HERKESE İYİLİK YAPMAK
Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm...
Bismillâhir rahmânir rahîm...
Elhamdü lillâhi rabbil alemîn... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves
salâtü ves selâmü alâ seyyidil evvelîne vel âhirîn, muhammedin ve âlihî ve
sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid dîn... Emmâ ba'd:
Aziz ve muhterem kardeşlerim!..
Dünden beri başladığımız bir kitap var; Hazret-i Ali Efendimiz'in
vecîzelerini ihtiva ediyor. Her akşam bu vecizelerden bir miktar okuyacağız ve
açıklamasını yapacağız. Çünkü, Hazret-i Ali Efendimiz'in sözleri çok güzel,
vecizeleri gerçekten çok mükemmel sözler... Hem Arapçasını ezberlemek lâzım, hem
de Türkçe mânâsını ezberlemek lâzım!.. Bunları hatırda tutmak lâzım!.. İnsanın
bu nasihatleri öğrenip uygulaması lâzım!..
Bir de, Hazret-i Ali Efendimiz'i seven insanlar var... Dünyanın her yerinde,
"Biz Hazret-i Ali Efendimiz'e bağlıyız!" diyen insanlar var... Onların da
bunları iyice öğrenmesi lâzım!.. O bakımdan bu vecizeleri bahis konusu ediyoruz,
vaaz konusu yapıyoruz. "Her akşam yarım saat kadar, üç dört tanesini okuyup
izahını yapacağız." diye karar verdik. Dün ilk dersimizi yaptık, bugün ikinci
derse geldik.
Buyuruyor ki Hazret-i Ali Efendimiz:
1. (Üfdul alâ men şi'te tekün emiruhû, vestağni ammen şi'te tekün
nazîruhû, vahtec ilâ men şi'te tekün esîruhû)
Bu söz, bu vecîze güzel bir söz... Vecîze demek; veciz olarak, kısa olarak
söylenmiş ama, mânâsı çok derin, geniş olan söz demek... Burada görüleceği gibi,
sözün hem edebî değeri çok yüksek, --söz sanatları bakımından, belâğat, fesahat
ve edebî sanatlar bakımından değeri yüksek-- hem de mânâsı çok güzel, mânâ
itibariyle derin...
Şimdi burada görülüyor ki, müsecca' bir nesirdir. "Emîruhû, naziruhû,
esîruhû" kelimelerinde, düz yazının şiire benzeyen şeklini kullanmış Hazret-i
Ali Efendimiz... Şâhâne bir ifade...
(Üfdul alâ men şi'te) "İstediğin kimseye, kimi istiyorsan ona
fazilette bulun!.. Bir bağışta, bir ikramda bulun, iyilik yap!.. (tekün
emîruhû) Onun komutanı olursun, sahibi olursun, efendisi olursun!.." Emir,
emreden kişi demek... Neden?.. İyilik yaptığın kimse seni sever, sana kalbi
açılır... Sana medyûn-u şükrân olur, şükran borcuyla dolar... "Bak, bu bana
iyilikte bulundu!" der. Sen de artık, adetâ onun komutanı gibi olursun. Seni
kırmaz, ne dersen yapar. "Gel şuraya gidelim!" dersin; gider. "Gel şunu
yapalım!" dersin; yapar. Senin hatırını kollar.
Demek ki, kime iyilik yaparsan yap; --istediğine yap, istemediğine yapma--
iyilik yaptığın kimseye sen hakim olursun, sahib olursun, efendisi gibi olursun,
komutanı gibi olursun... Sözün ona geçer.
İkincisi:
(Vesta'ni ammen şi'te) "Kimin dengi olmak istiyorsan, ondan müstağni
ol!.. Onunla hiç alışverişin olmasın, ona bir ihtiyacın olmasın; (tekün
nazîruhû) onun dengi olursun, eşi olursun, mukabili olursun!.."
Yâni, adam padişah bile olsa; sen eyvallah etmezsen dengi olursun... Zengin
bile olsa, eyvallah etmezsen dengi olursun. Sen müstağni olduğun için, senin
onunla bir ilgin olmadığı için, sen rahat olursun; onun karşısında kendini aşağı
görmezsin, daha düşük görmezsin. O da sana bir şey yapamaz! Çünkü, sen ondan bir
şey istemiyorsun, bir şey ummuyorsun... Bir şey ummadığın için, onun dengi
olursun.
(Vahtec ilâ men şi'te) "Kimi istiyorsan, ona da muhtaç ol; (tekün
esîruhû) onun esiri olursun!" Birisine muhtaçsan, peşinde dolaşır durursun.
O da seni dolaştırır durur, yalvarttırır durur. Sen onun bağlısı, bağımlısı,
esiri, kölesi gibi olursun; muhtaç olduğun için... Kızıyorsun, ayrılacaksın;
ayrılamazsın, rest çekemezsin. Neden?.. Muhtaçsın, ihtiyacın var ona... Esiri
olursun.
Başından bir daha açıklayalım:
"Dilediğine iyilik yap; onun sahibi, emiri olursun!.. Dilediğinden müstağni
ol, hiç ihtiyaç duyma, ona karşı kendini ondan hiç bir şey istememe durumunda
tut; onun dengi olursun!.. Dilediğine muhtaç ol; onun esiri olursun."
Burdan anlaşılıyor ki: Hangisi daha iyi?.. En iyisi herkese hakim olmak,
herkese sahip olmak, herkese komutan olmak, herkese sözünü geçirmek?.. O zaman
ne yapmak lâzım?.. İyilik yapmak lâzım!.. Gayet kolaydır insanların yönetimi...
(El'insânü abdül ihsân) "İnsanoğlu iyiliğin kölesidir!" denilmiştir.
İyilik yaptın mı bağlanır sana, sever seni... Böylece dost olursun.
Demek ki, insanlara kendini sevdirmenin, insanlara sahip ve hakim olmanın
yolu; iyi insan olmaktır, iyilik yapmaktır. Önüne gelene, bildiğine bilmediğine,
tanıdığına tanımadığına, yapabildiğin kadar iyilik yapmaktır. Yâni, hiç
tanımadığın birisine bile...
Sabahleyin buraya geliyordum. Baktım elinde telsizi olan bir adam... İlkönce
kocaman sakalını gördüm, "Galibâ bizden bir müslüman!" dedim. Sonradan telsizi
görünce, "Galibâ buranın sorumlusu..." dedim. Sakalı bunlar da bırakabiliyor.
"Esselâmü aleyküm diyecektim, demedim; "Good morning!" dedim. Ooo... Hemen çok
memnun oldu, o da "Good morning!" dedi. "How are you?.." dedi, bilmem ne dedi...
