Kimyâ-i Saâdet
İmam Gazali
İÇİNDEKİLER
MUKADDİME
GİRİŞ
KENDİ NEFSİNİ BİLMEK
ALLAH-Ü TEALAYI TANIMAK
DÜNYAYI TANIMAK
ÂHİRETİ TANIMAK
MUKADDİME
GİRİŞ
KENDİ NEFSİNİ BİLMEK
ALLAH-Ü TEALAYI TANIMAK
DÜNYAYI TANIMAK
ÂHİRETİ TANIMAK
Burada Kimyâ-i Saâdet kitabının ilk bölümleri olan Kendi Nefsini Bilmek, Allahü Teala'yı Tanımak, Dünyayı Tanımak, Âhireti Tanımak ve İbadetler mevzûları anlatıldı. Kaynak kitapta bu bölüm ilk 100 sâhifedir. Kitabın tamamı 830 sâhifedir.
İmam Gazâli Hakkında:
İmam Gazâli hazretleri miladi 1058 senesinde doğmuş, 1111 (505) senesinde vefat etmiştir. İslam tefekkür tarihinin en önemli isimlerindendir. Büyük Selçuklu Devleti zamanında yaşamıştır. Bağdat'taki medreselerde ders okutmuştur.
Kimyâ-yı Saâdet Hakkında:
İman, amel ve tasavvuftan (ahlak) bahseder. İhyâ kitabının Farsçaya yapılmış kısa bir tercemesi mâhiyetindedir.
Bil ki, Allahü Teâlâ'yı tanımanın anahtarı, kişinin kendini tanıyıp bilmesidir. Bu yüzdendir ki, şöyle buyurulmuştur: «Nefsini (kendi hakikatini) bilip tanıyan, rabbini tanır.» Bu mevzuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: «Pek yakında onlara dışlarında ve kendi nefislerinde âyetlerimizi (kudretimizin ve varlığımızın belgelerini) göstereceğiz. Ta ki, (Peygamberin söylediğinin) hak olduğunu anlasınlar.» (1)
Hulâsa, sana senden yakın hiçbir şey yoktur. Kendini bilmezsen, başkasını nasıl bilirsin? Kendimi biliyorum, tanıyorum diyorsan yanılıyorsun! Zira böyle bilmek, Hakkı tanımanın anahtarı olamaz. Hayvanlar da kendilerinden bu kadar bilir. Sen kendinden başın, yüzün, elin, ayağın, etin ve derinden fazla bir şey bilmiyorsun. Bâtından ise bildiğin, acıktığın zaman yemen, kızdığın zaman bir kimseye saldırman, şehvetin galebe çaldığı zaman hanımına yaklaşmandan fazla bir şey değildir. Bu hususlarda, bütün hayvanlar seninle aynıdır.
O hâlde senin, hakikatini araman lâzımdır. Sen nesin, nereden gelmişsin, nereye gideceksin, bu dünyaya ne yapmak için geldin, seni niçin yarattılar, saadetin nedir, nededir; şakiliğin [şaki: bedbaht], ziyanın nedir, nededir?
Senin bâtınında toplanan sıfatların bir kısmı umum hayvanlara, bir kısmı yırtıcı hayvanlara, bir kısmı şeytanlara ve bir kısmı da meleklere mahsus sıfatlardır. Sen bunlardan hangisindensin? Cevherinin hakikati hangisidir? Hangileri ariyettir [tekrar alınmak üzere sana verilmiştir?]. Bunu bilmezsen, saadetini arayamazsın.
Çünkü, her birinin gıdası ayrı, saadeti başkadır. Hayvanın gıdası ve saadeti yemek, uyumak ve çiftleşmektir. Eğer hayvan isen, gece - gündüz mideni doldurma ve çiftleşme yollarını ara. Yırtıcı hayvanların gıdası ve saadeti yırtmak, parçalamak, öldürmek ve saldırmaktır. Şeytanların gıdası ise kötülük, aldatmak ve hile yapmaktır. Eğer onlardan isen, kendi rahat ve iyiliğine kavuşman için, onların yaptıklarını sen de yap!...
Meleklerin gıdası ve saadeti Allahü Teâlâ'nın cemâlini müşahededir. Hırs, tasallut, hayvan ve yırtıcı hayvan sıfatları melekliğe çıkan yol değildir. Eğer sen aslında melek cevheri isen, Allahü Teâlâ'yı tanımaya uğraş ve kendini o cemâli müşahede edecek hâle getir. Kendini şehvet ve gazab elinden kurtar ve bu hayvan ve canavar sıfatlarının sende niçin yaratıldığını anlamaya çalış. Onlar, seni kendilerine esir etmek, kendi hizmetlerinde çalıştırmak, gece - gündüz bedava hizmet ettirmek için mi yaratılmışlardır?
Yoksa, senin onları esir etmen, ilerde vâki olacak yolculukta onları kendi emrine alman, birinden binek hayvanı, diğerinden silâh yapman için mi yaratıldılar? Bu dünyada kaldığın birkaç gün içinde onlardan faydalan. Ancak böylece kendi saadet tohumunu elde edebilirsin.
Saadet tohumunu elde ettikten sonra, onları ayaklarının altına al ve yüzünü saadetinin bulunduğu tarafa çevir. Orası havas [seçilmiş kullar] için Allahü Teâlâ'nın zâtı, avam için ise cennet diye ta'bir olunur.
O hâlde bu mânâların hepsini bilmen lâzımdır. Böylece kendinden az bir şey bilmiş olursun. Bunları bilmeyenin dinden nasibi, suret ve görünüştür. Dinin hakikatinden, özünden haberi yoktur.
(1) 41 - Fussilet: 53.
Kendini tanımak, bilmek istersen, iki şeyden yaratılmış olduğunu bilmelisin. 
Biri zahirî kalıp. Buna beden derler. Göz ile görülebilir. Diğeri bâtın [içyüz, 
görünmeyen taraf] mânâsındadır. Ona nefs derler, ruh derler ve kalb derler. 
Bu ancak hakikat gözü ile bilinir. Baş gözü ile görülemez. Senin hakikatin, 
aslın, bu bâtın mânâsındadır. Ondan gayrisi ona tâbidir. Onun askeri ve 
hizmetçisidir. Biz bu mânâya kalb ismini vereceğiz. Kalb dediğimiz zaman biliniz 
ki, bazen ruh dedikleri, bazen nefs dedikleri, insanın hakikatini demek 
istiyoruz. Kalb demekle, göğsün sol tarafına yerleştirilmiş olan et parçası [yâni 
yüreği] kasdetmiyoruz. Onun bir kıymeti yoktur. Hayvanlarda da ölülerde de 
vardır. Baş gözü ile görülebilir. Baş gözü ile görülen her şey, bu âlemden olup 
bunlara âlem-i şehâdet denir.
Kalbin hakikati bu âlemden değildir. Bu âleme garib olarak gelmiştir. Yolcu gibi 
gelmiştir. Görünen et parçası [yürek] onun taşıyıcısı ve âletidir. Bedenin tüm 
uzuvları [organları], onun askeridir. Bütün bedenin padişahı odur. Hak Teâlâ'yı 
tanımak, O'nun cemâlini müşahede etmek, onun sıfatıdır. Teklif ona olmaktadır. 
Hitab onadır. 'Itab ve ikab [azarlama ve cezalandırma] onadır. 
Asıl saadet ve şekavet [bedbahtlık, kötü hallilik] onun içindir. Beden, bütün 
bunlarda ona uymaktadır. Onun hakikatini bilmek, sıfatlarını tanımak, Allahü 
Teâlâ'yı tanımanın, bilmenin anahtarıdır. Onu bilmeye çok uğraş ki, o çok yüksek 
bir cevherdir. Melekler cevherindendir. 
Onun asıl madeni, Allahü Teâlâ hazretleridir. Oradan gelmiştir, tekrar oraya 
dönecektir. Buraya gurbete gelmiştir. Ticaret ve ziraat tohumu ekmek için 
gelmiştir. O hâlde bu mânâdaki ticaret ve ziraati bilmelisin.
Varlığı bilinmeyince, kalbin hakikati anlaşılamaz. O hâlde hakikatinin ne 
olduğunu, sonra askerini, sonra bu asker ile olan bağlılığını, sonra sıfatlarını 
bilmek lâzımdır. Sıfatlan bilinirse, Allahü Teâlâ'nm bilinmesinin nasıl hâsıl 
olduğu, kendi saadetine nasıl ulaştığı bilinir. Bunlann her birine ayrı ayrı 
işaret edeceğiz.
Kalbin varlığı aşikârdır. Zira, insanın kendi varlığında şüphesi yoktur. İnsanın 
varlığı bu kalıbı ile değildir. Bu kalıp, ölüde de vardır, fakat ruhu yoktur!
Biz kalb demekle, ruhun hakikatini kasd ediyoruz. Bu ruh olmazsa, beden temiz 
olamaz. Gözünü kapayıp kalıbını, gökleri, yerleri ve gözle görülebilen her şeyi 
unutsa da kendi varlığını zarurî olarak bilir. Her ne kadar kalıbından, yerden, 
gökten ve göklerde olanlardan haberi olmasa da, kendinden haberi olur. Bu 
hususta dikkatli düşünen bir kimse, âhiretin hakikatinden bir şeyler anlar ve 
yine anlar ki, bu bedeni ondan alırlar; o ise bir yerde kalır, yok olmaz.
Ruhun hakikatinin mahiyetini, ona mahsus sıfatların neler olduğunu bildirmeye 
dinimiz müsaade etmiyor. Bunun için Allah'ın Resulü (sallâllahü aleyhi ve sellem) 
bunu açıklamadı. Nitekim, Allahü Teâlâ Peygamberimize (s.a.) buyurdu: «Ve, sana 
rûhdan sorarlar. Onlara de ki, ruh Rabbimin emrindendir» (1). 
Bundan fazlasını söylemeye izin yoktur. Ruh, Allahü Teâlâ'ya, ait şeylerdendir 
ve âlem-i emirdendir. O âlemden gelmiştir: «Biliniz ki, halk [yaratma] ve emir 
O'nundur» (2), buyuruldu. 
Âlem-i halk başkadır, âlem-i emr başkadır, ölçülebilen, sayılabilen ve boyutları 
olan her şeye âlem-i halk denir. Halk kelimesinin lügatta asıl mânâsı ölçmektir. 
Halbuki insanın kalbinin ölçüsü ve sayısı olmaz. 
Bunun içindir ki, bölünmeyi kabul etmez. Eğer bölünebilseydi, bir tarafında bir 
şeyi bilmemek, diğer tarafında aynı şeyi bilmek caiz olurdu. Böylece, bir anda 
hem âlim, hem de cahil olmuş olurdu. Bu ise imkânsızdır! Bölünme ve ölçü 
kendisine yanaşamadığı hâlde, bu ruh, mahlûktur, yaratıktır. Takdir, yaratmak 
mânâsına geldiği gibi, halk kelimesi de yaratmak mânâsına gelir. O hâlde, bu 
mânâda yaratıktır. Diğer mânâda ise, âlem-i emirdendir. Çünkü, âlem-i emirdeki 
şeyler, boyut ve ölçü kabul etmez.
O hâlde, ruha kadîm [ezeli] diyenler yanılıyor. A'raz [sıfat] diyenler de 
yanılıyor. Çünkü, a'razın kıyamı [ayakta durması, varlığı] kendi ile değil, tâbi 
olma seklindedir. Ruh ise, insanın aslıdır. Bütün kalıp, ona uymaktadır. Nasıl 
a'raz olabilir? 
Ruha cisimdir diyenler de yanılıyor. Zira cisim, bölünebilir. Ruh ise bölünemez. 
Ama başka bir şey daha vardır ki, ona da ruh [can] derler. O bölünebilir. Belki 
o hayvanların ruhu olabilir. Fakat bizim kalb dediğimiz ruh, Allahü Teâlâ'yı 
tanımak, bilmek yeridir. Hayvanlarda bu yoktur. Bu, ne cisim, ne a’razdır, belki 
melek cevherlerinden bir cevherdir. Onun hakikatini bilmek zordur. Onu şerh 
etmeye [açıklamaya], uzun anlatmaya da izin yoktur. Başlangıçta bunu bilmeye 
hacet de yoktur. Başlangıçta tutulacak din yolu mücâhededir [nefis 
mücadelesidir]. 
Bir kimse şartlarına uyarak mücâhede yaparsa, bu marifet kendiliğinden hâsıl 
olur. Kimseden dinlemesine lüzum kalmaz. Bu marifet Allahü Teâlâ'nın buyurduğu 
şu hidâyet cümlesindendir: «Rızâmızı isteyip, zahir ve bâtın düşmanlarla cihâd 
edenlere cennetlerimize kavuşma yollarını hidâyet ederiz» (3). Mücâhedesini 
henüz tamamlamayanla, ruhun hakikati hakkında konuşmak doğru olmaz. Fakat 
mücâhededen önce, kalbin askerini bilmek lâzımdır. Zira kalb askerini tanımayan, 
(nefsiyle) cihad edemez.
(1) 17 - İsrâ: 85.
(2) 7 - A'râf: 54.
(3) 29 - Ankebût: 69. 
Beden, kalbin ülkesidir. Bu ülkede kalbin çeşit çeşit askerleri vardır. 
Ayet-i kerimede, «Senin Rabbinin askerlerini, O’ndan başkası bilmez» (1), 
buyuruldu. Kalb âhiret için yaratılmıştır. Onun işi, saadeti [mutluluğu] 
aramaktır. Allahü Teâlâ'yı tanımak, bilmek ise, Allahü Teâlâ'nın yarattıklarını 
bilmekle ele geçer. 
Bu da bütün âlemdir. Alemdeki acayip şeyleri tanımak, ona hisler [duygular] 
yoluyla gelir. Bu hisler ise, beden ile varlıkta durmaktadır. O hâlde, marifet 
[tanımak, bilmek] onun avıdır. Hisler de tuzağıdır. 
Beden, binek hayvanıdır ve onun tuzağının taşıyıcısıdır. Bunun için, onun bedene 
ihtiyacı vardır. Beden, sudan, topraktan, sıcaklıktan ve rutubetten mürekkebtir 
[bunlardan oluşmuştur]. 
Bu yüzden zaif ve muhtaçtır. Helak olmasından korkulur. İçerden, acıkma ve 
susama; dışardan, ateş, su, düşmanlar ile canavarların ve başka şeylerin kendini 
öldürmek istemeleri sebebiyle korkudadır. Açlık ve susama sebebiyle yemek ve 
içmek ister. 
Bunun için iki askere muhtaçtır. Biri zahirde, el, ayak, ağız, diş, mide gibi. 
Diğer bâtında, yemek ve içmek isteği gibi. Dışarıdaki düşmanlardan korunması 
için iki askere ihtiyacı vardır: Biri zahirde, el, ayak, silâh gibi. Diğer 
bâtında, hışım ve gazab [kızgınlık] gibi. Görmediği gıdayı istemesi ve görmediği 
düşmanı defetmesi mümkün olmadığına göre, idrak etmeye, anlamaya ihtiyacı 
vardır. 
Bir kısmı zahirdedir [yani açıktadır, görünür]. Beş duygu organı olan göz, 
burun, kulak, dil ve el gibi. Bir kısmı da bâtındadır. Onlar da beştir ve yeri 
dimağdır [beyin, akıl]: Hayâl kuvveti, düşünme kuvveti, ezberleme kuvveti, 
hatırlama kuvveti ve vehim kuvvetidir. Bu kuvvetlerden her birinin hususî işleri 
vardır. Bir tanesine zarar gelirse insanın işi, dünyada da âhirette de aksar.
Bu dıştaki ve içteki askerler, kalbin emrindedirler. Kalb ise hepsinin âmiri ve 
padişahıdır. Dile emir verince hemen konuşur. Ele emredince tutar. Ayağa 
emredince, yürür. Göze emredince, bakar. Düşünce kuvvetine emir verince, 
düşünür. Hepsini onun isteğine ve emrine vermişlerdir. Böylece bedeni muhafaza 
ederler. 
Bu, azığını alıncaya, avını elde edinceye, âhiret ticaretini bitirinceye ve 
kendi saadet tohumunu ekinceye kadar devam eder. Bu askerlerin kalbe itaat 
etmesi, meleklerin Allahü Teâlâ'ya itaat etmesine benzer ki, hiçbir emrine 
muhalefet edemezler. Hattâ yaratılış icabı olarak ve isteyerek, emrolunanı 
yaparlar.
(1) 74 - Müddessir: 31.
Kalbin askerlerini uzun uzun anlatmak çok sürer. Maksadı bir misal ile sana 
bildireyim: Beden bir şehre benzer. El, ayak ve azalar şehrin san'at erbabı 
gibidir. Şehvet, maliye müdürü gibidir. Gazab, şehrin emniyet âmiri gibidir. 
Kalb, bu şehrin padişahıdır. Akıl ise padişahın veziridir. Padişahın bunların 
hepsine ihtiyacı vardır. Memleketin idaresi ancak bunlarla yürür.
Fakat maliye müdürü olan şehvet, yalancıdır, sebepsiz yere başkalarının işine 
karışır ve saçma sapan konuşur. Vezir olan aklın söylediklerine muhalefet eder. 
Şehvet daima, memlekette olan bütün malları toplamak, almak ister. Emniyet 
müdürü mesabesinde olan gazab, şerir, şiddetli, azgın ve serttir. Herkesi 
öldürmek, her şeyi kırmak, dökmek ister. 
Bunun gibi, şehrin padişahı daima veziri ile meşveret ederse [danışırsa], 
yalancı ve tama'kâr maliye müdürünü hırpalarsa, onun vezire uymayan sözlerini 
dinlemez, emniyet müdürünü onun peşine takıp sebepsiz ve lüzumsuz iş görmekten 
onu meneder, emniyet müdürünü, yapmak istediği haksızlıklardan dolayı döver ve 
incitirse, memlekette asayiş ve nizam olur. 
Bunun gibi, kalb padişahı, veziri olan aklın işareti ile iş yaparsa, şehvet ve 
gazabı zabt u rabt altına alıp (yani sıkıca tutup, idaresi altına alıp) akla 
uymalarını emrederse, aklı onlara tâbi eylemezse, beden memleketinin işleri 
düzgün olur. Saadet yolu ve Allahü Teâlâ'ya kavuşma yolu kapanmamış olur. Eğer 
aklı, şehvet ve gazaba esir ederse memleket harap olur. Padişah, bedbaht olup 
helak olur.
Bundan önceki anlattıklarımızdan, şehvet ve gazabın, yemek - içmek ve bedeni 
korumak için yaratıldığı anlaşıldı. Demek ki, her ikisi de bedene hizmet 
ediyorlar. Yemek ve içmek, bedenin yemidir, gıdasıdır. Beden duygulara hamal 
olarak yaratılmıştır. O hâlde beden, hislere [duygulara] hizmet ediyor. 
Duygular ise, aklın haber toplaması için birer casus olarak yaratılmıştır. 
Böylece onun tuzağı olurlar. Onların vasıtasiyle, Allahü Teâlâ'nın sun'undaki 
hayranlık verici şeyleri bilir. 
Demek ki duygular, akla hizmet ediyorlar. Akıl ise, kalb için yaratılmış olup 
onun mumu ve kandili olmak, ona ışık tutmak içindir. Bunun nuru ile Allahü 
Teâlâ'yı görür. Kalbin cenneti budur. 
Şu hâlde, akıl da kalbin hizmetçisi oldu. Kalbi ise, Allahü Teâlâ'nın cemâline 
bakmak için yaratılmıştır. O bununla meşgul olunca köle ve hizmetçiler de o 
huzurda bulunmuş olur. Allahü Teâlâ bunun için buyuruyor: «Cinleri ve insanları, 
yalnız. Bana ibâdet etmeleri ve Beni tanımaları için yarattım» (1).
Demek ki, kalbi yarattılar ve bu memleket ile askeri ona verdiler. Bu binek 
vasıtasiyle toprak âleminden, a'lâ-yı ılliyyîne sefer eylemesi için, bu beden 
bineğini ona esir eylediler. Bu nimetin hakkını gözetmek ve kulluk şartlarını 
yerine getirmek isterse padişah gibi, memleketinin ortasında oturmaya lâyık 
olur. Allahü Teâlâ'ya döner ve maksadı Allah olur. Ahireti, vatanı ve devamlı 
duracağı yeri; dünyayı konak yeri; bedeni binek vasıtası; elini, ayağını ve 
diğer organlarını hizmetçi, aklını vezir, şehvetini maliye müdürü, gazabını 
emniyet müdürü, duygu organlarını istihbarat memuru eyler. Her birine bir başka 
yerde vazife verir. O, o şehrin haberlerini toplar. Beynin ön tarafında bulunan 
hayal kuvvetini, istihbarat şefi yapar. 
Böylece istihbarat memurlarının getirdiği bütün haberler onda toplanır. Beynin 
arkasında bulunan ezberleme kuvvetini emniyet âmiri yapıp, istihbarat 
vesikalarını, istihbarat şefinden alır, muhafaza eder ve zamanında akıl vezirine 
arzeder. Memleketten gelen haberlere göre vezir, memleketin tedbirini ve 
padişahın sefer hazırlıklarını sağlar. Askerlerden biri gibi görünür. Şehvet, 
gazab ve diğerleri padişaha baş kaldırırsa, ona itaat etmezlerse ve ona giden 
yolu tutarlarsa, onlarla cihad etmek, yola getirmek çaresiyle meşgul olur. 
Onları öldürmek istemez. 
Çünkü, onlar olmadan memleket işleri yürümez. Burada tedbir, onları itaat etmeye 
zorlamaktır. Böylece, ilerde vaki olacak seferde, ona düşman değil, dost ve 
yardımcı olurlar, hırsız ve yol kesici değil... 
Böyle yaparsa kurtulur, said [mutlu, mesud] olur. Nimetin hakkını vermiş olur. 
Bu nimetin mükâfatına vaktinde kavuşur. Eğer buna muhalif hareket ederse, baş 
kaldıran düşmanlarla ve yol kesicilerle anlaşırsa, padişahın nimetine küfür 
etmiş olur. Şaki olur. İşlediği suçun cezasını bulur.
(1 ) 51 - Zâriyât: 56.
İnsan kalbinin, içinde bulunan bu iki asker ile alâkası vardır. Her birinden 
bir sıfat ve bir ahlâk kendisinde hâsıl olur. Bu ahlâklardan bazısı kötü olur; 
onu helak eder. Bir kısmı iyi olur; onu saadete kavuşturur. Bu ahlâkın tamamı 
çok ise de dört ana esasta toplanmıştır. 
