliniz onda birdir. Arka arkaya bir ve iki numaralı kuruşları çekme ihtimaliniz ise yüzde birdir. Bir, iki ve üç numaralıları müteakiben çekmek ihtimaliniz ise binde birdir ve bu, böylece devam eder gider. Bu kuruşların hepsini sırası ile birden ona kadar çekmek ise inanılmayacak kadar uzak bir ihtimal, milyonda bir ihtimal olacaktır.
Aynı şekilde, yeryüzündeki hayat için o kadar çok riyazi (matematiksel) ve kati şartlara ihtiyaç vardır ki bütün bu şartların sırf tesadüfi olarak tam gerektiği gibi olmalarına ihtimal yoktur.
Dünya, mihveri etrafında saatte bin mil yapar. Eğer böyle olmayıp ta saatte yüz mil yapacak kadar dönseydi, gündüz ve gece şimdi olduğundan daha uzun olacak, öyle olunca da her uzun gün, nebat (bitki) namına ne varsa hepsini yakıp kavuracak, uzun gecelerde eğer kalırsa kalanını dondurup mahvedecekti.
Aynı şekilde, hayatımızın membaı olan güneşin dış tabakasında hararet on iki bin Fahrenheit'tir. Dünyamızın güneşten uzaklığı o şekildedir ki. sönmek bilmeyen bu ateş bizi tam karar ısıtıyor o kadar. Eğer güneşin bu harareti yarı yarıya azalacak olsa soğuktan donardık, yarısı kadar fazla olsa hepimiz kavrulurdu.
Dünyanın 23 derece bir meyil ile eğri durması mevsimleri meydana getirmektedir. Eğer dünyaya böyle bir meyil verilmeseydi, okyanustan yükselen buharlar kuzey ve güneye akın ederler, kıtaları birer buz parçası yaparlardı.
Ay da dünya'ya şimdiki mesafede olacağına, meselâ sadece elli bin mil ötede olsaydı yer yüzündeki medd-ü cezirler öyle müthiş olurdu ki, bütün kıtalar günde iki defa su altında kalırdı. Dağlar bile kısa bir zamanda aşına aşına ortadan silinirdi.
Eğer arzın kabuğu on kademcik kalın olsaydı, karbondioksitle oksijeni emer ve bitki denen şeyden eser olmazdı. Yahut da dünyanın etrafındaki atmosfer tabakası daha ince olsaydı her gün bizden uzakta yanıp tutuşan milyonlarca meteor dünyamızın her tarafına çarpar ve her yeri ateşler, tutuştururdu.
Bütün bunlardan ve daha bir sürü misâllerden anlıyoruz ki, dünya üzerinde hayat tesadüfi değildir. Buna milyonda bir bile ihtimal yoktur.
ikincisi: Gayesine ulaşabilmek için hayatın ne yapıp yapıp var kuvveti ile imkânlar araştırması da, her şeyi içine alan o ilahi hikmetin bir tezahürüdür.
Can denen şey nedir? Şimdiye kadar bunu kimse tamamıyla anlayamamıştır. Ne ağırlığı, ne eni, ne boyu var, fakat bir kudret olduğu muhakkak büyüyen bir kök, kayayı çatlatır. Bu kuvvet suyu da toprağı da, havayı da fethetmiştir. 'Dört hayat unsuru onun emri altındadır. Onların tertiplerini bozar ve tekrar birleştirir.
Hayat denen bu heykel traş, bütün yaşayan şeylere vücut verir, bir ressamdır, her ağacın her yaprağına bir şekil verir ve her çiçeği boyar.
Hayat, bir müzisyendir, her kuşa aşk şarkısına nasıl söyleyeceğini, böceklere bin bir ses müziği içinde nasıl anlaşacaklarını öğretmiştir.
Hayat, yüksek bir kimyagerdir. Meyvelere, baharata tat, güllere koku verir. Su ile karbonik asitten şeker ve odun yapar, bunu yaparken de mahlukatın teneffüs etmesi için oksijeni serbest bırakır.
Adeta görülmeyecek kadar küçük olan bir protoplazma damlasını düşünün şeffaf, pelte gibi, hareket kabiliyeti olan ve güneşten kudret alan bir şey. Bu bir tek hücre, bu şeffaf, bulanık damlacık, hayat denen şeyin tohumunu ihtiva etmektedir ve bu hayatı küçük küçük her yaşayan şeye geçirmek kudretindedir. Bu damlacıktaki kudret ve kuvvet bütün nebat, hayvan ve insanların sahip olduğu kuvvetten daha fazladır, çünkü bütün hayat ondan çıkmıştır. Bu hayatı yaratan, tabiat değildir. Ateş püsküren dağlarla tuzlu bir deniz böyle bir varlık yaratmaktan çok uzaktır.
Üçüncüsü: Hayvanlarda gördüğümüz anlatış kendilerine yegâne destek olarak şevki tabii denilen şeyi bahşeden iyi bir yaratan olduğunda hiç şüphe bırakmıyor.
Yavru salamon balığı yıllarca denizde kaldıktan sonra kendi öz vatanı olan nehire döner, hem de tam doğduğu ırmağın nehire döküldüğü kıyıya...
Onu, böyle noktası noktasına tam eski yerine getiren şey nedir? Eğer bu balığı alıp ta aynı nehre dökülen başka bir ırmağa koyacak olursanız derhal yanlış bir yolda olduğunu anlayacak, tekrar gerisin geri dönerek asıl nehre çıkacak, sonra nehrin aktığı istikâmetin aksine dönerek doğduğu ırmağa doğru yol alacaktır.
Yılan balığının sırrını çözmek ise daha güç. insanı hayretten hayrete düşüren bu mahlûklar, nesli üretecek hale geldikleri zaman dünyanın her tarafındaki göl ve nehirlerden; Avrupa' dakilerle dahil olmak üzere binlerce mil, okyanusu aşarak kopup gelirler hepsi de Bermuda yakınlarındaki sonsuz derinliklere gelip, orada yavrular ve ölürler.
Sadece uçsuz bucaksız bir su içinde olduklarından başka bir şey bilmiyorlarmış sanılan mini mini yavrular gerisin geri yola çıkarlar. Sonunda da sadece kendi ana babalarının geldiği aynı sahile ulaşmakla kalmayıp oradan da ana babasının yaşadığı nehre, göle, yahut da gölcüklere giderler, öyle ki su olan her yerde her zaman sürü sürü yılan balığı vardır. Şimdiye kadar Avrupa'da hiç bir Amerikalı yılan balığına. Amerika sularında da hiçbir Avrupalı yılan balığına rastlanmamıştır. Hattâ Allah Avrupalı yılan balıklarının ömrünü uzun yolculuklarına göre bir sene kadar yahut da biraz daha fazla uzatmıştır.
Bu kadar kuvvetli bir istikâmet hissinin menşei (çıkış yeri) nedir?
Bir eşek arısı; bir çekirgeyi alt eder. Toprakta bir çukur açar. İğnesi ile çekirgeyi öyle bir yerinden sokar ki, böcek ölmez, fakat kendini kaybeder. Artık konserve edilmiş bir et gibidir. Sonra o şekilde yumurtlar ki, yavrular yumurtadan çıktığı zaman gıdalarını, temin eden bu böceği öldürmeden ufak ufak koparıp ısırarak yiyecek vaziyettedirler. Ölü bir et yemek yavrucuklar için ölüm demektir. Sonra ana uzaklara uçar ve ölür. Yavrularını hiç görmez. İlk eşek arısının da aynı şekilde hareket ettiği muhakkaktır. Yoksa şimdi yer yüzünde böyle bir hayvan mevcut olmazdı. Böyle esrarlı hareket ve teknikler sonradan edinme; intibak kelimeleriyle izah edilemez. Bu, onlara bahşedilmiştir.
Dördüncüsü : insanda, hayvandaki şevki tabiiden daha fazla bir şey vardır: Muhakeme kabiliyeti.Başka hiç bir hayvan yoktur ki; ona kadar sayabilsin. Yahut da on adedinin manasını kavrayabilsin. Şevki tabii, bir flütten çıkan tek ses gibidir. Güzel; fakat mahdud. halbuki insan kafası orkestrayı teşkil eden bütün müzik aletlerinden çıkan sesleri ihtiva eder. Bu dördüncü noktayı anlamak için fazla uğraşmaya lüzum yok. Çok şükür ki, bu vaziyette olmamızı alem şümul zekadan bir nebze bize de vermiş olması ihtimali ile izah edeçek kadar düşünme kabiliyetimiz var.
Beşincisi : Hayat için lâzım ilk şart bu gün bizim bildiğimiz Iskat Darvin'in bilmediği birtakım hadiselerde kendini göstermektedir. Meselâ Gen harikası gibi. Bu gen denen şeyler o kadar küçüktür ki, yer yüzündeki mevcut bütün canlıları meydana getiren genlerin hepsini bir araya toplasak bir yüksüğü bile doldurmaz. Mikroskopla bile görülemeyen bu genler ve onların arkadaşları kromozomlar her canlı hücreye yerleşirler, bütün insan, hayvan ve bitkileri hususiyetlendirirler. Bir yüksük, iki milyarı aşan (şimdi üç buçuk milyar) insan nüfusunun ayrı ayrı bütün ferdi hususiyetlerini içine alamayacak kadar küçüktür ama bu husustaki hakikatler tereddüde mahal bırakmamaktadır.
Pekâlâ öyle ise gen denen bu şey nasıl olur da bir sürü ecdadın hususiyetlerini içinde gizliyor. Nasıl oluyor da bu kadar inanılmayacak kadar küçük bir yerde ayrı ayrı her birinin psikolojisini muhafaza edebiliyor?...
İşte burada, geni ihtiva eden ve nesilden nesile geçiren hücrede asıl neşvünema başlar. Mikroskopla bile görülemeyen küçücük bir gen, içinde hapsedilen birkaç milyon atomun böyle yeryüzündeki bütün hayatı kesin olarak idare edebilmesi keyfiyeti sadece yaratıcı bir bilginden sadır olabilecek derin bir ilim ve maharetin eseri olabilir, başka hiçbir nazariyeye imkân yoktur.
Altıncısı : Tabiatın aldığı bazı tedbirler bizi, ileriyi görerek evvelden ona göre hazırlanarak çalışan, her şeyi bu kadar zekice idare edebilen bitip tükenmek bilmez bir zekânın varlığını kabul etmeye mecbur etmektedir.
Seneler evvel Avustralya'da bir nevi kakitos'dan çit yapmak istediler. Avustralya'da kakitos düşmanı bir böcek olmadığından bitki dev adımlarıyla büyümeğe başladı.
Avustralyalıları telâşa düşüren bu gelişme sonunda Kakitoslar enine ve boyuna İngiltere büyüklüğünde bir sahayı kapladılar. Yolu üstüne rastlayan şehir ve kasaba halkını yerlerini bırakıp gitmeye mecbur ettiler, çiftliklerini mahvettiler. Buna bir çare bulmak için bütün böcek alimleri dünyayı alt üst ettiler. Sonunda yalnız kakitos üzerinde yaşayan ve başka bir şey yemeyen böcek buldular. Hem de bol bol ve süratle büyüyen ve Avustralya'da hiç düşmanı olmayan bir böcek. Çok geçmeden böcek bitkiye üstün geldi. Artık bugün kakitos gayet mahdut bir sahadadır. Ve belâ olmaktan çıkmıştır.O kadar böcekten de ancak kakitosu bir baskı altında tutmağa yetecek miktarda kalmıştır.
Tabiatta böyle ölçüler umumiyetle önceden temin edilmiş bulunmaktadır. Çok çabuk ve süratle gelişen böceklerin dünyayı istilâ etmemeleri nedendir? Çünkü onların insanlar gibi ciğerleri yoktur, teneffüs cihazları boru şeklindedir. Böcekler gelişip büyürlerken nefes boruları aynı şekilde bir gelişme göstermemektedir. Bundan dolayıdır ki, daima küçük kalmaktadırlar. Böylece büyümeleri tahdit edilerek yolları üstüne bir engel konmuştur. Eğer onların vücutça gelişmelerinin önüne geçilmeseydi, dünyada insan denen şey olamazdı. Aslan kadar kocaman bir eşek arısıyla karşılaştığınızı düşünün bir....
Yedincisi: insanın Allah fikrini kavrayabilmesi bile başlı başına bir delildir.
Allah fikri, insanda mevcut ve yer yüzünde insana mahsus ilâhi bir melekenin muhayyele denen melekenin mahsulüdür. Bu melekenin kudret ve kuvveti sayesindedir ki, yalnız insan oğlu, görülmeyen şeylerin varlığına dair deliller bulabilir. Bu kuvvetin, insanın önüne serdiği mazi ye istikbal (geçmiş ve gelecek) bütün zamanları içine alan düşüncelerin ucu bucağı yoktur. Bütün tasavvur ve maksatlardan çıkardığı delillerle Allah nerededir ve nedir? Büyük hakikatini sezebilir. Allah her yerdedir ve her şeydedir. Fakat bize en yakın olduğu yer kalbimizdir.Bu, muhayyile zaviyesinden olduğu kadar ilmen ve fennen de doğrudur. Hz. Davud'un dediği gibi, gökler tanrının haşmetini ilan eder, gök kubbe de onun yaratmaktaki kudretini ispat eder. (A. Gressy. Morrison. Newyork) ilim Akademisi Eski Bşk.)
Varlık âleminde vuku bulan bütün bu olaylar sana yüce bir hikmetin, yüksek bir iradenin, çok kuvvetli bir tahakkümün vücudunu haber verir. Şu varlık âleminde bir takım gizli sırlar son derece dikkat ve mükemmel bir ilim ve hesapla seyretmektedir, işte şu hikmetin rabbi, şu azametin sahibi, bütün şu gizli sırların vazıh evet işte o, şanı yüce olan Allah'tır.
Kur'an-ı Kerim bu hususta dolup taşmış, insanın dikkat nazarlarını şu çok parlak olan hükümlerin ve çok yüce olan sırların içinde yüzdürmektedir. Hemen hemen onun surelerinin hiç biri Allah'ın nimet ve ihsanının zikrinden, onun kudret ve hikmetinin görünüşlerinden boş değildir, inşaları tekrar tekrar bu hususta ibret nazarlarını yenilemeğe ve devamlı tefekküre teşvik eder.
Rabbimiz şöyle buyurur: "Sizi bir topraktan yaratmış olması onun âyetlerindendir. Sonra siz her tarafa yayılıp bir beşer oldunuz. Size nefislerinizden, kendilerine ısınmanız için zevceler yaratmış olması, aranızda bir sevgi ve esirgeme yapması da onun âyetlerindendir. Şüphe yok ki, bunda düşünecek bir kavim için elbette ibretler vardır. Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da onun (Azamet ve kudretine delâlet eden) alâmetlerindendir. Hakikat bunda bilenler için elbette ibretler vardır.
Gece gündüz uyumanız ve onun fazlı kereminden nasip aramanız da yine onun (Kudret) alâmetlerindendir. Şüphesiz ki bunda da (Hakikatlere) kulak verecek bir zümre için elbette ibretler vardır.
Yine onun (Kudretinin) alâmetlerindendir ki, o, size hem korku, hem tema (vermek) için şimşeği gösteriyor. Yukarıdan bir su indiriyor da onunla yere ölümünden sonra can veriyor. Hakikat bunda da aklını Kullanacak kavim için elbette ibretler vardır!" (Rum suresi, âyet 20-24)
Allah'u tealâ buyurdu :
Allah odur ki, rüzgârları gönderir de onlar bir bulut kaldırırlar, derken (Allah) bunu gökten nasıl dilerse öylece serer. Onu parça parça da eder. Nihayet görürsün ki, aralarından yağmur çıkıp durmaktadır. Artık onu, kullarından kimi dilerse onlara nasip eder de onlar da hemen sevinirler. Halbuki onlar, bundan evvel üzerlerine (Allah'ın yağmur) indireceğinden katiyen ümitlerini kesmişlerdi.
Şimdi bak.Allah'ın rahmet eserlerine, arzı ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, ölüleri de her halde tekrar dirilticidir. O, her şeye hakkıyla kadirdir! (Rum suresi âyet 48 - 50).
Bunlardan başka Kur'an-ı Kerimin Ra'd, Kasas, Enbiya, Nemi ve Kaf sureleri ile diğer surelerde pek çok âyetler vardır ki, bizi ibret almaya davet eder.