Baktım, bir selâmcıktan sonra bile, bir merhaba demekten bile bir yakınlaşma
oldu. Yanındaki bir şeyden ona ikram ediversen, veya bir iyilik yapıversen;
yükünü taşıyıversen, kapısını açıversen veya bir ihtiyacı olduğu sırada yardım
ediversen, o zaman daha iyi olacak.
Ben bunu hayatımda kendim çok denedim ve bir çok yerde insanlara iyilik
yapmanın çok faydasını gördüm. Tabii, insanın iyiliği, karşısındakini esir etmek
için yapması da İslâmî bakımdan doğru değil! İnsan iyiliği Allah için yapmalı!..
Karşısındaki iyiliği kabul etse de, etmese de yapmalı; anlasa da, anlamasa da
yapmalı; kendisine iyi davransa da, davranmasa da yapmalı!.. Neden?.. "Ben Allah
için yapıyorum, ondan bir karşılık beklemiyorum!" diye düşünmeli!..
Hazret-i Ali Efendimiz'in cömertliğiyle ilgili bir ayet-i kerime olduğunu
bildirmiştim dün akşam... Onların her akşam kapılarına gelen miskine, yetime,
esire sofralarındaki yemeklerini verdiklerini anlatmıştım. O ayet-i kerimelerin
devamında buyuruluyor ki, bismillâhir rahmânir rahîm:
(İnnemâ nut'imüküm livechillâh) "Biz bu soframızdaki yemekleri size
Allah için veriyoruz, Allah rızası için veriyoruz. (lâ nürîdü minküm cezâen
velâ şükûrâ) Sizden bir karşılık da beklemiyoruz, teşekkür de beklemiyoruz."
İster teşekkür edin, ister etmeyin!.. İster bizi bilin, ister bilmeyin!.. Yâni,
ben kapının arkasından da verebilirim, beni bilmen de şart değil... Öyle
insanlar var ki, geceleyin karanlıkta gidiyor, fakire veriyor vereceğini,
vereceği sadakayı... İstiyor ki, kimse bilmesin...
Şöyle bir menkabe okumuştum: Evliyâullahtan birisi bir şehre geliyor... Orda
bir talebesi varmış, bir zaman gelmiş, yanında okumuş, filân... Tanıdığı bir
talebesi, bir kimse...
Sormuş:
--Bu şehirde şöyle bir şahıs var mı?..
--Var...
--Onunla görüşmek istesem görüşebilir miyim?
--Hapiste, hapse tıktılar onu...
--Niye hapse tıktılar? Bir şuç mu işledi; bir hırsızlık, bir kanunsuzluk mu
yaptı?..
--Hayır! Birisine borcu vardı, ödeyemedi. Borcunu ödeyemediği için, hapse
tıktılar.
--Yaaa!.. Sırf bu sebepten mi?..
--Evet, bu sebepten...
--Kime borcu vardı?
--Falanca adama...
Derhal gidiyor o adama:
--Hapse tıkılan filânca kimsenin sana şu kadar borcu varmış; öyle mi?..
--Evet var!..
Tıkır tıkır parayı veriyor, "Git onu çıkart!" diyor. Adam da tabii, parayı
aldığı için gidiyor, "Tamam, ben paramı aldım; çıkabilir!" diyor. Fakat, parayı
ödeyen hocası, o evliyâullahtan olan zat, hiç kendisi hakkında bilgi vermeden,
kendisinin oraya geldiğini söylemeden, kendisinin ismini vermeden, o talebesiyle
de görüşmeden, şehirden ayrılıp gidiyor. Neden?.. İyiliği kendisinin yaptığını
bilip de teşekkür etmesin, mahcub olmasın, medyûn-u şükrân olmasın diye yapıyor.
(İnnemâ nut'imüküm livechillâh, lâ nürîdü minküm cezâen velâ şükûrâ)
"Biz yaptığımız işi Allah rızası için yaparız; teşekkür beklemeyiz, karşılık
beklemeyiz!"
"Ben ona bir tepsi baklava gönderdim; o da bana herhalde birbuçuk tepsi
kadayıf gönderir." filân gibi bir hesap yakışık almaz. Öyle bir şey yok; Allah
rızası için veririz biz!.. Amma, kaide olarak sen bir insana bir iyilik yaptın
mı, o da seni sever. Sen onun emiri olursun, komutanı olursun, sahibi olursun,
efendisi olursun. Kaide budur.
Tabii, onların sahibi, efendisi olayım diye de iyilik yapanlar, parayla
insanları satın alanlar çıkabilir. Bu tutmaz! Bu niyet bozukluğu bir yerde
anlaşılır. Bir yerde cılkı çıkar, patlak verir... Sonunda iş tatsızlığa gider.
Neden?.. Allah rızası için yapılmayan, ihlâsla yapılmayan bir işin sonundan
hayır gelmez de ondan... O halde ne yapmalıyız?.. İhlâsımıza sahip olmalıyız,
kalbimiz ihlâslı olmalı, iyi niyetli olmalı, Allah rızâsı için olmalı!..
Onun için, biz her şeyde diyoruz ki:
(İlâhî ente maksûdî ve ridâke matlûbî) "Yâ Rabbi, benim maksûdum
sensin! Ben senin rızanı istiyorum!" Yâni, bütün cihan halkı bana kızsa, ama sen
sevecek olsan; senin sevdiğin şeyi söylerim, yaparım!.. Bütün cihan halkı beni
sevecek olsa, beni başkan seçecek olsa, benim etrafımda toplanacak olsa; beni
paraya gark edecek olsa, zengin edecek olsa, ihyâ edecek olsa, senin sevmediğin
bir sözü söylemem!.. Halkın teveccühünü kazanacağım diye, seni kızdıracak, senin
gazabına uğratacak işi yapmam!.. Halk bana kızacak, halkın karşısında pozisyonum
bozulacak diye de, senin rızana uygun olan sözü söylemekten geri durmam!..
Asıl müslüman böyle yapar, asıl müslümanın hâli, şânı ve işi budur!.. İhlâsla
yapar, iyi niyetle yapar, Allah için yapar!.. Kimseden korkmaz, kimseye
eyvallahı yoktur. Padişah olsa, dobra dobra doğruyu söyler. "Çok da mağrur olma
şâhım, senden büyük Allah var!" diye bağırırlarmış padişaha... Cuma namazından
çıktıktan sonra, bağırırlarmış böyle... "Çok mağrur olma padişahım, sen büyüksün
ama, senden büyük Allah var!.. Sen de onun kulusun nihayet..." derlermiş.