Bunlar, hayvan, canavar, şeytan ve melek ahlâkları sıfatlarıdır. Kendisine 
yerleştirilmiş olan şehvet ve hırs sebebiyle hayvanlara ait işleri yapar. Yemeyi 
ve cimâyı çok fazla istemek gibi. Hışım sebebi ile köpek, kurt ve aslanların 
yaptığını yapar.
Vurmak, öldürmek, eliyle ve diliyle insanlara musallat olmak gibi. Hiyle, 
aldatma, sûret-i haktan görünüp kandırma, karıştırma, insanlar arasında fitne - 
fesat çıkarma sebebiyle, şeytanların yaptığını yapar. Kendisine verilmiş akıl 
sebebiyle de, meleklerin yaptığını yapar. İlmi ve salâhı sevmek, kötü ve çirkin 
şeylerden sakınmak, insanları barıştırmak, kendini süfli (alçak, âdi) işlerden 
uzak tutmak, amellerin ma'rifeti ile şad olmak, cehalet ve bilgisizlikten 
utanmak gibi.
Hakikatta insanın kabuğunda (özünde değil) dört şey vardır: Köpeklik, domuzluk, 
şeytanlık ve meleklik. Mezmûm [aşağılanan] ve kötü olan köpek; şekil, el, ayak 
ve derisi ile mezmûm değil, belki, kendisinde bulunan insanlara saldırma sıfatı 
sebebiyledir. 
Domuz, şekil itibariyle mezmûm ve kötü olmayıp hırs, şer, murdar ve çirkin 
şeyleri çok istemesi sebebiyledir. Köpeklik ve domuzluk ruhunun hakikati bu 
mânâlardır. İnsanda da aynıdır. 
Bunun gibi şeytanlığın ve melekliğin hakikati, söyleyeceğimiz şu mânâlardır: 
İnsana, meleklerin nurlarının eserlerinden olan akıl nuru ile sûret-i haktan 
görünmeyi ve şeytanın aldatmasını keşif eylemesi emredildi. Böylece şeytan, 
rezil ve rüsvay olur ve hiç fitne yapamaz. 
Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «Her insanın bir 
şeytanı vardır. Benim de vardır. Fakat Allahü Teâlâ onu yenmeme bana yardım 
eyledi. Benim yanımda zelîl oldu. Hiçbir kötülük yaptıramadı» (1).
Yine insana, bu hırs ve şehvet hınzırını ve gazab köpeğini terbiye edip, eli 
altına alması emredildi. Böylece onun emri olmadan kalkamaz ve oturamaz. Eğer 
böyle yaparsa, kendisinde bu yoldan iyi ahlâk ve sıfat hâsıl olur. Bu da onun 
saadet tohumu olur. Eğer böyle yapmayıp onlara hizmet eder, her arzulannı yerine 
getirirse, kendisinde kötü ahlâk meydana gelir. Bu da onun şakilik tohumu olur.
Böyle bir kimsenin hâlini, kendisine uykuda yahut uyanıkken bir misâl ile 
gösterseler, kendini bir hınzırın veya köpeğin önünde onlara hizmetçi gibi 
görür. Bir Müslümanı bir kâfir elinde esir bırakanın hâlinin nasıl olacağını 
herkes bilir! Meleği, köpeğe, hınzıra ve şeytana esir edenin hâli bundan daha 
fenadır.
İnsanların çoğu, insaf edip gaflet perdesini kaldırsa, gece - gündüz nefsinin 
arzu ve isteklerinde hazır olduklarını görürler. Görünüşte insana benzeseler de 
hakikatta hâlleri böyledir. Yarın, kıyamet gününde mânâlar görünecektir. Suret, 
mânâ şeklini alacaktır. Şehvet ve hırsı galib olanlar, kıyamette, hınzır 
şeklinde görünür. Hışmı galib olanlar, kurt suretinde görünür.
Bunun içindir ki, bir kimse, rüyada bir kurt görse, o kimsenin zâlim olmasıyla 
tâbir olunur. Eğer domuz görürse, bu rüyanın tâbiri, o kimsenin çirkef, murdar 
olması şeklinde olur. Çünkü, rüya ölüme benzemektedir. Şöyle ki: Uyku sebebiyle, 
bu âlemden uzaklaşıyor. Suret, mânâya tâbi oluyor. Böylece, herkes, bâtını ne 
şekilde ise, o surette görülür. Bu büyük bir sırdır. Bu kitap bunu kaldıramaz.
(1) Hm, 1, 257.
Kendi bâtınında bu dört pehlivan ve âmirin bulunduğunu öğrenmiş oluyorsun. O 
hâlde kendi hareket ve duruşlarını murakabe eyle (kontrol et). Ancak böylece, bu 
dünyada, bu dörtten hangisine uyduğun anlaşılır. 
Muhakkak bilmelisin ki, her hareketinden kalbinde bir sıfat hâsıl oluyor. O 
sıfat da sana benzer. Seninle beraber öbür dünyaya gider. Bu sıfata ahlâk 
derler. Ahlâkın tamamı da dört pehlivandan meydana gelir.
Eğer şehvet hınzırına itaat edersen, sende çirkeflik, murdarlık, hayâsızlık, 
hırsızlık, yaltakçılık, münafıklık, harislik, çekememezlik, başkalarının elemine 
memnunluk ve bunun gibi sıfatlar hâsıl olur. 
Eğer onu elinin altına alır, terbiye eder, aklın ve şeriatın murakabesinde 
bulundurursan, sende kanaat, kendini tutmak, sabır, haya, namus, zerafet, zühd, 
kısa emelli olmak ve tamahsızlık sıfatları zahir olur.
Gazab (öfke) köpeğine itaat edersen; sende kibir, pervasızlık, pislik, münâkaşa 
etmek, büyüklük taslamak, aldatmak, kavga aramak, gururlanmak, zulüm etmek, 
başkalarını küçük görmek, aşağı ve hor bilmek ve insanlara saldırmak gibi 
sıfatlar meydana gelir. Eğer bu köpeği terbiye edersen, sende sabır, 
soğukkanlılık, afv, sebat, yiğitlik, sessizlik, cesaret, acıma ve cömertlik 
sıfatları meydana gelir.
Vazifesi, bu hınzırı yerinden kımıldatmak, tahrik etmek ve bunlara cesaret 
vermek, aldatma ve kandırmayı öğretmek olan o şeytana itaat edersen, sende, 
hile, hıyanet, huzur bozma, kötü kalbli olma, aldatma ve başka suretlere girme 
sıfatları zuhur eder. 
Eğer onu elinin altına alır, onun aldatmalarına ve sûret-i haktan görünmesine 
kanmazsan, akıl askerinden yardım ararsan, sende zekilik, marifet, ilim, hikmet, 
insanların arasını bulmak, efendilik ve başkanlık sıfatlan meydana gelir. Sana 
benzeyen bu güzel ahlâklar, devam eden sâlih amellerin ve saadet tohumun 
olurlar.
Kendisinden kötü ahlâkın meydana geldiği fiillere (işlere) günâh denir. İyi 
ahlâkın meydana geldiği fiillere de itaat denir. İnsanın hareketleri ve 
hareketsiz hâlleri bu iki şıkkın dışında değildir.
Kalb, parlak bir ayna gibidir. Fena ahlâk ise, aynanın parlaklığını gideren leke 
ve is gibidir. Onu karartır. Bu zulmet (karartı) sebebiyle Allahü Teâlâ'nın 
gösterdiği yolu göremez. Önüne perdeler, engeller çıkar. 
Bu güzel ahlâk ise, kalbe ulaşan nur (ışık) gibidir. Onu mâsiyet (günâh) 
lekelerinden, karartılarından temizler, Bunun için Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm) 
«Her günâhtan sonra, bir sevâb işle ki, onu yok etsin» (1), buyurdu. Kıyamette, 
parlak kalb de, kara kalb de bir meydanda toplanır. Ayet-i kerîmede, «O günde ki 
ne mal fâide eder, ne de oğullar. Meğer ki Allah'a (küfr ve nifakdan) tamamen 
salim bir kalb ile gelenler...» (2) buyuruldu.
İnsanın kalbi, yaratılışının başlangıcında, parlak ayna yapılan demir gibidir. 
Bütün âlem bu aynaya sığar. Dikkat edilirse temiz olur. Edilmezse, tamamen pas 
tutar. Artık ayna yapılacak hâli kalmaz. Bahusus Allahü Teâlâ buyurun «Hayır, 
hayır! Yaptıkları sebebiyle kalbleri paslan mistir» (3).
(l) T. Birr, 55; Dy..Rikâk, 74.
(2) 28 - Şuarâ: 88 - 89.
(3) Mutaffifin: 14.
İnsanda hayvan, canavar, şeytan ve melek sıfatları olunca, aslının, melek 
cevherli, diğerlerinin ise, muvakkat [devamlı olmayan] ve geçici olduğunu 
nereden biliriz? suâli akla gelebilir. Ve yine, diğer sıfatlar için değil de 
onun, melek sıfatlan için yaratılmış olduğu nasıl anlaşılabilir? diye de 
sorulabilir. Cevabında deriz ki:
Bu, şununla anlaşılır ki, insan hayvanlardan ve canavarlardan daha üstün, daha 
olgundur.
Bunu herkes bilir. Her şey yükselmenin sonunda kendisine verilen kemâl için 
yaratılmıştır. Bunu bir misâl ile açıklayalım: At, eşekten daha üstündür. Zira 
eşeği yük taşımak için, atı ise, muharebede ve cihadda koşmak için 
yaratmışlardır. 
Üstündeki süvarinin istediği şekilde koşar. Aynı zamanda ata, eşek gibi yük 
taşıma kuvveti de verilmiştir. Böylece eşeğe verilmeyen bir yükseklik kendisine 
verilmiş oluyor. Eğer bu üstünlükten âciz olursa, sırtına palan vurulur ve eşek 
seviyesine iner. Bu ise, onun için helak ve noksanlık olur.
Bunun gibi, bazı insanlar, insanın yemek, yatmak, cima' etmek [cinsi yakınlık] 
ve zevk sürmek için yaratılmış olduğunu zannetmişlerdir. Bütün ömürlerini böyle 
geçirirler. Bazıları da vardır ki, insan; istilâ etmek, yenmek ve diğer şeyleri 
hâkimiyeti altına almak için yaratıldı derler. Arab, Kürd ve Türkler gibi. Her 
iki şekilde düşünenler de yanılıyor. Zira, yemek ve çiftleşmek, arzu ve iştihayı 
gidermek içindir. 
Bu, hayvanlara da verilmiştir. Devenin yemesi, insanın yemesinden fazladır. 
Serçenin çiftleşmesi, insanınkinden daha çoktur. O hâlde insan onlardan nasıl 
daha üstün olabilir? Milletleri yenmek, memleketleri istilâ etmek gazab ile 
olur. Bu ise canavarlara, yırtıcı hayvanlara verilmiştir.
Neticede insanda da, canavar ve hayvanlarda olanlar vardır. Fazla olarak bir 
kemâl derecesi daha verilmiştir. Bu da akıldır ki, onunla Allahü Teâlâ'yı tanır 
ve O'nun yarattıklarını anlar. Onunla, kendini şehvet ve gazabın elinden 
kurtarır. 
Bu ise, meleklerin sıfatıdır. Bu sıfatı ile yırtıcı ve diğer hayvanlara galib 
gelir. Yeryüzünde olanların hepsi, onun emrindedir. Bahusus Allahü Teâlâ 
buyurur: «Allahü Teâlâ, göklerde ve yerde olanları sizin emrinize verdi» (1).
O hâlde insanın hakikati, kemâl ve üstünlüğünün olduğu şeydir. Öbür sıfatlar, 
muvakkat ve emanet şeklinde verilmiştir. Diğerleri işçi ve hizmetçisi olarak 
gönderilmiştir. 
Bunun içindir ki, öldüğü zaman ne şehvet kalır, ne de gazab. Parlak ve nurlu bir 
cevher, melek gibi mârifet-i ilâhî ile süslü olunca, elbette meleklerin refiki 
(arkadaşı) olur. Mele-i âlâda, daima Allahü Teâlâ'nın huzurunda olurlar. «Güzel 
ve temiz bir yerde. Melik-i muktedirin yanında ve rızâsında olurlar» (2), âyet-i 
kerîmesinde bildirilenler derecesine erişir. 
Karanlık, zulmetli ve baş aşağı olanlara gelince: Karanlığı, günâhların 
zulmetinden pas tutmasıdır. Baş aşağı olması, şehvet ve gazabını haksız yere 
tatmin etmesi ve bu dünyada istediği her şeyi yapmasıdır. Yüzünü bu dünyaya 
dönmüştür. 
Bunun için şehvet ve arzuları, bu dünyaya aittir. Bu dünya ise, öbür dünyadan 
aşağıdır, onun altındadır. O hâlde başı aşağıda olur. Yâni baş aşağı olur. Âyet-i 
kerîmede, «Rablarının indinde, münafıkların baş aşağı olduğunu görseydin!» (3) 
buyurulması buna işarettir. 
Böyle olan kimseler, Siccîn'de [Cehennemde bir yer] şeytanlarla beraber olur. 
Siccîn'in ne demek olduğunu herkes bilemez. Bunun için Allahü Teâlâ, «Siccîn'in 
ne olduğunu bilir misin?» (4), buyurdu.
(1) 45 - Câsiye: 13.
(2) 54 - Kamer: 55. 
(3) 32 - Secde: 12.
(4) 83 - Mutaffifîn: 8.
Kalb âleminin şaşılacak hâllerinin sonu yoktur. Üstünlüğü de şaşılacak 
hâllerinin, her şeydekinden daha çok olmasındadır. Çok insanlar bundan 
gafildirler [habersizdirler]. Üstünlüğü iki sebebledir: Birincisi ilim, ikincisi 
kudrettir. İlim sebebiyle üstünlüğü iki tabakadır: Birini herkes bilebilir. 
Diğeri ise, daha örtülüdür, herkes anlayamaz. Bu, öncekinden üstündür. Zahiri 
olan bütün ilimleri ve san'atlan bilmesidir. Bütün san'atları bilen odur. 
Kitaplarda olanları okur ve bilir. Geometri, hesab, tıb, astronomi ve şeriat 
ilimleri gibi. 
O, bir şey olup, bölünmediği hâlde bütün bu ilimler ona sığıyor. Belki de, bütün 
âlem onda sahrada bir kum tanesi gibi kalır. Bir anda, düşünce ve hareketiyle, 
yerden göklere çıkar, doğudan batıya gider. Toprak âlemine bırakıldığı hâlde; 
bütün gökleri ölçer, her yıldızın büyüklüğünü bilir ve ölçülerini söyler. Balığı 
ustalıkla denizin derinliklerinden çıkarır. Kuşu havadan yere indirir. Fil, deve 
ve at gibi kuvvetli hayvanları emrinde kullanır. Âlemde olan şaşılacak hâller ve 
ilimler onun san'atıdır. Bütün bu ilimler onda, beş duygu organı vasıtasiyle 
hâsıl olur [meydana gelir]. Bunlar meydandadır, herkes bunları anlayabilir.
Bundan daha çok şaşılacak hâlleri şöyledir ki, kalbin içinden, âlem-i cismânî 
dedikleri, duygu azaları ile hissolunan âleme ve ruhanî dedikleri âlem-i 
melekûta yâni, duygu azaları ile, his olunamayan âleme, bir pencere açılmıştır. 
İnsanların çoğu cisim ve madde âlemini bilir, bu ise zâten muhtasardır 
[kısadır]. 
Kalbin içinde, ikinci bir pencere bulunduğuna delil, ilimlerinin iki çeşit 
olmasıdır: Biri uyku hâlidir. Uykuda iken duygu âzalarının yolu bağlanıp 
kesilince, içerdeki diğer pencere açılır. Âlem-i melekûttan [melekler alemi] ve 
Levh-i Mahfuz'da gaybi olan [bilinmeyen], ileride olacak şeyleri [izin verildiği 
kadar] bilir ve görür. 
Ama ya açık olarak; olduğu, olacağı gibi görür, yahut tâbire ihtiyaç olacak 
surette görür. İnsanlar zannederler ki, uyanıklık halindeki marifet daha 
yüksektir. Hâlbuki herkes bilir ki, uyanıkken gaybı görmek olmaz, uyurken olur. 
Duygu azaları yolu ile olmaz. Uykunun, rüyanın hakikatini bu kitabda anlatmamıza 
imkân yoktur.
Fakat, şu kadar bilmelidir ki, kalb ayna gibidir. Levh-i Mahfuz da ayna gibidir. 
Bütün varlıkların sureti ondadır. Bir ayna diğer bir aynanın karşısına 
konulunca, birinde görünenler, diğerine akseder. Bunun gibi, Levh-i Mahfuz'daki 
görüntüler, kalbde de görünür. Fakat bunun için de, kalbin saf olması, 
duygulardan kurtulması ve Levh-i Mahfuz'la münasebet kurması lâzımdır. 
Hislerle uğraştığı müddetçe, âlem-i melekût ile münasebet yolu kapalıdır. Uykuda 
ise, hislerden kurtuluyor. O hâlde, âlem-i melekûtun mütalâasından [iyice 
düşünülmesinden], cevherinde olan, zahir olur. Uyku sebebiyle hisler bağlı ise 
de, hayâl kendi yerindedir. 
Bunun için gördüklerini, hayâli temsiller şeklinde görür, sarih ve açık olmaz, 
örtü ve perdeden kurtulamaz. Ölünce hayâl de, his de kalmaz. O zaman işler 
perdesiz ve örtüsüz görünür. Ona denir ki: «Senden gaflet perdesini kaldırdık, 
gözün bugün daha keskin görür» (1). Ve derler ki: «Ey Rabbimiz! Vaad ettiğin 
azabı gördük, Peygamberin sıdkını [doğruluğunu] işittik. Şimdi bizi tekrar 
dünyaya gönder, iyi ameller yapalım» (2).
Delillerden biri de şudur ki, kalbine ilham yolu ile doğru firâsetler ve 
düşünceler gelmeyen hiç kimse yoktur. Bu, his yolu ile değildir; kalbde hâsıl 
olmuştur. Nereden geldiğini de bilmez.
Bu kadarını bilmelidir ki, ilimlerin hepsi his yolları ile değildir. Belki 
âlem-i melekûttandır. Bu dünya için yaratılmış olan hisler, âlem-i melekûtun 
mütalâasına elbette perde olurlar. Onlardan kurtulamadıkça, asla o âleme yol 
bulamaz.
(1) 50 - Kaf: 22. 
(2) 32 - Secde: 12.
Kalb penceresinin, uyumadan ve ölmeden âlem-i melekûta açılmayacağını 
sanmamalıdır. Böyle değildir! Bilâkis uyanık iken, bir kimse riyazet eder [nefse 
istediklerini vermez] kalbi gazab, şehvet ve fena huyların elinden, bu dünyanın 
aşağı hâllerinden kurtarır, yalnız bir yerde oturur, gözlerini yumar, 
duygularını çalıştırmaz, kalbini âlem-i melekût ile münâsebete geçirir — devam 
üzere dili ile değil, kalbi ile söyler. Allah, Allah... derse —, öyle olur ki, 
kendinden haberi olmaz. Bütün âlemden de haberi olmaz. Allahü Teâlâ'dan başka 
hiçbir şey bilmez. 
Böyle olunca, uyanık da olsa, o pencere açılır; diğerinin rüyada gördüklerini, o 
uyanık iken görür. Meleklerin ruhları güzel suretlerde ona görünür. 
Peygamberleri de görür. Onlardan istifade eder. Yardım görür. Yerdeki ve gökteki 
melekûtu [melekleri] ona gösterirler.
Kendisine bu yol açılan kimse, anlatmaya, vasfetmeye sığmayan büyük işler, 
hâller görür. Bunun hakkında Besûlullah (sallâlahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, 
«Yeryüzü benim için toparlandı, doğusunu batısını gördüm» (1) buyurdu. 
Allahü Teâlâ buyurdu ki: «Bunun gibi İbrâhime (aleyhisselâm) yakîn sahiblerinden 
olması için, göklerin ve yerlerin melekûtunu gösterdik» (2), Belki de, bütün 
peygamberin ilmi, his ve öğrenme yoluyla değil, bu yol ile idi. Hepsinin 
başlangıcı rnücâhede idi. 
Şöyle ki: Allahü Teâlâ buyurur: «Rabbinin ismini zikret ve bütün bağlantılardan 
kesil, O'na dön» (3), Yâni, bütün şeylerden temizlen, ayrıl, bütün varlığınla 
kendini ona ver, dünya tedbirleri ile uğraşma ki, O senin işini doğru yapsın. Ve 
yine buyurur: «Doğunun ve batının Rabbidir. Ondan başka ilâh yoktur. Her işine 
O'nu vekil eyle» (4). O'nu vekil eylersen, elini çek ve insanlara karışma, 
onlarla uğraşma. «Müşriklerin tekzib ve ezâsına [yalanlama eziyetine] sabret! 
Onlardan uzak dur, cezalarını Allahü Teâlâ'ya bırak« (5).
Bütün bunlar, riyazet ve mücâhedeyi öğretmektedir. Böylece kalb, insanların 
düşmanlığından, dünya arzularından ve hislerle meşgul olmaktan kurtulup, 
temizlenir. Mutasavvıfların yolu budur ve bu, peygamberlik yoludur. Çalışarak 
ilim kazanmak âlimlerin yoludur. Bu da büyük ve kıymetlidir. 
Fakat peygamberlik yoluna göre muhtasardır. Peygamberlerin ve evliyaların ilmi, 
bir kimse öğretmeksizin, Allahü Teâlâ tarafından kalblerine akar. Bu yolun 
doğruluğu tecrübe ile de anlaşılmaktadır. Birçokları bunu söylemekte ve akli 
deliller bunu bildirmektedir. 
Eğer bu sana tadarak, duyarak hâsıl olmadıysa, öğrenmekle elde edemediysen, 
aklın delilleri ile de buna eremediysen, bari buna inanmayı elden kaçırma ve 
kabul eyle ki, üç dereceden de mahrum kalmayasın ve kâfir olmayasın. Bunlar 
kalbin şaşılacak hâllerinden işaretlerindendir. İnsan kalbinin üstünlüğü bununla 
anlaşılmış olur.