KUR'AN-I KERİMDE BEYAN EDİLEN ALLAH'IN SIFATLARI
Kur'an-ı Kerimin âyetleri Allah'u tealâ için bulunması zarurî olan bazı sıfatlara işaret etmiştir ki, o sıfatları, uluhiyetinin kemali iktiza etmektedir, işte sana sıfatlarla ilgili bazı âyet-i kerimeler...
1 - Allah'u tealâ vardır (Vücud = Allah'u tealâ vardır: Allah'u tealinin varlığı diğer varlıklar gibi başka bir varlık vasıtası ile olmayıp onun vücudu, zatının icabıdır.Varlığın zıddı olan yokluk (adem) Allah (C.C.) hakkında mümtenidir. Çünkü varlığı, zatının icabı olan Allah için ne geçmişte, ne de gelecekte yokluk tasavvur olunamaz).
Şanı yüce olan Allah (C.C.) buyurdu :
Allah odur ki, gökleri (şu) görmekte olduğunuz (şekilde) direksiz yükseltmiştir. Sonra (emri) arş üzerinde hükümran olmuştur. Güneşi, ayı da emre amade kılmıştır ki, (bunların) her biri muayyen vakte kadar (seyr ve) cereyan eder. Her işi yerli yerinde O, tedbir (ve idare) eder. Ayetleri O açıklar. O, yeri (enine boyuna) uzatıp döşeyen, onda oturaklı oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getirendir ve o meyvelerin hepsinden yine kendilerinin içinde ikişer çift yaratmıştır. (Bu, Kur'an-ı Kerimin bir mucizesidir. Meyvelerin ve çiçeklerin erkek ve dişi çiftlere, malik olarak, yine kendileri ve kendi nevileri içinde döllenme işlemlerini yapmakta olduklarına işaret buyrulmakta, bu suretle son asrın bu yeni keşfi on dört asır evvel haber verilmektedir). Geceyi gündüze o buruyor ki, bütün bunlarda iyi düşünecekler için elbette âyetler (deliller ve ibretler) vardır.
Yer yüzünde birbirine komşu kıtalar vardır, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor. (Böyle iken) biz onlardan bazısını, yemişlerinde (ve tatlarında) bazısından üstün kılıyoruz, işte bunlarda da aklını kullanacak zümreler için e!bet ibretler (alâmetler) vardır (Ra'd suresi ayet 2-4).
Yine rabbimiz buyurdu : O, sizin için o kulakları, o gözleri, o gönülleri yaratandır. (Böyle iken) ne az şükredersiniz.
O sizi, yeryüzünde yaratıp tüketendir. Hepiniz ancak ona (dönüp) toplanacaksınız.
"O hem dirilten, her öldürendir. Gece ile gündüzün ihtilâfı (Karanlığı, aydınlığı, uzaması, kısalması) da onun (eseri) dir. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" (Müminun suresi Ayet 78 - 80). (Aklınızı kullanıp da tekrar dirilmeye olan kudretimizi idrak, yahutta sanatı görüp de bundan sanat sahibine ulaşarak iman etmeyecek misiniz?)
Bütün şu ayetler şanı yüce olan Allah'u tealâ'nın varlığını sana haber verir. Şu varlık âleminin her halinde onun, tasarruflarından gördüğün şeylerle onun varlığına istidlal edilir.
2-3- Allah'ü tealâ'nın ezelî ve ebedî olması (Kıdem:Allah'u tealinin ezeli olması demektir.Varlığı üzerine yokluk geçmemiştir. Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin cenabı hakkın var olmadığı bir an, bir zaman tasavvur olunamaz. Vücudu, kendi zatının icabı olduğu için bir başlangıcı -da yoktur. Eğer Allah ezeli olmasaydı, hadis (sonradan var olmuş) olacaktı. Halbuki sonradan var olan her şey bir mucide, bir yaratıcıya muhtaçtır. Bunun için Allah'u tealâ'nın evveli düşünülemez. Kıdem sıfatının zıddı olan hudus (sonradan var olma) cenabı hak için mümtenidir.)
Allah'u tealâ buyurdu :
"O (her şeyden önce mevcut olan) evveldir ve (her şey helak okluktan sonra geriye kalacak) ahirdir. (Varlığı sayısız delillerle) zahirdir ve (akılların idrak edemeyeceği zatı ise) bâtındır. O her şeyi bilendir." (Hadid suresi, ayet 3)
Yine buyurdu :
"Allah ile birlikte diğer bir tanrı daha (edinip) tapma (ona). Ondan başka hiç bir tanrı yok, onun zatından başka her şey helak olucudur, hüküm onundur ve siz ancak ona döndürülüp götürüleceksiniz. (Kasas suresi, âyet 88)
Yine buyurdu :
"Yer yüzünde bulunan her canlı fanidir. Ancak azamet ve ikram sahibi olan rabbinin zatı baki kalacaktır." (Rahman suresi âyet 26 - 27)
Şu âyeti kerimeler de şanı yüce olan Allah' ezeli ve ebedî olan iki sıfatının açık delilleridir.
4 - Allah'u tealâ yaratıklarının hiç birine benzemez : (Muhalefettin lil havadis: Allahu tealâ sonradan vücud bulan varlıklara benzemez. Allah, zatında ve sıfatlarında hiç bir şeye benzemez.Onun zat ve sıfatlarını, hakikaten akıl yoluyla tasavvur edebilmek ve ilâhi mahiyetini kavramak mümkün olmadığından mahdud olan aklımızla onu nasıl düşünürsek düşünelim o bizim düşündüklerimizden başkadır.Zira insan aklı, ancak sonradan var olanları düşünebilir, kavrayabilir.Vücudu zatının icabı, ezelî ve ebedî olan yüce rabbimiz, sonradan var olan ve bir müddet sonra da yok olan varlıklara asla benzemez)
Allah'u tealâ buyurdu :
"Deki, o Allah'tır, bir tekdir, (O) Allah'dır, samedtir (zeval bulmayan bir bakidir, herkesin ve her şeyin doğrudan doğruya muhtaç olduğu ve kastettiği yegâne varlıktır. Ulular ulusudur.) Doğurmamıştır ve doğurulmamıştır O.Hiç bir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir." (İhlas suresi, ayet 1-4)
Allah'u tealâ buyurdu : ".O gökleri ve yeri yaratandır. Size hem kendinizden (cinsinizden) eşler, hem davarlardan eşler yaptı. Sizi bu suretle (zürriyetlendirip) üretiyor. Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (daha) yoktur. O hakkıyla işiten, kemaliyle görendir." (Şura suresi, ayet 11)
Bu âyetlerde de' şanı yüce olan rabbimizin yaratıklarından hiç birine benzemediğine ve evlâttan, ebeveynden, ortak ve rakipten münezzeh olduğuna gayet kesin işaret ve deliller vardır.
(Bekâ: Hak tealinin ebedi olması, varlığının sonu olmaması, daima var olması demektir. Bir varlık için şayet evvel -bir başlangıç- yoksa o zat için aynı şekilde bir son da yoktur. Aksini düşünmek gülünç olur. Çünkü varlığı kendinden olan bir zatı, sonradan onun yarattığı varlıklar yok edemezler. Bekanın zıddı olan fena -yok olmak- cenabı hak için muhaldir, imkânsızdır)
5- Allah'u tealâ kendi nefsi ile kaimdir:(Yaratıklarının hiç birine muhtaç değildir) (Kıyam bi nefsihi: Allah'ın (C.C.) başka bir zata veya mekâna muhtaç olmaması demektir. Başkasına muhtaç olma acizliğin ifadesidir. Aciz olan bir varlık ise Allah olamaz. Bizim inandığımız hak tealâ bütün kâinatta tek başına hükümrandır. Taht ve saltanatında eş ve ortağı yoktur. Emrine aykırı emir verecek bir varlığın olması da imkânsızdır.)
Şanı yüce olan Allah'ü tealâ buyurdu :
"Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Allâh ise, her şeyden müstağnidir, her hamde lâyıktır." (Fatır suresi, ayet 5)
Yine buyurdu :
"Ben, ne göklerin, ne yerin yaradılışında onları şahid tutmadım. Saptıranları (şeytanları) da (hiç bir zaman yaratışta) yardımcı edinmiş değilim. (O halde onlara nasıl itaat ediyorsunuz?" (Kehf suresi, ayet 51)
Bu âyeti kerimelerinden de Allah'ü tealâ'nın nefsi ile kaim olduğunu, kendisinin varlıklarından hiç birine muhtaç olmadığım gayet açık olarak anlıyoruz.
6- Allah'ü tealâ birdir: (Vahdaniyet sıfatı:Bu sıfat Allah'u tealâ'nın zatında,sıfatlarında ve fiillerinde bir olduğuna, eş ve ortağı bulunmadığına,ibadete lâyık tek varlık olduğuna delâlet eder.İslâm dini getirdiği tevhid ile a - insanı, esirliğin en müthişi olan, bazı insanları rab edinerek onların arzu ve isteklerini her şeyin üstünde tutmaktan yani kendi cinsi olan insana esir olmaktan kurtarmıştır.b - Allah'ı bir tanıma inancı ile şirkin bütün nevilerini yıkmıştır. Allah'ın birliğine inanmanın manâsı şudur: "Allah, her şeyin yaratıcısı ve rabbi, besleyip büyütendir. Her şeyinde tekdir. Ortağı ve benzeri yoktur, ibadet ancak onadır. Ondan başka ibadete lâyık tanrı asla mevcut değildir)
Yüce rabbimiz buyurdu : "Allah" iki tanrı edinmeyin. O, ancak bir tanrıdır. Onun için benden, yalnız benden korkun- dedi. Göklerde ne var, yerde ne varsa (hepsi) onundur. Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz? Size ulaşan her nimet Allah'tandır. Size her hangi bir keder ve musibet dokunduğu zaman ancak ona tazarru ve feryat edersiniz."(Nahl suresi, ayet 51 -53).
"Allah" Hakikaten üçün (üç tanrının) biridir," diyenler and olsun kâfir olmuştur. Halbuki bir tek tanrıdan başka hiç bir tanrı yoktur. Eğer diye geldikleri, bu (sözden) vazgeçmezlerse, içlerinden o kâfir olanlara her halde pek acıklı bir azap dokunacaktır.
Hâlâ Allah'a dönüp onun mağfiretini istemeyecekler mi onlar? Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir." (Maide suresi, ayet 73 - 74)
Allah'u tealâ buyurdu :
''Yoksa onlar yerden bir takım tanrılar edinirler de (ölüleri) onlar mı diriltecekler? Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah'tan başka tanrılar olsaydı onların ikisi de muhakkak ki, harap olup gitmişti. Demek arşın rabbi olan Allah, onların vasıf (ve isnat) ede geldikleri şeylerden yücedir, münezzehtir. O, yapacağından mesul olmaz, fakat onlar mesul olurlar.
Ondan başka tanrılar edinirler ha! Sen (onlara) de ki, (Varsa) delilinizi getirin, işte benimle beraber olan (Müslüman)ların kitabı, (işte) benden evvel gelenlerin kitabı (da meydanda). Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler de bunun için yüz çeviricidir onlar. Biz, senden evvel hiç bir peygamber göndermedik (yani hiç biri müstesna değildir,) ki, illâ ona şu- hakikati vahy etmişizdir: a Benden başka hiç bir tanrı yok, o halde bana ibadet edin."
(Enbiya suresi, ayet 25)
Şanı yüce olan Allah (C.C.) buyurdu:
"(Sen habibim, onlara) de ki, "kimindir o yer ve ondaki (bütün mahlûk)lar,. biliyor musunuz?" "Allah'ındır" diyecekler. "O halde iyiden iyiye düşünüp de ibret almaz mısınız siz?" de.
(Yine) de ki, "Kim o yedi göğün rabbi ve o büyük arşın sahibi?" (yine bunlar) (Allah'ındım diyecekler. Sen de (şöyle) de : "Öyledir de (Allah'tan başkasına tapmaktan sakınmaz mısınız?"
De ki: "Her şeyin mülk (ve tasarrufu) elinde bulunan kimdir ki, daima o himaye ediyor, kendisi asla himayeye muhtaç olmuyor (haydi söyleyin) biliyorsanız." Hayır, biz onlara hakikati getirdik. Onlarsa muhakkak yalancıdırlar.
Allah hiç bir evlât edinmemiştir. Onunla birlikte hiç bir tanrı da yoktur. (Öyle olsaydı) bu takdirde elbette her tanrı kendi yarattığını (sürükler) götürür (Bu götürmede tek kalır. Üzerinden diğer tanrıların hakimiyetini men etmeye çalışırdı. Bu yüzden aralarında muharebe ederlerdi) ve elbette kimi, kiminin üstüne çıkıp galip gelerek) yükselirdi. Allah onların bütün vasıf (ve isnat) ettiklerinden münezzehtir.
(öyle Allah ki) gizliliği de, aşikârı da bilendir O. işte O, (kâfirlerin kendisine) kattıkları eşlerden (münezzehtir), çok yücedir." (Müminun suresi, ayet 86-87-88-89-90-91-92)
Allah'u tealâ buyurdu :
De ki, "Hamd olsun Allah'a, selâm olsun onun beğenip seçtiği kullarına Allah mı hayırlı, yoksa (kâfirlerin ona) ortak tuta geldikleri nesneler mi? (O nesneler mi) yoksa gökleri ve yeri yaratan? Gökten sizin için su indiren mi? (öyle bir su ki) biz onunla sizin (bir)' ağacını (bile) bitiremeyeceğiniz nice güzel bahçelerin nebatını bitirmişizdir. Allah ile beraber bir tanrı ha! Hayır, onlar, sapıklıkta devam eden bir güruhtur.
(O nesneler mi) yoksa yeri bir karargâh yapan, aralarından ırmaklar akıtan, ona has ve sabit dağlar kuran, iki denizin arasına bir perde koyan mi? Allah ile bir tanrı ha! Hayır, onların çoğu tevhidi bilmiyorlar.
Yoksa bunalmışsa, kendisine dua (ve iltica) ettiği zaman, icabet eden, fenalığı gideren, siz yer yüzünün hükümdarları kılan mı? Allah ile beraber bir tanrı ha! Siz ne kıt düşünüyorsunuz.
Yahut o kara ve denizlerin karanlıkları içinde sizin yolunuzu doğrultmakta, rahmetinin önünde rüzgârı müjdeci göndermekte olan mı? Allah ile beraber bir tanrı ha! Allah onların kattıkları ortaklardan çok yüce, çok münezzehtir.
Yahut halkı daima yaratmakta olan, sonra onu iade edecek olan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber bir tanrı ha! De ki: "Eğer (Allah'a ortak koşmada) sadık (ve samimi) kimselerseniz getirin hüccetinizi!"(Neml suresi, ayet 59 - 64)
Gerek zatında, gerek sıfatlarında ve gerekse fiillerinde ve tasarruflarında Allah'ü tealâ'nın birliğini isnat eden şu âyetlerden başka daha nice âyetler vardır. Ondan başka asla Rab ve ondan başka hiç bir tanrı yoktur. Ancak o vardır.
7 - Allah'u tealâ her şeye kadirdir : (Kudret ve tekvin sıfatı :Hak tealâ'nın zatı hakkında vacip olan kemal sıfatlarından biridir, icat etmek, yaratmak, bil fiil vücuda getirmek Allah'u tealinin bu sıfatı ile olur. Her hangi bir şeyi var etmek veya yok etmek ona göre müsavidir. Böyle bir güç ve kudrete sahip olmayan bir varlık elbette Allah olmaya lâyık değildir)
Allah'u tealâ buyurdu :
"Ey insanlar, eğer siz öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz şu muhakkaktır ki, biz sizi (n aslınızı) topraktan, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık (ve bunları) size (kemâl-i kudretimizi) apaçık gösterelim diye (yaptık). Sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde durduruyoruz, sonra sizi, bir çocuk olarak çıkarıyoruz, daha sonra da kuvvetinize (yiğitlik çağma) ermeniz için büyütüyoruz. Kiminiz öldürülüyor, kiminizi de (evvelki) bilgi (sin) den sonra (artık) hiç bir şey bilmemek üzere ömrün en fena (devresine) doğru gerisin geri itiliyor. Sen yer (yüzünü) küp kuru ve ölü görürsün. Fakat biz onun üstüne suyu (yağmuru) indirdiğimiz zaman o harekete gelir, kabarır her güzel çiftten nice nebat bitirir.
Bunun sebebi şudur : Çünkü Allah hakkın, tâ kendisidir. Hakikat ölüleri o diriltiyor. O, şüphesiz her şeye hakkıyla kadirdir.
Ve çünkü o saat elbette gelecektir. Onda hiç bir şüphe yoktur. Muhakkak Allah kabirlerde olan kimseleri de diriltip kaldıracaktır." (Hac suresi, ayet 7)
Yine Allah'u tealâ şöyle buyurdu:
Ben ne göklerin ve yerin yaratılışında, ne kendilerinin yaratılışında onları (iblisi ve zürriyetini) şahit tutmadım. Saptıranları (şeytanları) da (hiç bir zaman yaratılışta) yardımcı edinmiş değilim. (O halde onlara nasıl itaat ediyorsunuz?)" (Kehf suresi, ayet 51).
And olsun ki, biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri altı günde yaratmışızdır. Bize hiç bir yorgunlukta dokunmamıştır. (Kaf suresi, ayet 38)
O iki denizi (bir birine) salıp katandır. Şu, tatlı ve susuzluğu gidericidir. Bu ise tuzlu ve acıdır. (Allah) aralarına bir perde (karışmaları) memnu' olmak üzere bir sınır koymuştur.
O, sudan bir beşer yaratıp da onu soy sop yapandır. Rabbin (her şeye) kemali ile kadirdir." (Furkan suresi, ayet 53-54)
Görmedin mi şu hakikati ki, Allah bulutları (dilediği yere) sürüyor. Sonra aralarında bir imtizaç hasıl ediyor. Sonra da onu (birbiri üstüne binmiş) bir yığın haline getiriyor, işte görüyorsun ki, yağmur bunların arasından çıkıyor. (Allah) içinde dolu bulunan gökten (yukarıdan) bazı dağlar indiriyor da bununla kimi dilerse ona musibet veriyor, kimi de dilerse ondan bunu bertaraf ediyor. Onun şimşeğinin parıltısı, nerde ise gözleri çalıp kamaştırır.
Allah gece ile gündüzü evirip çeviriyor(Biri gidiyor yerine,öbürü geliyor,birini uzatıyor.öbürünü kısaltıyor. Hallerinde karanlık, aydınlık, sıcaklık, soğukluk gibi değişiklikler yaratıyor)(bütün) bunlarda görür gözlere malik olanlar için elbette birer ibret vardır.
Allah her hayvanı sudan (Hayvana mahsus bir çeşit sudan) yarattı, işte bunlardan kimi karnı üstünde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört (ayağı) üstünde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla haberdardır." (Nur suresi, ayet 45)
Allah'u tealâ'nın yüce kudretine ve çok parlak azametine delâlet eden bunlardan başka daha nice âyetler vardır.
8 - Allah'u tealâ'nın irade (dileme) sıfatı: (İrade sıfatı: Lügat manâsı, bir şey üzerinde katar kılarak onu yapmaya azmetmek demektir İnsanın hazan birden çok isteği vardır. Bunlardan biri üzerinde karar vermesi, birini seçmesi neticesinde irade sıfatı tecelli eder. Fakat Allah'ü tealâ için aynı şeyi söylemek hata olur. Çünkü biz, rabbimizin hakikatını anlamaktan aciziz. Ancak diyebiliriz ki;
Yüce rabbimiz tam ve kâmil bir irade sahibidir. Bu kâinatı ezeli olan iradesine uygun olarak yaratmıştır. Hiçbir şey mecburî olarak zuhur etmemiştir. Bilâkis O her şeyi, ezelî iradesinin bir tecellisi olarak dilediği şekilde ve dilediği zamanda yaratmıştır. Çünkü O yegâne, hükümrandır. Yukarıda izah edilen ayetler de bize bunu gayet açık olarak göstermektedir.)
Yüce rabbimiz âyeti celilesinde şöyle buyurdu :
"Onun emri, bir şeyi dilediği zaman ona ancak "ol" demesinden ibarettir. O da (hemen) oluverir. (Yasin suresi, ayet 83).
"Bir memleketi helak etmeyi dilediğimi?, vakit onun nimet ve refahtan şımarmış ele başlarına emrederiz de orada (bu emre rağmen) itaattan çıkarlar. Artık o (memlekete) karşı söz (azap) hak olmuştur, işte biz onu, artık kökünden mahvü helak etmişizdir. (İsra suresi, ayet 16)
Allah'ü tealâ Hızır (A.S.) in Hz. Musa ile beraber geçen kıssasında Hızır (A.S.) dan hikâye ederek şöyle buyurdu :
"... Binaenaleyh Rabbin diledi ki, ikisi de rüştlerine ersinler, definelerini çıkarsınlar, (bu) Rabbinden bir merhametti. Ben bunu kendi reyimle yapmadım, işte üzerlerinde sabredemediğin şeylerin iç yüzü." (Kehf suresi, ayet 82)
Şanı yüce olan Allah'u tealâ buyurdu :
"Allah size (bilmediklerinizi) açıkça bildirmek, sizi, sizden evvelkilerin (İbrahim ve İsmail'in) yollarına iletmek, sizin tövbelerinizi kabul etmek ister. Allah hakkiyle bilicidir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.
(Evet) Allah sizin tövbelerinizi kabul etmek ister, şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir meyi ile (yoldan) sapmanızı dilerler. Allah (ağır teklifleri) sizden hafifletmek ister, (zaten) insan da zayıf olarak yaratılmıştır. (Nisa suresi, ayet 26 - 28)
Bunlardan başka daha nice âyeti kerimeler. Allah'ın iradesinin varlığını bize ispat eder. O irade, hakikaten her irade ve dilemenin üstündedir.
- (Bununla beraber) Allah dilemeyince siz (bunu) dileyemezsiniz. (Çünkü Allah'ın iradesi, ihtiyarlarını ve iradelerini hayra doğru yol edinmeye sarf edeceklerini bildiği kullarına teallûk eder.) Çünkü Allah hakkiyle bilendir. Tam bir hüküm ve hikmet sahibidir." (Dehr suresi, ayet 30)
9 - Allah'u tealâ'nın ilim sıfatı : (Allah'ın bu âlemi en güzel bir şekilde ve nizamda yaratan ve onu idare eden yüce zatın yarattığı varlığı en ince teferruatına kadar bilmesi gerekir.Bilinmeyen bir şey yaratılamaz. O halde yaratıcının önce ilim sahibi olması, sonra o bilgisinin icabına göre yaratmasıdır.
Allah'u tealâya ilim sıfatıyla, kâinatta var olmuş ve olacak, toplu olarak veya ayrı ayrı bulunan, gizli ve aşikâr olan her türlü haller daima ve tam olarak malûm olur. Onun bilgisi dışında cereyan eden hiç bir hadise tasavvur edilemez.)
Yüce rabbimiz buyurdu :
"Göklerde ne var yerde ne varsa kendisinin olan Allah'a hamd olsun. Ahirette de hamd O'nundur. O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyden de) hakkıyla haberdardır.
Yere ne giriyor, oradan ne çıkıyor, gökten ne iniyor, oraya ne yükselip çıkıyorsa bilir O. O, çok esirgeyici, çok yargılayıcıdır." (Sebe suresi, ayet 1-2)
Diğer bir âyeti kerimesinde Allah'ü tealâ şöyle buyurur: "Göklerde ve yerde ne varsa bilir, ne gizler, ne açıklarsanız onları da bilir. Allah göğüslerin içinde olan her gizliyi bilir, hakkiyle bilicidir." (Teğabün suresi, ayet 4)
Hz. Lokman'ın oğluna vasiyetinden hikâye ederek Allah'ü tealâ şöyle buyurdu:
"Ey oğulcuğum, hakikat (yaptığın iyilik veya kötülük) bir hardal tanesi olsa bile Allah onu getirir, (meydana çıkarır, hesabını görür.) Çünkü Allah Lâtiftir, (İlmi en gizli şeylere kadar nüfuz edici ve şamildir.) hakkıyla haberdardır." (Lokman suresi, ayet 16)
Allah'ü tealâ Şuayb (A.S.) ile kavmi arasında vuku bulan hadiseyi hikâye ederek şöyle buyurdu :
Onun kavminden (iman etmeyi) kibirlerine yediremeyen kodamanlar şöyle dedi: "Ey Şuayb, seni ve beraberindeki iman edenleri ya muhakkak memleketimizden çıkaracağız, yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz." O, "ya istemesek de mi?" dedi.
"(öyle ama) Allah bizi ondan kurtardıktan sonra yine sizin dininize dönersek Allah'a karşı muhakkak yalan düzmüş, iftira etmişizdir (demektir.) Ona dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Meğerki rabbimiz olan Allah dileye. Rabbimizin ilmi her şeyi kaplamıştır. Biz ancak Allah'a güvenip dayandık. Ey rabbimiz, bizimle kavmimizin arasında sen hak olanı hükmet, sen hükmedenlerin en hayırlısısın." (A'raf suresi, ayet 88 - 89)
Allah'ü tealâ buyurdu :
"Görmedin mi ki, göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah şüphesiz (hepsini) bilir. Herhangi bir üçten bir fısıltı vaki olmayadursun, muhakkak ki O, onların dördüncüsüdür. Bir beşten vukua gelmeye dursun, ille O, onların altıncısıdır. Bundan daha az, daha çok vaki olmaya dursun ille O, nerede olsalar bunların yanındadır. Sonra bütün yaptıklarını kıyamet gününde kendilerine haber verecektir. Çünkü Allah her şeyi hakkiyle bilendir." (Mücadele suresi, ayet 7)
Sen herhangi bir işte bulunmayadur, onun hakkında Kur'an'dan bir şey okumayadur, ve sizler de hiç bir iş işlemeye durun ki, onun içine daldığınız vakit biz başınızda şahidizdir. Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey rabbinden uzak (ve gizli) kalır. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de hariç olmamak üzere (hepsi) muhakkak apaçık bir kitapta (Levh-i mahfuz da yazılı) dır." (Yunus suresi, ayet 61)
Zikredilen şu âyetlerden başka Allah'u tealâ'nın ilminin genişliği ve sınırsızlığı üzerine delâlet eden daha pek çok âyetler mevcuttur. Onun ilmi, gerek az gerekse çok olsun, ister büyük olsun, isterse küçük her şeyi kaplamıştır.
10 - Allah'u tealâ diridir: (Allah'u tealâ'nın hayat sıfatı: Rabb'imizin diri olması demektir. Bu sıfat, varlıklarda da görülür. Ruh ve maddenin birleşmesinden meydana gelmiştir, fakat geçicidir.Bir müddet sonra yok olacaktır. Allah'ın hayat sıfatı ise geçici ve maddî bir hayat değildir, ezeli ve ebedidir. Bütün hayatların hakîki kaynağı olan hakiki hayattır.)
Yüce Rabbimiz şöyle buyurdu:
Allah (O Allah'tır ki,) kendinden başka hiç bir tanrı yoktur. (O, zatî, ezelî ve ebedî hayat ile) diridir. (Bakidir) zâtiyle ve kemali ile kâimdir. (Yarattıklarının her an tedbir-ü hıfzında yegâne hâkimdir. Her şey onunla kâimdir.) Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi onun. (Bakara suresi, ayet 255)
Yüce Allah'ımız bir başka âyetinde de şöyle buyurdu :
Elif Lam Mim, Allah O Allah'tır ki, kendinden başka hiç bir tanrı yoktur. (O zatî ezelî ve ebedî hayat ile) diri (ve baki)dir. Zatiyle kemaliyle kâimdir.(Habibim) O, sana kitabı hak ve kendinden evvelkileri (de) tasdik edici olarak (tedricen indirdi.) Bundan evvel de Tevrat ile İncil'i indirmişti (ki onlar insanlar için birer hidayetti)Hak ile batılı ayırt eden hükümleri de indirdi.
(Ali İmran suresi, ayet 1-2-3)
Yüce rabbimiz buyurdu :
Allah, sizin (faydanız) için yeri bir karargâh, göğü bir bina (kubbe) yapan, size suret veren, sonra suretlerinizi güzelleştiren en temiz ve güzel şeylerden sizi rızıklandırandır. işte rabbiniz olan Allah budur. Demek âlemlerin rabbi ne yücedir.. O daima yaşayandır. Ondan başka hiç bir tanrı yoktur. O halde ona, dininde ihlas (ve samimiyet) erbabı olarak, "Hamd olsun kâinatın rabbi olan Allah'a (diyerek) dua edin." (Mümin suresi, ayet 64-65)
Bunlardan başka daha pek çok âyetler Allah'tı teala'nın kendisinden hiç bir surette daha mükemmeli olmayan kâmil bir hayat sıfatıyla muttasıf bir varlık olmadığını bize haber verir.
11 - 12 - Allah'u tealâ'nın işitme ve görme sıfatı: (Semi ve basar: Allah'u tealâ'nın muttasıf olduğu kemal sıfatlarındandır. Semi, rabbimizin işitmek şanından olan her şeyi işitmesi, basar ise görülmek şanından olan her şeyi görmesi demektir. Ancak hak tealâ'nın işitmesi ve görmesi yaratıklarında olduğu gibi kulak ve göz, iki maddi uzuv ve diğer maddî ve hissi vasıtalarla değildir. Çünkü Allah madde ve cismiyetten, mahlukata benzemekten münezzehtir Allah'u tealâ'nın, zatının hakikat ve mahiyetini idrak edemediğimiz gibi sıfatlarının hakikatini, işitme ve görmesinin mahiyetini ve keyfiyetini de idrak edemeyiz, insan bu hususta acizdir. Biz onun sıfatlarının mahiyetini araştırmakla mükellef değiliz. Sadece inanmak mecburiyetindeyiz)
Yüce rabbimiz işitme ve görme sıfatlarıyla ilgili olarak Kur'an-ı Keriminde şöyle buyurdu :
(Habibim) kocası hakkında seninle direnip duran (nihayet halinden) Allah'a da şikâyet etmekte olan (kadın) m sözünü (umulduğu vech ile) Allah dinlemiştir. Allah sizin konuşmanızı zaten işitiyordu. Çünkü Allah hakkıyla işitici, kemâliyle görücüdür." (Mücadele suresi, ayet 1)
Yine cenabı hak buyurdu :
Bir kulu namaz kılarken men edecek adam gördün mü sen? Gördün mü şu cüreti? Ya o, doğru yol üzerinde ise yahut takvayı emretti ise.
Gördün mü? Ya (öbürü hakkı yalan saydı, (imandan) yüz çevirdi ise, (o adam) Allah'ın muhakkak her şeyi görüp durduğunu hiç de bitmemîş mi? (Alak suresi, ayet 10-14)
Allah'u tealâ Musa ve Harun'a (A.S.) kendilerini Firavun'a gönderdiği zaman şöyle buyurdu :
"Firavun'a gidin, çünkü o, hakikaten azdı. (Tanrılık iddiasına kalkıştı. (Celâleyn) (gidinde) ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahut (Allah'tan) korkar.
Dediler: "Ey rabbimiz, doğrusu onun bize karşı: aşın gitmesinden (Cezada acele etmesinden (Beyzavi, Celâleyn)) yahut azgınlığını artırmasından endişe ediyoruz biz"(Allah'u tealâ) buyurdu: (Korkmayın. Çünkü ben sizinle beraberim. Ben (her şeyi) işitirim, görürüm. (Taha suresi, ayet 45-46)
(Allah) gözlerin hain bakışını, göğüslerin gizleyeceği her şeyi bilir. Allah, hak ve adalet) le hükmeder. O'nu bırakıp taptıkları ise hiçbir şeye hükmetmezler. Şüphesiz Allah, O, (bunların sözlerini) hakkiyle işiten (yaptıklarını) kemaliyle görendir. (Mümin suresi, ayet 19-20)
Burada zikredilmeyen daha pek çok âyetler Allah'u tealâ'nın işitme ve görme sıfatlarıyla muttasıf olduğuna işaret ve delâlet eder.
13 - Allah'u tealâ'nın kelâm sıfatı : (Allah'u tealâ'nın kelâm sıfatı, bütün mezheplerin hepsi Allah'u tealâ'nın kelâm sıfatı ile muttasıf olduğunda ittifak etmişlerdir. Kelâm sıfatı demek, Rabbimizin sese, harflere ve bu harflerden meydana gelen kelime ve cümleleri tertiplemeye muhtaç olmadan konuşması demektir. Yine rabbimiz peygamberleri ne kelâm sıfatı ile hitap etmiş emir ve yasaklarını bu sıfatı ile onlara bildirmiştir. Diğer sıfatlar gibi cenabı hakkın kelâm sıfatların gerçek mahiyetini idrak etmekten aciziz. Doğrusunu Allah bilir. Biz rabbimizin kelâm sıfatı ile muttasıf olduğuna inanırız.)
Yüce rabbimiz kelâm sıfatı hakkında âyeti kerimesinde şöyle buyurdu :
"Allah, Musa'ya da hitap ile konuştu" (Nisa suresi, ayet 164.). Diğer bir âyeti kerimesinde "Artık (Ey müminler) onların (yahudilerin) size inanacaklarını umarsınız? Halbuki onlardan hahamlık eden) bir zümre vardı ki, Allah'ın kelâmını (Tevrat'ı) dinlerlerdi de akılları aldıktan sonra onlar bunu bile bile tahrif ve tağyir ederlerdi. (Bakara suresi, ayet 75)
Burada zikretmediğimiz daha pek çok âyeti kerime Allah'u tealâ'nın kelâm sıfatı ile muttasıf olduğuna delâlet eder.