Padişahın karşısında dobra dobra konuşabilirlermiş.
Büyüklerden bir tanesi eski zaman halifelerinden birisinin yanına girmiş.
--Hoşuma gidiyor muamelesi... İsmi var, mâlûm; kim olduğu belli ama, hikâyesi de
uzun ama, ben kısaca söyleyeyim: Hükümdar, Emevî hükümdarı... Suriye, Ortadoğu,
Mısır, Arabistan, İran, Anadolu... Her taraf emrine girmiş olan büyük bir
devletin başkanı...-- "Selâmün aleyküm ey filânca!" diye ismiyle hitab etmiş.
Hooop... Mindere oturmuş, kıpkırmızı olmuş halife sinirinden... Nerdeyse celladı
çağıracak... Meşhur bir alim... Kolay kolay da bir alimi öldürmezler. Yâni, halk
ayaklanır. Onu da düşünürler, hesaplarını yaparlar. Kıpkırmızı olmuş. Biraz
kızgınlığını yutmuş, demiş ki:
"--Sen bana niye 'emîrel mü'minîn' demedin de ismimle hitâb ettin?.."
Onların vasfı o... "Yâ emîrel mü'minîn, esselâmü aleyke! Ey mü'minlerin
komutanı, başkanı, emiri! Sana selâm olsun!" diyecek.
Demiş ki:
"--Dışarda ben halkla konuştum. Mü'minler senden memnun değil ki, ben sana
"emîrel mü'minîn" diyeyim!.. İstemiyorlar ki seni... Ondan 'emîrel mü'minîn'
demedim" demiş.
Sonra demiş ötekisi tekrar:
"--Niye ben emir vermeden, müsaade etmeden karşıma geçtin, oturdun? Niye
ayakta durmadın?.."
"--Sebebini söyleyeyim: Peygamber Efendimiz'in hadis-i şerifi var...
'Cehennemlik bir insan görmek isteyen, kendisi otururken karşısındakini ayakta
tutan, oturtmayan kimseye baksın!' buyurmuştu Peygamber Efendimiz... Onun için,
seni cehennemlik duruma düşürmemek için oturdum." demiş.
Tabii, bir şey diyemiyor bu sözün karşılığında... Daha başka bir sürü söz
söylemiş emîrül mü'minîne... Şöyle demiş, böyle demiş, nasihat etmiş. Adam
ağlamış.
Eh, bakın alimin tavrına... Neden?.. Ondan bir şey beklemiyor; mevki
beklemiyor, makam beklemiyor, para beklemiyor, pul beklemiyor... Onunla bir
ilgisi yok... İnsan birisinden bir şey beklemedi mi; o zaman çok rahat olur, çok
serbest olur. Evet: "Kimin kulu olmak istiyorsan, ona muhtaç ol!.. Kiminle denk
olmak istiyorsan, ona ihtiyacın olmasın!.. Kimi kendine kul etmek istiyorsan,
ona iyilik yap!" demek... Yâni, bu sözün kısacası bu...
Hazret-i Ali Efendimiz'in bu nasihatinden nasıl istifade etmemiz lâzım?..
Bundan çıkacak olan ders: "Mümkün olduğu kadar herkese iyilik yap amma, kimseye
muhtaç olmamağa çalış!.. Sabret, derdini kimseye açma, kimseye el açma, kimseye
muhtaç olmamağa çalış!" Muhtaç oldun mu, yandın... Allah kimseye muhtaç
etmesin... Hani derler ki: "Nâmerde değil, merde bile muhtaç etmesin!" Nâmerde
muhtaç oldun mu, yanarsın zâten... Adam nâmert, kalleş, karaktersiz... Ona
muhtaç oldun mu, perişan olursun. Nâmerde değil, merde bile muhtaç etmesin
Allah...
"Yâ Rabbi, dert verip derman aratma!.. Fakirliğe düşürüp, kapı kapı
dolaştırma!.." diye dua ederler. Doğrudur o dua...
Hazret-i Ali Efendimiz'in bu sözü de güzel, edebî değeri yüksek bir
vecîzedir. Arapçasını yine kardeşlerimiz yazsınlar!..
Bundan sonraki sözü:
2. (Levlâ da'ful yakîn, mâ kâne lenâ en neşkû ve mihnetin yesîreh,
mihneten yesîreten nercû fil âcili sür'ate zevâlihâ ve fil âcili azime sevâbihâ
beyne ed'afu niamin lev ictemea ehlüs semâvâti vel ardı alâ ihsâihâ mâ vefâ bihâ
fadlen anil kıyâmi bişükrihâ)
Bu uzunca bir sözü ama, --açıklayacağım şimdi-- mânâsı güzel...
(Levlâ da'ful yakîn) "İmandaki zayıflık olmasaydı, (mâ kâne lenâ en
neşkû ve mihnetin yesîreh) küçücük bir dünya sıkıntısından şikâyet etmezdik.
İmanımızdaki zayıflık olmasaydı, küçücük bir dünya sıkıntısından şikâyetçi olma
durumuna düşmezdik biz insanlar...
(mihneten yesîreten nercû fil âcili sür'ate zevâlihâ) Öyle bir küçük
dünya sıkıntısı ki, bu sıkıntı bu dünyada uzun zaman devam etmez; bir zaman
sonra sür'atle geçip gider. Yok olacak... Bir imtihandır gelip geçecek... (ve
fil âcili azime sevâbihâ) Ve ahirette de büyük sevabı olacak... Neden?..
Dünyada çekilen hastalıkların, sıkıntıların, üzüntülerin, Allah ahirette çok
büyük mükâfatını verecek sabredenlere... Ne diyor Kur'an-ı Kerim'de Allah-u
Teâlâ Hazretleri:
(İnnemâ yüveffes sâbirûne ecrahüm bigayri hisâb) "Herkese hesapla,
miktarla, ölçüyle, katsayıyla sevap verir de Allah; sabredenlere katsayısız,
hadsiz hesapsız sevap verir!" Sabredenlerin sevabı çok...
Eyyûb AS meselâ... Eyyûb Peygamber, Allah'ın çok sevdiği ve çok medhettiği
bir peygamber... Öyle hastalıklara düşmüş ki, oturduğu şehirden, şehrin
çöplüğüne çıkartmışlar. Şehrin dışında, orada barınmış. Kimse gitmiyormuş
yanına, hastalık kendilerine de bulaşmasın diye... Bir karısı gelip gidiyormuş.