(1) Hm. V. 278. 284, IV, 123.
(2) 8 - En'am: 75.
(3) 73 - Müzzemmil: 3
(4) 73 - Müzzemmil: 9.
(5) 73 - Müzzemmil: 10.
Bu hâllerin peygamberlere mahsus olduğu zannedilmesin. Zira, bütün insanların 
cevheri, fıtratta [yaratılış, karakter] buna uygundur. Şöyle ki: Hiçbir demir 
yoktur ki, kendisinden saf hâlinde iken âlemin görüntüsünü içine alan bir ayna 
yapılmasın.
Ancak pas, onun cevherine işler ve onu ziyan eder. Bunun gibi, dünya hırsı, 
şehvet ve günahların galib geldiği ve yerleştiği bir kalb, buna kavuşamaz. Kir 
ve pas derecesine iner. Böylece bu liyâkat [uygun olmak] ve uygunluğu gider. 
Hadis-i şerifte, «Her çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra babaları ve 
anneleri onları Yahudi, Hıristiyan ve Putperest yaparlar» (1) buyuruldu.
Bu liyâkatin umumî olduğunu Allahü Teâlâ şöyle haber veriyor: «Ben sizin 
Rabbiniz değil miyim? Hepsi, ‘Elbette şehâdet ederiz ki, Sen bizim 
Rabbimizsin!..' dediler» (2). 
Şöyle ki: Aklı olan bir kimseye birisi dese ki: «İki, birden çok değil midir?». 
Cevabında, «Şüphesiz çoktur» der. Her ne kadar aklı olan kimse bunu kulağıyla 
hiç duymamış olsa da, dili ile hiç söylememiş olsa da, içi bununla doludur, bunu 
tasdik ve kabul etmektedir. Bu, insanların fıtratında olduğu gibi, Allahü 
Teâlâ'yı bilmek de aynı fıtrattandır. 
Şöyle ki: Allahü Teâlâ buyurur: «Eğer kâfirlere, gökleri ve yerleri kim yarattı 
diye sorarsan, onlar, Allah yarattı diyeceklerdir» (3). Diğer bir âyet-i 
kerîmede, «Allah'ın fıtrat dinine yönel. Allah insanları o fıtrat üzerine 
yaratmıştır.» (4) buyuruluyor. 
Bu, aklî deliller ve tecrübe ile de bilinmektedir. Sadece peygamberlere mahsûs 
değildir. Zira, peygamber de, bir insandır. Âyet-i kerîmede, «De ki: Ben ancak 
sizin gibi bir beşerim [insanım]» (5), buyuruldu.
Fakat kendisine bu yol açılan kimseye, eğer bütün insanların kurtuluşunu 
gösterirlerse, kendisine gösterilen yola insanları çağırır, davet ederse, 
kendisine gösterilen bu yola Şeriat denir. O kimseye de peygamber denir. Ondan 
hâsıl olan hâllere mucize denir. 
İnsanları davetle meşgul olmazsa, ona velî denir. Hâllerine de keramet denir. 
Keramet sahibi olan her velînin, insanlarla ve davetle meşgul olması vacip 
değildir. Belki, kudret-i Hak onun davetle meşgul olmaması yolundadır. Fakat bu 
şeriatın kuvvetli ve yeni olduğu, başkalarının dâvetine lüzum kalmadığı zamanlar 
için doğrudur. Yahut da davetin başka bir şartı vardır ki, bu, velide yoktur.
O hâlde, evliyanın velayetine [velilik] ve kerametine itikadın sağlam olsun. 
Biliniz ki, ilk yapılacak iş mücâhededir. [Nefse, istemediklerini yaptırmak, çok 
ibadet yapmak gibi]. İrâde, istek burada işe yarar. 
Fakat her eken biçemez, her giden ulaşamaz, her arayan bulamaz. Şu kadar var ki, 
daha kıymetli olan işin, şartlan da [elde edilme yolları] çoktur. Onu bulmak 
daha güçtür. Bu ise, marifet makamında insanın en şerefli derecesidir. 
Mücâhede etmeksizin —bu yollardan geçmeden ve pişmeden—, bir mürşid [yol 
gösterici] olmaksızın, bunu istemek doğru olmaz. Bu ikisi olur, fakat bir 
uygunsuzluk varsa yahut ezelde o kimseye bu saadeti nasîb etmemişler ise, 
maksadına kavuşamaz. Zahirî ilimlerde imamlık derecesine kavuşmak ve bütün 
ihtiyârî [kendi isteği ile] olan işler de böyledir.
(1) H. Cenâiz, 80, 30.
(2) 7 - A'râf; 172.
(3) 31 - Lokman: 25.
(4) 30 - Rûm: 30.
(5) 18 - Kehf: 110, 41 - Fııssllet: 6.
Marifet yolundaki insanın, en kıymetli cevheri olan kalbde görünenleri 
öğrendin. Şimdi de, kudret sebebiyle olan üstünlüğünü izah edelim. Zira, o da 
meleklerin husûsiyetlerindendir. Diğer hayvanlarda yoktur. Bu da şöyledir: 
Melekler, madde âlemini emri altında bulundururlarsa, Allahü Teâlâ'nın izni ile 
insanların ihtiyaçlarını gördükleri zaman, baharda yağmur getirirler, fırtına 
koparırlar, hayvanları ana rahminde, bitkileri toprakta şekillendirirler ve 
süslerler. Bu işlerin her bir çeşidi için meleklerden bir kısmı 
vazifelendirilir. 
İnsanın kalbi de, melek cevheri cinsindendir. Ona da bir kudret, kuvvet 
verilmiştir. Böylece madde âleminin bir kısmı ona tâbidir.
Herkesin hususî âlemi, kendi bedenidir. Beden de kalbe tâbidir. 
Herkes bilir ki, kalb parmakta değildir. İlim ve irade [istek] parmakta 
değildir. Kalb emredince, parmak hareket eder. Kalbde hışmın görüntüsü meydana 
gelince, yedi azadaki damarlar açılır, kan hücum eder. Bu, yağmura 
benzemektedir. Şehvetin görüntüsü kalbde zahir olunca, bir esinti canlanır ve 
şehvet âletine doğru gider. Yemek yemeyi düşününce dilinin altındaki kuvvet 
hemen yardım için harekete geçer ve tükürük bezleri çalışır. Böylece yiyeceği, 
yutacak hâle gelinceye kadar ıslatır.
Kalbin tasarrufunun bedende câri [geçerli] olduğu ve bedenin kalbe tâbi olduğu 
gizli değildir. Fakat, bilmek lâzımdır ki, kalblerin bazısı bazısından üstün ve 
kuvvetlidir; melek cevherine daha çok benzer. Böylece, onun bedeninin dışındaki 
maddeler, ona itaat eder. 
Meselâ, heybeti bir aslan üzerine düşerse, aslan ona itaat eder, emrine girer, 
bir hastaya himmet edince, sıhhate kavuşur; bunun gibi vücudu sağlam olan 
birisine bakarsa, hasta eder, bir kimsenin kendi yanına gelmesini düşündüğü 
zaman, o kimsenin bâtınında bir hareket meydana gelir. Yağmur yağmasını istediği 
zaman yağmur yağar. 
Bütün bunlar aklî delillerle mümkün ve tecrübe ile bilinmektedir. Göz değmesi ve 
büyü dedikleri şeyler de bu kabildendir. İnsanların, diğer cisimlere te’sir 
ettiği şeyler kısmındandır. Hattâ, haset edici habis [kötü, pis] bir nefis olur, 
gayet güzel bir at görür, o ata haset gözü ile bakar, onun helak olmasını 
aklından geçirir, o at o anda helak olur. Bahusus hadîs-i şerifte bildirildi: 
«Göz (nazar) insanı mezara, deveyi tencereye koyar» (1).
O hâlde, bu da, kalbin şaşılacak kudretlerindendir. Böyle bir hususiyetin 
[özellik] kendisinde bulunduğu bir kimse, insanları hak dinine dâvet edici ise, 
bu hâllerine mucize denir. Davet edici değil ise keramet denir. 
Hayırlı işte bu hâlleri zuhur ederse, nebi yahut velî denir. Kötü işlerdekine 
ise büyücü denir. Büyü, keramet ve mucize, insanın kalbindeki kudretin en 
büyüklerindendir. Evet, aralarında büyük farklar vardır. Bu kitab bunu açıklamak 
için kâfi değildir.
Buraya kadar anlatılanları bilmeyen, peygamberliğin hakikatinden hiçbir şey 
bilmiyor demektir. Bildiği, sadece peygamberlik ve evliyalığın, insan kalbinin 
üstünlük derecelerinden biri olduğudur. Bunu da suret ve işitme ile bilmektedir.
Peygamberliğin hâsıl olmasında üç hususiyet vardır: Biri, bütün insanların 
uykuda iken gördüğünü, ona uyanık iken gösterirler. İkincisi, bütün insanların 
nefsi, kendi bedenlerinden gayrisine [dışına, haricine] tesir etmez. Onun nefsi 
ise, kendinden ayrı olanlara da tesir eder. Şöyle ki: insanların kurtuluşu onda 
olur. Yahut onda fesad olmaz. 
İnsanların çalışma ile elde ettikleri bilgiler, onun kalbine, bir kimseden 
öğrenmeksizin gelmektedir. Zeki ve kalbi temiz olan bir kimsenin de aklına, 
kimseden öğrenmediği ilimlerden bir kısmının gelmesi doğrudur. 
O hâlde, bir kimsenin kalbi daha saf ve kuvvetli olursa, bütün ilimler, yahut 
ilmin ekserisini, çoğunu, kendiliğinden bilebilir. Buna, ilm-i ledünni [Allah 
tarafından başka bir yerden öğrenmeksizin verilen ilim] denir. Nitekim Allahü 
Teâlâ buyurur: «... Ona tarafımızdan bir rahmet vermiş, kendisine nezdimizden (haas) 
bir ilim öğretmiştik» (2).
Bu üç hususiyetin kendisinde toplandığı kimse, büyük peygamberlerdendir. Yahut 
da, büyük evliyadandır. Eğer bu üç hususiyetten biri bulunsa, bu derece elde 
edilebilir. Her birinin de aralarında büyük farklar vardır. Zira, insan vardır 
ki, her birinden azar azar pay almıştır. Bir başkasında ise her birinden daha 
çok bulunur.
Bizim Peygamberimizin (sallâllahü aleyhi ve sellem) üstünlüğü, kemâli bu üç 
hususiyetin kemâl üzere [mükemmel, eksiksiz] kendisinde bulunması sebebiyledir. 
Allahü Teâlâ, insanların ona uymaları ve saadet yolunu ondan öğrenmeleri için, 
peygamberlik makamını anlayabilmelerini isteyince, herkese bu üç hususiyetten 
bir numune verdi. Rüya hâli, bir hususiyetin nümûnesidir. Doğru firaset de diğer 
bir hususiyettir, ilim de, doğru akıl ve düşünce de diğer bir numunedir.
İnsanın bir şeye inanması, o şeyin numunesi olmadan mümkün değildir. Numunesi 
olmayan bir şeyin suretini düşünemez, anlayamaz. Bunun için hiç kimse Allahü 
Teâlâ'nın hakikatini tamamen bilemez. Ancak, Allahü Teâlâ bilir. Bunu anlatmak 
uzun sürer. Meâni-i Esmâullah (3) [Allahü Teâlâ'nm isimlerinin mânâları] 
kitabımızda bu hususta açık deliller göstermişizdir.
Şunu da bildirelim ki, bu üç vasıftan başka, peygamberlerde ve evliyada, bizim 
bilmediğimiz daha başka vasıflar da olabilir. Çünkü o vasıfların bizde numunesi 
yoktur. O hâlde, Allahü Teâlâ'-yı kendinden başka, hiç kimse kemâl üzere bilemez 
dediğimiz gibi, Peygamber Efendimizi de (sallâllahü aleyhi ve sellem) kendinden 
ve kendisi gibi olanlardan başkası tamamen bilemez, deriz. Buradan anlaşıldı ki, 
insanlardan peygamberin kıymetini, değerini yine peygamber bilir. 
Bizim için ise, bu derece, fazla malûm değildir. Zira bizim uykumuz olmasaydı ve 
bir kimse bize uykuyu anlatıp, «Bir kimse yatar, hareket etmez, görmez, işitmez, 
konuşmaz, fakat yarın ne olacağını bilir. 
Halbuki, işitseydi ve görseydi, bunu bilemezdi» dese, kat'iyyen biz buna 
inanmazdık, insanoğlu görmediğine inanmaz! Bunun için Allahü Teâlâ, «Hattâ, 
ilimlerinin olmadığı şey’e inanmazlar. Onların aklına onun mânâsı ve te’vili 
[görünenin manası dışında yorumlama ] gelmez» (4), buyurdu. Ve yine buyurdu ki: 
«Ona yol bulamayınca, bu, eski bir iftira ve yalandır derler» (5).
Peygamberlerde ve evliyada, diğerlerinin hiç haberi olmadığı sıfatların 
bulunmasına şaşma! Onlar, ondan büyük lezzete ve kıymetli hâllere kavuşurlar. 
Bu, şuna benzer ki, bir kimsede şiire karşı bir zevk yoksa, bu sebepten, vezin 
dinleme lezzetini bulamaz; eğer bir kimse bunun mânâsını ona anlatmak istese, 
anlatamaz. Çünkü, onun bu branştan haberi yoktur. 
Bunun gibi, anadan doğma kör olan, asla renklerin mânâsını ve onları görmenin 
zevkini anlayamaz. O hâlde, Allahü Teâlâ'nın bazı idrak ve anlamları 
peygamberlik mertebesini verdikten sonra, yaratmasına şaşma. O makama 
kavuşmayanın bundan haberi olmaz.
(1) Suyûtl, el - Câmİ'us - Saglr (ayn maddesi).
(2) 18 - Kehf: 65.
(3) Kitabin - Maksadl'l - Esna fi Esmâlllahi'l - Hüsnâ.
(4) 10 - Yûnus; 39.
(5) 46 - Ahkâf: 11.
Buraya kadar anlatılanlardan kalbin üstünlüğü anlaşıldı. Mutasavvıfların 
yolunun da ne olduğu öğrenildi. Sofilerden, «ilim, bu yolda perdedir» gibi 
sözler duyarsın ve bunlara inanmazsın. Bu sözü inkâr eyleme ki, doğrudur. 
Çünkü duygular ve duygu azaları vasıtasiyle hâsıl olan ilimlerle meşgul olur, 
onlara dalarsan, bundan mahrum olursun.
Kalb bir havuz gibidir, beş duygu âzası da havuza dışardan akan beş dere 
gibidir. 
Eğer havuzun dibinden temiz su çıkarmak istersen, bunun çaresi, havuzdaki bütün 
suyu boşaltman, sonra bu suların getirdiği siyah çamuru çıkarman ve bir daha pis 
su gelmemesi için bu yolları kesmen ve havuzun dibini, içinden temiz, berrak su 
çıkabilecek şekilde yapmandır. Havuz, siyah çamur ile dolu olduğu müddetçe 
içinden duru su çıkması imkânsızdır. Bunun gibi, kalbin içinden gelen ilim, 
dışardan gelenlerden kurtulmadıkça, maksat hâsıl olmaz.
Fakat âlim, kendini öğrendiği ilimlerden ayırır, kalbini onlarla meşgul 
eylemezse, elde etmiş olduğu ilimler ona perde olmaz ve kalb gözünün açılması 
umulur. Şöyle ki: Kalb hayâllerden ve hislerden kurtulunca, eski hayâlleri ona 
perde olmaz.
İlmin perde olmasının sebebi şudur ki, bir kimse Ehl-i sünnet itikadını öğrenir, 
münâkaşa ve münazaradaki delillerini de öğrenir, kendini tamamen buna verir ve 
bundan başka hiçbir ilim yoktur diye kabul eder, eğer kalbine başka bir şey 
gelse, «Bu duyduğumun aksinedir. Ona uymayan her şey bozuktur, yanlıştır» derse, 
böyle bir kimsede, işlerin hakikatinin bilinmesi mümkün olmaz. 
Çünkü: AVAMA ÖĞRETİLEN İTİKAD, HAKÎKATlN SÛRETÎDİR, KENDİSİ DEĞİLDİR. TAM 
MÂRİFET OLMALI Kİ, ÖZÜN KABUKTAN AYRILMASI GİBİ, HAKİKATLAR SURETTEN AYRILSIN.
Biliniz ki, mücadele ve münazara ilmini o itikada yardımcı olarak öğrenene bir 
hakikat bildirilmez. Çünkü, elindekinin tam olduğunu sanmaktadır. Bu zan ona 
perde olur. Bir şeyi öğrendiğine zann-ı galibi olan kimse, bu dereceden mahrum 
olduğu ekseriya malûmdur, sözü meşhurdur. Bu da cedel [mücâdele – münazara] 
ilmine kendini verenlerin hâlidir.
O hâlde, bu zannı silip atana, ilim perde olmaz. O zaman, onda da kalp açılması 
hâsıl olur. Derecesi çok yüksek olur. Onun yolu daha emniyetli, daha sağlam ve 
daha doğru olur. Zira temeli kuvvetli ilme dayanmayan kimse, ekseriya uzun zaman 
bâtıl hayâllere bağlı kalır ve azıcık şüphe ona perde olur. Alim ise böyle 
ziyanlardan emindir. 
O hâlde, «İlim perdedir» sözünün mânâsını mükâşefe [keşfetme] derecesine ulaşmış 
bir kimseden duyarsan, böyle bil, inkâr eyleme!
Fakat, emir ve yasaklara uymayıp bozuk delillerle haramlara mubah diyen kâfirler 
ve nefislerine tâbi olan zavallılar, zamanımızda zuhur eyledi [meydana çıktı]. 
[yazarın zamanımız dediği dokuz asır evveldir!]. 
Kendilerinde bu hâller asla bulunmadığı hâlde, sofilerin sekir hâlinde 
söyledikleri lüzumsuz, saçma sözlerden birkaç tanesini alıp kendilerine süs 
veriyorlar: Yaptıkları iş, her gün yıkanıp taranmak, güzel elbiseler giyip 
seccadesini yaymak, sonra da ilmi ve âlimleri kötülemektir. Böyleleri 
öldürülmelidir. Şeytân ahlâklıdırlar. 
İnsanları aldatıyorlar. Allahü Teâlâ ve Resulü (sâllâllahü aleyhi ve sellem) 
ilmi ve âlimleri övüyorlar. Bütün dünyayı ilme davet ediyorlar. 
Her şey mubah diyen bu zavallı, hâl sahibi olmadığı ve ilmi elde etmediği için, 
onun bu sözü söylemesi nasıl doğru olabilir? Bu şuna benzer: Bir kimse kimyanın 
altından daha iyi olduğunu, ondan sayısız altın yapıldığını işitir. Altın 
hazinelerini önüne getirseler, onlara elini uzatmaz ve, «Altın ne işe yarar, 
onun kıymeti nedir ki... 
Bana kimya lâzımdır ve asıl odur», der. Altını almaz. Halbuki kimyayı da asla 
tanıyamaz, bulamaz. Altın da yapamaz. Çaresiz, müflis ve aç kalır. «Ben derim 
ki: Kimya, altından daha iyidir», şeklinde söylediği sözün sevincinden bağırır 
ve coşar. 
İşte peygamberlerin ve evliyanın keşfi kimyaya benzer. Alimlerin ilmi de altına 
benzer. Kimyaya sahip olan, altına sahip olandan daha faziletlidir.
Fakat burada bir başka incelik daha vardır: Bir kimsede bulunan kimya yüz 
altından fazla yapmasa, bu kimse kendisinde bin altın bulunandan faziletli 
olamaz. Kimya kitapları kimyadan bahseder ve onu arayanlar çok olduğu hâlde, 
bunun hakikati uzun zamanda bile herkesin eline geçmez. Onu temin etmek 
isteyenlerin çoğu kalp para [sahte para] elde eder. Mutasavvıfların işi de 
böyledir. Çok nâdir bulunur. Olan az olduğuna göre, kemâle gelmesi de pek nâdir 
olur.
O hâlde, buradan anlaşılmış oldu ki, sofilerin hâllerinden az bir şeyin 
kendisinde hâsıl olduğu bir kimse, bütün âlimlerden üstün olamaz. Çünkü bunların 
çoğu işin başlangıcında kendilerinde bir şey hâsıl olduktan sonra, oradan 
düşerler ve yolu tamamlayamazlar. 
Bâzıları da vardır ki, bir hâl ve bir hayâl onları kaplar ve fakat onun 
hakikati, aslı olmaz. Onlar bunu kazanç sayarlar. Beğenilmeyip atılan şey böyle 
olmaz. Bahusus [hususiyle, bilhassa] uykuda, rüyada hakikatler vardır. Fakat 
mânâsız, bozuk rüyalar da vardır. Hattâ âlimlerin sırrının üstünlüğü, bir kimse 
içindir ki, o, o hâlde öyle kâmil olmuştur ki, diğerlerine çalışarak verilen din 
bilgilerini, o öğrenmeksizin bilir. Bu söz ise nâdir sözlerdendir. Yâni bu 
sözle, ele geçmesi nâdir olan bir makam anlatıldı.
O hâlde hakiki tasavvuf yoluna ve onların üstünlüğüne inanmalısın. Boyunlarına 
halka geçmiş bu zavallıların sözü ile onlar hakkındaki itikadını bozmamalısın. 
Onlardan ilmi ve âlimleri yeren ve ayıplayanların ellerinde bir şey olmadığını 
kabul etmelisin!
İnsanın saadetinin Allahü Teâlâ'yı bilmekte olduğu nereden anlaşılır, diye 
sorulursa, cevabında deriz ki, bu, şöyle anlaşılır: Her şeyin saadetinin, o 
şeyin lezzet ve rahatında olduğunu herkes bilir. 
Her şeyin lezzeti ise tabiatının çektiği taraftadır. Her şeyin tabiî muktezâsı 
[ne için yaratılmışsa], yaratıldığı şey içindir. Bahusus şehvetin lezzeti, 
arzusuna kavuşmak; gazabın lezzeti, düşmanından intikam almaktır. Gözün lezzeti 
güzel suretlerde, kulağın lezzeti hoşuna giden nağme ve seslerdedir. 
Bunun gibi, kalbin lezzeti de kendi hususiyetindendir ve onu, onun için 
yaratmışlardır. Bu da işlerin hakikatini bilmek olup, insanın kalbine mahsustur. 