ALLAH'IN SIFATLARI NİHAYETSİZDİR
Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'u tealâ'nın sıfatları Kur'an-ı Kerimde pek çoktur. Yine onun sıfatlarının kemâl derecesinin nihayetine erişilemez. Onların künhünü(gerçek hüviyetini) beşer aklı idrak edemez. Onu teşbih ve tenzih ederim. Gereği gibi ona, övgü ve senayı yapamayız. O yüce rabbimiz, kendini sena ettiği gibidir.
ALLAH'IN SIFATLARIYLA VARLIKLARININ SIFATLARI ARASINDAKİ FARK
Bir müminin Allah'ü tealâ'nın sıfatları hakkındaki lâfızlarla' kastedilen manâyı anlaması gerekir. Yaratıkların sıfatlarında şu lâfızlarla bizzat delâlet ettikleri manânın kendisi kastedilirken Allah'ın sıfatlan için hepsi tamamen değişiktir. Varlıkların sıfatları için bir başlangıç ve sonuç söz konusu olduğu gibi aynı zamanda sınırlıdır.
Şimdi sen, "Allah her şeyi bilicidir" dersin. Burada ilim Allah'ü tealâ için bir sıfattır. Yine sen falan kimse âlimdir," dersin, halbuki burada da ilim, insanlardan falan kimse için bir sıfattır. Her iki cümlede de ilim lafzı ile aynı şey mi kastedilmektedir? Hâşâ! Böyle olması imkânsızdır. Ancak Allah'ü tealâ'nın ilmi, kemâlinin nihayeti olmayan, kendisine hiç bir şey gizli kalmayan, gizliyi de gizlinin gizlisini de bilen bir ilim sıfatıdır. Yaratıkların ilmi onun ilminin yanında hiçbir şey sayılmaz. (Denizden bir katre bile değildir.) işte hayat sıfatı da böyledir, işitme sıfatı da öyle, görme, kelâm, kudret ve irade sıfatları da hep aynıdır. Bütün bunlar, sıfatları ifade edebilmek için konulmuş olan lafızlardır.
Mahlûkat hakkında konuldukları manâdan bütün sıfatlar, kemâl ve keyfiyet yönünden değişik bir manâ arz eder. Zira Allah'u tealâ yaratıklarından hiçbirine benzemez, öyle ise şu manâyı iyi anla. Çünkü bu, çok mühim bir inceliktir. Sen, o sıfatların gerçek mahiyetini tanımakla emrolunmadın. (Çünkü Allah'ın sıfatlarıyla insanların sıfatları arasında ki fark, şüphesiz ki yaratanla yaratılan arasındaki fark kadardır, insan aklı bunu idrak etmekten acizdir.). Ancak onların, varlık alemindeki eser ve izlerini, hakkında lüzumlu olanları bilmen sana kâfidir. Allah'ü tealâ'dan bizi korumasını, ayağımızı kaydırmamasını niyaz eder, muvaffakiyetin en güzelini nasip etmesini isteriz.