Malları telef olmuş, evlâtları ölmüş, kendisi hastalanmış, şehrin dışına atılmış
ama; sapasağlam kulluğunda!.. Sabrında hiç azalma olmamış, senelerce bunu
çekmiş. Çeşitli rivayetler var, kaç sene çektiğine dâir... Sonra düzelmiş
hepsi...
Sabretmenin çok sevabı var... Küçücük şeylere sabredemiyoruz. İncir
çekirdeğini doldurmayan şeyden, sevapları kaçırıyoruz elden... İşte bundan
dolayı, burda diyor ki Hazret-i Ali Efendimiz: "Eğer imanımızda zayıflık
olmasaydı; şu dünyadaki çabucak geçeceğini bildiğimiz, ama ahirette de Allah'ın
çok sevap vereceğini bildiğimiz ufak bir imtihandan dolayı şikâyetçi olmazdık.
Olmamamız lâzım!.."
(beyne ed'afu niamin) O sıkıntıların ahiretteki sevabı o kadar çok ki,
kat kat... O sıkıntılara karşılık, kat kat nimetler verecek Allah... (lev
ictemea ehlüs semâvâti vel ard) Yer ve gök ehli bütün mahlûkat bir araya
gelip toplansalar; (alâ ihsâihâ) bu belâya uğrayıp sabretmiş mü'min kula,
Allah'ın ahirette vereceği sevapları sayıp dökmek için, gökteki yerdeki
mahlûklar hepsi toplansalar; (mâ vefâ bihâ) bu sevapları sayıp
bitiremezler. Bu bu kadar kalabalık... (fadlen anil kıyâmi bişükrihâ)
Şükrünü edâ etmek mümkün değil... Daha, Allah'ın orada vereceği nimetleri,
göklerin yerlerin ehli toplansalar sayamazlar. Sayamayız.
Yâni, "Allah'ın ahirette, gökteki yerdeki varlıkların saymağa kalkışıp da
saymayacağı, şükrünü edâ edemeyeceği kadar kadar çok büyük, kat kat nimetlerle
mükâfatlandıracağı; dünyada da sür'atle gelip geçecek ufacık bir imtihandan
dolayı şikâyetçi olmazdık; eğer imanımız zayıf olmasaydı..."
Haa, imanı kuvvetli olsaydı ne olacaktı?.. İmanı kuvvetli olsaydı;
(Ve bil kaderi hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ) diye Amentü'de
saydığı kaderin bir cilvesi olduğunu, Allah tarafından alnına yazıldığını, bu
hayatın bir imtihanı olduğunu bilecekti. "Allah'tan geldi." diyecekti,
sabredecekti, şikâyetçi olmayacaktı. İmanı kuvvetli olsaydı, sabredecekti. E
acıyor, ağrıyor midesi; derdi büyük...
--Sen benim başıma gelen belânın ne kadar ağır olduğunu biliyor musun?..
--Tamam biliyorum, ne yapalım?.. Herkesin başına çeşit çeşit belâlar geliyor.
Kimisinin annesi vefa ediyor, kimisinin evlâdı vefat ediyor... Biz dünyada en
rahat insanlarız şurada... İşte bak, Bosna-Hersek'teki insanlardan hergün gelen
haber bültenlerinde; top atışı, savaş, üzüntü, ölü, yaralı... Onların
haberlerini duyuyoruz her gün... Yâni, şurada dünyanın en rahat insanıyız ama,
yine sabredemiyoruz.
Hac yapıyoruz; hac seyahati çok büyük imtihan...
--Haccı niçin yapıyorsun, sen burada rahatına baksan ya?..
--E, Allah emretmiş diye yapıyorum, farz diye yapıyorum.
--Orası rahat değil, biraz sıkıntıları var haccın...
--Olsun, ben sıkıntılara katlanırım. İbadettir. Allah'ın emrini yerine
getireyim... Rasûlüllah'ın gezdiği diyarları göreyim... O Arafat'ta durayım,
tavafımı yapayım... O Kâbe-i Müşerrefe'mi göreyim, o Hacer-İ Esved'imi öpeyim...
--Tamam, güzel, aferin!.. İyi, bak maşaallah!..
Adam burdan bu niyetle yola çıkıyor hac yolculuğuna... Sağla kavga ederek,
solla kavga ederek, uğraşarak didinerek, mücadeleyle, hak yiyerek, haksızlık
yaparak, iterek kakarak yolculuk yapıp geliyor. Dost gittiği insanlarla dargın
dönüyor. Ne oldu?.. İmtihanı kaybetti. Allah imtihan ediyor, Allah'ın imtihanı
bu...
Hac yolculuğu, şurdan adımını atmağa başladın mı; imtihan... Mutlaka senin
zıddına gidecek şeyleri Allah karşına çıkartacak, imtihan edecek seni; "Bakalım,
benim kulum âşık-ı sâdık mı?" diye... Sabredemiyor ve böyle arkadaşların arasına
giriyor insan... Çeşitli imtihanlar oluyor.
Geçenlerde bizim böyle bir aile kampımız oldu. Çocuğun birisi duvardan düştü.
Hadiii... Ödümüz patladı. Eyvah!.. Biz bir iyilik yapalım derken, bu çocuk
ölürse... Elimizi açtık, dua ettik, "Aman yâ Rabbi, bu çocuk ölmesin!.." diye...
Birkaç bakımdan ölmesin; hem yazıktır ölmesin, hem de zehir olacak bütün kamp
ahalisine... Ama, annesi babası sağlam... Yâni, maşaallah, çok sağlam
insanlarmış, mert insanlarmış. "Gık" demediler, "Ne yapalım, kaderdir." dediler.
Çocuk da sapasağlam, turp gibi maşaallah; bir şey olmadı.
Allah çocukları böyle lastik gibi dayanıklı malzemeden yapıyor. Düşüyorlar,
kalkıyorlar, kırılıyorlar, sarılıyorlar... Yine maşallah, koruyor Allah-u Teâlâ
Hazretleri...
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Hazret-i Ali Efendimiz'in bu sözü çok önemli...
Ufak tefek mihnet ve meşakkatlerden, ufak tefek sıkıntılardan iumtihanı
kaybetmeyin!.. Çabuk geçecek bu, bir imtihan... Çabuk geçecek, ahirette sevabı
çok... Bu kadar sevabı çok olan şeye bu dünyada sabırsızlık edip, şikâyet edip
de sevabı elden kaçırılmaz!..