Fakat şehvet, gazap ve beş duygu âzası ile anlaşılanlar, hayvanlarda da vardır.
Bunun içindir ki, insan bilmediği şeye karşı, yaratılış icabı merak ve alâka 
duyar. Bu alâka o şeyi bilmek istemesidir. Bildiğine sevinir, neşelenir ve 
onunla övünür. Aşağı işlerde de böyledir. Satrancı bilen bir kimseye oynayanlar, 
«karışmayın» deseler, o yine söyler, sabredemez. Zor bir oyunu bildiği için, 
bunu açığa vurmak, bununla övünmek ister.
Kalbin lezzetinin, işlerin hakikatini bilmekte olduğunu anladıktan sonra, bilmek 
ne kadar büyük ve kıymetli şeylerde olursa o kadar kıymetli olacağını da 
öğrenmek lâzımdır. Vezirin bildiği şeylerden, ona mahsus sırlardan konuşan bir 
kimse, bununla övünür.
Eğer padişaha ait sırları ve onun memleketi idare etmekteki düşüncelerini 
bilirse, buna daha çok sevinir. Hesap ilmi ile göklerin şekil ve ölçüsünü bilse, 
satranç ilmini bilmekten daha çok sevinir. Satrançta neyi nereye koyacağını 
kestiren kimse, nasıl oynayacağını bilenden daha çok zevk alır. Bunun gibi, 
bilinmesi daha kıymetli olana ait bilgiler de daha kıymetlidir. Lezzetleri de 
daha fazladır.
Bütün varlıkların O'nunla şereflendiği varlıktan [Allahü Teâlâ'dan] daha şerefli 
varlık yoktur. Bütün âlemlerin âmiri ve mâliki O'dur. Âlemdeki bütün akılları 
durduran şeyler, O'nun sun'unun eserleridir. O hâlde bundan daha şerefli hiçbir 
marifet yoktur ve bu yaratılış icabıdır. 
Çünkü, her şeyin yaratılış icabı, onun hususiyetidir ve onun için 
yaratılmışlardır. Bu marifetin icabı bozuk olan bir kalb, gıda alma kabiliyeti 
bozulmuş hasta beden gibidir. Çamuru, ekmekten çok sever. 
Tabiî arzusunun eski hâline gelmesi için ona ilaç verilmezse ve bu bozuk arzular 
beraberinde giderse, dünyanın zavallısı olur, helak olur. Diğer şeylere karşı 
şehveti, arzusu, Allahü Teâlâ'yı tanımasından çok olanlar da hastadır. Tedavi 
edilmezlerse, öbür dünyanın zavallısı olurlar, helak olurlar.
İnsanın bedenine bağlı olan bütün arzu ve lezzetlerin ölümle beraber 
sönecekleri, tükenecekleri şüphesizdir. Bedene ait elemler de ölümle bitecektir. 
Marifet lezzeti kalbe ait olup, ölümle artar. Hattâ daha parlak olur. Lezzetin 
artması şöyle olur: Diğer arzuların sıkıntısı kalkar. Inşaallahü Teâlâ, 
kitabımızın sonunda, Muhabbet bahsinde, bunu uzun uzun anlatacağız.
İnsanın kalb hâllerinden anlattıklarımız, böyle bir kitap için kâfidir. 
Bundan fazlasını öğrenmek isteyenler için Acâibü'l - Kalb kitabımız vardır. O 
kitabda ve bu kitabda, bir insanın kendini tanıması tamamen anlatılamadı. 
Anlattıklarımız kalbin bâzı sıfatlarının izahıdır [açıklamasıdır]. Bu, insanın 
bir rüknüdür. Diğer rüknü de bedendir. Bedenin yaratılmasında da şaşılacak 
hâller çoktur. Dıştaki ve içteki her bir uzuvda; garib, duyulmamış mânâlar, 
faydalar vardır.
İnsanın bedeninde binlerce damar, sinir ve kemik vardır. Her birinin şekli ve 
sıfatı başkadır. Her birinin vazifesi ayrıdır. Senin ise onlardan haberin 
yoktur. 
Senin bildiğin şu kadardır: El ve ayak, tutmak ve yürümek içindir. Dil, konuşmak 
içindir. Ama gözün on ayrı kısımdan yapıldığını, bunlardan biri vazifesini 
yapmazsa görme işi olmayacağını bilmezsin ve yine bu kısımların her birinin ne 
yaptıklarını ve hangi sebeple görmeye tesir ettiklerini bilemezsin. Gözün madde 
olarak büyüklüğünü herkes bilir. Ona ait bilgiler ise cildlerle kitaplarda ancak 
anlatılmıştır. 
Bunu da bilmemene şaşmamak lâzım. Karaciğer, dalak, öd kesesi, böbrek ve buna 
benzer iç organların vazifelerini de bilemezsin. Karaciğerin vazifesi, mideden 
kendisine gelen çeşitli gıdaları kan renginde bir hâle getirmek ve yedi uzva, 
yâni bütün vücuda yayacak şekle sokmaktır. 
Kan, ciğerde oluşunca üstünde sarı renkli bir köpük bulunur. Bir de tortu 
bırakır. Bu ise lenftir. Dalağın vazifesi bu safrayı, lenfi kandan almaktır. 
Sarı renkli köpük safradır. Öd kesesinin vazifesi bu safrayı emmek, toplamaktır. 
Kan, ciğerden çıkınca, gayet ince ve suludur. Böbreğin vazifesi, kandan suyu 
almaktır. Ancak böylece kan, safrasız ve lenfsiz kendi renginde ve kıvamında 
damarlara ulaşır.
Safra kesesinde bir arıza olursa, safra kana karışır. Sarılık hastalığı meydana 
gelir. Safra ile alâkalı diğer hastalıklar da baş gösterir. Dalak iyi çalışmazsa 
lenf kana karışır. Lenfavî hastalıklar meydana gelir. Böbrekler çalışmazsa su 
kana karışır, istiska [deri altı su toplama – ödem] hastalığı meydana gelir.
Bunun gibi, insanın dışındaki ve içindeki her parçayı bir iş için 
yaratmışlardır. Beden bunlarsız sağlam olamaz. Belki, insanın bedeni, âlemin bir 
nümunesidir, muhtasarıdır. Âlemde yaratılan her şeyin insanda bir numunesi 
[misali] vardır. Kemik dağ gibi, damarlar nehirler gibidir. Kıllar ise ağaçlara, 
beyin göklere, duygu azaları yıldızlara benzemektedir. Bunu uzun anlatırsak çok 
sürer. 
Âlemdeki her şeyin insanda bir numunesi, bir benzeri vardır. Domuz, kurt, at, 
şeytan, cin ve melek gibi. Daha önce bunlara işaret eyledik. Âlemde olan her 
san'atın onda bir benzeri vardır. Midedeki kuvvet, aşçı gibidir. Yemekleri 
hazmeder. Saf gıdaları ciğere, tortu ve posalarını bağırsaklara gönderen şıracı 
gibidir. 
Gıdaları ciğerde kan hâline getiren boyacıdır. Kanı göğüste beyaz süt yapan, iki 
yumurtada beyaz nutfe [meni] yapan çamaşırcı, böbrekler de ciğerden su çekip 
mesaneye götüren saka, büyük abdesti dışarı atan, çöpçü gibidir. Safrayı ve 
lenfi harekete getirip, bedene zarar veren kuvvet, hırsız gibidir. Safrayı ve 
hastalıkları gideren kuvvet, adil bir başkana benzer ki, uzatırsak bunun da sonu 
gelmez.
Bunlardan maksat, bedenin içinde iş yapan nice organlar olduğunu bilmendir. Her 
biri bir işle meşgul olurken, sen tatlı tatlı uykudasın. Onlar sana hizmetten 
bir ân bile geri durmuyorlar. Sen ise onları tanımıyorsun. Aynı zamanda sana 
olan hizmetlerine de şükretmiyorsun!
Bir kimse hizmetçisini bir gün sana hizmet ve yardıma gönderse, bütün gün belki 
hayatın boyunca ona teşekkür edersin. Ama bu kadar san’atkârları bedenin içinde 
hizmetinde bulunduran, hayatın boyunca onları sana hizmetten bir an geri 
bırakmayanı hatırlamazsın.
Bedenin yapısını, terkibini ve her azanın faydalarını bilmeye ilm-i teşrih 
denir. Bu, derin bir ilimdir, insanlar bunu bilmezler ve dokunmazlar. Okuyanlar 
tıb ilminde müderris [profesör] olmak için okurlar. Halbuki tıb ve tıb ilmi de 
muhtasardır, kısadır. Lüzumlu ise de, din ile alâkası yoktur.
Fakat bedenine Allahü Teâlâ'nın yarattıklarındaki akıllan durduracak incelikleri 
görmek için bakıldığında, Allahü Teâla'nın sıfatlarından üç sıfat kendiliğinden 
olur:
Birincisi, bilir ki, bu kalıbın [bedenin] ustası ve bu şahsın yaratıcısının 
kudreti tamdır. Noksanlık ve acizlik O'nun kudretine yanaşamaz. Zira, bir damla 
sudan böyle bir insan yaratabiliyor. Bunu yapabilen, ölümden sonra diriltmeyi 
daha kolay yapar.
İkincisi, bu bedeni yaratanın ilminin, her şeyi kuşatan bir ilim olduğunu bilir. 
Zira, böyle şaşılacak şeylerin, böyle şaşılacak faydalarla bir arada bulunması, 
ancak en üstün bir ilimle olabilir.
Üçüncüsü, kullarına lütuf, rahmet ve inayetinin sonu yoktur. Zira, yaratılması 
lüzumlu olanlardan bir tane bırakmayıp, hepsini yarattı. Onlar zaruri 
lâzımdırlar. Kalb, ciğer, beyin ve canlılık gibi. İnsanın ihtiyacı olduğu, fakat 
zaruri olmadığı şeyleri de yarattı. El, ayak, göz ve dil gibi. Hepsini o verdi. 
Lâzım olmayan, zaruri de olmayan fakat fazlalık da olmayıp güzelliğe sebep 
olanları da verdi: Saçın siyahlığı, dudağın kırmızılığı, kaşın kavisliği ve 
kirpiklerin düzgünlüğü ve buna benzer şeyler.
Bu lütuf ve inayetini yalnız insanoğluna vermedi. Bütün yaratıklarına, 
sivrisineğe, arıya ve sineğe de verdi. Evet, bunlardan her birine lâzım olanları 
verdi. Şekillerini ve suretlerini, güzel çizgilerle ve renklerle süsledi.
O hâlde insanın vücudunun yaratılmasına dikkatle bakmak, Allahü Teâlâ'nm 
sıfatlarını bilmenin anahtarıdır. Bu şekilde ve bu sebeple bu ilim kıymetli 
olur. Hekimlerin bu ilme ihtiyacı olmasında, bu şeref yoktur.
Şiirdeki, kitap yazmadaki ve san’attaki incelikleri ne kadar çok bilirsen, 
şairin, yazarın ve san’at sahibinin büyüklüğü, kalbinde artar. Allahü Teâlâ'nın 
işlerindeki incelikler ve aklın eremediği mânâlar, bunları yapan Allahü 
Teâlâ'nın büyüklüğünün anahtarıdır. Bu da kendini bilmekten bir kısımdır. Fakat 
kalb ilmine göre muhtasardır.
Çünkü bu, beden ilmidir. Beden ise binek hayvanı gibidir. Kalb, üstündeki 
süvariye benzer. Maksat süvarinin yaratılmasıdır, bineğin değil. Çünkü binek 
hayvanı, ona binen içindir. Binici, binek hayvanı için değildir. Bu kadarını 
söylemekle insanın kendisini böyle kolay anlayamayacağını bildirdik. 
Hâlbuki, sana senden daha yakın hiçbir şey yoktur. Kendini tanımayıp, 
başkalarını tanıdığını, bildiğini iddia eden, kendini doyuracak yemeği olmadığı 
hâlde şehirdeki fakirlerin hepsinin kendi yemeğini yemekte olduklarını iddia 
etmesine benzer ki, gayet çirkin ve yakışık almayan bir şeydir.
Buraya kadar anlatılanlardan, insanın kalb cevherinin kıymetini, âczini ve 
büyüklüğünü anladın. Şimdi bil ki, bu kıymetli cevheri sana verdiler ve sonra 
seni onun üzerine örttüler! Onu aramaz, zayi eder ve onu unutursan çok 
aldanırsın ve büyük ziyanlara duçar olursun. 
Kalbini yeniden aramaya, dünya meşgalelerinden kurtulmaya ve onu kendi yüksek 
makamına ulaştırmaya gayret et. Onun şeref ve izzeti, öbür dünyada 
anlaşılacaktır. Üzüntüsüz neş'e, fenâsız beka, acısız kudret, şüphesiz marifet 
ve Allahü Teâlâ'yı perdesiz görmek olacaktır.
Fakat, bu dünyada onun [yâni insanın] şerefi, kendisinde bulunan istidat 
[doğuştan gelen sonradan geliştirebilen…] ve liyakat ile hakiki şeref ve izzete 
kavuşmaktır. Yoksa, bugün ondan daha kusurlu ve zavallı kim vardır. Zira 
açlığın, susuzluğun, sıcaklığın, soğukluğun, hastalığın, ızdırabın, elemin, 
sıkıntının, hışmın ve hırsın esiri olmuştur. Rahatının ve lezzetinin bulunduğu 
şeyler, ona zarardır. Ona faydalı olanlar acı ve elemle karışıktır.
Aziz ve kıymetli olan kimse, ya ilim, ya kuvvet ve kudret, ya himmet [manevi 
yardım] ve irade, veyahut da yüzünün güzelliği ile kıymetli ve azizdir.
İnsanın ilmine bakarsan, ondan daha cahil kim vardır? Zira, eğer beyninde bir 
damar eğrilse, öleceğinden yahut delireceğinden korkulur. İnsan ise, neden 
olduğunu ve ilâcının ne olduğunu bilemez. Belki de ilâcı yanındadır, onu daima 
görür, fakat bilmez.
Kuvvet ve kudretine bakarsan, ondan daha âciz kim vardır? Zira sinek ile boy 
ölçüşemez. Kendisine musallat olan sivrisineğin elinde helak olur. Arı, iğnesini 
kendisine batırırsa, uyumaz ve huzursuz olur.
Himmetine bakarsan, bir dang [yaklaşık olarak yarım gram] gümüş veya altın 
kaybetse, hâli değişir ve üzülür. Açlık zamanında bir lokma verilmezse, bayılır 
kalır. O hâlde bundan aşağılık olur mu?
Yüzünün güzelliğine bakarsan, çöplük üzerine örtülmüş post gibidir. İki gün 
kendini yıkamazsa, yüzünde öyle bedlik ve çirkinlik olur ki, kendisinden 
tiksinir, fena bir koku hissedilir. Onun karnında taşıyıp hamallığını yaptığı ve 
günde birkaç defa eliyle yıkadığı pis kokulu kazurattan daha aşağı hangi şey 
vardır?
Bir gün Şeyh Ebû Saîd-i Ebü'1-Hayr (rahmetullahi aleyh) sofilerle beraber 
gidiyordu. Bir ara, lâğım kuyusunu temizlemekle uğraşanların yanından 
geçiyorlardı. Yol necasetlenmiş, etraf pislik içerisinde idi. Sofiler 
burunlarını tutup, hepsi bir tarafa kaçtılar. Şeyh, olduğu yerde durdu ve şöyle 
söyledi: 
«Ey insanlar, bakınız bu pislikler bana ne söylüyor. Diyorlar ki, dün pazarda 
(nefis ve leziz yiyecekler şeklinde) idik. Hepiniz bizi ele geçirmek için, 
keselerinizi boşaltmıştınız. Bir geceden fazla sizinle kalmadık. Bu hâle geldik! 
Bizim mi sizden, yoksa sizin mi bizden kaçmanız yakışır?».
Hakikaten insan, bu dünyada noksanlık, acizlik ve zavallılığın son 
noktasındadır. Pazara çıkarılma günü yarın olacaktır. Eğer kimyâ-yı saadet kalb 
cevherine düşerse, hayvanlar seviyesinden melekler derecesine yükselir. 
Yok, eğer yüzünü dünyaya ve dünya arzularına dönerse, yarın köpek ve domuzdan 
aşağı olur. Çünkü, onların hepsi toprak olacak ve elem çekmeyecektir. O ise 
azabda kalacaktır. Şerefini bildiği gibi, noksanlığını ve zavallılığını da 
bilmelidir. Bu sebepten dolayı kendini bilmek, Allahü Teâlâ'yı bilmek 
anahtarlarından bir anahtardır.
Kendini bilmek hususunda bu kadar kâfidir. Böyle bir kitapta söylediğimizden 
fazlasını anlatmak imkânsızdır. Ve billahi't-tevfik. Muvaffakiyet Cenâb-ı 
Hak'tandır.
Bil ki, geçmiş peygamberlerin kitaplarında, insana hitab eden şu söz 
meşhurdur: «Ey insan! Rabbini tanımak için kendini tanı». Haberlerde 
[hadislerde] ve eserlerde [selef-i sâlihînin sözlerinde] geldi ki: «Kendini 
bilen, Rabbini bilir». 
Bu söz şuna işarettir ki, insanın kendisi bir aynadır, ona bakan, Hakkı görür! 
Birçok insan kendine bakar ve fakat Hakkı göremez. O hâlde kendini bilmek için, 
Allahü Teâlâ'yı bilmeye hangi yolun vesile olduğunu öğrenmek lâzımdır. 
Bu da iki şekildedir: Biri çok derindir. Bunu çok kimse anlayamaz. Bundan 
bahsetmek doğru olmaz. Herkesin anlayabildiği şekil ise, su götürmez biçimde 
açıktır. Avam insan, kendi zâtından Allahü Teâlâ'nın zâtının varlığını, kendi 
sıfatlarından Allahü Teâlâ'nın sıfatlarını, kendi bedeni ve âzaları olan şahsî 
memleketindeki tasarruftan, Allahü Teâlâ'nın bütün âlemlerdeki tasarrufunu 
bilendir.
Bu, şöyle izah edilir: Her şeyden önce kendini varlığıyla bilince anlar ki, 
bundan önce, nice yıllar geçmiştir. Kendinin namı, nişanı yok idi. Hususan 
Allahü Teâlâ buyurur: «İnsanın üzerine uzun devirden öyle bir zaman gel [ib geç] 
di ki [o vakit] o, anılmaya değer bir şey bile değildi. 
Hakıykat, biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan 
ediyoruz. Bu sebeple onu işitici, görücü yaptık (1).
İnsanın kendi aslından anlayabildiği, varlığından önce nutfe olmasıdır.
Fena kokulu bir damla su; onda akıl, kulak, göz, baş, el, ayak, dil, damar, 
sinir, kemik, deri ve et gibi şeyler yoktur. Belki, beyaz şekilde bir sudur.
Fakat, bütün bu akıllara durgunluk veren hâller onda meydana gelmiştir. Ama 
bunları o mu, yoksa bir başkası mı meydana getirdi? Ve yine zaruri olarak bilir 
ki, insan, kemâl mertebesinde, her âzası yerinde olduğu hâlde, bir kıl ucu 
yaratmaktan âcizdir. Demek ki, bir su damlası iken daha âciz ve noksan idi. 
Netice olarak anlaşıldı ki, kendi zâtının varlığından, Allahü Teâlâ'nın zâtının 
varlığı belli olur.
Bir kısmını anlattığımız bedenindeki zahirî ve bâtınî şaşılacak hâllere bakınca, 
kendini yaratanın kudretini görür ve bilir ki, her bakımdan tam bir kudret 
[yaratan] vardır, istediğini, istediği gibi yaratır. Bundan daha üstün hangi 
kudret olabilir ki, böyle hakir ve aşağı bir damla sudan olgun, güzel, hikmetli 
ve şaşılacak bir şahıs yaratıyor.
Kendinde olan akıl almaz bu inceliklere ve âzalarının faydalarına ve herbirinin 
ne hikmetle yaratıldığına, el, ayak, göz, dil ve diş gibi zahirî azalarına, 
dalak, ciğer ve öd kesesine ve buna benzer diğer iç azalarına bakınca, kendini 
yaratanın ilmini bilip her bakımdan tam ve her şeyi kuşatmakta olduğunu ve yine 
böyle bir âlimin bildiğinin hiçbir şey olmadığım anlar.
Çünkü, bütün akıllıların aklı bir araya gelse, onlara uzun ömür verilse, bu 
azalardan birini, yaratılışında olduğu şekilden çıkarıp daha iyi yapmayı 
düşünseler, yapamazlar! 
Meselâ, yenilen şeyleri kesmek için keskin olan ön dişlerini, ezmek ve öğütmek 
için uçları düz olan azı dişlerini, değirmene ezebileceği, öğütebileceği şeyleri 
atan dil küreğini, dilin altında bulunup, icabettiği vakitte yemekleri 
ıslatacak, hamur hâline getirecek kadar salgı yapan kuvvetini, sonra boğaza 
gidip, orada da kalmamasını, bütün dünyanın akıllıları, bundan daha mütekâmil ve 
bundan daha iyi bir başka şekilde yapamazlar.
Elin beş parmağı da bunun gibidir. Dördü bir tarafta, baş parmak ise onlardan 
biraz daha uzakta ve kısadır. Şöyle ki: Hepsiyle birleşebilir ve hepsinin 
üzerine gelebilir. Hepsinde üç boğum, bunda ise iki boğum vardır. Öyle 
yapılmıştır ki, isterse tutar, isterse avuç yapar, İsterse kürek gibi yapar, 
isterse sıkar yumruk yapar, isterse tekrar açar, kevgir veya tabak gibi yapar. 
Birçok şekillerle nice işler yapar. 
Eğer cihanın âlimleri bu parmakların yaratılışında bir başka şekil düşünseler, 
meselâ hepsi aynı hizada, yahut üçü bir tarafta, ikisi bir tarafta, yahut beş 
yerine altı veya dört olması icabederdi, yahut boğumlar üç veya dört olması 
lâzım gelirdi deseler veya düşünseler, böyle düşünce ve sözleri eksik olup, 
Allahü Teâlâ'nm bu yarattığı en mütekâmilidir. Bununla anlaşılıyor ki, 
"Yaratanın ilmi bu şahsı muhittir ve her şeye muttalidir."