ALLAH'Ü TEALANIN SIFATLARINI İSBAT İÇİN AKLI VE MANTIKÎ DELİLLER
Akait bilginleri Allah'u tealâ'nın sıfatlarını ispat hususunda bâzı akli ve mantıki delillere dayanırlar. Biz de deriz ki, şüphesiz bu, güzel bir şeydir. Çünkü, insanın aklı, tanımanın esasıdır ve teklifin dönüş yeridir. (Zira aklı olmayan kişi, yaptıklarından Allah katında sorumlu değildir) Ta ki bir kimsenin nefsinde batıl ve şüphe eserlerinden bir iz kalmaz. Allah'ü tealâ'nın varlığı ve kendisi için mutlak kemâl sıfatlarının ispatı, ispat hususunda hiç bir delile ve burhana muhtaç olmayan bildiği hükümler arasında olmuştur. O sıfatların varlığı hususunda ancak kalbi büyük bir hastalığın merkezi olan kimse delil talep eder. Ona delil de fayda vermez, hüccet de bir menfaat sağlamaz. Bununla beraber bir fayda temin eder diye icmali ve tafsili bazı delilleri zikredeceğiz.
Şimdi deriz ki:
Birinci delil : Şu varlık âlemi, bütün şaşmaz idaresi ve azametiyle kendisini yaratanın yüceliğinin ve kemâlinin mevcudiyetine delâlet eder.
İkinci delil : Bir şey kendisinde bulunmayan, onu başkasına veremez. Şu varlık âleminin mucidi bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıf olmadığı zaman, onun sıfatlarının bir eseri olan mahlûkatındaki şu sıfatlar nasıl olabilir?
Üçüncü delil : Bu delil, şu yaratıcının ancak bir olduğuna mahsustur. O, asla taaddüt etmez. Çünkü yaratıcının birden fazla olması fesadı, muhelefeti ve zorbalığı davet eder. Bilhassa azamet ve kibriya sahibi bir uluhiyyetin haline asla lâyık değildir. Yine bunun gibi müteaddit ilâhların birine tasarruf etmekte istiklâl verilseydi diğerlerinin sıfatları âtıl (hareketsiz) halde kalırdı. Eğer hepsi müşterek hareket etselerdi onların her birinin bazı sıfatları âtıl kalırdı. Uluhiyyetin sıfatlarının tatili ise onun azamet ve celâline münafi ve aykırı olur. Öyle ise elbette tek bir tanrı olması zaruridir. Ondan başka asla tanrı yoktur.
İşte bunlar yaratıcının varlığı ve sıfatlarının ispatı üzerine mantıki delillerden birkaç örnektir. Kim tam olarak anlamayı murad ederse ona daha uzun açıklama gerekir. Şüphesiz ki ilâhî buyruk saf nefislerin fıtratında merkezleşmiştir, salim kalplerin derinliklerinde kararlaşmıştır.
"Allah kime nur vermemişse artık onun için bir ışık yoktur." (Nur suresi, ayet 40) (Kul, iradesini iyiye kullanırsa şüphesiz ki, Allah'u tealâ onu yaratır, kötüye kullanırsa onu da yaratır. Fakat buna rızası yoktur. O, kullarına asla zulmedici değildir.)
İnsanların Pek Çoğunun Cevap Bulmaktan Aciz Kaldıkları Bir Soru :
Tehlike ve vesveseyi gidermek :Ebu Hureyre (R.A.) den varit olan bir hadis-i şerifte Resulullah (S.A.V.) şöyle buyurdular: "insanlar bir birlerine "Allah varlıkları yarattı, Allah'ı kim yarattı?" diyecek kadar ileri gidiyorlar ve soru soruyorlar. Kim böyle bir şeyle karşılaşırsa, "Ben Allah'a iman ettim desin." (Müslim rivayet etmiştir)( İmamı Maziri der ki. Peygamber Efendimizin hadisinin zahiri manâsı şudur: O, onlara vesveseden yüz çevirmek ve hiç bir istidlal ve görüş ileri sürmeksizin şüphe ve tereddüdü defetmelerini emretmiştir. Böyle bir düşüncenin batıl olduğunu belirtmiştir.
Hadisten şöyle bir manâ da çıkarılarak denilebilir; gerçekten vesvese iki kısımdır. Birinci kısma gelince bu, kişilerin nefsinde kararlaşmamıştır, devamlı değildir. Şirden ortaya çıkmıştır. Böyle şüpheler, ondan yüz çevirmekle ve kendini yaratana kayıtsız şartsız teslim olmakla def edilebilir. Burada hiç bir delil ve burhana hacet yoktur.
İstikrar eden vesveselere gelince, onları, şüpheler toplamıştır. Onların zihinlerden silinmesi mantıksız ve delilsiz mümkün değildir. Ancak delil getirmek suretiyle def edilebilir. Doğrusunu Allah bilir)
Şu sorunun esasında bir hata olsa bile gerçekte biz, asla Allah'u tealâ'nın zatı hakkında araştırma yapmakla emredilmedik. Çünkü kendi nefsinin hakikatini bile anlamak ve idrak etmekten aciz kalan kısa ve basit aklımız elbette bütün kâinatın yaratıcısı ve sahibi olan Allah'u tealâ'nın zatının hakikatini idrak etmekten âciz kalacaktır. (Nitekim Hz. Muhammed, Allah hakkında hatırına ne gelirse, Allah ondan başkadır, buyurmuşlardır.) uluhhiyyetin zatiyle ilgili olan ilk kapı bile kendisine kapalıdır, açılmayacaktır.
Yine de bilmeliyiz ki, bazı insanların nefislerinde bir şüphe zahir olur ve o şüphe, kendisinde devam edebilir, işte biz onlara bu hususu bir misâl ile açıklamayı isteriz, inşallah bu sayede gönül ve vicdanları rahatlar.
Biz şunu söyleriz :
Masada bir kitabı bıraktığın, sonra odadan çıktığın ve az bir müddet sonra geri döndüğün zaman bıraktığın masadan kitabın alındığını ve dolaba konulduğunu görürsün. Bunun üzerine sen, kitabı dolaba koyan bir şahsın olduğuna tamamen inanırsın. Çünkü sen, şu kitabın bazı sıfatlarını bilirsin ki, gerçekten o, kendi kendine bir yerden diğer bir yere intikal edemez şimdi şu noktayı hatırında tut ve benimle beraber ikinci noktaya geç.
Eğer seninle beraber mektebin odasında sandalyede oturan bir şahıs olsaydı sonra sen dışarı çıksan, tekrar odaya geri dönen ve şahsı yerde yaygıların üzerinde otururken görsen bu durumda yere iniş sebebini sormazsın. Bulunduğu yerden onu birinin naklettiğine inanmazsın. Çünkü sen, şu şahsın sıfatlarının bir.kısmını bilirsin ki o, kendi kendine intikal eder. Kendisini nakledecek bir kimseye muhtaç olmaz. Şu ikinci noktayı da hatırında tut sonra sana söyleyeceklerimi dinle.
Şu mahlûkat (varlık alemi) hadistir, sonradan yaratılmıştır. Biz onun tabiatını ve sıfatlarını biliriz ki, muhakkak o, bizzat kendi kendini icat edemez, bilâkis bir mucide ihtiyacı vardır, işte biz tanıdık ki, onun mucidi ve yaratıcısı ancak noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'u tealâ'dır. üluhiyyetin kemâli bu olunca kendisinden başka hiç bir tanrıya muhtaç olmaması iktiza eder. Şu paragrafın yanına, geçen iki noktayı da koyduğun zaman senin için bu mesele açıklığa kavuşmuş olur. Beşer aklı acizdir. Böyle derin mevzularda çıkmaza girmekten ve tehlikeye düşmekten daima kaçınılmalıdır. Allah'u tealâ'dan, ayağımızın kaymasından bizi korumasını niyaz ederiz.
Şüphesiz ki O, mahlûkatına son derece acıyandır, rahmet ve merhamet eden rahimdir.
İşte sana Avrupalı bilginlerin Allah'u tealâ'nın varlığı hakkındaki sözleri ve onun kemâl sıfatlarıyla ilgili ikrarlarından da birkaç örnek... Allah bizi ve seni tevfikine ulaştıran, muvaffak eden yegâne velimiz ve mevlâmızdır.
ALLAH'IN VARLIĞINI VE SIFATLARINI İSBAT HUSUSUNDA TABIATCI BİLGİNLERİN SÖZLERİ VE GÖRÜŞLERİ
Baştan beri senin için takdim ettiğimiz şu akide, salim nefislerde fıtridir, saf olan zihinlerde kararlaştırılmıştır. Hatta o kadarki, gözle görürcesine bilinen bedihiyyattandır. Nitekim birbiri ardınca gelen nesillerin, milletlerin akıllarından çıkarı neticeler bunu teyit eder. Bunun için Avrupalı ve diğer ülkelerin tabiatçı bilgin ve filozofları kendilerine dinlerden herhangi bir din ulaşmamış olsa bile yine O'na inanırlardı.
Şimdi sana onların bacılarının şahadetlerini ve görüşlerini nakledeceğim. Bu nakledişim akide ve inancı kuvvetlendirmek için değildir. Fakat ısbat onun nefislerde istikrar sağlamasına yarar. Bütün akideleri içice sokarak birleştirmeyi, ruhlarına ve vicdanlarına batıl ile hile yapanların lisanlarını susturmak içindir.
Dekart'ın şehadet ve itirafı:

Fransız filozofu Dekart der ki;Şüphesiz bende bir şuur vardır ve noksan olan şu varlığımla daima ve her vakit kâmil bir zat-ı ezelî ve ebedînin varlığını zaruri olarak hissediyorum kendimi inanmaya mecbur görüyorum. Varlığımın derinliklerinde gömülü olan şuurumla bunu idrak ediyorum, işte şu zat her türlü kemâl sıfatlarıyla bezenmiş, noksan sıfatlardan münezzeh olan bir varlıktır. O da Allah'tır.
Filozof, şu sözleriyle nefsinin zayıflığını ve noksanlığını tesbit ve itiraf eder fakat buna karşılık Allah'u tealânın varlığını ve her türlü kemâl sıfatlarıyla muttasıf olduğunu kabul eder. Yine itiraf eder ki hakikaten kendisinde bulunan şuuru ve hisleri, duyu organları kendisine Allah'u tealâ tarafından hibe edilmiştir, kendisinde fıtridir yani bir Allah inancı doğuştan vardır, insan ruhu buna mütemayildir.
"O halde (habibim) sen yüzünü bir muvahhid olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır." (Rum suresi, ayet 30)
İshak Nivton'un şehadeti:
Meşhur İngiliz bilgini ve çekim kanununu keşfeden Ishak Nevton der ki;
"Halik hakkında şikâyet etmeyiniz. Zira onun gerçek mahiyetini akıl kavrayamaz. O, tesadüflerin ortaya çıkardığı bir şey de değildir. Tek başına şu varlık âleminin idarecisidir." (Kitabımızda mevcut olmayan bazı meşhur filozofların Allah ve Din hakkındaki görüşlerini dipnot halinde vermeyi faydalı bulduk.
W. James'e göre din, "Kalpleri gerçek imanla aydınlanan insanlar, her türlü arzu, hırs ve tamadan el çekerler. Her şeylerini Rahmanın, tanrının eline bırakırlar, içi gerçek imanla ışıklanmış insan, her işini tanrı muradına bıraktım, diyebilir. Ne cehennem korkusu, ne Cennet sevinci taşır. Fakat, gönlünü dolduran hür ve ateşli aşk sayesinde Tanrıya karşı tam ve mutlak bir itaat hayat yaşar."
"Ebedî bir cehennem azabının, kendisini cehennem zebanileri elinde oyuncak etmesini haklı bulur. Ne tanrı, ne de mahlûklar tarafından bir kurtuluş ve teselli de özlemez, azap ve ızdırap çekiyorsa bu, yoluna can verdiyi tanrı muradıyladır."
M. Aurelius'un şu sözleri de onun din hakkındaki düşüncelerini ve Allah fikrini ortaya koymaktadır:
"Ey kâinat, sana uygun gelen bana da uygundur. Senin hoşuna giden bana da hoştur. Senden gelen her şey bana, ne erdir, ne geçtir. Senin mevsimlerinin getirdiği her meyve bana hoştur."
Ey tabiat! Her şey senden geliyor , Her şey sendendir , Her şey sana dönecektir.
Imitation (Imiteyşın) isimli mecmuada, aşağıdaki satırlarda yukarıdaki zikri geçen şahsın din duygusunu dile getirmektedir.
"Tanrım, neyin daha iyi olduğunu ben değil, sen bilirsin. Ne dilersen onu yap istediğini, ne zaman istersen o zaman ver. Beni, senin hikmetine göre senin ulu şânın yolunda sevk ve idare et. Beni nerede istersen orada kullan. Bana kendi öz eşyanmış gibi muamele et. Ben senin elindeyim. Beni dilediğin gibi söndür. Senin kölenim, beni kime istersen ver. Zira ben kendim için değil, senin için yaşamak istiyorum."
Ör. Alexis Carrel, DUA adlı kitabında Allah inancını şu şekilde dile getirir: "insan, suya ve oksijene nasıl muhtaç ise tanrıya da öyle muhtaçtır."
Cenabı hakka karşı yapılan duanın mahiyetini de şöyle ifade etmektedir: "Allah'a dua etmek, beşeriyet hissesini tercih değil, ilâhi kudreti her şeyden ziyade tazimdir. Bu da en yüce makamdır. Dileğim şudur, diyerek tasrih etmek duanın zaruretinden değildir. Zaman olur ki, hal, sözden daha beliğdir.
"Tanrım huzurundayım, halim sana malûm" demek, söyleyenin makamına ve kalbinin temizliği derecesine göre, en beliğ dualardan daha beliğ olur. Tanrıya şükretme, aynı zamanda dua demek olmakla "en yüce dua, tanrıya şükürdür" buyurulmuştur."
Förster'e göre, iman, "iman nazarında itaat ve disiplin, egoizmden kurtulma vasıtasıdır, iman iledir ki, insan, kendi derinliğine dalarak tanrıya doğru yükselme, hayatın bütün zahmet ve çileleri arasında tanrıya yel bulma sırrını bulur.
İman, böylece insanı iş ve vazifeye bağlamak suretiyle, ve vazifenin derin hikmet sebeplerini kavratır. İman sana şunu anlatır: Ruh. en yüksek tekamülüne ancak, bedeni emri altına almakla ulaşacaktır. Bu günün teknikçi zihniyeti ve yanlış anlaşılmış okullarında varılacak neticeler insanlara bir gün. bu meselede şu veya bu suretle başka türlü yollar bulunmak lâzım geleceğini gösterecektir. Bir gün gelecektir ki, tanrıya iman, yeniden eğitime esas olacaktır. O gün gelinceye kadar, temenni edelim ki, dini terbiye ile uğraşan din adamları zamanımız ilimlerine de uygun yollar bulmuş olsunlar."
Kont do Nuy'a göre yaratılışın gayesi, "Yer yuvarlağının kaç yaşında olduğunu ariyan alimler, arzın (yeryüzünün) ilk gününden ilk canlının meydana geldiği zamana kadar iki milyar yıl, ilk canlı hücrelerden insana kadar geçen zamanın üç milyar yıl, ilk insandan bu güne kadar da bir buçuk milyon yıl geçtiğini tahmin etmektedirler.
Bu günün en değerli biyoloji alimlerinden olan (Le Kont de Nuy)'a göre cansızlar âleminden canlılar âlemine geçiş bir tesadüf neticesi değildir. Sonsuz bir kudret sahibinin yaratması neticesidir. Yani bu gün ilim, artık Allah'ı inkâr edemiyor. Bu varlık ve kâinat Allah'ın eseridir, diyor.
Allah'ü tealâ bu âlemi acaba niçin yarattı? Yaratılışa gayesi nedir?
Yüce tanrı Kur'an-ı keriminde : "Ben, insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" buyurmaktadır. Müfessirler, buradaki ibadeti irfan ile, Allah'ı tanıma ile tefsir ederler. Bu takdirde kâinatın yaratılmasından gaye, arif ve kâmil insandır.
Hayvanlıktan sıyrılıp insanlığa girerken hudut: eline, diline, beline sahip olmaktır. Kendisinden hiç kimsenin zarar görmemesidir. insanın kendi derinliğindeki insanlığa yaklaşması, yine kendi içindeki hayvanlıktan kopması ve kurtulması ile mümkündür.
Perinceton Üniversitesi Biyoloji Profesörü Ed. Grant Conklin her şeyi tabiat eseri olarak gören duygusuz ve ruhsuz kimselere karsı şöyle seslenir: (ilmin bize öğrettiği şu muazzam tabiatı -atomların teşekkülünden insanın ve şuurun tekamülüne kadar- inceledikten sonra hâlâ bu kâinat plânsız ve gayesizdir, nasıl denilebilir anlamıyorum.
En son mesele şuraya dayanıyor: iki yol vardır. Bu iki yoldan biri ümit yolu, diğeri ise yeis yoludur. Eğer kâinatta bir maksat yok ise Allah da yok, iyilik de yok demektir. Kâinatta ve insan hayatında bir plân ve gaye varsa bu .takdirde, şunu kabul etmeliyiz ki. "Her şeyin sonu yokluk hepsi boş" dememiz kendi fikri görüş ve kabiliyetimizin noksanlığından ileri gelmektedir. Tanrısızlık insanı ümitsizliğe ve buhrana sürüklerken, bir Allah'a inanmak ise ümide ve sevgiye götürür.
Herşel'in şahadeti;
İngiliz astronomi bilgini Herşel derki;İlmin sınırları genişledikçe ezeli ve ebedi olan yaratıcının üzerine kuvvetli ve üstün gelen delil ve burhanlar gün geçtikçe çoğalmaktadır. Asla onun kudreti için bir sınır ve nihayet yoktur. Jeologlar, matematikçiler astronotlar ve tabiatçı filozoflar, ilmin sarahat ve kuvvet kazanmasında bir biriyle yardımlaşmaktadırlar. Bu durum da zatında ve sıfatlarında tek olan Allah'u tealâ'nın azametini bütün açıklığı ile ortaya koymuştur ve koymaya devam etmektedirler.

Lenyi'nin şehadeti:

Kâmil, Fransız emirleri için yazdığı "Tabiatta Allah" isimli kitabında ondan şu satırları nakletti;
"Şüphesiz ki Allah ezelidir, ebedidir. Her şeyi noksansız bilicidir. Her şey üzerine kadirdir. O bana sanatının bütün açıklığı ile tecelli etmiştir. O kadar ki, aklımı başımdan alacak ve beni şaşırtacak kadar açıktır.
Hangi kudret ve hangi hikmet ve idare ve hangi sanatkâr sanatında modelsiz olarak bir şey yapmıştır ve yapabilmektedir. O yaratıcıya denk olmuştur ve olabilmektedir? En küçük eşya ile en büyük eşyayı yaratmak ona göre müsavidir. Şu kâinatta kendisinden faydalandığımız bütün menfaatlar, onları bizim emrimize amade kılan Allah'u tealâ'nın rahmet ve azametine şehadet eder. Sanki onların mükemmelliği ve birbirine uygunluğu onun hikmet ve idaresinin genişliğini ve azametini bize haber vermektedir. Böylece onu yok olmaktan ve teceddütten muhafaza etmiştir ki o, onun azamet ve yüceliğini herdem ikrar eder-"

Herbert Spenser'in şehadeti:

Bir İngiliz filozofu olan Herbert Spenser, bu konu ile ilgili olarak "Terbiye" adlı kitabında şöyle der;"İlim bütün hurafelerle tenakuz teşkil eder, onlara zıttır. Fakat o, dinin bizzat kendisine asla zıt değildir. Umumi tabiat ilimlerinden pek çok şeylerde inkarcı ruhu bulunur. Ama gerçek olan ilim satıhtaki malûmatla uğraşmayan, hakikatların derinliklerine kök salan ilimdir. Gerçek ilim şu ruh dünyasından beridir. Tabiat ilimleri dine zıt olmaz. Tabiat ilimlerine yönelmek onlarla uğraşmak sessiz bir ibadettir.> Şu ayeti kerime buna işaret etmektedir. Allah'u tealâ'nın sözünde "onlar (O salim akıl sahipleri öyle insanlardır ki) ayakta iken. otururken yanları üstünde yatarken (hep) Allah'ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaradılışı hakkında inceden inceye düşünürler. (Fikirlerini kullanarak) şöyle derler: "Ey rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) pak ve münezzehsin. Bizi, ateşin azabından koru." (Ali İmran suresi, ayet 191).