Onun için çok dikkatli olun!.. Şeytan insanın içinde demirci gibi, demircinin
ateşi körükle körüklediği gibi, "Huh vuu... Huh vuu... Huh vuuu... Huh vuuu..."
içine insanın böyle körükle körükler; içindeki ateşi yakmak için... Şeytan
insanın içindeki ateşi kızdırmak için, insanı fokur fokur kaynatmak için,
arkadaşına karşı kızdırmak için, kavga çıkartmak için etrafında dolaşır. Şeytan
acemi çaylak değil... Şeytan usta bir yaratık, aldatmada usta bir yaratık...
Kimin yanına nasıl yanaşacağını bilir. Herkesin damarına girmesini bilir,
damarında dolaşmasını bilir. Aman, günahlara karşı uyanık olun!.. Aman, şeytana
karşı müteyakkız olun!.. Aman, ufak tefek sıkıntılardan şikâyet edip, kavga
edip, itişip kakışıp, darılıp küsüp, sevaplarınızı kaçırmayın!.. İmtihan, her
şey imtihan...
Evliyâullahtan birisi seyahat ediyormuş bir şehirden bir şehire... Haramiler
yolunu kesmişler.
--Çık paraları!..
--Param yok...
--Çık paraları!.. Saklıyorsun, sakladığın paraları çık; yoksa çocuklarını
keseceğiz!..
--Yâhu, param yok diyorum size, yok işte...
Başlamışlar çocukları kesmeğe... Böyle duruyor adam... Haramilerin reisinin,
çete reisinin dikkatini çekmiş.
"--Yâhu, sen ne kadar gaddar adamsın, ne merhametsiz adamsın!?.. Senin
çocuklarını kesiyoruz, kılın kıpırdamıyor..." demiş.
"--Allah'ın kaderi... Alan Allah, veren Allah!.. Yaşatan Allah, öldüren
Allah!.." demiş.
Adamın eli ayağı titremeğe başlamış.
"--Yâhu, bu sözü önceden söyleseydin, çocukları kestirtmezdim." demiş.
"--O da Allah'ın kaderi..." demiş. "Bu kadarı kesilecekmiş demek ki, geriye
kalanı kalacakmış."
Yâni kaderin cilvesine ve başınıza gelen olaylara sabretmeyi öğrenin!..
İmtihanda olduğunuzu unutmayın!.. İmtihan sorusunun nasıl geleceği belli olmaz.
Bazan karınızdan imtihan gelir; karınızın kafasında tabağı çanağı
parçalamayın!.. Bazan çocuğunuzdan olur, bazan komşunuzdan olur... Bazan
karşınızdaki insanın bir lafından olur; kötü lafı iyiye çevirin!.. Kötüye
iyilikle mukabele edin!.. Ters anlaşılacak lafı, düz anlayın! Ters söylenen
lafı, düze yorumlayın; kavga çıkartmayın!..
Eskiden bir adamı medhetmişler, "Bu adam çok iyi huylu bir adamdır. Hiç
kızmaz, sinirlenmez. İyi huyludur, geçimlidir." demişler. Efenin, kabadayının
birisi demiş ki: "Ben onun iyi huylu olduğunu size gösteririm şimdi!.."
Peşine takılmış adamın... Cuma günü adam hamama gitmiş, cuma abdesti alacak,
sevap kazanacak. --Cuma günü gusl abdesti almak, abdestli olarak camiye gelmek,
on günlük günahın affolmasına sebep oluyor.-- Hamama girmiş, peştemalini sarmış;
tasını, çanağını, sabununu, lifini almış, kurnaya oturmuş. Herif pala bıyıklı,
gelmiş, "Kalk burdan, burda ben yıkanacağım!" demiş. Ötekisi "Peki..." demiş,
tası tarağı toplamış, --"tası tarağı toplamak" deniliyor ya-- kalkmış, öbür
kurnaya gitmiş.
Kabadayı bu sefer, onun yanına gitmiş, "Ben öbür kurnada yıkanacaktım ama,
onun suyu az akıyormuş. Ben burda yıkanacağım, kalk burdan!" demiş. "Tabii..."
demiş, yine tası tarağı toplamış, sonra kalkmış daha öteki kurnaya gitmiş.
Kabadayı onun yanına gitmiş tekrar; "Ben burasını daha çok sevdim, kalk başka
yerde yıkan; ben burda yıkanacağım!" demiş. Yine tası tarağı toplamış, öbür
tarafa giderken, kabadayı demiş ki: "Dur gitme! Senin çok iyi huylu olduğunu
söylediler, melek gibi olduğunu söylediler. Ben de, 'Melek gibi de olsa damarına
bastın mı kaplan gibi olur, sırtlan gibi olur." diye seni kızdırmak için peşine
düştüm. Hakikaten iyi huyluymuşsun, teşekkür ederim!" demiş.
Başka bir hikâye: Evliyâullahtan birisini, bir adam evine çağırmış, "Hocam!
Müsaade ederseniz efendim, sizi davet etmek istiyoruz. Bu akşam bizim hanemizde
çorbayı beraber içelim, buyurun!" "Peki evlâdım!" demiş. Namazı kılmışlar,
adamın hanesine gelmişler. "Efendim bir dakika!.. Ben içerisi hazır mı diye
bakayım!" demiş. İçeri girmiş. "Kusura bakmayın hocam! Ben sizi çağırdım ama,
müsâit değilmiş. Özür dilerim!" demiş. Hoca efendi, "Peki evlâdım!" demiş,
camiye dönmüş geriye...
Adam tekrar peşinden gelmiş, "Hocam, demin müsâit değildi demiştim ama, şimdi
müsâit oldu. Buyurun, şimdi gidelim!" demiş. Adamın evine gitmişler. Adam bu
sefer bir başka bahane ile hoca efendiyi yine geri çevirmiş. Peşinden camiye
gelmiş, tekrar davet etmiş. Tekrar geri çevirmiş... Kaç sefer böyle bahane
uydurup evinden geri döndürmüş, camiden geri çağırmış. Hoca efendi, "Peki
evlâdım!.. Olur evlâdım!.." diyor, başka bir şey demiyormuş.
Sonunda hoca efendinin eline ayağına sarılmış:
"--Aman hocam beni affedin! Sizi ben imtihan etmek istedim. Hakikaten muazzam
bir ahlâkınız varmış. Hiç sinirlenmediniz, çok büyüklük gösterdiniz." demiş.
Hoca efendi:
"--A evlâdım ne olacak, bu çok güzel bir ahlâk değil ki!.. Bu benim yaptığımı
Horasan'ın köpekleri bile yapar. Gel gel dersin gelir, hoşt dersin gider.
Köpeklerin bile yapabildiği şeyin ne kıymeti var!" demiş.