İnsanın, her bir parçasında bunun gibi hikmetler, faydalar vardır. Bir kimse bu 
hikmetleri ne kadar çok bilirse, Allahü Tealâ'nın ilminin azametine hayranlığı o 
kadar çok olur. 
İnsan kendi ihtiyaçlarına, önce yemeye, giymeye ve meskene bakınca ve yenecek 
şeylerin yağmura, rüzgâra, buluta, sıcağa ve soğuğa muhtaç olduğuna dikkat 
edince, onu salâha kavuşturacak san'atlara ve san'at için lâzım olan demir, 
tahta, bakır, pirinç ve diğer âletlere ve bu aletlerin nasıl yapıldığına dair 
bilgilere bakar. 
Sonra bütün bu yaratılan ve yapılanlardaki şeklin tamamlığına ve güzelliğinin 
mükemmeliyetine bakar. Her birinden o kadar çeşitler bulunur ki, eğer yaratılmış 
olmasalardı, kimsenin hatırına gelmeyeceklerine, istenemeyeceklerine dikkat 
ederse, istenmeyen ve bilinmeyen bu şeylerin Allah'ın lütuf ve merhametiyle 
olduğunu görür. 
Buradan bir husus daha bilinir: Velilerin [Allah dostlarının] hayatı Allahü 
Tealâ' iledir. Bu da, bütün mahlûklara, lütuf, rahmet ve inayettir. Hususan, 
«Rahmetim, gazabımı aşmıştır» (2), buyuruldu. 
Bunun gibi, Peygamber Efendimiz buyurdu ki: «Allahü Teâlâ'nın kullarına, 
şefkati, bir annenin süt emzirdiği çocuğuna şefkatinden daha çoktur» (3).
O hâlde, kendi zâtının zuhurundan, Allahü Teâlâ'nm zâtını görür. Kendi inceliği, 
parçalı ve âzalarının çokluğundan; Hakkın kudretini, kemâlini görür. Etrafındaki 
şaşılacak hikmetler ve faydalarda, Hakkın ilminin kemâlini görür. 
Zaruri olarak, yahut ihtiyaç olarak, yahut, iyilik ve güzellik için olanların 
hepsinin kendinde yaratıldığını ve bir arada bulunduğunu anlayınca, Allahü 
Teâlâ'nm lütuf ve rahmetini görür, işte bunun için kendini tanımak, Allahü 
Teâlâ'yı bilmenin anahtarı olur.
(1) 76 - Dehr: l - 2.
(2) 7 – A’raf: l 56.
(3) H. Edep, 13; M. Tevbe, 22.
Allahü Teâlâ'nın sıfatlarını, kendi sıfatlarından, ve zâtını, kendi zâtından 
bildiği gibi, Allahü Teâlâ'nın tenzih ve takdisini de kendi tenzih ve 
takdisinden bilir. 
Allahü Teâlâ hakkında tenzîh ve takdisin mânâsı, vehme ve hayâle gelen her 
şeyden beri, mukaddes ve yüksek olmasıdır. O'nun, tasarrufunun haricinde olan 
hiçbir yer olmadığı hâlde, kendisine bir yer izafe edilmekten münezzehtir, 
uzaktır. 
İnsan, bunun numunesini kendinde görebilir. Kalb dediğimiz ruhunun hakikati, 
vehim ve hayâle gelen her şeyden münezzehtir. Onun için ölçü ve sayı 
olmayacağını, bölünemeyeceğini de söylemiştik. Böyle olunca, rengi, şekli de 
olmaz. Şekli ve ölçüsü olmayan bir şeyin hayâle gelmesi imkânsızdır. Gözün 
gördüğü veya benzerini gördüğü şey, hayâle gelir. Göz ve hayâle verilenler ise 
şekil ve renklerden başka' bir şey değildir. 
Yaratılış icabı sorulacak olan (nasıl bir şeydir?) in mânâsı, şekli nasıldır, 
küçük müdür, büyük müdür? demektir. Bu sıfatların kendisine yanaşamadığı bir şey 
için, nasıl sorusu lüzumsuz ve boş olur. 
Nasıldır sorusunun kendisine sorulamayacağı bir şeyi bilmek istersen, kendi 
hakikatine bak. Hakkı tanımak yeri olan senin hakikatin bölünmez, ölçülmez, 
kemmiyet ve keyfiyet ona yanaşamaz.
Bir kimse, «Ruh nasıl şeydir?» diye sorsa, cevabı, «Nasıl demenin ona yolu 
yoktur!» olur.
Kendini bu sıfatlarla bilince, Allahü Teâlâ'nın bu takdis ve tenzihe daha lâyık 
olduğunu anlarsın, insanlar nasıl olduğu bilinmeyen bir varlığa şaşarlar, işte 
kendileri öyledir ve kendilerini bilmezler!
Hattâ insan kendi bedenine dikkat ederse, nasıl olduğu bilinmeyen binlerce şey 
bulur. Bunların hiçbirini görmez. Meselâ, aşk ve derdi göz görmez. Nasıl 
olduğunu bilmek istese, yine bilemez. Çünkü, böyle şeylerin şekli ve rengi 
yoktur. Bu suale sebep bile yoktur. 
Hattâ bir kimse sesin hakikatini öğrenmeye çalışsa, yahut kokunun ve tadmanın 
hakikatinin nasıl olduğunu bilmek istese, bilemez. Bunun sebebi, nasıl ve ne 
gibi? sorular, görme duygusundan meydana gelen hayâl icabı şeyler olduğu için, 
her şeyden gözün nasibini, payını aramak istemesidir. Ses gibi, kulakla alâkalı 
olan şeyden, gözün hiç nasibi yoktur. Gözün, sesin nasıl ve ne gibi olduğunu 
öğrenmek istemesi ise muhaldir [imkansızdır]. 
Çünkü ses, gözün nasibi olmaktan münezzehtir. Renk ve şekil de kulağın nasibi 
olmaktan münezzehtir. Bunun gibi, lâzım olan şeyi kalbin anlaması ve aklın 
bilmesi, bütün his âzalarının nasibi olmaktan münezzehtir. Nasıl ve ne gibi 
sorular, his olunanlar içindir. Burada uzun yazmak ve derine dalmak icabeder 
[gerekir]. 
Akli ilimlerden bahseden kitablarımızda uzun uzun anlattık. Bu kitabda bu kadan 
kâfidir. Maksad; insanın nasıl olduğu bilinmeyen kendinden, Allahü Teâlâ'nın 
nasıl olduğunun bilinemeyeceğini anlamasıdır. 
İnsan bilir ki, ruh vardır ve bedenin padişahıdır. Bedeninde bilinebilen her 
şey, onun ülkesidir. O ise nasıl olduğu bilinmeyen bir şeydir. Bunun gibi, 
kâinatın padişahı (Allahü Teâlâ'nın da nasıl olduğu bilinemez. His olunan gibi 
bilinen her şey onun mülkü, memleketidir.
Allahü Teâlâ'nın tenzihini bildiren diğer bir husus da, ona hiçbir yer izafe 
edilmemesidir. Ruh da hiçbir şeye izafe olunamaz. Ruh, eldedir, ayaktadır, 
baştadır veya başka bir yerdedir denemez. Belki bedenin bütün kısımları ayrılır, 
bölünür, o ise bölünmez. Bölünemeyenin bölünene girmesi muhaldir.
Çünkü, o zaman, o da bölünebilir bir hâl alır! Hiçbir uzuvda olduğu 
söylenemediği hâlde, hiçbir uzuv onun tasarrufunun dışında kalmaz. Bilâkis hepsi 
onun emrinde, tasarrufundadırlar. O hepsinin hâkimidir.
Hususan, bütün kâinat, kâinatın hâkimi olan Allahü Teâlâ'nın tasarrufundadır. O 
ise, kendisine bir yer izafe edilmekten, filân yerdedir denmekten münezzehtir, 
beridir. Takdisi bu şekilde anlatmak, ruhun hususiyetini ve sırrını açıklamakla 
olur.
Buna ise izin yoktur. Hepsini anlayabilmek, «Allahü Teâlâ Âdemi [yâni Ademin 
hakikatini, rûhunu] kendi suretinde yarattı» (1) hadîs-i şerifiyle 
açıklanabilir.
(1) H. İsti'zân, 1; M. Birr 115, Cennet, 28.
Allahü Teâlâ'nın zâtının var olduğu, sıfatları, nasıl ve ne gibi sorulardan 
münezzeh ve mukaddes olduğu, bir yerde olmaktan münezzeh olduğu, hepsinin 
anahtarı insanın kendi nefsini tanımak olduğu anlaşılınca, bilmekten, tanımaktan 
bir kısım kalmış oluyor. Meleklere iş vermesi, meleklerin onun emrine uyması, 
melekler vasıtasiyle işlerin olması, gökten yere emir göndermesi, göklerin ve 
yıldızların hareketi, yerde olanların işlerinin göklere bağlı olması, rızıklar 
anahtarının göğe havale edilmesi nasıl oluyor? diye sorulması mümkün olan 
sorulardandır.
Allahü Teâlâ'yı tanımakta, bu mühim bir bahistir. Buna «Mârifet-i ef’âl», yâni 
fiilleri tanıma denir. Bundan öncekilere, «Mârifet-i zât ve mârifet-i sıfat» 
denildiği gibi... Bunun anahtarı da, kendini tanımaktır. Kendi memleketindeki 
padişahlığını nasıl yürüttüğünü bilmezsen, kâinatın padişahının hükmünü 
yürüttüğünü nasıl bilmek istersin?
Önce kendini tanı ve bir işine dikkat et. Meselâ kâğıt üzerine Bismillah yazmak 
istediğin zaman, önce arzu ve istek meydana gelir, sonra kalbinde bir hareket ve 
kımıldama duyulur. Bu etten olan yürek ki, sol taraftadır. Ondan bir cism-i 
lâtif hareket eder ve beyne gider. Bu cism-i lâtife tabibler, ruh diyorlar. His 
ve hareket kuvvetlerini taşımaktadır. Hayvanlarda olan ruh ise daha başkadır. Bu 
ruh ölebilir. Bizim kalb dediğimiz ruh ise, hayvanlarda yoktur. Asla ölmez. 
Çünkü o, Allahü Teâlâ'yı bilme, anlama yeridir. Bu ruh beyne ulaşınca, 
Bismillâh'ın sureti hayâl kuvvetinin yeri olan beynin birinci odasında 
(merkezinde) meydana gelmiş olur. Beyinden çıkan sinirler her tarafa dağılır. 
Parmaklarının ucunda iplik gibi düğümlenir. Beyinden bu sinirlere uyarma 
verilir. Zayıf, kuru olanların kollarında sinirler görülebilir. Sonra sinirler 
kımıldanır, parmakların uçlan hareket eder ve sonra da parmaklar kalemi harekete 
geçirir. Kalem de mürekkebi harekete geçirir. Böylece hislerin yardımıyla hayâl 
hazinesinde olan Bismillâh'ın suretine uygun olarak Besmele kâğıtta meydana 
gelir. Bunda bilhassa gözün yardımı çoktur.
Bu işin başlangıcında sende bir istek meydana geldiği gibi, her işin evvelinde 
Allahü Teâlâ'nın sıfatlarından bir sıfat vardır; buna-irâde denir.
Bu irâdenin ilk eseri, kalbinde meydana geldiği ve sonra diğer yerlere ulaştığı 
gibi; Allahü Teâlâ'nın irâdesinin eseri de önce Arş'ta meydana gelir, sonra 
diğer yerlere ulaşır, Buhar gibi bir cism-i lâtîf kalb damarlarıyla bu eseri 
beyne ulaştırdığı gibi —ki bu cisme ruh derler—, Allahü Teâlâ'nm lâtif bir 
cevheri de o eseri Arş'a-ulaştırır; Arş'tan da, Kürsi'ye ulaştırır. Bu cevhere 
melek denir, ruh denir ve Rûhu'l-Kudüs denir. 
Kalbin eserinin beyne ulaşması, beynin kalbin tesiri [etkisi] ve tasarrufu 
altında olması gibi, irâde eseri önce Allahü Teâlâ'dan Kürsi'ye ulaşır; Kürsî 
ise Arş'ın altındadır. Senin fiilin ve muradın olan Besmele'nin sureti, beynin 
birinci odasında meydana geldiği ve yaptığı iş buna uygun olarak ortaya çıktığı 
gibi, kâinatta meydana gelecek her şeyin sureti, önce Levh-i Mahfûz'a 
nakşedilir. Beynindeki lâtif kuvvetin sinirleri, sinirlerin eli ve parmakları, 
parmakların da kalemi hareket ettirdiği gibi, Arş'ın ve Kürsî'nin üzerinde 
müvekkel olan [orada iş gören] lâtif cevherler, gökleri ve yıldızlan hareket 
ettirir.
Beyin kuvveti vücut kirişlerini [veterleri], kasları ve parmak sinirlerini 
harekete getirdiği gibi, melek denen bu lâtif cevherler, yıldızlar ve onların 
şuaları vasıtasiyle süfli olan âleme gelir ve oradaki dört unsuru harekete 
geçirir. Bu dört şey sıcaklık, nemlilik, soğukluk ve kuruluktur. Mürekkep 
kalemini, Besmele meydana gelecek şekilde kaydırıp durdurduğu gibi, bu sıcaklık 
ve soğukluk, suyu, toprağı ve bu dört unsuru harekete geçirir. Kâğıdın mürekkebi 
kabul etmesi, mürekkebin bazı yerde dağınık, bazı yerde toplu olması gibi, 
yaşlılık, nemlilik bu dört unsura şekil verir. Kuruluk bu şekilleri bozmaktan 
korur.
Eğer yaşlılık olmasaydı, kat'iyyen şekil olmazdı. Kuruluk olmasaydı, şekiller 
bozulurdu. Gözün yardımıyla kalemin işini tamamlaması, hareketini bitirmesiyle 
hayâl hazinesinde olana uygun olarak Besmele'nin yazılması gibi, meleklerin 
yardımıyla sıcaklık ve soğukluğun bu unsurları hareket ettirip, hayvan, bitki ve 
diğerleri bu dünyada, Levh-i Mahfûz'-da olduğu şekilde meydana gelir. 
Bedende bütün işler önce kalbde zahir olduğu ve sonra bütün azalara dağıldığı 
gibi, madde alemindeki işler de evvelâ Arş'ta meydana gelir ve Arş'tan bütün 
madde âlemine ulaşır. Bu hususiyeti evvelâ kalbin kabul edip, diğerlerinin ondan 
aşağı olması ve kalbde bir yer isnad edip, «Orada mesken kurmuşsun» düşüncesi 
gibi, Allahü Teâlâ'nm her şeye galibiyeti Arş vasıtasiyledir. Bunun için yeri 
orasıdır zannederler. 
Kalbine galib olup, işlerin doğru olduğu ve böylece bütün beden memleketini 
güzel idare ettiğin gibi, Allahü Teâlâ Arş'ın yaratılmasında Arş'a galib olup, 
Arş'ı doğrulttu. Karar kıldı. Memleketin düzeni yapılmış oldu. Bahusus âyet-i 
kerîme böyle geldi: «Arş'ı istilâ edip, her şeyi hükmü altına aldı. Bütün işleri 
idare ediyor...» (1).
Bil ki, bunların hepsi doğrudur. Basiret sahiplerine açık keşiflerle 
bildirilmektedir. Bunu da «Allahü Teâla, Âdem'i [Adem'in hakikatini, ruhunu] 
kendi suretinde yarattı» (2), hadîs-i şerifinin hakikati ile bildirmişlerdir.
Muhakkak bilmelisin ki, padişahı ve padişahlığı padişahlardan başkası bilmez. 
Eğer böyle olmasaydı, sana onun 'memleketinde padişahlık verilirdi. Allahü 
Teâlâ'nın mülkünden ve padişahlığından sana bir parça verilmiş olurdu; o zaman 
âlemlerin sahibini tanıyamazdın. O hâlde senin için yaratılmış olan padişahlığa 
şükret. Sana padişahlık ve kendi memleketine benzeyen bir memleket verdi. 
Kalbini Arş eyledi. Kalbin menba'ı olan hayvani ruhunu İsrafil, beynini Kürsi, 
hayâl hazineni Levh-i Mahfuz, göz, kulak ve bütün duygularını ayrı ayrı birer 
melek; sinir sisteminin merkezi olan beyinciğini de gökler ve yıldızlar gibi 
yarattı. Parmağını, kalemi ve mürekkebi senin emrine verdi. 
Seni tek ve nasıl olduğu belli olmayan şekilde yarattı ve hepsine padişah 
eyledi. Sonra da sana, «Sakın! Kendinden ve padişahlığından gafil olma ki, 
yaratandan da gafil olmayasın» buyurdu. Elbette Allahü Teâla Âdem'i kendi 
suretinde yarattı. O hâlde, ey insan! Nefsini bil ve Rabbini tanı...
(1) Yûnus: 3 
(2) H. İsti'zân, 1; M. Blrr, 115. Cennet, 28.
[ÖNCEKİ FASILA EK]
İnsanın saltanatı ile Mâlikü'1-Mülk [mülkün sahibi] olan Allahü Teâlâ'nın 
saltanatı arasında yaptığımız bu mukayeseli izahtan, iki büyük ilme işaret 
olundu: Biri, insanın kendini tanıması, âzalarının kuvvetleri ve sıfatlan ile 
olan bağlılığı, sıfatlarının ve kuvvetlerinin kalbe bağlılığının nasıl olduğu 
ilmidir. Bu, böyle bir kitapta incelenemeyecek kadar uzun bir ilimdir. 
Diğeri âlemin Padişahının, memleketinin meleklere olan bağlılığının tafsili, 
meleklerin birbirleri ile olan irtibatı, göklerin, Kürsî'nin ve Arş'ın 
meleklerle olan alâkası; bu ilim ise daha uzundur. Bundan maksat zeki olanların 
bu kadarına inanması ve Allahü Teala'nın azametini bununla bilmesidir.
Akılsız olanların, bütün bu güzelliklerle böyle bir Hazretin mütalâasından 
mahrum kaldıklarını, nasıl gafil olduklarını ve nasıl aldandıklarını bilmesidir. 
Allahü Teâlâ'nın cemâlinden, halk, zaten ne anlayabilir? Halkın tanıyabilmesi 
için bu anlattıklarımız nedir ki!
Bu zavallı ve nasipsiz tabiiyyeciler [tabiatçılar] ve müneccimler 
[astrologlar, astronomi ile uğraşanlar], işleri, tabiata ve yıldızlara havale 
eylediler. Bunların hâli kâğıt üzerinde yürüyen karınca gibidir. Siyahlaşan ve 
üzerinde bir şekil meydana gelen bir kâğıt görür; dikkat eder, kalemin ucunu 
görür ve sevinip der ki; «Bu işin hakikatini anladım ve kanaat getirdim ki; 
şekilleri kalem yapıyor». Bu, âlemlerin hareket ettirilmesinden âciz olup, bir 
şey bilmeyen bir tabiiyyeci gibidir.
Sonra gelen ikinci karıncanın, gözü daha açık ve görüş mesafesi daha fazladır. 
Der ki: «Hatâ ettin. Çünkü, ben bu kalemi müstakil bulmuyorum. Onun ötesinde 
başka bir şey daha görüyorum, bu şekilleri o yapıyor». Buna sevinir. «Doğrusunu 
anladım ki, şekli yapan kalem değil, parmaktır. Kalem ise onun emrindedir» der. 
Bu, görüşü biraz daha geniş olan ve hâdiselerin yıldızlar vasıtası ile olduğunu 
zanneden, fakat yıldızların meleklerin emrinde olduğunu ve bunun ötesindeki 
mertebeleri bilemeyen müneccim gibidir.
Madde âleminde, müneccimler ve tabiiyyeciler arasındaki fark, bir ihtilâf mevzuu 
olduğu gibi, ruhlar âlemine yükselen insanlar arasında da bu ihtilâf vardır. 
Zira, birçok insanlar madde âleminden terakki eylediler, maddenin dışında başka 
bir şeye kavuştular. Sonra evvelki dereceye indiler. 
Böylece ruhlar âlemine yükselme yolu onlara kapandı. Nurlar âlemi olan ruhlar 
âleminde de bunun gibi, tehlikeli geçitler ve mâniler çoktur. O derecelerin 
bazısı yıldız gibi, bazısı ay gibi ve bazısı da güneş gibidir. Bu merdiven, 
göklerin melekûtu kendilerine gösterilen kimselerin miracıdır. 
Hususan, İbrahim aleyhisselâm hakkında Allahü Teâlâ şöyle bildirdi: «Böylece 
İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik» (1). O makamda İbrahim 
aleyhisselâm şöyle der: «Şüphesiz ki ben, muvahhid [Allah'ı bir tanıyıcı] 
olarak, yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim...» (2). 
Bunun için Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu: «Muhakkak ki, 
Allahü Teâlâ için yetmiş nur perdesi vardır. Eğer onları açarsa güzelliği 
bakanları yakar» (3). Bunu, Mişkâtü'l-Envâr ve Misfatü'l-Esrâr kitaplarımızda 
uzun uzun anlattık, oradan öğrenmek mümkündür.
Maksadımız, zavallı tabiiyyecilerin bir şeyi, sıcaklığa, yaşlığa, soğukluğa ve 
kuruluğa havale etmelerini bildirmektir. Çünkü onlar diyor ki, eğer bunlar 
Allahü Teâlâ'nın sebepleri arasında olmasaydı, tıb ilmi bozulurdu. 
Fakat yanılmalarının sebebi, kısa görüşlü olması ve ilk merhalede takılıp 
kalmalarıdır. O merhalede tâbilik değil asillik, hizmetçilik değil efendilik 
ispat etmesidir, O ise, kendini, en arkada, ayakkabıların bulunduğu yeri seçen, 
en pejmürde hizmetçilerden eyledi. Sebepler arasına yıldızları koyan müneccimler 
derler ki, böyle olmasaydı, gece - gündüz aynı olurdu. 
Çünkü, güneş dünyayı aydınlatan ve ısıtan bir yıldızdır.Kış ve yaz aynı olurdu. 
Yazın sıcak olması, güneşin yakın olmasındandır. [Yazın sıcak olması güneş 
ışığının daha dik açıyla dünyaya gelmesidir. Dokuz asır evvel böyle söylenmesini 
normal karşılamak lazım.] Kışın ise uzak oluyor. Güneşi ışık ve hararet 
[sıcaklık] verici şekilde yaratan Allahü Teâiâ'nın kudreti, Zuhal yıldızını 
soğuk ve kuru, Zühre yıldızını ise, sıcak ve nemli yaratsa hiç şaşmamak lâzım.