Prof. Amyel'e göre iman ve ilim:

33 yaşında iken şöyle yaşıyordu : "Kendinden vazgeç kadehine acı tatlı ne düşmüşse iç. Kalbini doğruluğun, güzelliğin, iyiliğin insanlara sevginin bir tapınağı yap." Sevgi ve aşk, insanı tanrıya götüren en kısa yoldur. Saadet, muhabbet ve aşk ile tanrıya ulaşabilmedir.
İnsan, dünyayı, göğsünde imiş, yıldızlara dokunuyormuş, namütenahiye yetişmiş gibi seziyor. Düşünce bir yıldızdan öteki yıldıza uçuyor. Büyük muammaya nüfuz ediyor. Okyanusların nefes alması gibi sükûnet içinde derin nefes alınıyor, iç, lâcivert gökler gibi duru... Göklerdeki yıldızlardan yerdeki yosunlara kadar hepsi kendi göğsünüzde... Hepsi bize boyun eğmekte... Bu halden bize kalan hatıra, içimizde derin bir heyecan ve hürmet izi bırakmaktır.
Kâinatı dolaştım : En büyük yıldızlardan en küçük atomlara kadar... Zaman ve mekân aşarak, ruhen, uçsuz bucaksız yaradılış âlemini dolaştım. Bir çok güneşler, yıldızlar gördüm. Her birinde sayısız ve hudutsuz güzellikler, gizlilikler... kendi yolduğumu, azametimi görüp sarmaştım. Tanrı ile karşılaştım. Beni hayat ve ruh yaratmış olmasına şükranlarımı sundum. Böyle anlarda insan, tanrı ile yüz yüze gelmiş gibidir ve ölümsüzlüğünü sezmektedir.
Tayin edilen ve okunan eşyanın nefisliğinde ve güzelliği karşısında sessiz bir itiraftır. Sonra o tabiatın yaratıcısının kudretini tanımadır. Sadece sessiz bir teşbih ve tenzih değil, bilâkis o, ameli yani hareketli bir tesbihtir. Yine sadece iddia edilen gelişi güzel bir hürmet ve ihtiram değil bilâkis amel, tefekkür ve vakit kurbanlarıyla meyve veren bir ihtiramdır.
Şu ilim, ilk sebebin idrakinin istihalesini insana anlatmakta istidlal yoluna baş vurmaz, işte o ilk sebep de Allah'tır. Fakat ,O, istihaleyi bize anlatmakta çok açık programlarla yol gösterir. Şöyle ki, aşma ya gücümüzün yetmeyeceği bütün hudutların nihayetine ulaştırır. Sonra bizi şu nihayetin yanında bir yumuşaklık ve sükunet içinde durdurur. Bundan sonra da aklın kaybolduğu bir kenarda küçük insan aklına denk olmayan keyfiyetleri bize gösterir." Sonra söylediği şeyle ilgili, tutar bir misâl getirir ve der:
"Şüphesiz ki suyun bir damlasını gören âlim hemen bilir ki o, belirli ve hususi ölçülerde oksijen ile hidrojenin birleşmesinden meydana gelir. Şöyle ki, bu nispetlerden biri diğerine muhalif olsa, ölçülere riayet edilmese sudan başka bir elaman ortaya çıkar. O bilgin, yaratıcının azamet, kudret ve hikmetine itikat eder. Onun geniş ve sınırsız ilmini, sadece oksijen ve hidrojenin birleşmesiyle bir damla suyu görebilen çok daha kuvvetli, yüce ve şiddetli olduğuna inanır.
Yine bir parça dolu tanesine bakan ve onu inceleyen âlimin durumu da böyledir. Onun zahir ve açık görünüşü altında onda olan en güzel ve şahane hendesî şekilleri de son derece dikkatli bir taksim görür. Hiçbir şek ve şüphe etmeden, o, halikının güzelliğini düşünür. Onun hikmetinin inceliği ise bilinmeyen şu yönüyle daha büyüktür. Şurası muhakkak ki o da soğuğun şiddetinden donan bir yağmur damlacığı olmasıdır.
Bu hususta tabiatçı bilginlerin görüşleri sayılamayacak kadar çoktur, üç beş sayfa ile ifade etmeye imkân yoktur. Mevzumuzla ilgili olarak zikrettiğimiz kadarı bize yeter. Biz bu tabiatçı bilginlerin görüşlerini şunun için şahit getirdik. Ta ki gençlerimiz dinlerinin, şanı yüce olan Allah katında teyit edildiğini bilsinler, ilim dine, ancak kuvvet, sebat ve ona karşı olan iman duygusunu çoğaltır. Yoksa dini zayıflatmayı, Allah inancını ortadan kaldırmayı asla hedef tutmaz. Zaten ilmin sınırı metafizik âleme geçemez. O sahada tek söz sahibi din ve ona bağlı olarak yüce rabbimiz tarafından gönderilen ilâhî kitabın bildirdikleridir. Allah'u tealâ'nın azamet ve kudretini tasdik edici olarak yüce rabbimiz Kur'an-ı Keriminde şöyle buyurdu,
"Gerek âfâkta gerek kendi nefislerinizde âyetlerimizi yakında onlara göstereceğiz. Nihayet onun hak olduğu, şüphesiz kendileri için de apaçık meydana çıkacaktır. Rabbinin her şeye hakkiyle şahit olması sana kâfi değil mi?" (Fussilet suresi, ayet 53)

Ayetlerde ve Hadislerde Geçen Sıfatlar


AYETLERDE VE HADÎSLERDE GEÇEN SIFATLAR

Kur'an-ı kerimde bazı âyetler ve Hz. Muhammed'-in sünneti mutahharesinde bir takım hadisler varit olmuştur ki, bunların zahir manasında şanı yüce olan Allah'u tealânın bazı sıfatlarının yaratıklarının sıfatlarına benzemesi söz konusudur. Misâl yoluyla onların bazısını zikredeceğiz. Sonra da bu varid olan sözlerin doğru mânalarını vereceğiz.
Bu meselede Allah'ü tealâ'nın hakkın gerçek yüzünü beyana bizi muvaffak kılmasını dileriz. Zira bu mevzuda şu asırda insanların mücadelesi ve münakaşası uzun olmaktadır. Ayağımızın kaymasından, hataya düşmekten Allah'a sığınırız. Bizi doğru olana iletmesini niyaz ederiz. O bize kâfidir. O ne güzel vekildir.

Sıfatların Bulunduğu Tevile Muhtaç Ayetlerden Örnekler :


1- Allah'ü tealâ buyurdu "(Yer) yüzünde bulunan her canlı fânidir (Ancak) azamet ve ikram sahibi olan rabbinin yüzü. (Ayeti kerimede, "Rabbinin yüzü" diye yapılan tercüme. Cenabı Hak yaratıklarına benzemediğinden, tevil edilerek "Rabbinin zatı" diye yorumlanmıştır. Mahşeri de ayeti kerimedeki vech kelimesini zat olarak tevil etmiştir.)baki kalacaktır." (Rahman suresi, ayet 26-27)
Bu ayeti kerime gibi daha birçok ayetlerde vecih lafzı hak kelimesine muzaf olarak gelmiştir. Hak ise Allah'ü tealânın diğer bir adıdır, (yani rabbinin yüzü diye isim tamamlaması halinde zikredilmiştir.)
2- Yüce rabbimiz şöyle buyurdu, Hamd olsun ki biz sana diğer bir zamanda annene vahyolunacak şeyi ilham ettiğimiz vakitte de lütfetmiş ve (kendisine) : "Onu tabuta koy da denize atki, deniz onu kıyıya bıraksın. Onu benim de, kendisinin de düşmanı olan biri (Firavn) alacak diye (emretmiştik) sana karşı (ey Musa) gözümün ("Benim murakabe ve muhafazam altında terbiye edilmen için" diye tevil edilmiştir.) önünde yetiştirilmen için bir sevgi bırakmıştım." (Taha suresi, ayet 39)
Yine Allah'ü tealâ şöyle buyurdu,
Nuh'a şu hakikat vahyolundu : "kavminden gerçek iman etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecektir. O halde (boş yere üzülüpte) işleye geldikleri şeylerden (tecavüzlerden) dolayı asla tasalanma. Bizim gözlerimizin (Bizim nezaretimizde demektir.Enes bin Rabî, seni gören yüce varlığın muhafazasında demiştir. Ibni Abbas (R.A.)da "koruması" diye tevil etmiştir) önünde ve vahyimiz ile bir gemi yap. Zulmeden hakkında bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulmuşlardır, (boğulacaklardır. (Hud suresi, âyet 36 - 37)
3 - Gerçek sana biat edenler ancak Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri üstündedir. Şu halde kim (bu bağı) çözerse kendi aleyhine çözmüş olur. Kim de Allah ile sözleştiği şeye vefa (onun hükmünü ifa) ederse o da ona büyük bir ecir verecektir." (Fetih suresi, âyet 10)( Peygamber (S.A.V.) e biat edenlerin yani Allah, onların yaptığı biada muttalidir. Onunla onları cezalandırır veya mükâfatlandırır.)
Yüce Rabbimiz buyurdu,
"Yahudiler, "Allah'ın eli, (Bizim üzerimize rızkı çoğaltmaktan sıkıdır dediler ve bundan dolayı da Allah'u tealâya karşı bahil ve cimrice davrandılar.) bağlıdır" dediler. Hay kendi elleri bağlanası ve söyledikleri (bu söz) den dolayı melun olası (insanlar.) Hayır (Allah'ın) iki eli de (Cömertlik şifasında aşırı derecede mübalâğa edilmiştir. Elin senası, çokluğu ifade etmek içindir. Maldan cömertçe el ile saçıldığından bir vasıta olarak kullanılmıştır.) açıktır. Nasıl dilerse öyle infak eder. (Maide suresi, âyet 64)
Diğer bir âyeti kerimesinde yüce rabbimiz şöyle buyurdular,
Ellerinizin (Ne bir ortak, ne de bir yardımcı olmaksızın onu en güzel şekilde biz yarattık ve biz işledik.) işleyip yaptıklarından kendileri için bunca davarlar (Deve, sığır, koyun v.s.) yarattığımızı bu sayede onların mâlik olmuş bulunduklarını da görmediler mi? (Yasin suresi, âyet 71)
4 - Allah'u tealâ buyurdu,
Müminler, müminleri bırakıp ta kâfirleri dostlar edinmesin. Kim bunu yaparsa (ona) Allah'tan hiç bir-yardım ) yoktur. Meğerki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız- Allah size (asıl) nefsinden (Nefsimden korkmanızı yerine (kendisinden korkmanızı) diye tevil edilmiştir, insanların nefsine benzeme kaldırılmıştı!) korkmanızı emrediyor. Nihayet gidişte ancak Allah'a dır. (Ali İmran suresi, âyet 28)
Allah'u tealâ buyurdu,
Allah, "Ey Meryem oğlu Isa, insanlara Allah'ı bırakıp ta beni ve annemi iki tanrı edininiz diye sen mi söyledin dediği zaman o, (şöyle) söyledi. "Seni tenzih ederim, (Ya rabbi). Hakkım olmadık bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer onu söyledimse elbette bunu bilmişsindir. Benim içimde olan her şeyi sen bilirsin ben ise senin nefsinde (Burada geçen "Nefis", "zat" ile ifade edilmiştir. Mana "kendi zatına ait olan gaybından ve ilminden hiçbir şey bilmem"demektir.) olanı bilmem. Şüphesiz ki, gaypları hakkıyla bilen sensin sen." (Maide suresi, âyet 116)
5- Allah'u tealâ buyurdu,
O çok esirgeyici (Allah'ın emir ve hükmü) arşı istila etmiştir. (Arş, hükümdar tahtı demektir. istiva ise kaplamak anlamına gelir. Bu müteşabih olan âyet için, Ebu el-Hasen el-Eşari ve diğer bazıları şöyle demişlerdir: "Allah, hadsiz ve keyfiyetsiz olarak arş üzerine istiva etmiştir. Mahlûkatının istivası gibi değildir. Abdullah İbni Abbas (R.A.) da onu tevil ederek şöyle bir manâ murad eder: "Allah, halen var olanı ve kıyamete kadar ve kıyametten sonra da olacak şeyleri yaratmıştır"der.Taha suresi, âyet 5)
6- Allah'u tealâ buyurdu,
O, kullarının üzerinde (yegâne) gahr-ü galebe (ve tasarruf) sahibidir. Size bekçi (melek) ler yolluyor. Nihayet her hangi birinize ölüm geldi mi (O) elçilerimiz, onlar artık ve eksik bir şey yapmaksızın onun ruhunu alırlar..Enam suresi, âyet 61)
Yine Allah'ü tealâ şöyle buyurdu,
Göktekinin sizi yere batırıvermesinden emin mi oldunuz? Siz (o zaman) tehdidimin nasıl olduğunu bileceksiniz. (Mülk suresi, âyet 16)
Yüce rabbimiz diğer âyeti celilesinde şöyle buyurdu,
"Kim ululanmak hevesine düşerse (bilsin ki) bütün ululuk Allah'ındır güzel kelimeler ancak ona yükselir.( Güzel kelimeleri ancak o bilir. "Güzel kelimelere" ait sayfalar onun katına yahut arşına yükselir. (El işare). Dergâhı kabul ve icabete vasıl olur. (Beyzavi, medarik) şekillerinde tevil edilmiştir.) Onu da iyi amel (ve hareket yükseltir.kötülükleri tuzak yapanlar (a gelince): onlar için çetin bir azap vardır. Onların (kurdukları) tuzağın bizzat kendisi mahvolur." (Bu tefsir, İbni Abbas (R.A.) hümaya göredir. Bazı hadisler de bunu teyid eder. Denildi ki, "Güzel kelimeler" Allah'ı zikirdir." "Salih amel" de farzları edadır. Kim Allah'ı zikir ile meşgul olur da farzları yerine getirmezse zikri reddolunur. İman temenniden ibaret değildir. Onunla sıfatlanmak ve onunla bezenmektir. O. kalplerde, istikrar bulur. İyi amel ve harekelerle sadaka" ve doğruluğunu ispat ederse o vakit makbul olur.(Fâtır suresi, âyet 10.)
Allah'ü tealâ için cihet nispetini tazammun eden ayetler:
Allah'ü tealâ buyurdu,
Hakikat Allah ve Resulüne eza edenler (Cenabı Hakka evlât ve ortak isnat ve onun peygamberini yalanlayan kâfirler (Celâleyn) (yok mu?) Allah onları dünyada da ahirette de rahmetinden koğmuş, onlara horlayıcı bir azap da hazırlamıştır. (Ahzap suresi, âyet 57)
Allah'u tealâ buyurdu,
"Namusunu muhkem bir kale gibi muhafaza eden İmran kızı Meryem'i de (Allah, bir misâl olarak getirdi.) Biz bundan dolayı ona Ruhumuzdan (Ruhlarımızdan olan bir ruhu. O da Isa (A.S.)'ın ruhudur.) üfürdük. (Cebraili gönderdik. Onun cebine üfürdü.) O, Rabbimin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. (Rabbine) itaat (da sebat) edenlerdendi O. (Tahrim suresi, âyet 12)
Hakikat ki yer zelzele ile parça parça dağıtıldığı zaman, rabbin geldiği, (Rabbinin emri ve hükmü geldiği zaman, kudretinin;alâmetleri ve kahrının eserleri demektir (Beyzavi, Medarik)) melekler de saf saf (indiği zaman) ki, o gün cehennem de getirilmiştir, insan o gün (her şeyi) hatırlayacak. Fakat hatırlamadan ona ne (fayda) (Fecr suresi, âyet 22)
Sıfatların bulunduğu tevile muhtaç hadislerden örnekler:
Sıfatlarla ilgili olarak geçen ayetlerde olduğu gibi hadis-i şeriflerde de birtakım lafızlar varit olmuştur. Allah'u tealâ'ya nispet edilen yüz, el ve benzeri âyetlerin zikriyle biz yetineceğiz. Hadislerde de Allah'u tealâ'nın zatına nispet edilen bu kabilden pek çok lafızlar varit olmuştur. Onlardan da bazısını örnek olarak zikredeceğiz, işte bunlardan birkaçı :
1- Ebu Hureyre (R.A.) Hz. Muhammed'den (S.A.V.) rivayet etti. Rasulullah şöyle buyurdu, "Allah,Adem'i kendi sureti. (Adem (S.A.)'in sureti üzerine.Hafız el-Askalani der ki, bunun manâsı şu demektir: "Şüphesiz ki Allah'u tealâ Ademi yarattığı suret ve heyet üzerine meydana getirmiştir. Meydana gelişte ve Ana rahminde asıl heyet hiç bir değişikliğe uğramamıştır.) üzerine yarattı, uzunluğu altmış ziradır. (kol dirseğine kadar olan uzunluk ölçüsü)onu yarattığı zaman buyurdu, : "Git onlara (meleklerden oturmakta olan bir guruba) selam ver selamını alışlarını işit. Çünkü o, senin ve senin zürriyetinin selâmıdır.
Bunun üzerine Hz. Adem,
-Esselâmü aleyküm dedi,
Onlar da,
-Esselâmü aleyke ve rahmetullahi dediler. O'nun selâmına "Rahmetullahi kelimesini ziyade ettiler.Bütün müslüman olan kimseler Ademin sureti üzerine Cennete gireceklerdir. Ondan sonra şimdiye kadar mahlûklar noksanlaşmışlardır. (ve noksanlaşmaktadırlar) (Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.)
2- Ebu Hureyre (R.A.) dan, rivayet edildi, Rasulullah şöyle buyurdu dedi. "Allah sizden birinizin tevbesi ile, birinizin malını kaybetmesi sonunda onu bulduğu vakit sevindiğinden daha şiddetli ferahlıdır.( Nevevi, Maziri'nin şöyle söylediğini haber verdi:"Ferah, yüzde kısımlara ayrılır. Sürür bunlardan biridir. Sürür ise, kendisi ile sururlanılan şeye yaklaştırır. Burada maksat şudur : Allah'u tealâ kulunun tevbesinden, kaybettiğini bulan kimsenin memnuniyetinden daha çok razı olur. Manâyı daha kuvvetli ifade etmek için rıza yerine ferah kelimesi kullanılmıştır.- Buhari ve Müslim rivayet etmiştir)
3-Enes bin Malik, Rasülullah'tan rivayet etti, Rasulullah şöyle buyurdu, "Cehennem, içine suçlular atıldıkça şöyle der "Daha fazlası var mıdır?" nihayet izzet ve kerem sahibi olan Allah'ü tealâ oraya ayağını koyar. (Maddî olan bir şey üzerine ayak basılır. Halbuki Allah'u tealâ bizim bildiğimiz manâda ayaktan münezzehtir. Varlıkların hiç birine benzemez. Buradaki manâ şudur: Allah'u tealâ'nın emri ona gelir. O da ziyade talebinden uzaklaşır ve içine aldığı ile yetinir. Hataya düşmekten Allah'a sığınırız.) Bunun üzerine onun bazısı, bazısı üzerine çekilir ve der. izzetin ve kereminle yeter yeter, daha fazla değil. Cennette bir artış olur. Allah. Onun için mahlûklar yaratır ve onları cennetin faziletlerinde sakin kılar. (Buharı ve Müslim rivayet etmiştir )

Mücessime Fırkası, ayet ve hadislerde geçen sıfatlar :