Tevâzua bak!.. Bizi bir kere çağırsın da, hele bir kapıdan döndürsün birisi;
vallahi evini toz duman ederiz. Atom bombası patlar evinde... Tozları havalara
uçar, Japonya'dan görülür alimallah!.. "Bizi çağırdın da... Oraya kadar geldik
de... Sen benimle alay mı ediyorsun, dalga mı geçiyorsun?.." Hele bir yapsın
birisi bakalım!.. Hadi ben de hocayım, o da hocaymış; hele birisi bana yapsın da
göreyim!.. Huyumuz böyle bizim...
Ama o ne diyor bak!.. Ne diyor:
"--Benim yaptığım bir şey mi a evlâdım! Ne olacak, bunun güzel huyluluk
neresinde?.. Bunu köpekler bile yapabiliyor. Çağırıyorsun geliyor, koğuyorsun
gidiyor."
Büyüklüğe bak!.. Mutasavvıf olmak böyle sarık sarmak değil muhterem
kardeşlerim!.. Derviş olmak, işte bu güzel ahlâka sahip olmak... Kızmayabiliyor
musun, affedebiliyor musun, mütevâzi olabiliyor musun?.. Böbürlenmemeğe,
kibirlenmemeğe, kendini alıştırabilmiş misin?.. Sabredebiliyor musun, problem
çıkartmıyor musun?.. Dervişlik bu, tasavvuf bu, güzel huy bu!..
Yoksa, ben sana iyilik yapıyorum, elbette sen de bana iyilik yapacaksın.
İyilik yapana iyilik yapmak kolay... Kötülük yapana iyilik yapmak zor... Asıl
ahlâk o işte... Kötülük yapana, iyilik yapmaktır. İşte biz bunu yapamadığımız
için, sevapları kaçırıyoruz.
Onun için, Hazret-i Ali Efendimiz RA ne güzel buyuruyor, diyor ki: "İmanımız
zayıf olmasaydı, kısa zamanda geçilecek olan bir imtihandan; ahirette yerin
göğün mahlûklarının toplanıp da sevabını saymağa çalışacağı, uğraşıp da saymayı
bitiremiyeceği kadar çok sevap alacağımız bir küçücük imtihana sabırsızlık
gösterir miydik?.." Göstermezdik. Sabrederdik, Eyyûb Aleyhisselâm gibi sevap
kazanırdık.
Eyyûb Aleyhisselâm'ı Allah medhediyor Kur'an-ı Kerim'de:
(Ni'mel abd) "Ne iyi bir kuldur." diyor Eyyûb Aleyhisselâm'a... Ben
demiyorum, Allah diyor. O kadar sene sıkıntı çekmiş. Karısından başka kimse
gelmez olmuş yanına... Bütün vücudu cılk yara olmuş, kurtlar dolaşıyormuş
yaralarının üstünde... Kurt atmış her tarafını... İlaç yok, temizlik malzemesi
yok, tedâvi imkânları yok... Düşünün bir insanı... Ölmemiş, Allah yaşatmış, ama
sabretmiş. Allah'a olan kulluğunda sabretmiş.
Vefalı bir karısı varmış. Kadınların da mertleri oluyor. O kadar sıkıntıda,
en son ana kadar hiç yanından ayrılmamış. En son, diyorlar ki Eyyûb Aleyhisselâm
yemin etmiş, "Ben sana gösteririm, döveceğim seni!.." demiş karısına... Sebep?..
Saçları çok güzelmiş kadının... En son, geçimini temin etmek için saçlarını
kesip satmış da, geçimini öyle sağlamış. Onun için, "Sağ salim kalkarsam ayağa,
sana yüz sopa vuracağım!" diye yemin etmiş; "Niye kestin saçlarını?.."
gibilerden... Tabii o, iyilik için, kocasına bakmak için kesiyor. Peki, böyle de
yemin etti, ne olacak?.. Onun üzerine, Allah o zaman demiş ki:
(Ve huz biyedike dı'sen fadrib bihî ve lâ tahnes) "Yüz tane buğday
sapı al, demeti şöyle arkasına pat diye vur! Böylece yeminini yapmamış duruma
düşme!.." Çünkü, kadının kabahati yok, vefası var... Kadını çok vefalı... Allah
şefaatlerine erdirsin... O peygamber, o da peygambere lâyık vefalı bir
hanımefendi...
Sabredelim muhterem kardeşlerim!.. Bakın şimdi, benim iki ağabeyim
karayoluyla kafile halinde hacca gidiyorlarmış. Babam iki ağabeyimi kenara
çekmiş, demiş ki: "Evlâdım, benim bu hac yolunda tecrübem var; imtihandır hac
yolu... Şeytan musallat olur insana, olmadık şeylerden problem çıkartır. Aman,
hac yolunun imtihan olduğunu bilin, ağabeylik kardeşliğinize dikkat edin!..
Birbirinizle kavga etmeyin, haccın sevabını kaçırmayın!" demiş. "Peki
babacığım!" demişler, el öpmüşler; tamam... İki ağabeyim, problemsiz gidip
gelmeğe, herhangi bir münakaşa yapmamağa gayret etmişler. "Ama, Adana'dan
çıktık, daha Şam'a gelmeden kafile birbirine girdi." diyor ağabeyim... Kavgalar,
gürültüler... Yâni herkes sabredemiyor.
Hac yolundasın mübârek, sabretsene!.. Taşta yatıyor insan... Arafat'tan
çıkıyorsun yorgun argın... Müzdelife'de ne var?.. Yatak, yorgan mı var, beş
yıldızlı otel mi var?.. Müzdelife'nin hududunu tutturabilip de girdin mi, ne
mutlu sana!.. Tutturamazsan, gez babam gez... Orda böyle, taş ocağındaki gibi
sivri taşların üzerine başını koyuyor da insan, pamuk yatakta yatar gibi
yatıyor. Sıkıntı, imtihan...
Onun için sabredin!.. Allah'ın imtihanı çoktur kulları üzerinde, sabredin!..
Hele hele birlik ve beraberliği bozmamak, komşuluk münâsebetlerini zedelememek
konusunda... Bu ihvanlık bağlarını zayıflatmamak, küsmemek, darılmamak
konusunda... Hele hele yuva yıkmamak, aile yuvasını bozmamak konusunda
sabredin!..
Beş tane çocuğu oluyor karı kocanın... Bu kadar muhabbet etmişler, bu kadar
sene yaşamışlar, bu kadar çocukları olmuş; beş çocuktan sonra ayrılıyorlar.