Bu, islâmiyet'e dokunmaz. Müneccimin yanıldığı yer, yıldızları asıl ve işlerin 
havale edildiği son yer zannetmesi ve onları bir kudret ve emir altında 
görmemesi ve «Güneş, ay ve yıldızlar, onun emri altındadır» (4), kelâmını 
bilmemesidir. Emir altında olan iş yapar. O hâlde güneş, ay ve yıldızlar 
kendilerine verilen vazifeleri yapan işçilerdir. Kendiliklerinden değil, iş 
yaptıran melekler tarafından işte bulunduruluyorlar. 
Bunlar beyinde bulunan bir kuvvet merkezi tarafından, etrafın tahriki altında iş 
yapan sinirler gibidir. Kalemin yazması gibi en küçük işler, bunların eli 
altında olup, geri saflarda bulunan dört ana unsur şeklinde olmadıkları, hattâ 
baş köşede oturdukları hâlde, yıldızlar da basit birer hizmetçi gibidirler.
(1) 6 - En'âm: 75. 
(2) 6 - En'âm: 79.
(3) H. tsti'zân. J; M. Birr. 115. Cennet, 28.
(4) 7 - A'râf: 54.
İnsanlar arasındaki ayrılıkların çoğu, hepsinin sözünde bir sebeple doğruluk 
bulunmasıdır. Fakat bazıları görmedikleri hâlde, her şeyi gördüklerini 
zannederler. Bunlar şehirlerine fil gelmiş olduğunu duyup, onu tanımak isteyen 
körler gibidirler. 
Şehirdeki körler fili elle tanıyacaklarını zannettiler. Ellerini ona 
dokundurdular. Birinin eli hayvanın kulağına, diğerininki ayağına, bir 
başkasınınki baldırına, diğer birininki de dişlerine rast geldi. Bu körlerin 
hepsi bir araya gelince, filin nasıl olduğunu bunlardan sordular. Eli, hayvanın 
ayağına gelen dedi ki: Fil sütun gibidir. Eli hayvanın dişlerine temas eden dedi 
ki: Fil direk gibidir. Eli kulağına gelen dedi ki: Halı gibidir. Hepsi doğru 
söylediler ve hepsi yanıldılar! Zira her biri fili tamamen anladıklarım 
sandılar. Ama anlayamadılar.
Bunun gibi, müneccimler ve tabiblerden her birinin gözü Allahü Teâlâ'nm 
huzurunda hizmet görenlerden birine takıldı. Onun saltanat ve hâkimiyetinden 
şaşırıp, «Benim hâkimim budur. Benim Rabbim budur» dediler. Tâ o zamana kadar 
ki, bir kimseyi daha ilerlettiler, bütün noksanlarını ve onun ötesini gördü ve 
«Bu, diğerinin altındadır. Altta olan ilâh olamaz» dedi. Bahusus Kur'ân-ı Kerim, 
ibrahim aleyhisselâmın, «Batanları, örtülenleri sevmem,» dediğini haber veriyor.
Yıldızlar, uydular, on ikiye ayrılan yıldızlar semâsının burçları ve hepsinin 
ötesinde, çok uzağında olan Arş, bir yönden bir padişaha benzemektedir ki, 
vezirin oturduğu hususi bir odası, bu odanın etrafında on iki pencereli bir 
salon vardır. Her pencerede vezirin bir vekili bulunur. Yedi tane süvari vekil, 
bu on iki pencerenin etrafında dönerler. Vezirden kendilerine gelen emirleri bu 
vezir naillerinden [vekillerinden] duyarlar. 
Bu dört piyade ellerine verilen dört kemendi atarlar ve bir grubu, emre uyarak o 
hazrete gönderir, bir grubu ise o huzurdan uzaklaştırırlar. Arş, hususi odadır. 
Memleketin vezirinin bulunduğu yerdir. O ise meleklerin Allahü Teâlâ'ya en yakın 
olanıdır. Yıldızlar semâsı salon gibidir. 
On iki burç, on iki penceredir. Vezirin nâibleri [vekilleri! diğer meleklerdir. 
Onların dereceleri en mukarreb meleklerin derecesinden daha aşağıdır. Her birine 
ayrı ayrı ilim verilmiştir. Yedi gezegen yedi süvaridir. Bu on iki pencerenin 
etrafında dolaşır ve her pencereden başka bir emir; kendilerine ulaşır. Dört 
unsur dedikleri ateş, su, hava ve toprak, dört yaya hizmetçi gibidirler. Kendi 
vatanlarından ayrılmazlar. Sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk olan dört 
tabiat [yaratılış] onların elinde dört kemend gibidir. 
Meselâ, bir kimseye yüzünü dünyadan döndürecek, üzüntü ve korku kaplayacak, 
dünya nimetleri kalbine iyi gelmeyecek ve akıbetinin üzüntüsü kendisini istilâ 
edecek bir hâl olursa, hekim, bu hasta oldu der. Buna malihulya hastalığı denir. 
Bunun ilâcı, kaynatılmış kimyondur. Tabiiyyeci der ki, bu hastalığın aslı 
tabiatın kuruluğundan gelmektedir. Beyni kaplar. Bu kuruluğun sebebi kış 
havasıdır. Bahar gelip havada nem miktarı fazlalaşmayınca düzelmez. Müneccim der 
ki, bu onda meydana gelen bir sevdadır. 
Sevda Merih ile aralarında beğenilmeyen bir uygunluğun vâki olduğu Utarit 
yıldızından zahir olur. Utarit, Zühre ile Müşteri'nin yanına gelmeyince, yahut 
aralarında üç burç uzaklık olan iki yıldız bir araya gelmeyince bu hâl iyi 
olmaz. Hepsi doğru söylüyorlar. Fakat. «Bu onların kavuştukları ilmin 
miktarıncadır» (1).
Allahü Teâlâ'nm huzurunda saadetinde karar verilen kimse için, Utarit ve Merih 
denen iki usta ve işgüzar nakîbi, bu piyadelerden biri olan havaya kuruluk 
kemendini atmak, onun başına ve beynine düşürmek ve yüzünü bütün dünya 
lezzetlerinden çevirmek, korku ve elem kamçısı ve irâde ve istek dizginleri ile 
onu Allahü Teâlâ'nın huzuruna davet için gönderirler. Bu ne tıb ilminde, ne 
tabiat bilgisinde, ne de astronomi [felekiyyât] bilgilerinde bulunur. 
Bilâkis bu, memleketin her tarafını kuşatan, O hazretin âmil, nakîb 
hizmetçilerini içine alan, her birinin ne iş yaptığını ve hangi emirle hareket 
ettiğini; insanları nereye çağırıp, neden menettiğini bilen peygamberlik 
makamına mahsus ilim denizinden çıkmaktadır.
O hâlde hepsinin söylediği doğrudur. Fakat memleketin padişahının ve 
kumandanlarının sırrından haberi yoktur. Allahü Teâlâ bu yolla; belâ, hastalık, 
sevda ve mihnet ile; halkı kendisine çağırıyor ve diyor ki: «Bu hastalık 
değildir. Bizim lütuf kemendimizdir. Sevdiğim kullarımı bununla kendime 
çağırırım. Belâ önce peygamberlere, sonra evliyaya ve sonra da herkesin fazilet 
ve derecesine göredir» (2). Onlara hasta gözüyle bakmayın ki, onlar bizdendir. 
«Hasta oldum bana bakmaya gelmedin (3) (kudsi hadîs) onlar hakkında 
bildirilmektedir.
O hâlde evvelki misâl, kendi bedeni içinde insanın padişahlığının, bu misâl de, 
bedenin dışındaki memleketin doğru yolda olduğunu göstermektedir. Bu yüzden bu 
bilgi de, kendini bilmekten meydana gelir. Bunun için kendini tanımayı kitabın 
birinci unvanı eyledik.
(1) 53 - Necm: 30.
(2) Suyûtî, el -Câmi'us- Sagir, Eşeddü'n-Nâs maddesi.
(3) M. Birr, 43.
Şimdi şu dört muhtasar kelimenin mânâsını bilmeye sıra geldi. Bunlar Allahü 
Teâlâ'yı tanımaya kâfidir. «Sübhanallahi ve'l-hamdülülâhi ve la ilahe illâllahü 
vallahü ekber». Kendi tenzihinden onun tenzihini bilince. Sübhânallah'ı anlamış 
oldun.
Kendi padişahlığından, hâkimiyetinden, onun hâkimiyetini, padişahlığının 
tafsilini, bütün sebep ve vasıtaların, kâtibin elindeki kalem gibi onun emrinde 
olduğunu anlayınca, Elhamdülillâh'ın mânâsını bilirsin. Bilirsin ki, ondan başka 
nimet veren yoktur. Ondan başkasına hamd ve şükür olmaz.
Hiç kimsenin kendi başına buyruk olmadığını anlayınca, La ilâhe illâllah'ın 
mânâsını bilirsin.
Şimdi Allahu Ekber'in mânâsını anlamana sıra geldi. Bil ki, bütün bunları 
öğrendin ve Allahü Teâlâ'dan hiçbir şey bilemedin. Zira Allahü Ekber'in mânâsı 
görünüşte, Allahü Teâlâ daha büyük demektir. Hakikatta, insanların kendi 
kıyasları ile anlamalarından daha büyüktür. 
Bunun mânası bir başkasından daha büyüktür, demek değildir. Çünkü, Ondan başka 
bir şey yoktur ki, Allahü Teâlâ ondan daha büyük olsun! Bütün var olanlar O'nun 
vücûdunun nurundandır. Güneşin ziyası, güneşten başka değildir ki, güneş 
nurundan, ziyasından daha büyüktür denilebilsin. Allahü Ekber'in mânâsı, 
insanların kendi akıllarının ölçüsü ile onu tanıyabilmelerinden çok büyük ve 
yüksek demektir. Onun takdis ve tenzihinin, insanın takdis ve tenzihi gibi 
olmasını söylemekten Allahü Teâlâ'ya sığınırız. 
Hattâ, bütün yarattıklarına benzemekten berî ve uzaktır. Nerede kaldı ki, İnsana 
benzesin! Onun hâkimiyetinin insanın kendi bedenindeki hâkimiyeti gibi olduğunu, 
yahut O'nun îlim, Kudret ve diğer sıfatlarının insanın sıfatlan gibi olduğunu 
söylemekten yine Allahü Teâlâ'ya sığınırız. Belki bunların hepsi, Allahü 
Teâlâ’nın cemâlinden bir şeyin insanlığın âczine göre, insanda hâsıl olması için 
birer numunedirler.
Bu numune şuna benzer. Eğer bir çocuk bize, «Başkanlığın, saltanatın ve 
memleketi elinde bulundurmanın zevki, lezzeti nasıldır?» diye sorsa, ona deriz 
ki: Cirit atmak ve top oynamak lezzeti gibidir. Çünkü o, bundan başka lezzet 
bilmez. Kendisinde olmayanları, kendinden olanlara benzeterek bilebilir. 
Halbuki padişahlığın lezzetinin, cirit atmakla hiç alâkası olmadığını herkes 
bilir. Fakat lezzet ve zevk her ikisi içinde kullanılmış oldu. Kelimelere 
muhatap olmak bakımından ikisi de aynıdır. Bu sebeple marifetin numunesi, 
çocuklarda bulunur. Bu numune ve benzetme işlerini de bu kabilden bil. O hâlde: 
Allahü Teâlâ'nın kemâl ve hakikatini kendinden başkası bilemez.
Allahü Teâlâ'yı tanımayı anlatmak uzundur. Bu kitaba sığmaz. Bu tanımanın 
tamamını aramaya teşvik ve tenbih için bu kadarı yetişir. Saadetin tamamı, bu 
marifetten insanın alabildiği kadar almasıdır. İnsanın saadeti, Allahü Teâlâ'yı 
tanımakta ve ona kulluk ve ibadet eylemektedir. Marifetin, yâni Allahü Teâlâ'yı 
tanımanın, saadet-i ebedi olmasının sebebi daha önce anlatıldı. Kulluk ve ibadet 
etmenin insanın saadetine sebep olması şöyledir: İnsan ölünce, Allahü Teâlâ ile 
olacaktır. «Dönüş O'na doğrudur» (1). Bir kimse, bir kimse ile devamlı 
kalacaksa, onun rahat ve saadeti o kimseyi sevmesindedir. Onu ne kadar çok 
severse, o kadar mes'ûd olur. Zira sevdiğini görmesiyle lezzet ve rahatı artar.
Marifet ve çok zikir olmaksızın Allah sevgisi kalbde galib olmaz. Herkes 
sevdiğini çok zikir eder, çok anar. Onu ne kadar çok zikrederse o kadar çok 
sever. Bunun için Davud aleyhisselâma vahiy geldi: «Senin çâren Benim, esâs işin 
Benimledir. Bir ân Benim zikrimden gafil olma.»
Zikrin kalbi istilâsı, ibadete devamla olur. ibadet zevkini o zaman bulur. İşte 
bu zaman arzu ve şehvet bağları kalbden kopar. Arzu bağlarının kalbden kopması, 
mâsiyetten, günahtan el çekmekle olur. O hâlde günahlardan sakınmak, kalbin 
rahatlığına sebep olur. Saadetin tohumu da budur. Buna «felah [kurtuluş] denir. 
Hususan Allahü Teâlâ buyurur: «Muhakkak ki, kendini temizleyen ve Rabbinin 
ismini anan kurtuldu» (2).
Bütün ameller ibadet olmaya lâyık değildir. Bazıları lâyık, bazıları değildir. 
Bütün isteklerden el çekmek de mümkün değildir. Zaten bütün arzu ve isteklerden 
el çekmek doğru da değil. Zira yemek yemezse ölür, cima' etmezse [cinsi 
münasebette bulunmazsa] nesli kesilir. O hâlde bazı arzuları bulundurmamak, 
bazılarını yapmak lâzım olup, birini diğerinden ayıracak sınırı da bilmek 
lâzımdır. Bu sınır, iki şıktan biridir: Ya insan aklı, isteği ve gayreti 
tarafını tutar ve kendi görüşünü tercih eder, yahut da bir başkasına uyar. 
İhtiyar [kendi seçimi] ve gayreti ile iş yapması mümkün olmaz. Çünkü, onda galib 
olan arzular daima doğru yolu ona gizler, istediği şeyi doğru imiş gibi ona 
gösterir. O hâlde tercih dizgininin onun elinde değil, bir başkasının elinde 
olması icabeder. Herkes, halkın en doğru görüşlüsü olmaya lâyık değildir. 
Görüşleri en doğru olanlar, peygamberlerdir (salâvatullahi aleyhim ecmâin).
Demek ki, şeriata uymak, hudut ve ahkâmını gözetmek, saadet yolunun anahtarıdır. 
Ve kulluk da.bu demektir. Kendi tasarrufuyla, şeriatın hududunu aşan helak olur. 
Bunun için Allahü Teâlâ buyurdu: «Her kim Allahü Teâlâ'nın gösterdiği ölçü ve 
hududu aşarsa kendine zulmetmiş olur» (3).
(1) 5 - Mâide: 18.
(2) 87 - A'lâ: 14-15.
(3) 65 Talâk: 1.
Her şeye mubah diyenler, Allahü Teâlâ'nın çizdiği huduttan çıktılar. 
Yanılmaları ve cahillikleri yedi sebepten oldu.
BİRİNCİ SEBEP: Allahü Teâlâ'ya iman etmeyen bir grubun cahilliğidir. Çünkü O'nu 
hayâl ve vehim hazinesinde aradılar. O'nun nasıl ve ne gibi olduğunu 
araştırdılar. Bulamayınca inkâr ettiler ve işlerin oluşunu yıldızlara ve tabiata 
havale ettiler, insanlar, diğer hayvanlar, hikmet ve nizamla dolu bu şaşılacak 
âlemin kendiliğinden meydana geldiğini, yahut daima var olduğunu veya kendinden 
haberi olmayan tabii bir şey olmayacağını zannettiler. Bu kimse, yazılmış güzel 
bir yazıyı görünce, bunun kudretli, âlim ve irâde sahibi bir kâtib olmaksızın, 
kendiliğinden yazıldığını veya hep bu şekilde yazılmış bulunduğunu sanan kimse 
gibidir. Körlüğü bu dereceye gelen kimse, hâdiseleri yanlış açıdan görür! 
Tabiiyyecilerin ve müneccimlerin yanılma sebeplerine daha evvel işaret eyledik.
İKİNCİ SEBEP: Ahireti anlayamayan bir grubun cahilliğidir. İnsanın nebat [bitkil 
ve diğer hayvanlar gibi olduğunu, ölünce yok olacağını, ona azab, eziyet, 
mükâfat olmayacağını zannettiler. Bunun sebebi kendini tanıyamamasıdır. Zira 
kendi hakkında bilgisi, eşek, öküz ve ağaç kadardır. İnsanın hakikati olan ruhu 
bilmiyor. Ruh ebedîdir, asla ölmez. Fakat vücud ondan alınır, buna ölüm denir. 
Bunun esası dördüncü unvanda anlatılacaktır.
ÜÇÜNCÜ SEBEP: Allahü Teâlâ'ya, ve âhirete iman edip, imanı zayıf olan bir grubun 
cahilliğidir. Şeriatın mânâsını anlayamamışlardır. «Allahü Teâlâ'nın bizim 
ibadetlerimize ne ihtiyacı ve ne de günahlarımızın ona ziyanı vardır. Zira O 
hakîm-i mutlaktır, insanların ibadetine ihtiyacı yoktur. O'nun indinde ibadetle 
günah aynıdır» derler.
Bu cahiller Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulduğunu da görürler: «Nefsini tezkiye 
eden, elbette kendisi için tezkiye etmiştir» (1). «Mücâhede eden, elbette 
kendisi için mücâhede etmiştir» (2). «İyilik yapan kendisi için yapmıştır» (3). 
Bu zavallı, şeriatı bilmeyen bir kimsedir. Şeriatın mânâsını, kendisi için 
değil, Allahü Teâlâ için iş yapmak olarak anlıyor. Bu şuna benzer ki, hasta 
perhiz etmez ve «Sözünü dinlerim yahut dinlemem, hekim de ne oluyor?» der. Bu 
söz doğrudur, fakat o kimse ölür. Hekime ihtiyacı sebebi ile değil, perhiz 
etmemek, onu helake götürmüştür. Hekim ona sadece yol göstermiştir. Onun ölümü 
hekime ne ziyan verir ki! Bedenin hastalığı bu dünyada helake götürdüğü gibi, 
kalbin hastalığı da öbür dünyada helakine sebep olur! İlâç ve perhiz bedenin 
sıhhatine sebep olduğu gibi, tâat, marifet ve günahlardan sakınma da kalbin 
sıhhat ve selâmetine sebeptir. Hususan âyet-i kerimede. «Allah'ın huzuruna, kalb-i 
selim ile gelenlerden başkası kurtulamayacaktır» (4), buyuruldu.
DÖRDÜNCÜ SEBEP: Şeriatı, yukardaki sebepten başka bir sebeple anlayamayanların 
cahilliğidir. «Şerîat, kalbi; şehvetten, kızgınlıktan ve gösterişten temizleyin» 
diye emrediyor. Bu ise mümkün değildir. Çünkü, insan bunlardan yaratılmıştır. 
Bu, bir kimsenin siyah bir bezi beyaz yapmak istemesine benzer. O hâlde, «Bu 
istekle meşgul olmak muhaldir!» derler. Bu ahmaklar, şerîatin böyle 
emretmediğini, bilâkis kızgınlığı ve şehveti terbiye etmeyi emrettiğini 
bilmiyorlar. Bu kızgınlık ve şehveti o şekilde kullanmak lâzımdır ki, şeriata ve 
akla hükmetmesin, itaatsizlikte bulunmasın, şeriatin hududunu muhafaza etsin ve 
küçük günahlarının affedilmesi ve bağışlanması için büyük günahlara yanaşmasın. 
Bu mümkündür. Birçok kimse buna nail olmuştur.
Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) «Kızgınlık ve şehvet lâzım 
değildir» buyurmadı. Kendilerinin dokuz hanımı var. Buyurdu ki: «Ben insanım, 
insanlar gibi ben de kızarım» (5). Allahü Teâlâ, «Gazabını, kızgınlığını 
yenenler ve insanlardan sâdır olanları afv edenler» (6) âyet-i kerimesi ile 
kendisinde kızgınlık olmayanları değil, kızgınlığını yenenleri medh ediyor.
BEŞİNCİ SEBEP: Allahü Teâlâ'nın sıfatlarını anlayamayanların cahilliğidir. «Allahü 
Teâlâ Rahim ve Kerimdir. Hangi şekilde olursa olsun bize merhamet eyler», 
derler. Kerîm olduğu gibi şiddetli azab edici olduğunu bilmiyorlar. Rahim ve 
Kerim olduğu hâlde, birçok insanı bu dünyada belâ, hastalık ve açlık içinde 
bulundurduğunu görmüyorlar. Yine görmüyorlar ki, ziraat ve ticaretle 
uğraşmayınca mala kavuşamıyorlar, gayret sarfetmeyince ilim öğrenemiyorlar. 
Fakat, dünya isteklerinde kusur etmiyorlar ve Allah Kerim'dir, Rahim'dir, 
ticaret ve ziraat ile meşgul olmaksızın rızkımızı verir demiyorlar. Halbuki 
Allahü Teâlâ, rızkı kendi üzerine almıştır. 
Bahusus âyet-i kerimede, «Yeryüzünde, rızkı Allah üzerinde olmayan bir canlı 
yoktur» (7). buyurulmuştur. Ahiret işini amellere havale edip buyuruyor ki: 
«İnsan için çalışıp kazandığından başka bir şey yoktur» (8). O'nun keremine iman 
etmedikleri için dünyadan ve nzık aramaktan vazgeçmiyorlar. Ahiret için 
söyleneni de dilden bırakmıyorlar. Bu ise şeytanın telkinidir ve asılsızdır.
ALTINCI SEBEP: Mağrur olanların cahilliğidir. «Biz öyle bir makama ulaştık ki, 
günah bize zarar vermez. Bizim dinimiz büyük havuz olmuştur, necis olmaz», 
derler. Bu ahmakların pek çoğu o kadar basittirler ki, eğer bir kimse, onları 
küçük düşüren bir söz söylese ve gururlarını kırsa, hayatları boyunca ona düşman 
kesilirler, onların istediği bir lokmayı onlara vermese, dünya kendilerine dar 
ve zindan olur. İnsanlıkta, daha büyük havuz mevkiine erişemeyen ve 
yaptıklarından sıkılmayan bu aptalların bu büyüklük dâvalan nasıl doğru olur?