Bu meselede insanlar dört fırkaya ayrılmışlardır.
1 - Bir fırka vardır. Ayet ve hadislerin zahiri manasını olduğu gibi alır. Bu görüşte Allah'a, mahlukatın yüzü gibi yüz, onların elleri gibi el yahut eller, tıpkı onların gülmesi gibi gülme v.s. Nispet edilmiştir. Hatta bazıları onu, yaşlı bir tanrı farz ederken, diğer bir kısmı da onu, genç sanmışlar ve öyle kabul etmişlerdir. Evet işte bunlar, Mücessime ve Müşebbihe fırkalarıdır. Onların bu düşünüş ve tasavvurlarının İslâm dininde asla yeri yoktur. Yine onların sözlerinin gerçekten bir nasibi de yoktur. Allah'ü tealâ'nın şu ayeti kerimesi onları red için kâfidir."
"Onun misli gibi hiç bir şey yoktur. O her şeyi işiten ve her şeyi kemâli ile görendir." (Şura suresi, âyet 11.)
Yine Allah'ü tealâ diğer bir ayeti kerimesinde şöyle buyurdu,
"Deki, o, Allah'dır bir tekdir. (Cenabı hakkın sıfat isimlerinden olan "Vâhid" mahiyette ve kemâl sıfatlarında ona bir şey eş olmak mümkün değildir. Anlamına gelir.) (O) Allandır Sameddir (Zaval bulmayan bir bakidir, daima vardır, herkesin ve her şeyin doğrudan doğruya muhtaç olduğu ve kasdettiği yegâne varlıktır, ulular ulusudur.) Doğurmamıştır, doğrulmamıştır O. Hiçbir şey onun dengi (ve benzeri) değildir. (İhlâs suresi, âyet 1 - 2 - 3 - 4.)
Muattıla Fırkası, Âyet ve Hadislerdeki Sıfatlar:
Bir fırka daha vardır. Şu lâfızların manalarını âtıl ve hareketsiz sayarlar. Ayet ve hadislerde geçen herhangi bir yüz kelimesinden kasdedilen manayı ve onun medlulünü Allah'u teala'dan mutlak olarak kaldırmışlardır. Onların nazarında Allah'u tealâ konuşmaz, işitmez ve görmez. Zira işitme, görme ve konuşma sıfatları ancak bir vücut organı, bir aza ile olur. Halbuki noksan sıfatlardan tenzih ettiğimiz ve uzaklaştırdığımız Allah'u tealâ'nın vücut organları olmaması gerekir derler.
Bununla Allah'ın sıfatlarını âtıl sayarlar. Onu takdis etmekle bu yola başvururlar, işte bunlara muattıla fırkası denir. Bazı İslâm akaidi tarihi alimleri de onlara katılırlar ki onlar cehmiyyedir. Ben hiç bir kimsenin insanı bataklığa sürükleyen, dar boğazlar içine sokan şu sözlere inanacağını zannetmem. Çünkü bu durum akıl için dar bir geçittir. Çözülmesi ve halli imkânsız bir husustur.
İşte böyle. Kelâm, işitme ve görme sıfatları, organsız olan bazı varlıklar için bile tesbit edilmiştir. Hak tealâ'nın kelâmı, görme ve işitmesi organlar üzerine nasıl hamledilebilir. Allah'u zül celâl, bunlardan bütün ululuğu ile yücedir.
Şunlar, batıl olan iki görüştür. .Onlar için ilimden yana bir nasip yoktur. Bundan sonra önümüzde iki görüş kaldı, onlar da akâid hakkında gerçek ilim erbabı olan selefin görüşü ile halefin görüşüdür.
SIFAT İÇİN OLAN AYET VE HADİSLER KARŞISINDA
HALEF VE SELEF MEZHEBİ

3 - Selefe gelince (Allah kendilerinden razı olsun) şöyle söylediler: Biz ayet ve hadislerde varid olduğu gibi sıfatlara iman ederiz. Ondan, Allah'u tealâ için kasdedilen şeyin mahiyetini terk ederiz. Onlar ona el, göz veya gözler, istiva, gülme ve taaccüp v.s. Tesbit ederler. Bütün bunlar, bizim anlayamadığımız bir mana taşımaktadırlar. Biz onları, Allah'ü tealâ'nın her şeyi kaplayan, ihata eden ilmine terk ederiz. Bilhassa Peygamber efendimizin parlak ve mübarek sözleri ile de zaten bundan nehyolunduk. Rasulullah şöyle buyurdular: "Siz, Allah'ın varlıklarını düşününüz. Fakat Allah'ın zatı hakkında düşünmeyiniz. Zira siz onu, idrak etmeye kadir olamazsınız,"
Irakî, bu hadisi Ebu Naîm "Hilye" de rivayet etti, isnadı zayıftır, Isbahani Tergîp ve Terhip'de rivayet etti, isnadı birinciden daha sıhhatlidir." der.
AYET VE HADISLERDEKI SIFATLAR VE İMAM-I MUHAMMED
Ebu EI-Kasım EI-Lâlekâî, Ebu Hanife'nin arkadaşı Muhammed bin Hasan'dan Usul'es-sünne'de rivayet ederek şöyle söyledi:
"Şarktan garba kadar bütün fakihler Kur'anda ve Resulullah'tan gelen doğruluğunda asla şüphe olmayan hadislerde geçen Rabbimizin sıfatlarında ittifak etmişlerdir. Şöyle ki, hiç tefsir etmeksizin, hiç vasıflandırmadan ve hiçbir şeye benzetmeden kabul etmişlerdir. Bu gün kim bundan bir şey tefsir eder ve buna ilâve ederse, Rasulullah'ın bulunduğu ve kabul ettiği yoldan çıkar. Ehli sünnet ve cemaattan ayrılır. Zira onlar tavsif etmediler, tefsir de etmediler. Sadece kitap ve sünnete olan şeyle fetva verdiler. Bunun ötesinde sustular.
ÂYET VE HADİSLERDEKİ SIFATLAR VE İMAMU-L AHMED
Helâl es-Sünne adlı kitabında Hanbel'den, Hanbel'de onu kendi kitabı olan es-Sünne vel-Mihne adlı kitabında zikretti ve şöyle dedi :
Ebu Abdullah'a, şu rivayet edilen hadisten sordum. "Şüphesiz ki Allah'u tealâ dünya semasına iner," ve "şüphesiz Allah görür, muhakkak Allah ayağını koyar." Bu hadisler neye benzetildi? Ebu Abdullah dedi ki, biz ona inanırız ve onu tasdik ederiz. Nasıl olduğunu ve ne manaya geldiğini asla düşünmez ve onlardan hiç bir şeyi de asla reddetmeyiz.
Biliriz ki Rasulullah'ın bize getirdiği haktır. Şayet sahih bir isnat ile gelmişse biz onda asla tereddüt etmeyiz. Allah'u tealâ bizzat kendini nihayetsiz ve sınırsız olarak vasıflandırmışım Şöyle buyurmuştur. "Onun misli gibi hiç bir şey yoktur." işte biz onu, bundan daha fazlası ile vasıflandırılmayız.

ÂYET VE HADISLERDEKI SIFATLAR VE İMAM-I MÂLİK
Harmele bin Yahya rivayet etti ve dedi : Vehp bin Abdullah'tan işittim, o şöyle diyordu. "Ben de Enes bin Malik'den işittim. O, da şöyle söylüyordu. "Kim Allah'ın zatından her hangi bir şey vasıflandırırsa onun âyeti kerimesinde zikredildiği gibi ki, Yahudi'ler( "Allah'ın eli kısadır" dediler. Eliyle boynuna işaret etti. (Yani ellerinin boynuna bağlanacağını söyledi.) Yine Rabbimizin ayetindeki gibi "O her şeyi hakkiyle işiten kemaliyle görendir." Gözüne, kulaklarına ve ellerine işaret etti. Onlar yerlerinden koparılır ve kesilir, çünkü o, Allah'ı kendisine benzetmiştir," dedi.
Pek çok sahabeyi kiram Rasulullah'ın eliyle işaret ettiğini işaret etmekten kaçınmışlar ve kendi elleri, onun ellerinden daha kısa ve ona benzemediğini söylemişlerdir.Halbuki Peygamberimiz de onlar gibi bir insandır, yaratıktır. Ona karşı hürmetlerinden dolayı böyle hareket etmişlerdir. Allah'ın bir elçisine karşı durum böyle olunca kendi misli gibi hiçbir şey olmayan Allah'u tealâ, nasıl varlıklarına benzetilebilir. Bu, elbette imkânsız bir şeydir.
AYET VE HADİSLERDEKİ SIFATLAR VE MACIŞUN
Ebu Bekir el-Esrem, ebu Amr Talemneki ve Ebu Abdullah bin Bittah kendi kitaplarında ve başka kitaplarda Abdülaziz bin Abdullah bin Ebi Seleme el-Mâcişun'dan bu konuda bir hatime olarak uzun bir söz rivayet etmişlerdir. Şöyle ki,
"Allah'u tealâ, kendi zatından sıfatlandırdığı şeyi Rasulullah'ın dili ile isimlendirmiştir. Biz de onu, Rasulullah'ın isimlendirdiği gibi isimlendiriyoruz. Peygambermiz'in bildirdiği vasıfların dışında yorulup külfete girmeyiz. Şu değildir veya bu değildir diye vasıflandırıldığı şeyleri de inkâr etmeyiz. Sıfatlandırılmadığı şeyi tanımakta da kendimizi yormayız."
Bil ki Allah sana merhamet etmiştir. Şüphesiz ki Allah'ın dininde günahsız kalabilmen seni nehyettikleri yere yaklaşmamanla mümkündür. Senin için çizilen sının aşmaman, ona tecavüz etmemendir. Zira maruf (güzelin) tanınması, hoşa gitmeyenin terk edilmesi, dini inançların kuvvetli olmasındandır. Onun üzerine iyilik yayılmıştır. Kalpler onunla sükûnet bulur, ,Onun aslı ve esası kitap ve sünnettedir. Onun ilmini geçmiş milletler miras bırakmıştır' Bizzat Allah'u tealâ'nın kendisini zikrettiği ve sıfatlandırdığı gibi zikretmekten veya vasıflandırmaktan korkma. Rabbinin kitabında ve Peygamberinin hadislerinde Allah'u taslanın sıfatlarından olmayan veya zikredilmeyen şey için de akimi yorma. Onun ilmi ve onu öğrenmek için meşakkate girme. Lisanınla da onu sıfatlandırma. Bizzat Rabbimizin kendini vasıflandırmadığı yerde sustuğu gibi sen de sus. Kendisinin vasıflandırdığı şeyi inkâr edersen, vasıflandırmadığı şey de seni güçlüğe ve sıkıntıya sokarsa bu takdirde inkarcıların inkârını daha da arttırmış olursun.
Nefsinden, vasıflandırdıklarını inkâr eden, yine kendi zatından hiçbir şeyi vasıflandırmadığı hususlarda vasfedenlerin vasfettiklerinin külfetini daha da büyütmüş ve artırmış olur.
Allah'a yerilin ederim ki, hak ve hakikati tanıyan müslümanlar aziz olmuşlardır. Kendi marifetleriyle tanırlar. Yine küfrü ve hoşa gitmeyeni de inkâr edenler aziz olmuşlardır. Kendi inkârları ile inkâr etmişlerdir. Onlar Allah'ü tealâ'nın kendi kitabında zatını vasıflandırdığı şeyi işittikleri gibi onun yüce peygamberinin kendilerine tebliğ ettiği şeyi de işitirler. Bütün bunlardan dolayı kalplerinde en küçük bir maraz ve şüphe yoktur. Salim bir kalp, onun Rabden geldiğini bilir. Bir mümin rabbinden başkasını çağırmaz, ilimde iyice kök salmış ye derinleşmiş olanlar, bunu idrak eder. ilimlerinin, kendilerini nehyettiği yerde dururlar, sınırı aşmazlar. Onlar, Rabbimizin zatını vasıflandırdığı gibi onu vasıflandırırlar, onun zikretmediğini de terk ederler, isimlendirilen sıfatlarını da inkârlarından dolayı tanımamazlık yapmazlar, isimlendirilmeyen sıfatları da derinliğine araştırarak güçlüne ve külfete girmezler. Zira, onlar, Allah'ın terk ettiğini terk ederler, isimlendirdiğini de isimlendirirler.
"Kim müminlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu, döndüğü sapıklıkta bırakırız. Ahirette de kendisini Cehenneme koyarız ki, o ne kötü bir dönüş yeridir." (Nisa suresi , ayet 115)
Allah bize ve size doğru hüküm vermeyi nasip etsin ve bizi salih kullar zümresine ilhak etsin. Amin.

AYET VE HADİSLERDEKİ SIFATLARDA HALEFİN GÖRÜŞÜ
Sana selef mezhebinin görüşü takdim edildi. Onlar, sıfat ayetlerine ve hadislerine varid olduğu gibi inanırlar ve Allah'u tealâ için ondan kasdedilen şeyin mahiyetini terk ederler. Zira Allah'ı (C.C.) itikadları ile varlıklarına benzetmekten tenzih etmek için böyle hareket ederler.
Halefe gelince, onlar şöyle derler:
"Şüphesiz biz, şu ayet ve hadislerin lafızlarındaki zahir manalardan murad edileni bir kenara bırakırız ve onun mecaz olduğunu (konulduğu manadan başka bir manaya geldiğini) kabul ederiz. Çünkü bunları tevil etmekte hiç bir engel yoktur.
Onlar böyle söylediler ve "yüz" kelimesini "zat" ile "el" kelimesini "kudret" ile ve bunun gibi diğer tevile muhtaç olan ayet ve hadisleri tevil ettiler. O yüce varlığı mahlûkatına benzetmek korkusundan dolayı bu yolu tutmuşlardır, işte bu konuda onların sözlerinden sana birkaç örnek...
1 - Ebu EI-Ferec bin el-Cevzi el-Hambeli "def-uş-şüphe et-Teşbih" adlı kitabında derki, "Allah'u tealâ, "Rabbinin yüzü baki kalır" (Rahman suresi , ayet 27) buyurdu bunun hakkında müfessirler (Rabbin baki kalır" Allah'u tealâ bir ayeti kerimesinde "onuı rad ediyorlar" (Enam suresi, âyet 52) buyurdu. Bunun man rad ediyorlar" demektir. Dahhak ve Ebu şey helak olucudur, ancak onun yüzü mi tini şöyle tevil etmişler "Her şey helak olucudur ancak O (Allah) değil" (Kasas suresi, âyet 88)
Şu ayet ve hadislerin zahir manalarını almak selefin tuttuğu yoldur" diyenleri reddetmek için kitabın evvelinde ayrı bir bölüm ayrılmıştır. Sözün kısası zahir manayı almak Allah'u tealâ'yı cisim mahlûkatına benzetmektir. Çünkü lafzın zahiri hangi şey için vaz olunduysa odur. Hakikatte el için bir vücud organı olmaktan başka hiç bir mana yoktur.
Selefin mezhebine gelince, onlar onun zahiri manasını almazlar, onu tevil de etmezler.O'nun hakkında sükut ederler ve mahiyetini Allah'a havele ederek hakikatına iman ederler. Aslında bu konu çok uzundur. Fakat burada hepsini zikretmek imkan dahilinde değildir.