Şaşıyorum. Yâhu, bari başından ayrılsaydınız!.. Beş aylık evliyken ayrılsaydınız
da anlasaydık. Beş çocuk... Bunları yetiştirmek kolay mı?.. Birer sene, ikişer
sene arayla olsa, şu kadar sene beraber yaşamışlar, ondan sonra küsüp
ayrılıyorlar. Yâhu ayıp!.. Gencecik kızı alıyor; ondan sonra çoluk çocuk da
olunca, gidiyor başkasına... Olmaz! O da vefaya sığmaz!.. Gençliğini sen aldın
onun... Yuva yıkılıyor; onun için ne yapmak lâzım?.. Sabretmek lâzım!..
Evet, bir tane daha okuyalım... Herhalde müddeti biraz geçtik ama, üç olması
güzel oluyor; bir tane daha okuyalım... Üçüncü vecizesi Hazret-i Ali
Efendimiz'in:
3. (İzâ erâdallahu biabdin hayran hale beynehû ve beyne şehvetihî ve
hâcebe beynehû ve beyne kalbihî ve izâ erâde şerren vekkelehû ilâ nefsihî)
Hazret-i Ali Efendimiz'in tecrübesi bu... Böyle bildiriyor.
(İzâ erâdallahu biabdin hayran) "Allah bir kulunun hayrını istedi mi,
o kulun hayrını murad etti mi;" Ne yapar?.. (hale beynehû ve beyne şehvetihî)
"O kulun kendisiyle şehveti arasına, şehevât-ı nefsaniyyesi arasına girer."
Yâni, şehevât-ı nefsaniyyesini yaptırtmaz, engeller. Allah bir kulun hayrını
istedi mi, onu şehvetlerine esir etmez. Araya girer şehevât-ı nefsaniyyesini,
hevesât-ı nefsâniyyesini yaptırtmaz. (ve hâcebe beynehû ve beyne kalbihî)
"Ve gönlü ile kendisi arasını manialar, engeller." Yâni, kötülük yapmağa müsaade
etmez, kötü tarafa kaymasına müsaade etmez.
(ve izâ erâde şerren) "Bir kulun kötülüğünü murad etti mi,
(vekkelehû ilâ nefsihî) kendi haline bırakıverir, ipini salıverir." O zaman
insan, Allah'ın yardımı olmadı da salıverildi mi, artık nereye gideceği belli
olmaz. Kafasının uygun gördüğü yere gider, nefsinin arzu ettiği yere gider.
Günahlara girer, belâsını bulur, cezâsını çeker.
Demek ki iyilik yapmak, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin özel bir yardımıyla,
gayretiyle oluyor. Yoksa normal olarak, insan kendi haline kaldı mı, günahlara
dalar. Onun için Allah'tan yardım isteyeceğiz.
Peygamber Efendimiz el açmış, ne dua etmiş biliyor musunuz?.. "Yâ Rabbi!
Beni, göz yumup açıncaya kadar şu nefsime bırakma!.." Bir göz yumup açıncaya
kadar... "Şıp!" diye bir objektifin açılıp kapanışı gibi... "Bir göz yumup
açıncaya kadar, beni şu nefsime bırakma yâ Rabbi!.. Bana yardım et, bana
tevfikiki refik eyle... Mânevî bakımdan beni destekle yâ Rabbi!.. Hayırları
yapmama yardımcı ol, beni nefsime bırakma yâ Rabbi!.." diyor.
Nefis ne demek?.. Nefis, insanın kendisi, iki omuzunun arası... İnsan
kendisine kaldı mı, kendi başına kaldı mı, mahvolur. Onun için "Ben.. Ben...
Ben..." diyenler mahvolurlar. İşe yaramaz, eğilmez, doğrulmaz, yontulmaz berbat
bir şeydir insanın nefsi... Kendi nefsine kaldı mı insan, mutlaka hata işler.
Neden?..
(İnnen nefse leemmâreten bis sûi illâ mâ rahime rabbî) "İnsanın nefsi
insana şehevât-ı nefsâniyyesini, kötülüğü emreder." Kim söylüyor bu sözü?..
Yusuf Aleyhisselâm söylüyor. Yusuf AS peygamber... Peygamberlik eğitimi görmüş,
Allah'ın seçkin kulu... Sıradan bir kul değil, çarşıdaki pazardaki adam değil,
dinî bilgisi olmayan bir insan değil...
(Vemâ überriü nefsî) "Ben kendimi medhetmiyorum, temize çıkarmıyorum.
(innen nefse leemmâreten bis sûi) İnsanın nefsi insana kötülükleri çok
emreder." diyor.
Bir yalnız başına kal evde... Bir delikanlı yalnız başına kalsın; kötülüğü
emreder nefsi... Camdan baktırır, şunu yaptırır, bunu yaptırır... Kendi başına
bıraktığın zaman kumara gönderir, gezmeğe gönderir, harama gönderir. Bu nefsi
azgındır insanın... Allah insanı şu nefse esir etmesin...
Kadının birisi gelmiş rahmetli bir hocaefendiye... "Hocam! benim bir köpeğim
var, zabtedemiyorum; sağa saldıryor, sola saldırıyor." Hakîkaten bir köpeği olsa
insanın, gelip de hocaya mı sorar bu sözü?.. Anlamış hoca, arif... Gülmüş.
"Kadın!" demiş, "Benim de bir köpeğim var, hem de kurt köpeği gibi, Kangal
köpeği gibi..." demiş. Kasdettiği ne?.. Nefsi...
Diyor ki şâir:
"Nefis kundaktaki bebek gibidir. Sen onu bırakırsan, kazık kadar oluncaya
kadar emer. Memeyi bırakmaz. Memeye biber sürersin, acı sürersin; kestin mi,
kesilir.
Geçen gün biz yolda gidiyoruz. Yukarıda etrafı, çevreyi görmeğe gidiyoruz
arabayla... kenarda çiftlikler var, sığırlar var; iri, besili, kocaman
inekler... Holşitayn --Hollanda-- inekleri, cüsseli inekler... Koca dana, anası
kadar olmuş; gelmiş orda memeden süt emiyor. Sahibi görse sopayla kovalar.
Koca dana olur, öküz olur, boğa olur; hâlâ o arzusunun peşinde gider. Terbiye
edersen, düzelir. Terbiye etmezsen, zabtedemezsin artık... Küçükken zabtedersin,
büyüdüğü zaman zabtedemezsin.
Onun için, nefsin terbiyesi şarttır. Kur'an-ı Kerim diyor ki:
(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ) "Nefsini terbiye
eden kurtulur. Nefsini terbiye edemeyen mahvolur." Nefsi canavarlaştı mı, artık
zabtedemez onu; hayatı mahvolur. Nefis bir kere canavarlaştı mı, onu terbiye
etmek için padişahın küçük oğlu lâzım!.. Elinde kılıç olacak, ejderhanın yedi
başını birden kesecek. Masallarda o öyle... Kolay mı, canavar gibi olmuş olan
nefsi yenmek?.. Kaç kişi yenmiş?..