Faraza bu kimse, düşmanlık, şehvet, gösteriş ve kızgınlığın yanına yanaşamadığı 
bir kimse bile olsa, bu dâvasında mazur sayılmaz. Çünkü onun derecesi 
peygamberler derecesini geçemez. Halbuki onlar (peygamberler) hata ve kusur 
işleme korkusundan feryad ederler ve ağlarlardı. Ve özürlerinin kabulüne 
çalışırlardı! Ashâb-ı kirâm'ın ileri gelenleri küçük günahlardan da kaçınırlardı 
ve hattâ şüphe korkusuyla helâle bile yanaşmazlardı. O hâlde bu ahmak, şeytanın 
hiylelerine kapılmadığını ve derecesinin peygamberler ve sıddıklar derecesinden 
üstün olduğunu nereden bilmiştir. Eğer, «Evet; peygamberler böyle idiler. Fakat 
yaptıklarını insanların selâmeti için yaparlardı» derse, kendisini görenlerin 
helak olduğunu gördüğü hâlde niçin o da halkın selâmeti için aynı şeyleri 
yapmıyor. Eğer, halkın helaki bana zarar vermez derse, Peygamberin, (sallâllahü 
aleyhi ve sellem) bunda niçin ziyanı olsun? 
Eğer bunda bir ziyan bulmasaydı kendini takva zorluklarına niçin atar ve 
sadakadan kendisine verilen bir hurmayı ağzından çıkarıp niçin yemezdi? Yemiş 
olsaydı, herkese yemesi mubah olan bu hurmadan insanlara ne ziyan gelirdi. Eğer 
zararı varsa, şarap kadehlerinin bu ahmak'a niçin ziyanı olmasın. Son olarak 
diyelim ki, onun derecesi peygamberlerin derecesinden yüksek değildir. Yoksa 
onun yüz kadeh şarabın günahı, Peygamberimizin (aleyhisselâm) sadakadan verilen 
bir hurmayı yemesi günahından fazla değil midir? Yoksa kendisine verdiği paye 
sebebiyle, yüz kadeh şarap kendisini ifsâd etmiyor, değiştirmiyor da, Peygamber 
Efendimize (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir bardak su kâfi görülüp, bir hurma 
onun hâlini değiştiriyor mu? Bundan anlaşılan, bu kimse yuları şeytanin eline 
vermiştir. Akıllıların bundan bahsetmesi yahut onunla alay etmeleri, 
lüzumsuzdur. Cihanın aptalları bile onun hâline gülerler!
Ama, din büyükleri; isteklerini esir etmeyen ve murakabede bulundurmayanların 
insanlıkla alâkası olmadığını, böyle kimselerin hayvan olduğunu anlayanlardır. O 
hâlde, bununla insan nefsinin hileci ve aldatıcı olduğu, daima yanlış iddiada 
bulunduğunu söylemesi ile anlaşılır. Böyle kimseden delil istenir. Onun 
doğruluğuna, kendi hükmü ile değil, şeriatın hükmü ile elbette bir delil yoktur. 
Eğer isteyerek bütün varlığını buna veriyorsa doğru söylüyor. Eğer, ruhsat, 
te'vil ve hile ile şeriatın hükümlerinden ayrılmak istiyorsa, şeytanın kölesi 
olmuştur. Bununla beraber, velilik dâvasında da bulunmaktadır. Bu delili son 
nefesine kadar ondan istemek lâzımdır. Yoksa, mağrur ve aldanmış kalıp helak 
olur. Bedenin şeriata uydurulması, Müslümanlığın birinci derecesidir.
YEDİNCİ SEBEP: Cahillikten değil, gaflet ve şehvetten meydana gelir. Bunlar her 
şeyi mubah gören gruptur ki, bu şüphelerden geçmişler, hiçbir şey duymaz 
olmuşlar. Fakat bir kimse bu grubun ibâhet [mübah kılma, serbest bırakma] 
yolunda gittiklerini, fesat çıkardıklarını, yaldızlı sözler söylediklerini, 
evliyalık ve tasavvuf iddia ettiklerini, onlara mahsus elbise giydiklerini 
görür. Onun da tabiatına bu hoş gelir, böylece tabiatına şehvet ve bozukluk 
hâkim olur. Fesat çıkarmaya razı olmaz ve, «Bana bundan bir ceza gelecektir» 
demez. Çünkü o zaman o fesat ona acı gelir. Hattâ der ki: «Bu, hiçbir fesat 
[bozukluk] değildir. Söylenen lâftır ve töhmet altında bırakmaktır». Ama ne 
töhmetin, ne de lâfın mânâsını bilir. Bu şehvet ve arzularla dolu gafil bir 
kimsedir. Şeytan onu istediği gibi yapmıştır. Söz ile düzelmez. Çünkü, şüphesi 
sözle meydana gelmiş değildir.
Bu gibi insanların çoğu, Allahü Teâlâ'nın haklarında şöyle buyurduklarındandır: 
«Muhakkak ki biz onu (Kur'ân-ı Kerim'i) anlamamaları için kalblerine örtü, 
kulaklarına ağırlık verdik. Onları doğru yola ve hidâyete çağırsan da asla yola 
gelmezler» (9). Ve yine Allahü Teâlâ buyuruyor: «Kur'ân-ı Kerîm'den Rabbinin 
birliğsini söylesen, nefret edip, yüz dönüp giderler» (10). O hâlde, onlarla, 
delil, hüccet getirmekle iş yapmaktansa kılıçla iş yapmak (onları öldürmek) daha 
iyidir.
Ehl-i ibâhenin yanlışlıkları ve onlara nasihat vermek hakkında bu kadar söz 
yeter. Bu unvanda bahsedilenlerin sebebi, ya kendini bilmemek, ya Allahü 
Teâlâ'yı bilmemek, ya şerîat denen, kendinden Allahü Teâlâ'ya giden yolu 
bilmemektir. Bunun gibi tabiatına, yaratıhşına uygun gelen bir işte 
bilgisizliğin giderilmesi zor olur. Bunun için bir grup insanlar vardır ki, 
şüphe etmeksizin ibâhet yolunda yürürler ve derler ki; «Biz serbestiz». Onlara, 
hangi işte serbestsiniz diye sorarsanız, söyleyemezler. 
Çünkü onda ne istek var, ne de şüphe. Bunun hâli, hekime gidip hastayım diyen, 
fakat hastalığını (neresi ağrıdığını) söylemeyen, böylece neresi ağrıdığı belli 
olmayınca kendisine ilâç yapılamayan hastaya benzer. Ona söylenecek en doğru 
söz, «Dilediğin gibi yap, fakat sen mahlûksun, seni yaratan âlim ve kaadirdir. 
Dilediğini yapabilir. Bunda şüphen olmasın» sözüdür. Bu mânâ ona, açıkladığımız 
şekilde delil göstererek anlatılır.
(1) 35 - Fâtır: 18.
(2) 29 - Ankebût: 6.
(3) 41 - Fussılet: 46.
(4) 26 - Şuarâ: 88-89.
(5) Hm. II, 493.
(6) 3 - Âl-1 İmrân 134.
(7) 11 - Hûd: 6.
(8) 5 - Necm: 39.
(9) 18 - Kehf: 57. 
(10 17 - Isrâ: 46.
Biliniz ki dünya, din yolunun konaklarından bir konak, yolcuları Allahü 
Teâlâ'ya götüren bir yol, misafirlerin azıklarını alabilmeleri için açıkta 
kurulmuş süslü bir pazardır. Dünya ve âhiret, senin iki hâlinden ibarettir: 
Ölümden Önce olup, ama ona çok yakın olana «DÜNYA», ölümden sonra olana ise 
«AHÎRET» denir. 
Dünyadan maksat, âhiret için azık toplamaktır. Çünkü, insan yaratıldığı zaman 
sade ve noksan [eksik] yaratılmıştır. Fakat, kemâle gelmek ve meleklerin hâlini 
kalbine nakşetmek liyakatindedir. Böylece Allahü Teâlâ'ya lâyık kul olur. Bu; 
hidâyete kavuşmak, yahut Allahü Teâlâ'nm cemâlini seyredenlerden olur 
mânâsındadır. Onun nihaî saadeti budur. Cenneti budur ve o, bunun için 
yaratılmıştır. Gözü açılmayınca seyredemez ve O cemâli idrak edemez [anlayamaz]. 
Bu ise marifetle elde edilir.
Allahü Teâlâ'nın cemâlinin marifetinin anahtarı, onun sun'undaki [yaptığı, 
yarattığındaki şaşılacak] hâllerin bilinmesidir. Bu sun'unun anahtarı, Önce 
insanın duygularıdır. Bu hisler [duygular] ancak, su ve topraktan meydana gelmiş 
bu bedende bulunurlar. O hâlde, bunun için su ve toprak âlemine düştü. 
Ancak bu şekilde, bu azığı elde eder, hisleriyle kendinin dışında olanları 
bilir. Kendini tanımak anahtarı ile de, Allahü Teâlâ'yı tanımaya kavuşur. Bu 
hisler onda olduğu ve faaliyet gösterdikleri müddetçe o kimseye, «Dünyadadır», 
derler. Hislere veda edip kendi [zâtı] ve zâtına ait sıfatları [kendine ait 
hususiyetleri] kalınca ona, «Ahirete gitti», derler. O halde insanın dünyada 
bulunmasının sebebi budur.
Demek ki, insana dünyada iki şey lâzımdır: Biri, kalbi öldürücü sebeplerden 
koruması ve gıdasını tedarik etmesi, diğeri de, bedenini helak edici, öldürücü 
şeylerden koruması ve gıdasını elde etmesidir.
Kalbin gıdası, Allahü Teâlâ'yı tanımak ve sevmektir. Çünkü, her şeyin gıdası 
tabiî hususiyetine uygun olur. Daha önce, insanın kalbinin hususiyetinin bu 
olduğunu anlatmıştık. Helakinin sebebi, Allahü Teâlâ'dan gayrı şeylerin 
sevgisine dalmaktır. 
Bedeni, kalb için korumak lâzımdır. Yoksa, beden fânidir, kalb bakidir. Hacıyı 
hacca götüren deve gibi, beden de kalbin binek hayvanıdır. Deve hacıya lâzımdır, 
hacı deveye değil. Eğer hacca giden bir kimsenin deveyi yanında bulundurması 
icabediyorsa, yemini, suyunu, örtüsünü Kabe'ye varıncaya kadar tedarik etmesi 
lâzımdır. Bundan sonra onun sıkıntısından kurtulur. Fakat deveye bakmayı ihtiyaç 
miktarınca yapmak lâzımdır. Yoksa, bütün zamanını ona yem vermek, onu süslemek 
ve onu muhafaza etmekle geçirirse, kafileden geri kalır ve helak olur. Bunun 
gibi, eğer insan bütün zamanını, bedenin kuvvetlenmesine ve helak olma 
sebeplerini ondan uzaklaştırmaya verirse, kendi saadetinden mahrum kalır.
Dünyada bedenin ihtiyacı üçtür: Beslenmek için yemek, giyinmek, sıcak ve 
soğuktan korunmak için bir evi olmak. Böylece helak olma sebeplerinden kurtulur. 
O hâlde, insanın dünyadan zaruri olarak alacağı bunlardan fazla değildir. Hattâ 
dünyanın esası da bunlardır. Kalbin gıdası, beslenmesi ise marifettir. Ne kadar 
çok olursa, o kadar iyidir. Bedenin gıdası, yemektir. Haddinden fazla olursa 
helake sebep olur. Allahü Teâla'nın, şehveti insana vermesi, yemekte, meskende 
ve giyinmekte bedenin iktizasının meydana gelmesi içindir. Kendisinin binek 
hayvanı ancak bu şekilde helak olmaz. Bu şehvet öyle yaratılmıştır ki, kendine 
verilene razı olmaz, daha fazla ister. Aklın yaratılması, onun hududunu 
aşmamasını temin içindir. 
Peygamberlerin diliyle (aleyhimüsselâm) gönderilen şeriatlar, onun [şehvetin - 
arzunun ] hududunu tâyin içindir. Fakat bu şehvet, yaratıldığı zaman kendisine 
verildi; çocukta da, onun [İstek ve arzunun] bulunması lâzımdır. Akıl ise 
sonradan yaratılmıştır. Demek ki, şehvet [arzu ve istek] önceden yerini tutmuş, 
hâkim olmuş, emre itaat etmek istemez olmuştur. Akıl ve şeriat ondan sonra 
geldiler. 
Bütün varlığını kuvvet, elbise ve mesken kurmaya vermemesi ve bu sebeple kendini 
unutmaması, bu kuvvet ve elbisenin neye yaradığını, ne için olduğunu bilmesi ve 
hattâ kendinin bu dünyada ne için bulunduğunu anlaması, Âhiret için azık olan 
kalbin gıdasını unutmaması için geldiler. Bu ifadeden dünyanın hakikatini, 
âfetini ve maksadını öğrendin. Şimdi, dünyanın dallarını ve kısımlarım 
bildirelim.
Dünyanın tafsiline dikkat edersen, üç şeyden ibaret olduğunu görürsün: Biri 
bitki, maden ve hayvan gibi yeryüzünde görülen şeylerdir. Toprağın aslı, mesken 
kurmak ve ziraatle ondan faydalanmak içindir. Bakır, pirinç ve demir madenleri 
âletler için, hayvanlar ise üzerlerine binmek ve yemek içindir. Diğer ikisi de, 
insanın kalbini ve bedenini bunlarla meşgul eylemesidir. Ya kalbi, onu sevmek ve 
onu istemekle meşgul eder, veya bedenini onu düzeltmek, onun işlerini yapmakla 
meşgul eder.
Kalbi dünya sevgisi ile meşgul eylemek sebebiyle, kalbde helake sebep olan hırs, 
bâhillik, haset, düşmanlık ve bunun gibi sıfatlar meydana gelir. Bedeni dünya 
ile meşgul eylemekten, kalbe bir meşguliyet doğar. Böylece aslını unutur ve 
tamamen dünyaya dalar.
Dünyanın aslı; yemek, elbise ve mesken olduğu gibi, insan için zaruri olan 
san'at da üçtür: Ziraatçılık, dokumacılık ve marangozluk. Fakat bunların da 
kolları vardır. Bazıları ona hazırlık içindir. Pamuk döven ve iplik büken, 
dokumacının işini yapıyor. Bazısı da bunu tamamlar, terzi gibi ki, dokumacının 
işini tamamlıyor. Bunların hepsi için âletlere ihtiyaç vardır. Bunlar da odun, 
demir, deri ve bunun gibi şeylerdir. Böylece demircilik, marangozluk ve 
dericilik san'atlan meydana geldi. Bunların hepsi meydana gelince birbirlerine 
yardım etmeye muhtaç olurlar. 
Çünkü herkes, kendinin bütün işlerini yapamaz. Böylece terzi, dokumacının ve 
demircinin işini, demirci de, diğer ikisinin işini yapmak için bir araya 
geldiler. Bu şekilde her biri ayrı iş yaptılar. Bu yüzden aralarında bazı şeyler 
meydana geldi, birbirlerine düşman olmaya başladılar. Çünkü her biri kendi 
hakkına razı olmadı ve diğerinin hakkına geçmek istedi. Böyle san'atlardan üç 
çeşide daha ihtiyaç oldu. Biri, saltanat ve siyaset [idare], diğeri kadılık ve 
hâkimlik, diğeri de insanlar arasında onunla kanun teşrii yapılan fıkıh 
san'atlarıdır. Her ne kadar bunların çoğunun el ile alâkası yoksa da, her biri 
birer san'attır.
İşte bu sebeple, dünya meşgalesi çoğaldı ve karıştı. İnsanlar onun arasında 
kendilerini kaybettiler ve başlangıçta bunların esasının üç şey olduğunu 
anlayamadılar. Bütün bunlar yemek, giymek ve mesken içindir. Bu üç şey de beden 
için lâzımdır. Beden de kalb için lâzımdır. Onu taşımaktadır. Kalb de Allahü 
Teâlâ için [O'nu bilmek için] lâzımdır. O hâlde kendini ve Allahü Teâlâ'yı 
unutanlar; kendini, Kabe'yi ve seferi unutup bütün zamanım deveye bakmaya veren 
hac yolcusuna benzerler.
Demek ki, dünya ve hakikati bu anlattıklarımızdır. Her kim onda sefere 
hazırlanmaz, işini bitirmez, gözünü âhirete çevirmez ve dünya meşgalesini 
ihtiyacından fazla tutarsa, dünyayı tanımamış olur. Bunun sebebi cahilliktir. 
Bahusus Peygamber Efendimiz buyurdu: «Dünya, Hârut ve Mâruttan daha büyük 
büyücüdür. Ondan kaçınız». Dünya böyle bir büyücü olunca, onun hile ve 
aldatmalarını ve onun işlerinin neye benzediğini insanlara açıklamak farz olur. 
Şimdi dünyanın neye benzediğini dinle!
BİRİNCİ MİSÂL: Dünyanın birinci büyücülüğü şöyledir: Kendini sana devamlı 
kalacak şekilde gösterir. Halbuki o, hareket eder ve devamlı senden kaçar. Fakat 
tedricî [azar azar] ve gayet yavaş hareket eder. Dünya, kendisine baktığın zaman 
hareketsiz görünen ve fakat daima yürüyen bir gölgeye benzer. Bilirsin ki, ömrün 
devamlı gidiyor ve tedrici olarak her an biraz daha azalıyor, işte o dünyadır, 
senden kaçıyor, sana veda ediyor [senden ayrılıyor], sen ise bunu anlamıyorsun!
BAŞKA MİSÂL: Büyülerinden biri de, kendini sana veriyor şeklinde göstermesi, 
seni kendine âşık etmesi, seninle kalacağını, bir başkasına varmayacağını imâ 
etmesidir. Halbuki sonra aniden sana düşman kesilir. Bu, erkekleri aldatıp, 
kendine âşık eyleyen, sonra evine götürüp öldüren, zehirleyen zalim bir dul 
kadına benzer.
İsa (aleyhisselâm) keşfinde dünyayı ihtiyar bir kadın şeklinde görüp sordu: «Kaç 
kocan vardır?». Dünya, «O kadar çok ki, sayamam», dedi. «Öldüler mi, yoksa seni 
boşadılar mı?» buyurdu. «Hayır! Belki hepsini ben öldürdüm», dedi. İsâ (aleyhisselâm) 
bunun üzerine, «Bu ahmaklara şaşarım ki, diğerlerine ne yaptığını görürler de 
yine seni isterler, hiç ibret almazlar» buyurdu.
BAŞKA MİSÂL: Dünyanın büyülerinden biri de, dışını süsleyip, belâ ve mihnetleri 
örtmesi, dışına, yüzüne bakan cahilleri aldatmasıdır. Çirkin yüzünü örten, 
ipekli ve süslü elbiseler giyen ihtiyar bir kadına benzer. Uzaktan onu görenler 
ona âşık olurlar. Ama yüzünden örtüyü kaldırınca pişman olur, üzülürler. Onun 
rezilliğini görürler. Hadîs-i şerifte geldi ki: «Kıyamet günü dünyayı yeşil 
gözlü, dişleri dökülmüş ihtiyar, çirkin bir kadın şeklinde getirirler; İnsanlar 
ona bakınca: Allah korusun! Bu nedir? Böyle rezil, böyle çirkin derler. Onlara 
denir ki: Bu, uğruna birbirinizi kıskandığınız, birbirinize düşman kesildiğiniz, 
kan döktüğünüz, sıla-i rahmi terkettiğiniz, ona aldandığınız dünyadır. Sonra onu 
Cehenneme atarlar. Der ki: Yarabbi, beni sevenler nerededir? Allahü Teâlâ 
onların da getirilip Cehenneme atılmasını emreder.»
BAŞKA MiSAL: Bir kimse dünyada bulunmadığından önceki ezeli ve içinde 
bulunmayacağı âtideki seneleri ve ezelle ebed arasındaki bu birkaç günü [kendi 
ömrünü] hesap ederse, dünyanın bir sefer yolu olduğunu, birinci menzilinin 
beşik, son konağının mezar ve bunun arasında kaç konak bulunduğunu anlar. Her 
yıl, bir konak gibi; her ay bir fersah (yaklaşık olarak altı kilometre] gibi; 
her gün, bir mil gibi ve her nefes bir adım gibidir. O ise durmadan yürüyor. 
Kiminin bu yoldan bir fersahı kalmış, kiminin daha az, kiminin daha çok kalmış. 
O ise daima burada kalacakmış gibi gamsız ve düşüncesiz oturmaktadır. On sene 
sonra bile kendine lâzım olmayacak şeyleri düşünmekle meşgul olur. Halbuki on 
güne varmaz, toprak altında olacaktır.
BAŞKA MİSÂL: Dünyayı sevenler, onda buldukları lezzetlerle âhirette rezillik ve 
sıkıntı çekenler; çok fazla yağlı yemekler yeyip, tatlı şerbetler içip midesini 
bozan, sonra da midesinde, nefsinde ve kazuratındaki rezaleti görüp utanan, 
pişman olan; lezzetleri geçti, rezilliği kaldı diyen kimse gibidir. Yemek ne 
kadar iyi olursa ağırlığı da o kadar çok olduğu gibi, dünya lezzetleri de ne 
kadar çok olursa sonu o kadar rüsvay ve rezil olmaktır. Bunun böyle olduğu can 
verirken belli olur. Zira nimeti, bağı - bostanı, cariye ve köleleri, altını ve 
gümüşü çok olanların, ölürken bunlardan ayrılık emeli; az olanlarınkinden daha 
çok olur. Bu elem ve azap ölümle yok olmaz. Hattâ daha da artar. Çünkü, o sevgi 
kalbin sıfatıdır. Kalb ise kendi yerinde olur, ölmez.