AYET VE HADİSLERDEKİ SIFATLAR RAZİ

Fahreddin er-Razi "esas et-Takdis" da şunları söyledi,
"Bil ki, Kur'an'ın bazı naslarının bir takım sebeplerden dolayı zahir manası üzerine icrası mümkün olmaz. önce Allah'u tealâ'nın "ve li tüsnea ala ayni" ayetinin zahiri manası gereğince "Musa (A:S.)'ın Allah'ın gözünün önünde olması, ve gözün daima kendisine bakması gerekir. "Gözümün önünde yetiştirilmen için" yerine ayet tevil edilerek "murakebem altında yetiştirilmen için" demek daha doğru olur Akıllı olan bunu böyle düşünür.
İkinci olarak diğer bir âyeti kerimenin zahir manası "Vasna'ıl-fülke bia'yüniâ" "Gözlerimiz ile bir gemi yap" burada şu gemiyi yapmak sanatı için bir alet olması iktiza eder. O da gözdür. Görüldüğü gibi görünüşteki zahir manayı bırakarak onu Allah'ın şanına lâyık bir şekilde tevil etmek gerekir.
Üçüncü nokta, aynı âyette geçen gözler kelimesi çoğuldur. Tek bir yüzde gözlerin sabit ve ikiden fazla oluşu hoş değildir, kabihtir. öyle ise açıkça anlaşılmaktadır ki burada mutlaka tevile başvurmak gerekir, işte o da şu lâfızları "yardım, nezaret ve murakabeye" hamletmektir. Ayeti kerimeyi "bizim murakabe, yardım ve nazaretimiz altında bir gemi yap" şeklinde tevil etmek icabeder.
AYET VE HADİSLERDE Kİ SIFATLAR VE GAZALİ
İmamı Gazali "ihya-i Ulumud-Din" adlı kitabının birinci cildinde ilimlerle ilgili olarak şöyle der. "ilimler ya zahiri ya da batini olur. Yine ilimlerin ya tevile ihtiyacı olur yahud da ihtiyacı olmaz. Eğer mana gayet açık ise ve o açık mananın kullanılmasında bir mahsur yoksa tevile gidilmez. Aksi halde rumuz, istiare ve kinaye olabilir. Şimdi bununla ilgili olarak iki misâl zikredelim.
Yüce Peygamberimiz bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurdular "Namaz Kılarken imamdan önce başını kaldıran kimse, Allah'u tealâ'nın, başını eşeğin başına çevirmesinden korkmaz mı?" Şu suret yani insanın başının eşeğin başına çevrilmesi durumu bu güne kadar hiç olmadı ve olmayacak. Fakat burada kasdedilen mana şudur, gerçekten hadiste eşeğin başı ve onun şekli kasdedilmemiştir. Fakat onun aptal ve ahmaklığı ifade edilmiştir. Yani "kim imamdan önce başını kaldırırsa onun başı merkebin başı gibi sersem ve ahmak olur" demektir. Görüldüğü gibi burada kasdedilen şekil değildir. Buradaki şu gizlilik, zahir mananın hilafından tanınır. O da ya aklî bir delille olur yahud da şer-î bir delille olur. Akliye gelince onu, zahir manası üzerine hamletmek mümkün değildir.
Hz. Muhammed diğer hadisi şeriflerinde şöyle buyurdular,
"Müminin kalbi, rahmanın (Allah'ın) parmaklarından iki parmağın arasındadır." Eğer bir müminin kalbini araştırmış olsak orada parmak falan bulamayız. Böylece bilindi ki o, kudretten kinayedir. Bunun da sebebi parmakların sırrı ve ondaki gizli bir ruhtur. Parmakları kudretten kinaye yaptı. Zira bir işi yapabilmek onlar vasıtası iledir. Kudretin mahalli ve toplanma merkezi parmaklardır.
Burada sana, artık halefle selefin tuttuğu yol açıkça belli olmuştur. Bu iki yolda müslümanların kelam alimleri çok şiddetli münakaşalar yapmışlardır. Biz bu münakaşalara sebep olan bahse son verirken, bu işin aslını Allah'u tealâya havale ederiz.
SELEF İLE HALEF ARASINDAKİ FARK
Bilindi ki Allah'u tealâ'nın şu sıfatlarına taalluk eden âyet ve hadisler hakkında selef mezhebi, âyetleri geldikleri hal üzere kabul ederler. Onu tefsir yahut tevil etmekten sakınırlar.
Halef mezhebi ise Allah'u tealâ'yı mahlukatına müşabehetten tenzih etmek için onu ittifakla tevil ederler.
Yine bilindi ki iki nazariye ehli arasında şiddetli bir muhalefet de vardır. Hatta birbirlerine asabi lakaplar tevdi ettiler. Buna göre birleşme ve ayrılık noktalarını kısaca hülasa edelim.
Birinci nokta, her iki fırkada Allah'u tealâ'yı mahlukatına benzetmekten tenzih etmekte ittifak ettiler.
İkinci nokta, her ikisi de varlıklar için konulmuş olan şu lâfızların, Allah'u tealâ hakkında zahir manadan başka bir manaya geldiğini kabul ettiler, işte her ikisinin de ittifakı, teşbihi ref, Allah'ı bir şeye benzetmekten kaçınmak içindir.
Üçüncü nokta, iki mezhepten her biri, hakikatte bu lafızları nefislerde delalet ettiği manadan uzaklaştırmak ve yorumlanmak için konulduğunu bilir. Bu böyle kararlaştığı vakitte selef ve halef tevilin aslında ittifak etmişlerdir, ikisinin arasındaki muhalefet şuna inhisar etmektedir. Halef, yukarda ki üç görüşe, birde murad edilen manaların tahdidini ziyade ettiler. Şöyle ki, onlar, avamın akidelerini teşbih şüphesinden muhafaza etmek için tenzih zaruretine sığındılar Bu ise Haklı olmayan bir muhalefettir.
SELEFİN MEZHEBİNİ TERCİH
Biz inanıyoruz ki, selefin görüşü, bu konuda susmaktan ibarettir. Şu manaların gerçek ilmini Allah'u tealâya havale etmektir. Kayıtsız şartsız teslim olmak, daha lâyık ve evlâdır. Tevil maddesini kökünden koparmak daha uygundur. Eğer imanın itminanı ile Allah'ın kendisini mesut kıldığı kimselerden isen, yakinî bir imanın soğukluğu ile göğsünü dolu haline getirmişsen hakkın bildirdiğine razı ol, yüz çevirme. Yine şuna da inanırız ki, halefin tevilleri kendilerine küfür veya sapıklık hükmünü gerektirmez. Onlar da ehli sünnet grubu içindedirler.
Şu uzun münakaşa onlar arasında önceden veya sonradan çıkmış değildir.İslâm'ın başlangıcında da bütün bunlar daha yaygın ve geniş bir halde idi. insanların en şiddetlileri bile selefin görüşüne yapışarak Allah'a sığındılar. Hataya düşmekten korundular. Allah hepsinden razı olsun.
Ahmed Bin Hanbel, (R.A.) şu hadislerin tevilinde de hep aynı şeyi yapmıştır. Rasulullah bir hadisi şeriflerinde "Hacerul esved, yeryüzünde Allah'ın sağıdır." (Hâkim rivayet etmiştir.) Diğer bir hadislerinde de "Müminin kalbi rahmanın parmaklarından iki parmak arasındadır." (Abdullah bin Ömer'den Müslim rivayet etmiştir.) Yine bir başka hadislerinde "Şüphesiz ki ben rahmanın zatını Yemen taraflarında bulurum." (Iraki. bu hadisi Ebu Hüreyre'den Ahmed rivayet etmiştir dedi.) buyurmuşlardır, İşte yukarıda zikri geçen üç hadisi şerifin üçü de hakiki mananın dışında bir manada kullanılmıştır ki, bu da tevili gerektirmektedir.
İmamı Nevevi'yi görürsün. O, iki görüş arasındaki mesafenin ortasındadır. O da münakaşa ve mücadeleyi bırakmaz. Bilhassa müteşabih ayet ve hadislerin tevil edilmesini normal karşılar, halefin yanında yer alır. Onun, aklen ve şer'an caiz olduğunu da kayıtlar Bunun, din usullerinden bir asla zarar vermeyeceğini belirtir.
Fahreddin er-Razi (Esas et-Takdis" adlı kitabında şöyle der,
Bundan sonra eğer biz tevili caiz görürsek lüzumlu ve gerekli olmayan yerlerde bile tafsilatı ile tevile başvurur ve onunla meşgul oluruz. Eğer tevili caiz görmezsek tevili gerektiren ilimleri Allah'a ısmarlar ve ona havale ederiz, işte bu, bütün müteşabihattan olan ayet ve hadislerin hepsinde kendisine baş vurulan tek bir umumi kanundur. Cenabı hakkın bizi muvaffak kılmasını dileriz.
Sözün özü, selef ve halef halk arasında zahir mananın dışında olan hususlarda tevil yapmak gerektiği hususunda ittifak ettiler. Yine yapılan tevil şeriat usullerine aykırı olursa caiz olmayacağında da ittifak ettiler. Muhalefet sadece seran caiz olan lafızların teviline inhisar etti. Gördüğün gibi o da basit ve kolaydır. Küçük bir şeydir. Selef, manasını anlayamadıkları hususlarda Allah'a sığındılar.
Bu gün en ehemmiyetli olan şey Müslümanların tevhid inançlarını saflaştırmak, onu, her türlü bidattan temizlemektir. Gücümüz yettiği kadarı ile cümleleri bir araya getirip hataları düzeltmeye çalıştık. Allah bize kâfidir. O ne güzel mevlâ ne güzel vekildir.
Bölümlerimiz burada nihayet buldu, inşallah ilahiyat bahsinden sonra nebeviyyat, Ruhlar âlemi ve işitmeye dayanan semi delilleri ele alacağız. Şüphesiz ki her şey Allah'ın takdiri iledir. O'nun kaza ve kaderini değiştirecek ve geri çevirecek hiç bir güç ve kuvvet yoktur.