--Hocam, işte ben eskiden azgındım da, hayduttum da, uslandım...
--Kaç yaşında uslandın?.. Zaten iş işten geçti... Altmışa geldin, yetmişe
geldin, zâten uslanacaksın!.. Akan sular durulacak tabii... Hadi sene göreyim
seni, yirmi yaşındayken uslan bakalım!.. Yirmiiki yaşındayken, yirmibeş
yaşındayken uslan bakalım!..
O zamanlar söz dinlemiyordun; ak sakallı babanı dinlemiyordun, başörtülü
anneni dinlemiyordun. Elliye altmışa geldin, tevbekâr oldun, hacca gidiyorsun.
Tabii, zâten öyle olacak yaşın icabı!.. Erkeksen delikanlılık çağındayken,
başında kavak yelleri estiği zaman uslansaydın, dursaydın!..
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim, hiç kendimize güvenemeyelim!.. Allah
bizi nefsimize bırakmasın... Şimdiki halimize de hiç mağrur olmayalım!.. Elhamdü
lillâh şimdi, Coburg Camii Cemiyeti'nin yaptırdığı aile kampındayız. Cemaatle
namazları kılıyoruz, akşamları tesbihleri çekiyoruz. Sen şimdiyi bırak,
istikbalde ne olacak, son nefeste ne olacak?.. O önemli...
Çünkü işin önemi en son nefeste... Ahirete nasıl göçeceksin, ondan sonra ne
yapacaksın?.. İmanla göçmek mühim... Onun için en son nefese kadar Allah'a
sığınacağız, yalvaracağız, korkacağız, çekineceğiz. "Şeytan bir oyun edebilir
bize..." diyeceğiz. "Nefis ayağımıza bir çelme takabilir, bizi şaşırtabilir."
diyeceğiz.
Burdaki bilgiler, burda size öğrettiğimiz şeyler, ilerdeki hayatınızda
tehlikelerden korunasınız diye... Yoksa, şimdi korunmuşsunuz bir şey değil...
Burda kim olsa korunur. Zâten kötülük yapmak istesen, ne yapacaksın?.. Yok ki;
burası üniversite kampüsü... Asıl bundan sonra, önemli olan...
Ramazanda insanın teravih namazı kılması, oruç tutması bir şey değil...
Ramazandan sonraki onbir ayda ne yapacak bakalım dışarda; mühim olan o!.. Camide
insanın tesbih çekmesi mühim değil... Camiden çıktığı zaman ne yapacak; önemli
olan o!..
Yâni, biz bu eğitimleri neden yapıyoruz?.. İleriye doğru kuvvetlenin diye,
aşı olsun diye... İlerde şaşırmayın diye, evinizde şaşırmayın diye, mahallenizde
şaşırmayın diye... Bundan sonraki hayatınızda şaşırmayın diye gösteriyoruz.
Öğretiyoruz, okuyoruz, dinliyoruz...
Hepimiz Allah'ın aciz kuluyuz. Hepimiz Allah'ın rahmetine muhtacız. Hepimiz
Allah'a sığınmak zorundayız. Hepimiz Allah'a kendimizi sevdirmek zorundayız.
Allah severse, yardım ederse; ne mutlu bize!.. Allah'ın sevmediği bir kul oluruz
da, Allah bizi ipimizi salıverip kendi halimize bırakırsa; uçuruma yuvarlanıp
gideriz.
Onun için, Allah'ın sevdiği şeyleri yapmak zorundayız!.. Allah'ın sevgisini
kazanmak, hayatımızın gayesi!.. Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlemize tevfikını
refik eylesin... Rabbimiz bizi, bir göz yumup açıncaya kadar nefsimize
bırakmasın... Bizi şeytanın eline düşürmesin, şeytanın maskarası etmesin...
Şeytanı bize musallat edip de, --kedinin yumakla oynadığı gibi-- bizi şeytanın
elinde oyuncak durumuna düşürmesin... Şu fâni dünyanın fâni lezzetlerine
kaptırmasın... Bu zevkli, eğlenceli, keyifli, yılbaşılı, barlı, pavyonlu,
içkili, kumarlı, plajlı, süslü dünya hayatı bizi aldatmasın... Bu esen küfür
rüzgârları, Ahiret yolundan bizi çevirmesin, Allah'ın rızasına aykırı yollara
sürüklemesin...
Rabbimiz bizi sevdiği kul olarak yaşatsın... Bir sonraki günümüz, bir önceki
günümüzden dâimâ daha hayırlı, daha ileri, daha güzel, daha sevaplı olsun...
Böyle, günden güne sevaplarımızı arttıra arttıra, nihâyet en son demimizde
Allah'ın sevdiği bir kul olarak ruhumuzu teslim etmeyi nasib eylesin...
Çok hoşuma gidiyor; bizim fakültenin bir sekreteri vardı rahmetli, o
anlatmıştı: Elazığ'da bir adamcağız varmış, hastalanmış. Komaya girmiş. başında
bekliyorlar. Kendi şuurunda değil... Gözleri kapalı... "Iııh... Iııh..." Ölümü
bekliyor artık, komada... Böyle komadayken, birden muazzam bir saygıyla, son bir
gayretle doğrulmuş yataktan, oturmuş; "Zahmet buyurdunuz yâ Rasûlallah!.."
demiş. Sonra, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve
rasûlühû" demiş, ruhunu teslim etmiş.
Demek ki, en son anda Rasûlüllah Efendimiz göründü kendisine, geldi yanına...
O da, "Yâ Rasûlallah! Niye zahmet ettiniz, benim gibi fakirin yanına..." diye,
"Zahmet buyurdunuz yâ Rasûlallah!" diyor. Ne güzel!.. Allah böyle güzel hüsn-ü
hâtimeyle, sevdiği bir kul olarak şu emânetimizi noktalayıp, huzuruna sevdiği
razı olduğu bir kul olarak varmayı nasîb etsin...
Hiç mağrur olmayın!.. Hiç gevşemeyin, hiç dikkatinizi dağıtmayın!.. Dâimâ
müteyakkız olun, dâimâ söylediğiniz söze dikkat edin!.. Yaptığınız hareketin,
Allah'ın rızasına uygun olup olmadığına dikkat edin, aziz ve muhterem
kardeşlerim!..
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû...
El Fâtiha!..
28. 12. 1993 - Melbourne