Tavsiyeler


TAVSİYELER
1 - Bir cüzden az olmamak şartı ile Kur'an-ı Kerim'den günlük bir virdin (belli vakitlerde okunması âdet haline getirilen Kur'an cüzleri) olsun. Yapacağın hatim süresi üç günden az ve bir aydan çok olmasın.
2 - Kur'an-ı Kerim'i güzel oku ve edeple dinle. Manasını düşün. Hz. Peygamber (S.A.S.) efendimizin hayatini, ashabı kiramın yaşayışlarını vaktinin müsaadesi nispetinde oku.
3 - Kendini umumi bir sıhhî muayeneden geçirt. Teşhis konan hastalığa göre tedavi cihetine git. Vücudunu kuvvetlendirecek şeylere ehemmiyet ver. Sıhhatini zayıflatacak şeylerden uzaklaş.
4- Çay, kahve ve benzerlerini israf derecesinde içmekten kaçın. Ancak mecbur kaldığın zaman iç. Kafi surette sigara içme.
5 - Evinde, elbisende, yiyeceğinde, bedeninde, iş yerinde ve her şeyde temizliğe titizlik göster. Zira din,temizlik üzerine kurulmuştur.
6 - Sözün doğru olsun, asla yalan söyleme.
7 - Taahhüdünü, sözünü ve vadini yerine getir. Vaziyet nasıl olursa olsun sözünden cayma.
8 - Meşekkatlere tahammül et, büyük şeceat sahibi ol. En büyük kahramanlık, hakkı beyan etmek, sırrı saklamak, hatayı itiraf etmek, nefsinin hakkını vermek ve kızdığın zaman nefsine hakim olmaktır.
9- Ciddiyet ifade eden bir vakara sahibol. Fakat bu vakar seni latifeden ve tebessümden men etmesin.- Son derece hayalı ve hassas ruhlu ol. iyiliği sev,kötülükten elem duy. Zillet göstermemek şartı ile mütevazi ol. Bir mevkie ulaşmak için bulunduğun mevkiden daha aşağı mevkie bak.
10 - Bütün hal ve durumlarda doğru hükümlü ve adil ol. Kızgınlık sana iyilikleri unutturmasın. Birisine karşı beslediğin sevgi, onun kötülüklerini görmene mani olmasın. Düşmanlık ise sana iyilikleri unutturmasın. Ne kadar acı olursa olsun kendi aleyhine veya yakınlarının aleyhine de olsa hakkı söyle.
11 - Daima umumun hizmetine hazır ol. İnsanlardan birisine karşı yaptığın hizmetten sevinç ve gurur duy.Hastayı ziyaret et. Muhtacı kolla. Zayıfı takviye et.Güzel sözle de olsa zavallıların gönlünü al.Daima hayra ve iyiliğe koş.
12 - Şefkatli, cömert, müsamahakâr, affedici, mülayim, ve halim ol. insan ve hayvana yumuşaklıkla muamele et, bir sohbet meclisinde yer göster.Müslüman kardeşinin ayıplarını araştırma. Meclislerde yüksek sesle konuşma, bağırıp çağırma, girerken çıkarken müsaade al.
13 - Zengin de olsan iktisada riayet et. Zayıf da olsan serbest çalışmayı ön plâna al.
14 - Devlet vazifelerine haris olma. Bil ki, devlet kapısı rızık kapılarının en darıdır. Eğer senin hak davetine muarız olmayan bir iş teklif edilirse reddetme.
15 - Vazifeni eda hususunda haris ol. iyi ve mükemmel yap, aldatma ve sözünden cayma.
17- Hakkını iyilikle ara ve al. insanların haklarını istemeksizin ve oyalamaksızın yerine getir.
18 - Kumarın bütün çeşitlerinden uzak dur. Sonunda ki kazanç ne olursa olsun. Her ne kadar sonunda peşin kazanç var ise de haram kazanç yollarından uzaklaş.
19 - Bütün iş ve muamelelerinde faizden uzak ol, elini eteğini ondan çek.
20 - Fabrikalar kurmak, iktisadi İslâm müesseseleri tesis etmek sureti ile İslâm servete hizmet et. Vaziyet ne olursa olsun, bir kuruşunun bile müslüman olmayanların eline geçmemesine çalış. Yerli malından giyin ve memleketinin mahsulünden yiyip iç.
21 - Kazancın az da olsa bir kısmını fevkalâde haller için biriktir. Hiçbir şeyde lükse kaçma.
22 - Bütün hayat tezahürlerinde gücün yettiği kadar İslâmi adetlerin ihyasına ve gayri İslâmi adetlerin imhasına çalış. Meselâ selâm, lisan, tarih, kılık, kıyafet,ev tanzimi, yeme içme ve bir meclise girip çıkma, keder, sevinç gibi hususlarda peygamber Efendimizin yolunu takib et.
23 - Allah'ü Tealâ'nın murakabesinde olduğunu düşün ve ahireti hatırlayıp Allah'ın rızasına yönelen merhaleleri himmet ve azimetle kat et.
24 - Gece namazı ve her ay üç gün oruç gibi nafile ibadetlerle kalbi ve lisanı zikirleri çoğaltmakla, ve bütün hallerde peygamberimizin duaları ile dua etmekle Allah'a yakın olmaya çalış.
25 - Temizliğe mükemmel surette riayet et. Ekseriyetle abdestli olmaya gayret et.
26 - Ramazan orucunu tut, şartları haiz olunca Hac vazifesini ifa et, bunu yerine getirmeye sahip olmaya çalış.
27 - Cihad niyetini ve şehadet sevgisini daima kalbinde taşı ve kabiliyetin nispetinde buna hazırlan.
28 - Daima tevbe ve istiğfar et, büyük günahlar şöyle dursun, küçüklerinden bile kaçın. Her gün yatağına, uzandığında uykudan önce o gün iyilik mi, yoksa kötülük mü yaptığının muhasebesini yap. Vaktinin kıymetini bil, çünkü o hayattır. Faydasız yere zamanının bir cüzünü bile harcama, Harama düşmemek için şüpheli şeylerden sakın.
29 - Dizginini eline alıncaya kadar nefsinle şiddetli bir mücadeleye giriş. Gözünü harama, bakmaktan koru. Hislerine hakim ol.
30 - Nefsini daima güzel ve helâl olan şeylere alıştırmakla onu yükselt. Haram olan şeyleri hangi çeşit olursa olsun nefsine tattırma.
31 - Şaraptan, sarhoşluk veren şeylerden son derece sakın.
32 - Servetin az da olsa bir kısmı ile İslâm'a hizmet et. Borcun olan zekâtı muhtaç olup isteyen veya istemekten çekinen müslüman kardeşlerine ver.
33 - Kötü arkadaştan, fasık dosttan, günah ve masiyet yerlerinden uzak dur,
34 - Oyun ve eğlence yerlerine yaklaşmak şöyle dursun, onları yok etmek için mücadele et. Oyun, israf ve gayri meşru olan eğlencelerin her türlüsünden uzak ol.
35 - Kardeşinin menfaatini kendi menfaatinden üstün tut. Mühim bir mazeretin olmadıkça toplantı ve sohbetlerine katıl. Kardeşlerinin işlerini ön plâna al.
36 - Senin mefkuren ve düşüncene bağlı olmayan cemaat ve topluluklardan el etek çek.
37 - Mükellef olduğun İslâm davet vazifesini her yerde yapmaya çalış. Kendine kışlada emir bekleyen bir asker nazarı ile bak. HASAN-ÜL-BENNA
Hiçbir müfsid, ben müfsidim demez. Daima sureti haktan görünür. Yahut, batılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir? Fakat siz, mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor.Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsnü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de mufsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum, öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz, işte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz? Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir. Hiç bir hatıra feda edilmemek gerek. Fakat, şu hüsnü zanınızı kabul etmem. Zira, bir müfside, bir dessasa hüsnü zan edebilirsiniz. Delil ve akibete bakınız.
S - Nasıl anlayacağız, biz cahiliz, sizin gibi, ehli ilmi taklit ederiz.
C - Benden cahilsiniz, fakat akilsiniz, hanginizle zebib yani üzümü paylaşsam zekavetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil
Bakınız günde beş defa geceli gündüzlü müezzinlerimiz yüksek sesle "Eşhedü en la ilâhe ilâllah" diyerek, bu mübarek kelimeyi, muhtelif ırk ve milletlerden meydana gelen bütün insanlığa duyuruyorlar.
Hepsi de tam bir emniyet ve sükûnetle onu dinliyorlar. Fakat, ne yazık ki kainlerimize ve zihinlerimize müessir olmuyor. Çünkü münâdî, insanları neye ve nereye davet ettiğini, insanlar da bu nidanın ne kadar yüksek bir manâyı ihtiva ettiğini ve onları nasıl yüksek bir maksada ulaştırmanın rehberi olduğunu anlamıyorlar. Fakat, bir gün gelir de bütün dünya bu davetin ne kadar ulvî bir hedefi olduğunu anlar, müezzin de tam bir ihlâs ve samimiyetle bu niyetini ilân ederse o zaman dünyanın nasıl bir inkilâba sahne olacağını yer yüzünün nasıl değişeceğini ve başka bir çehreye bürüneceğini göreceksiniz.
Heyhat! Cahiliyet memesinden süt emen ve onun kucağında terbiye gören insanlık böyle bir çağrıya nasıl kulak verebilir?.
Ama aslında o münâdî insanlığa şöyle haykırıyor :
- "Allah'tan (C.C.) başka hiçbir hâkim ve pâdişâh tanımıyorum, ilâhî kanundan, ilâhî düsturdan, ilâhî hükümetten başka hiç bir kanuna, düstura ve hükümete teslim olmuyor, boyun eğmiyorum. Dünyevî olan mahkemelerden ve kuvvetlerden hiç birini resmen tanımıyorum. Allah'ın (C.C.) emrinden başka hiç bir emre tabî olmuyorum. Cahiliyetten tevarüs eden hiç bir şarta, ölçüye ve kayda mukayyet değilim. Bazı insanların kendilerine izafe ettikleri beylik, ağalık, Efendilik, Şeyhlik gibi imtiyazlara itibar etmiyorum. Hiç bir zengine ağalık, hiç bir din adamına kudsiyet izafe etmiyorum. Hakka dayanmayan, hak olmayan, Hakka inat ve muhalefet eden hiç bir hükümet ve saltanattan korkum yoktur. Ancak ve ancak Allah (C.C.)'ın irâde ve takdirine boyun eğer teslim olurum. Bunun dışında bütün canlı putları ve yalancı ilâhları reddederim."
Acaba bütün dünyâ ve beni beşer bu manalara kulak verip hakkı ile anlasa hiç durması, susması mümkün mü? Katiyen. Bilâkis o mananın özünü anladı mı derhal harekete geçecek bizlere karşı savaş ilân ederek pusu kuracaktır. .Onlara karşı biz harp etmesek de küfür güruhu ayaklanarak bizi tuzağa, pusuya düşürmeye çalışacaktır. Hakikat çağrısında bulunan müezzinin sadâsını idrâk ettikleri an yer yüzünde büyük bir değişmenin vuku bulacağını bütün Ehl-i küfrün yılan ve akrep v.s. canavarlar gibi etrafınızı sarıp sizi soktuklarını ve parçaladıklarını görürsünüz.
İşte Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam ortaya çıkıp bu ulvî daveti yaymaya başladığı zaman dünyanın hali yukarıda zikredildiği gibi derhal değişiverdi. O münâdî, Aleyhisselâtü Vesselam kendisi bu davetin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Keza bu daveti duyanların onu nasıl karşılayacaklarını ve nasıl bir yola başvuracaklarını maksadlarının ne olacağını da çok iyi biliyordu. Bu itibarla bu davetin kendilerine zarar getireceğini, menfaatlerini zedeleyeceğini anlayanlar bu mübarek sadâyı yok etmek, yükselen ilâhî nuru söndürmek için gayret sarf ediyorlardı. Mâbed ve manastırlarda din işlerini yürüten dinî liderler bu sâdayı işitmekten nüfuz ve iktidarlarının düşeceği tehlikesini anlıyorlardı. Kabile ve aşîret reisleri de bu sâdanın kendi reisliklerini temelinden yıktığını görüyorlardı. Aynı şekilde faizci sermayedarlar aile ve mezhep itibariyle yüksek şerefe sahip olanlar vatan ve kavmiyetperestler insanlar tarafından kendilerine tahsis edilen bu imtiyazdan mahrum olacaklarını hissediyorlardı. Âba ve ecdâdından intikal eden örf, âdet ve bâtıl itikatlara bağlı ve bunlardan geleneklerinin tehlikede olduğunu görüyorlardı. Kısacası bütün sevdikleri ve bağlandıkları şeylerin ortadan kalkma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu açıkça görüyorlardı. Ma'bûd olarak ittihâz ettikleri putların yok olacağını da arılıyorlardı
Bütün bu farklı inançlar, gelenekler, kabîle ve aşiretlere mensup insanlar daha evvel senelerce biribirleri ile mücadele etmişlerdi. Fakat bu ilâhî davet başladığı zaman hepsi bir araya gelmiş, anlaşmış ve birleşmişlerdi. Müşterek düşman olarak gördükleri tehlikeyi ortadan kaldırmaya azmediyorlardı.
Yalnız bu ahvâl ve şartlar içinde Hak ve hakikatı gören temiz ziynetli sadakat sahibi olanlar hak ve hakikati öğrendikten ve onun tadını aldıktan sonra bütün şiddet, meşakkat, işkence ve zorluklara kemâl-i afiyet ile tahammül ediyorlardı. Hakikat âşıkı bu insanlar bu yolda ölümü bile hiçe sayıyor, belki seve seve can vermeye hazır idiler. Çünkü davalarının hakkaniyetine, hakka ve hakikate inanmışlardı. Hepsi o kadar.
İşin başında Allah (C. C.) ve Resulünün S.A.V. davetine uyanlar çok azdı. Fakat tedrîcen sayıları artıyor, tek tek, grup grup insanlar Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselama tabî oluyorlardı. Büyük bir imân ve şuur ile birleşiyor ve bir cemaat olmaya yönetiyorlardı. Hz. Peygamber Aleyhisselâtü vesselam hem onları fikren yetiştiriyor, hem de bu yeni cemaati organize ediyordu. Onların ameli ve hareketleri sayesinde ihlâs ve samimiyetlerinin bereketi ile iman nuru etrafa yayılıyordu. O nuru söndürmek veya yayılmasını önlemek isteyenler bütün şiddet ve tecavüzlerine rağmen iman edenlerin sayısı günden güne artıyordu, iman edenlerin bir çoğu işlerinden, makamlarından mal ve mülklerinden oluyor, bazıları evinden, yuvasından uzak düşüyor, bir kısmı eşinden dostundan ve yuvasından ayrı düşünüyor, nice kişiler dövüşüyor, yakılıyor, çeşitli işkencelere maruz kalıyor, kızgın kumlar üzerinde sürükleniyor, kızgın demir ile dağlanıyor, göğüslerine büyük taşlar konulmak suretiyle yakılıyorlardı. Çokları küfür ve hakaretlere marûz kalıyor, sokaklarda taşlanıyor, doğuluyor, soğuluyordu. Nicelerinin gözleri mil ile oyulmak suretiyle kör edilmiş ve görme nimetinden mahrum bırakılmıştır. Çoklarını bu davâdan vazgeçirmek için kendilerine kadın, mal ve rütbe teklif ediliyordu. Bütün bunlara rağmen hak ve hakikatten ayrılmıyorlardı.
Bütün bunlar hazmediliyordu. Hazmedilmesi de gerekirdi. Çünkü İslâm-î hareket tazyikler, baskı ve sıkıntılar karşısında ancak azamî sabır, itidâl ve mukavemet sayesinde ilerleyebilirdi. Keza : yeni dikilmekte olan İslâm idealinin fidanı da ancak bu nevî hasletler ile meyvesini verebilirdi. Esasen bütün bu musibetler ve zorlukların bir tek sebebi vardı. O da şu idi :
Bu zayıf iradeli, ahlâksız ve düşük insanlar o ulvî davete icabet etmek kudretini kendilerinde görmüyor, sarsılmaz iradeli, imanlı Hak ve hakikatten ayrılmayanların safına giremiyorlardı. Diğer taraftan bu direnme ve deneme neticesinde insanlık fezasında en parlak yıldızlar gibi parlayan ve insan neslinin zübde ve güzîdeleri olan bu insanlar o davetin verdiği saadeti anlayarak birer parlak elmas gibi ebede kadar insanlığın gözü önünde numune olarak kalacaklardır.
Evet, İslâm'ın o ulvî daveti böyle nezih ve yüksek karakter sahibi insanlara muhtaç idi. işin hakikati, bütün cemiyetlerde olduğu gibi ; burada da kötü insanlar arasından temizlerin ayrılması veya dürüst, sâdık ve muhlis azîm ve irâde sahibi, hak ve hakikat yolcuları olan insanların, bu deneme ve imtihanlar neticesinde saf altın gibi ayrılmaları idi. Hem öyle insanlar ki ; o davete icabet ettikleri an bu işkence ve zorluklara tahammül etmeyi göze almaları gerekiyordu. Doğrusu insafsız, zalim ve cebbar düşmanların işkencesine bu şekilde fedâkârâne ve can pahasına dayanmak gerçekten kolay bir şey değildir.
Bütün bunlardan başka şu hususu da gözler önüne arz etmek lâzımdır :
Allah'a C.C. ve Allah'ın C.C. gönderdiklerine inanan bu şahıslar şahsî maksat ve gayelerini veya nefsânî arzularını veyahut ailevî, ırkî ve kavmî çıkarlarını temin etmek için başlarına gelen musibetlere, eza ve işkencelerin tümüne mukavemet ve tahammül ediyor değillerdi. Bilâkis Allah (C. C.) 'in yolunda ve O'nun hesabına bu eziyet ve envaî türlü rezaletlere boyun eğdiler. Yalnız ve yalnız Allah (C. C.) için bu fedâkârlığa katlandılar O mübarek ve mukaddes yolda olmakla düşük ziynetli sapık insanların hücumlarına hedef oluyorlardı. Bu onların imanlarının kuvvetlenmesine vesîle oldu. Dünyanın şiddetle muhtaç olduğu yüce makama hasrederek o muktedir varlığını buldu. Onların bu sıkıntılara müptela olmaları onlara temiz ve yüksek İslâm ahlâkını kazandırdı. Yüksek bir tefekkür ve aksiyon kabiliyetini, sağlam bir inanç ve itikadı kazandırdı. Allah C. C. aşkı onların zihinlerinde ve şuurlarında yerleşti. Gönülleri ve ruhları İslâm'ın fikir, irfan ve marifet kaynağı ile dolup taştı. Bu sisteme olan iman ve inançları kan ve kemiklerine bile nüfuz etmişti.
Evet, İslâm fikriyatının zuhuru ve inkişâfı tamamen bu işkence, eziyet, mihnet ve meşakkatin tabi! sonucu idi. Çünkü mukaddes ve ulvî bir hedefe yönelen ve bu niyet ile yola çıkan bir insan açlık, susuzluk ve gariplik gibi pek çok güçlüklerle karşılaşır. Bir çok mücadele safhalarından geçmesi, bütün meşakkat, mihnet ve musibetlere tahammül etmesi gerekir. Böyle kimselerin edindikleri tecrübelerin tesiri ile mukaddes gaye ve ulvî maksatlarına olan muhabbetlerinin kat kat yükselmesi, çoğalması bunun tabiî sonucudur. Neticesinde de başka bir şahsiyet meydana çıkacaktır. Bu yeni şahsiyet elbette ki hedef ve gayeye uygun özel bir kalıpta yoğrulmuş olacaktır, öyle ki; o şahsın o gaye ve maksadın hedef ve yolundan dönmesine artık imkân kalmaz.
İşte İslâm'ın mübarek ve mukaddes şerîati böyle şahsiyetleri yetiştirmek ve böyle seciyyeleri korumak için müslümanlar üzerine günde beş vakit namazı farz kılmıştır. Bu vesile ile bütün fikirler ve görüşleri aynı ulvî hedefte toplanmış olsun. Bütün azîm ve gayretleri, kuvvet ve maksatları mukavemet ve istikamet ile arzu ve gayeye vuslatta birleşsin, İtikad ve imanlarından gelen kulluk ve muhabbet bağlarını yeniden gizli ve aşikâr, yerde ve göklerde olan bütün ruhanî mahlukların kuvvetlerinin ihtiyarına tabî olduğu İslâmî tefekkür ve düşünce böylelikle vücud hakimiyetinin vuslatını düşünüp itiraf ettikten sonra bütün irade ve muhabbeti ile onun iradesine teslim olmuş olsun.
İslâm şerîati müslümanların dinî duygu ve imanlarını takviye etmek için beş vakit namazı farz kılmıştır. Bu dünyada Allah'ın C.C. emirlerine inkiyâd için namaz kılmayı va'd etmişlerdir. Yani namaz bir bakıma Allah (C. C.)'ın emirlerine itaatin bir sembolüdür. O Allah (C. C.) ki bilinen ve bilinmeyen âlemlerin sahibi, gizli ve aşikâr her şeyi gören ve bilen ceza gününün hakimidir. Kulları üzerinde her kudrete sahiptir.
Kısacası bu ibâdetten yegâne maksat müslümanların Allah (C. C.)'ın emir ve hükümlerinden başka hiç bir kanuna ve kanun vaz eden makamlara itaat etmemelerini temin etmektedir.
Evet, bisetin başlaması ile İslâm'ı bağırlarına basanlar ve Kelime - i Tevhid'e iman edenler yukarıda arz olunduğu tarzda terbiye gördüler. Diğer taraftan bu eşsiz terbiyenin yayılması tebliğ ve propagandası müessir bir âmil idi. Çünkü cemiyet gözü ile görüyordu ki kendilerinden olan bazı insanlar bu davete kapılıyor, İslâm'a dehalet ettikten sonra bütün işkence ve sıkıntılara rağmen imanlarında en ufak bir sarsıntı olmuyor, çelik gibi imanları her türlü baskıya kâfi geliyordu.
Tabiî ki ; bu husus onların (kâfirlerin) fikirlerini çok meşgul ediyordu. Para ve pul, evlat ve iyâl, şan ve şöhret, kadın ve cariye kazanma gibi nefsânî arzuların sükût ettiğini bütün bunlardan el etek çekmeleri icap ettiğini gördüler. Diğer taraftan imanlarını muhafaza uğrunda her çeşit işkenceyi gönül rızası ile kabul eden kimselerin meftun olarak cazibesine kapıldıkları davânın hakkâniyyetine ve doğruluğuna delil oluyordu. Davaya karşı alâka ve tecessüsleri de artıyordu. LA İLAHE İLLALLAH mefhumunun hakikatini anlar anlamaz onların da hayatında bir inkılap ve bir değişme oluyordu. Az zamanda bu inkılap bütün ruhlarına nüfuz ediyor, kalplerine kök salıyordu. Bu mübarek kelime uğrunda dünyadan ellerini çekiyor, mal, can, evlat ve iyâl gibi dünyanın bütün lezzetlerini terk ediyorlardı. Bu iman ve akidenin nuru kalplerinin kasvetini yok ediyor, cehalet perdesini gözleri ve fikirleri önünden kaldırıyordu. Sonra da "vecilet kulubühüm " âyetinin izah buyurduğu gibi hakkın tecellîsi kalplerini açıyordu.
Bu nevi temiz kalpli ve dürüst insanların yanında mezaristan da yatan atalarının kemikleri ile öğünen cahiliyetin reislik gururuna kapılan, şehvanî arzuları peşinde koşan ve dünyevî lezzetlerin gözlerini kör ederek, hak ve hakikati görme hissinden mahrum olan, başka bir grup insan daha vardı. Fakat bu hastalığa kapılmayanlar kendi kendilerine bu davete kapılıyorlardı. Diğer bir gurup da güçleri olduğu müddetçe İslâm'a karşı direndiler. Sonunda hakkın azamet ve celâleti karşısında eğildiler. Nihayet öyle bir an geldi ki yalnız fıtrî ve temiz karakterlerden, selim akıl ve fikirden, doğruluktan ve temiz kalplilikten mahrum olanlar İslâm nimetinden mahrum kaldılar.
Diğer taraftan cereyan eden bu olaylar içerisinde cemiyete arz olunan bu davanın hak ve hakikat olduğunu apaçık bir şekilde meydana koyan Hz. Peygamber Aleyhisselâtü Vesselâm'ın numune olan yaşayışı idi. Çünkü Resulu Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm'ı dinleyen, sözlerini işiten, mübarek cemâlini, hareket ve amâlini gören, sade yaşayışına, örnek âdetlerine ve temiz ahlâkına şahit olan herkes O'nun parlak hayatının berrak aynasında İslâm güneşinin mana ve mahiyetini, özünü ve hakikî ruhunu kolayca anlayabiliyor ve en güzel bir numunede açık ve mücessem olarak görebiliyordu, bu mühim mevzu her ne kadar etraflıca açıklanmaya muhtaç ise de bu bahsi kısa keserek esas maksada müteveccihen diğer mühim işleri gözden geçirelim:
Nübüvvet şafağının doğmasından önce yani kâinatın Efendisi cihana ışık ve hayat saçan İslâm'ın güneşi Hz. Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselama Risâlet gelmezden evvel Hicaz'ın zenginlerinden ve sermayedarlarından biri olan, eşi Huveylid'ın kızı Hz. Hatice (R. Anhâ) nın kendisine verdiği mal ile ticaretle iştigâl ediyorlardı. Fakat Cenab - ı Allah O'nu hak kelimeye ve yola davet etmeye memur edince ticaret işi aksadı. Diğer taraftan Hz. Resul (A. S.) İslâm'ı tebliğ etmek için bir inkilâb harekâtına başlaması bütün Arabistan'dan O'nun aleyhine bir birleşme, uyanma ve silâhlanma hazırlıkları başladı. Fiilen harekete geçti. Hz. Resul-i Ekrem (A. S.) ve eşi Hz. Hatice (R. Anhâ) gönül hoşluğu ile, seve seve davet ve propaganda yolunda mallarını harcadılar, öyle bir an geldi ki kâinatın efendisi (A. S. V.) tebliğ için Taife gitmesi icabediyordu. Bir binek hayvanı bile yoktu. Mecburen yaya olarak yola koyulmuştu. Halbuki düne kadar Hicaz'ın en zengin tüccarı, kazancı, mal ve mülkü en çok olanların başında geliyordu.
İşte o, bu durumda iken Kureyş ululaları yanına gelerek O'na şöyle bir teklifte bulundular :
Eğer bu davada gayen mal, mülk, servet sahibi olmak ise sana o kadar mal toplayalım ki hepimizden daha zengin olasın. Eğer maksadın şan, şeref ve makam sahibi olmaksa sana mutlak bir reislik verelim ve senin emir ve iznin olmaksızın hiç bir işe teşebbüs etmeyelim. Ve senin emrinden asla dışarı çıkmayalım. Sultanlık istersen seni başımıza sultan olarak dikelim. Yok eğer kadın istiyorsan seninle evlendirmek üzere memleketin en güzel kızlarını getirelim."
Bütün bu teklifler kendisine arz edildi. Ama Allah (C. C.) 'in beşeriyeti ; küfrün ve cehaletin pençesinden, çaresizlikten ve biçarelikten kurtararak,
nâtın Efendisi cihana ışık ve hayat saçan İslâm'ın güneşi Hz. Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselama Risâlet gelmezden evvel Hicaz'ın zenginlerinden ve sermayedarlarından biri olan, eşi Huveylid'ın kızı Hz. Hatice (R. Anhâ) nın kendisine verdiği mal ile ticaretle iştigâl ediyorlardı. Fakat Cenab - ı Allah O'nu hak kelimeye ve yola davet etmeye memur edince ticaret işi aksadı. Diğer taraftan Hz Resul (A. S.) İslâm'ı tebliğ etmek için bir inkılap harekâtına başlaması bütün Arabistan'dan O'nun aleyhine bir birleşme, uyanma ve silâhlanma hazırlıkları başladı. Fiilen harekete geçti. Hz. Resul-i Ekrem (A. S.) ve eşi Hz. Hatice (R. Anhâ) gönül hoşluğu ile, seve seve davet ve propaganda yolunda mallarını harcadılar, öyle bir an geldi ki kâinatın efendisi (A. S. V.) tebliğ için Taife gitmesi icabediyordu. Bir binek hayvanı bile yoktu. Mecburen yaya olarak yola koyulmuştu. Halbuki düne kadar Hicaz'ın en zengin tüccarı, kazancı, mal ve mülkü en çok olanların başında geliyordu.
İşte o, bu durumda iken Kureyş ululaları yanına gelerek O'na şöyle bir teklifte bulundular :
Eğer bu davada gayen mal, mülk, servet sahibi olmak ise sana o kadar mal toplayalım ki hepimizden daha zengin olasın. Eğer maksadın şan, şeref ve makam sahibi olmaksa sana mutlak bir reislik verelim ve senin emir ve iznin olmaksızın hiç bir işe teşebbüs etmeyelim. Ve senin emrinden asla dışarı çıkmayalım. Sultanlık istersen seni başımıza sultan olarak dikelim. Yok eğer kadın istiyorsan seninle evlendirmek üzere memleketin en güzel kızlarını getirelim."
Bütün bu teklifler kendisine arz edildi. Ama Allah (C. C.) 'in beşeriyeti ; küfrün ve cehaletin pençesinden, çaresizlikten ve biçarelikten kurtararak,omuzlarındaki ağır yükü indirip ellerine ve ayaklarına vurulan esaret zincirini kırsın diye seçmiş olduğu bir kimse bu tekliflere kanar mı idi. Kendisine gelecek her türlü belâ, işkence ve eziyetlere doğulup sövülmelere rıza göstererek bu tekliflere karşı şu cevabı verdi :
"Ne söylüyorsunuz ? Ben ne sizin malınızı isterim, ne saltanatınız ve ne riyasetinizi. Allah (C. C.) beni, sizleri inzâr etmek için gönderdi. Ayrıca bans bir kitap göndererek onunla sizleri müjdelemek ve ikâz etmeye memur etti. Yani sizlere Allah'ın nimetinin müjdesini veriyor, şiddetli azabı ile ikâz ediyorum. Âlemlerin Rabb'inin haberlerini tebliğ ederek sizlere vaz-u nasihat ediyorum. Eğer getirdiğim ve duyurduğum şeylere inanırsanız dünya ve ahiret saadetine kavuşursunuz. Yok, eğer reddetseniz benim ve sizin hakkınızda Allah'ın nasıl bir hüküm göndereceğini sabırla bekliyorum.)
"Müminler ancak onlardır ki, Allah (C. C.) anıldığı zaman yürekleri titrer, karşılarında âyetleri okununca (bu), imânlarını arttırır, onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler." (El- İnfak suresi âyet 2)
(*) Bu kısım Hilâl mecmuası sayı 85 den iktibas edilmiştir.
Kitap İçeriği