BAŞKA MİSÂL: Dünya işlerinden insanın karşılaştığı kendisine az görünür, bununla 
meşguliyetinin uzun sürmeyeceğini zanneder. Belki de işlerinin yüz tanesinden 
bir tanesi ortaya çıkar ve ömrü o işte geçer! İsâ (aleyhisselâm) buyuruyor: 
«Dünyayı arayan, deniz suyu içene benzer. Ne kadar çok içerse, daha çok susar, 
içer içer, nihayet ölür. Fakat susuzluğu, harareti eksilmez». Bizim 
Peygamberimiz (aleyhi efdâlüssalâti ve ekmelüttehıyyât) buyuruyor: «Bir kimsenin 
suya girip ıslanmaması mümkün değildir» (1}.
BAŞKA MİSÂL: Dünyaya gelen; misafirler için odalar süslemek, onları grup grup 
çağırmak, önlerine üzerinde kuru yemişler bulunan altın tabak, öd ve buhurlu 
mangal koyup çeşitli güzel kokular arasında tatlı yediren ve geriye, başkaları 
geleceği için, tabak ve mangalı bırakıp meyveleri yenen bir misafirperverin 
evinde misafir olmaya benzer. O hâlde onun âdetini bilen ve akıllı olan herkes 
öd ve buhurun kokusuna bürünür, meyveyi yer, tabak ve mangalı bırakır, şükür 
eder ve gider. Ahmak olan bunları kendisine verdiklerini zannedip alıp götürmek 
ister. Gideceği zaman elinden aldıklarına üzülür, canı sıkılır, feryad eder. 
İşte dünya da böyle; yolcuların azıklarını bedava alacakları, fakat içerde 
olanlara tama' etmeyecekleri misafir konağıdır.
BAŞKA MİSÂL: Dünyayı sevenler, dünya işleri ile meşgul olup âhireti unutanlar; 
gemide bulunup, bir adaya yanaşıp kazâ-yı hacet ve taharet için dışarıya 
çıkanlar gibidir. Kaptan, bağırır ve der ki; «Hiç kimse fazla kalmasın. 
Temizlikten başka bir şeyle meşgul olmasın. Gemi hemen kalkacak». Onlar adaya 
dağılırlar. Akıllı olanlar, çabucak temizlenip geri dönerler. Gemiyi boş bulup 
daha güzel ve uygun bir yer tutup oraya otururlar. Diğer bir grup, adanın 
güzelliğine, acayipliğine şaşar, kalırlar. Onu seyre koyulurlar. Ondaki 
çiçeklere, tatlı tatlı öten bülbüllere, etraftaki süslü çakıl taşlarına bakar 
kalırlar. Geri dönünce, gemide rahat bir yer bulamazlar, dar ve karanlık yerde 
otururlar. Oranın sıkıntısını çekerler. Diğer bir grup, yalnız bakmakla 
kalmayıp, o süslü güzel çakıl taşlarını, çiçekleri toplarlar, beraberinde 
götürürler; gemide yer bulamazlar, dar bir yere sıkışır, kalırlar ve çok defa o 
çakıl taşlarını omuzları üzerinde taşırlar. Bir iki gün geçince o güzel renkler 
solar, kararır, onlardan nahoş kokular gelmeye başlar. Atacak yer bulamazlar. 
Pişman olurlar, onların yükünü ve sıkıntısını omuzlariyle çekerler. Bir başka 
grup, adanın güzelliğine şaşar ve öyle kalırlar. Gemiden uzak kalıp gemiyi 
kaçırırlar. Kaptanın sesini duymazlar. Adada kalırlar. Böylece bazısı açlıktan 
ölür. Bazısını yırtıcı hayvanlar öldürür. Birinci grup takva sahibi mü'minlere 
benzer, sondakiler de kâfirlere. Zira kendilerini, Allahü Teâlâ'yı ve âhireti 
unuttular. Bütün varlıklarını dünyaya verdiler. Ayet-i kerimede, «Âhirete 
nisbetle, dünya hayatını daha çok sevdiler» (2), buyuruldu. Aralarında bulunan 
iki grup, âsiler gibidir, imanın aslını korudular, fakat dünyadan el çekmediler. 
Bir kısmı fakirlikten pay aldı. Bir kısmı çok nimetler toplayıp, yükü ağır oldu.
(1) C. Zühd, 3: H. Rİkâk, 2.
(2) 16 - Nahl: 107.
Dünyanın, söylenilen bu aşağılığı sebebiyle dünyadaki her şeyin mezmûm, aşağı 
olduğunu sanma. Belki dünyada öyle şeyler vardır ki; onlar dünya değildirler. 
İlim ve amel dünyada olur, fakat dünyadan sayılmazlar. Çünkü bunlar insanla 
beraber âhirete giderler. Ama ilim olduğu gibi onda kalır. Amel, her ne kadar 
aynen kalmazsa da eseri onunla kalır. Bu iki kısımdır: Biri kalb cevherinin 
temizliği ve parlaklığı olup, günahları terketmekten hâsıl olur. Diğeri Allahü 
Teâlâ'nın zikrine ünsiyeti olup, ibadetlere devamdan meydana gelir. O hâlde 
bunlar devamlı olan iyi şeylerdir ki, Allahü Teâlâ bunlar hakkında, «Baki olan 
iyi şeyler, Rabbinin indinde daha hayırlıdır» (1), buyuruyor.
İlmin, münâcaatın ve Allahü Teâlâ'nın zikrine ünsiyetin verdiği lezzet daha 
çoktur. Bunlar dünyadadır. Fakat dünyadan sayılmazlar. O hâlde bütün lezzetler 
mezmûm ve kötü değildir. Belki geçen ve kalmayan lezzetlerin de hepsi mezmûm 
değildir. Bu da iki kısmıdır: Biri, dünyadan olduğu ve ölümden sonra da 
kalmadığı hâlde; âhiret işlerine, ilme, amele ve mü'minlerin çoğalmasına 
yardımcı olandır. Ahiret yolunun şartı olan ihtiyaç miktarınca kuvvet, evlenme, 
giyinme ve mesken kurma gibi. Dünyadan bu kadarına kanaat getiren ve bundan 
maksadı din işlerinde rahatlık olan, dünya ehli değildir.
O hâlde, dünyadan mezmûm [kötü] olanlar, din için olmayanlardır. Belki o kimse, 
gaflete, lezzet ve nimetlere kapılıp kulluk vazifelerini unutan ve kalbini bu 
dünyaya bağlayıp, öbür dünyadan nefret eden kimsedir. Bunun için Peygamber 
Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu: «Dünya ve içindekiler mel'ûndur. 
Ancak Allahü Teâlâ'yı anmak ve buna yardım edenler mel'un değildir» (2).
Dünyanın hakikatinden ve ne olduğundan bu kadar anlatmak yetişir. Bundan 
sonrasını ukûbat kısmı olan, muâmelât erkânının üçüncü kısmında anlatacağız.
(1) 18 - Kehf: 46.
(2) C. Zühd: 3. T. Zühd: 14.
Ölümün hakikati bilinmeyince âhiretin hakikatini kimse bilemez. Hayatın 
hakikatini bilemeyince, ölümün hakikatini bilemez. Ruhun hakikatini bilmeyince 
de, hayatın hakikatini bilemez. Ruhun hakikatini bilmek de, bir kısmını 
açıkladığımız kendi nefsini bilmektir.
Daha evvel söylemiştik ki, insan, biri ruh, diğeri beden olan iki asıldan 
meydana gelmiştir. Ruh süvari gibi, beden de binek hayvanı gibidir. Âhirette bu 
ruhun beden vasıtası ile bir hâli, bir Cenneti ve Cehennemi vardır. Kendi zâti 
sebebi ile bedenin ortak olmadığı başka bir hâli de vardır. Beden sebebiyle de 
onun [insanın] bir Cenneti veya Cehennemi yahut saadeti veya şekaveti vardır. 
Araya beden girmeksizin olan kalbin nimet ve lezzetlerine, «Rûhanî Cennet», 
diyoruz. Yine beden araya girmeden olan sıkıntı, elem ve şakiliğine «Rûhani 
Cehennem» diyoruz.
Bedenin de beraber bulunduğu Cennet ve Cehennem zaten bellidir. Orada, ağaçlar, 
nehirler, huriler, köşkler, yiyecekler, çiçekler ve buna benzer şeyler vardır. 
Her ikisinin de vasfı, Kur'ân-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. 
Herkes bunu anlayabilir. Bunu uzun olarak «İlyâu Ulûmi'd Din» kitabımızın «Ölümü 
hatırlama» kısmında anlattık. Burada ise bu kadarla iktifa edip, ölümün 
hakikatini anlatıp, ruhanî olan Cennet ve Cehenneme işaret edelim. Zira bunları 
herkes bilmez.
Hadis-i Kudsî'de, «İyi ameller yapan kullar için, gözlerin görmediği, kulakların 
duymadığı ve hiç kimsenin kalbinden geçmeyen şeyler hazırladım» (1) buyurulanlar, 
ruhanî Cennettedir. Kalbin içinden melekût âlemine bu mânânın aşikâr olduğunu, 
hiç şüphe kalmadığını gösteren bir pencere açılır. 
Bu yola kavuşan kimsede, âhiretin Cennet ve Cehennemine taklid ve işitme ile 
olmayıp parlak bir yakîn hâsıl olur [kendisinde şüphe olmayan kesin bilgi 
meydana gelir]. Bilâkis basiret ve müşahede ile olur. Hekimin, bu dünyada bedene 
ait iyilik ve kötülüğü bilmesi ve buna sıhhat ve hastalık demesi; bunun 
sebepleri olan ilâç kullanmak ve perhiz etmek, hastalığın ise çok yemek ve 
perhiz etmemekten ileri geldiğini söylemesi gibi; bu müşahede ile de kalbin yâni 
ruhun saadet ve şekaveti; ibadet ve marifetin bu saadetin ilâcı, cahillik ve 
günahın bu saadetin zehiri olduğu anlaşılır. Bu, çok kıymetli ve yüksek bir 
ilimdir.
Birçok âlim denen kimseler, bunu bilmezler. Hattâ bunu inkâr ederler. Bedenî 
olan Cennet ve Cehennemden ileri geçip söz söylemezler. Âhireti bilme hususunda 
işitme ve taklidden başka bir yol bilmezler. Bizim ise bunun hakikati hakkında 
delilli uzun kitabımız vardır. Bu kitap Arabidir [Arabcadır]. Burada ise bu 
kadar anlattık. Zeki ve kalbi inad ve taklid bulaşıklığından temizlenmiş 
olanlar, bunu idrak ederler ve âhiret işi kalblerinde sabit ve kuvvetli olur. 
Bunun için birçok kimselerin âhirette imanı zayıf ve sallantıda olur.
Eğer ölümün hakikatinden bir nebzecik bilmek istersen, bilmelisin ki, insanın 
iki ruhu vardır. Biri, hayvanlara mahsus ruh cinsindendir ve biz ona «Hayvanî 
ruh» diyoruz. Diğeri ise, meleklere mahsus ruh cinsinden olup, ona «İnsanî ruh» 
diyoruz. Bu hayvani ruh, canlılarda sol tarafta bulunan yürek denilen et 
parçasında olup, kalbin menba'ıdır [kaynağıdır]. O ise. hayvanın bâtın 
mizaçlarından buhar gibi, lâtiftir. 
Mutedil bir mizacı [karakteri] vardır ve kalbden atar-damarları vasıtası ile 
hareket eder. Beyne ve bütün uzuvlara ulaşır. Bu ruh, his ve hareketleri 
taşımaktadır. Beyne ulaşınca, harareti azalır, mutedil olur. Göz ondan görme 
kuvveti, kulak ondan işitme kuvveti ve diğer azalar da kendi hassa ve 
kuvvetlerini alırlar.
Bu, içerisi tozlu olan bir odadaki kandile benzer. Kandilin ışığı tozlardan 
geçip, duvarın üzerine düşer. Orayı aydınlatır. Kandilin aydınlığı duvarın 
üzerinde zahir olduğu gibi, Allahü Teâlâ'nm kudretiyle görme, işitme ve diğer 
hislerdeki kuvvetler bu ruhtan diğer azalarda meydana geliyor. Eğer bazı 
damarlarda tıkanma olursa, ondan sonra gelen uzuv hareketsiz kalıp felç olur. 
Onda his ve hareket kuvveti olmaz. Hekim, bu tıkanıklığı gidermeye uğraşır.
Bu ruh, kandilin alevi gibidir. Kalb ise fitili gibidir. Gıdalar da yağı 
gibidir. Kandilde [şamdanda] yağ bitince kandil söner. Yağ olup, fakat fitil çok 
yağ çekse, bozulup artık yağ çekmez olduğu gibi; kalb de çok zaman geçince gıda 
almaz olur. Yağ ve fitil yerinde olduğu hâlde, kandilin üzerine bir şey koyduğun 
zaman söndüğü gibi, bir canlıya da büyük bir yara ve zorluk gelince ölür.
Mizacı mutedil olduğu müddetçe —ki bu şarttır— bu ruh his ve hareket kuvveti 
gibi, Allahü Teâlâ'nın izni ile gökteki meleklerin nurlarından da lâtif mânâları 
alır. Hararetin veya soğukluğun çokluğundan veya başka sebeple mizacı bozulursa, 
o eserleri almaya lâyık olmaz. Bir aynanın yüzü düzgün ve parlak olursa, 
karşısındaki şeylerin suretini gösterir. Ama ayna iyi olmaz, yahut pas tutarsa o 
suretleri göstermez. Bu suretlerin yok olması veya kayıp olmasından değil, 
karşısındaki suretleri gösterecek hususiyetin aynada kalmamasındandır. Bunun 
gibi, hayvanî ruh dediğimiz, bu lâtif buhar mutedil [doğru - sağlam] olunca, 
buna elverişli olur. İtidâli gidince de artık almaz olur. His ve hareket 
kuvvetlerini almaz olunca, azalar onun nurlarının ihsanından mahrum kalır. 
Hissiz ve hareketsiz olur. Bu zaman «öldü» derler.
Hayvani ruhun ölmesinin mânâsı budur. Bu mizacın itidalden düşmesi için olan 
sebepleri bir araya getiren, Allahü Teâlâ'nın mahlûklarından bir mahlûktur. Ona 
«Metekü'l-mevt». [ölüm meleği, Azrail] denir. İnsanlar onun yalnız ismini 
bilirler. Onun hakikatini bilmek ise uzun sürer.
Bu şekildeki ölüm, hayvanın ölümüdür. İnsanın ölümü ise, daha başkadır. Çünkü 
onda bu hayvani ruh bulunduğu gibi, geçmiş fasıllarda insanın ruhu, yahut kalb 
ismini verdiğimiz başka bir ruhu daha vardır. Bu diğer ruha benzemez. Çünkü o, 
çözülmüş hava imbiklenmiş [damıtılmış] buhar gibi gayet lâtif bir cisimdir. 
Fakat bu insan ruhu, cisim değildir. Çünkü bölünme kabul etmez. Allahü Teâlâ'nın 
tanınması, bilinmesi onda olur. Allahü Teâlâ bölünme kabul etmediği ve bir 
olduğu gibi, bir olanın bilineceği yer de, bir ve bölünme kabul etmez olmalıdır. 
O hâlde bu marifet bölünebilen hiçbir şeyde olmaz. Bilâkis ancak bölünmeyen tek 
bir şeyde olur.
Fitili, kandilin alevini ve ışığını düşün: Fitil, yürek gibi, kandilin alevi 
hayvani ruh gibi, kandilin ışığı da insan ruhu gibidir. Kandilin ışığı, 
kandilden daha lâtif olduğu bir şeye benzetilmediği gibi, insanın ruhu da 
hayvanî ruha nisbetle lâtiftir ve bir şeye benzetilemez. Latiftik [ruhanilik] 
tarafından bakılırsa, bu benzetme doğrudur. Fakat bir başka şekilde doğru 
değildir. Çünkü, kandilin ışığı kandile tâbi olup, asıl olan kandildir. Kandil 
olmazsa, ışık da olmaz, insan ruhu ise, hayvanî ruha tâbi değildir. Hattâ asıl 
kendisidir. Hayvani ruha halel gelmekle, buna bir şey olmaz. Belki tam misâlini 
istersen, kandilden daha lâtif bir ışık farz et, kandil onunla var olsun, o 
kandille değil. Ancak misâlimiz böylece doğru olur!
O hâlde hayvanî ruh bir cihetten insan ruhunun binek hayvanı, bir cihetten de 
bir âlet hükmündedir. Bu hayvani ruhun mizacı bozulursa, kalıp [bedeni ölür. 
İnsan rûhu ise, kendi yerinde kalır. Fakat aletsiz ve merkebsiz kalır. Merkebin 
[binek hayvanının] ölümü ve âletin zayi olması, süvarinin de zayi ve yok 
olmasına sebep olmaz. Fakat aletsiz kalır.
Bu âlet kendisine, Allahü Teâlâ'nın marifet ve muhabbetini avlamak, elde etmek 
için verildi. Eğer maksadına kavuştuysa, âletin helak olması, aradan çekilmesi 
onun için daha iyidir. Çünkü maksada kavuşmuşken, âlet yük olur, ağırlık verir.
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in «Ölüm, mü'mine hediye ve 
tuhfedir [hediyedir]», buyurması, av için tuzak kuran ve tuzağın yükünü çeken 
içindir. Avını elde edince tuzağın helâki onun için ganimettir. Yok, eğer —Allah 
korusun— avı elde etmeden önce bu tuzak çalışmaz olursa, onun ayrılık acısı ve 
musibetinin sonu olmaz. Bu acının ve elemin başlangıcı kabir azabıdır. Allahü 
Teâlâ bizi ondan korusun!
Bilmiş ol ki, bir kimsenin eli ve ayağı felç olursa o kendi yerinde kalır. 
Çünkü o, el ve ayak değildir, eli ve ayağı onun âletleridir. O ise, bunları 
kullanandır. Senin benliğinin hakikati; el ve ayak olmadığı gibi; sırtın, 
karnın, başın ve bedenin de değildir. Hepsi felç olsa da, senin yerinde durman 
yine mümkündür, ölümün mânâsı bütün vücudun felç olmasıdır [çalışmamasıdır]. 
Elin felç olmasının mânâsı, sana itaat etmemesidir, itaat etmesi için kudret 
denilen bir sıfata sahip olması icap ederdi. 
Bu kudret sıfatı da, hayvanî ruh kandilinden o ele ulaşan bir nurdur. Hayvani 
ruhun geçiş yollan olan damarlarda bir tıkanıklık olsa, kudret ondan gidip, 
itaat etmesi mümkün olmaz. Sana itaat eden bütün beden de, bu hayvani ruhun 
vasıtasiyle itaat eder. Demek ki, mizacı bozulunca ve itaat edemeyince, ona ölüm 
diyorlar. Her ne kadar itaat etmek yerinde kalmazsa da, sen yerinde kalırsın.
Senin benliğinin hakikati, nasıl bu beden olur? Düşünürsen bilirsin ki, bugünkü 
vücudunun hücreleri, çocukluk zamanındaki hücreler değildir. Onların hepsi 
zamanla ortadan kalkmış, alınan gıdalardan yerlerine yenileri gelmiştir. O hâlde 
beden, aynı durumda kalmıyor, halbuki sen hep aynısın. Bu sebepten senin 
benliğin bedeninle değildir. Beden yok olursa olsun, sen her zamanki gibi 
zâtınla yaşarsın.
Senin sıfatların ise iki kısımdır: Biri, bedenin araya girmesiyledir. Açlık, 
susuzluk ve uyku gibi ki, bunlar midesiz, maddesiz olmazlar. Bu birinci kısım 
ölümle ortadan kalkar. Diğer bedenin araya girmediği, Allahü Teâlâ'yı ve 
cemâlini tanımak ve bununla mesrur olmak gibi şeylerdir. Bu senin zâtına mahsus 
sıfattır, seninle kalır. «Baki kalan iyilikler» (l)'in mânâsı da budur. Eğer 
bunun mukabili Allahü Teâlâ'yı bilmemek ise, bu da senin zâti sıfatın olup, 
seninle kalır. Ve o, rûhunun körlüğü ve şakiliğinin tohumudur. Ayet-i kerimede, 
«Bu dünyada kör olan, öbür dünyada da kör ve yolunu şaşırmış olur» (2), 
buyuruldu.
Bu iki ruhu, aralarındaki farkı ve irtibatı bilmeyen ölümün hakikatini hiçbir 
şekilde anlayamaz.
(1) 18 - Kehf: 57.
(2) 17 - Isrâ: 46.
Şimdi bilmiş olunuz ki, bu hayvani ruh, âlem-i süfliden olup, buhar 
karışımlarının lâtiflerinden meydana gelmiştir. [Buradaki buhar su buharı 
değildir]. Karışım dörttür: Kan, balgam, safra ve lenf. Bu dört şeyin aslı; su, 
ateş, toprak ve havadır. Mizaçtaki uygunluk ve uygunsuzluk; sıcaklık, soğukluk, 
nemlilik ve kuruluğun miktarının farklı olmasındandır. Tıp ilminin gayesi, 
insani ruh dediğimiz diğer bir ruhun âleti ve taşıyıcılığını yapan hayvani ruhta 
bu dört şeyin itidalini sağlamaktır. İnsanî ruh bu alemden değildir. O ulvî 
âlemdendir ve melekler cevherindedir. Onun bu âleme inmesi, zâtındaki şaşılacak 
hâllerdendir. Fakat onun bu gurbeti, Allahü Teâlâ'dan gıdasını almak içindir. 
Hususan Allahü Teâlâ buyurur; «Hepiniz oradan aşağı inin dedik. Tâ ki size 
hidâyetim ulaşsın. Gösterdiğim yolu takip edenlere korku ve üzüntü yoktur» (1).
Allahü Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de meleklere, «... Ben, çamurdan insan 
yaratıcıyım... Onu tamamlayıp içerisine de ruhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için 
derhal (bana) secdeye kapanın» (2) buyurması, bu iki ruh âleminin ayrılığına 
işarettir. Zira birini çamura havale eyledi ve onun mizacının itidalinden «sevveytühû» 
[onu doğru ve hazır eyledim] diye bahsetti, itidal de budur. «Ve ona ruhumdan 
üfledim», kelâmı ile bunu kendine alâkalı kıldı. Buna misâl olarak deriz ki: Bir 
kimse, kolay ateş alması için bir bez parçasını lime lime eder, sonra ateşin 
yanına getirir ve alev alıp parlaması için üfler.
Hayvani ve süfli ruhun bir itidali vardır. Hekimin, onu helak ve hasta olmaktan 
korumak için itidal sebeplerini bilmesi gibi, kalbin hakikatinden olan insanî 
yüksek ruhun da bir itidali vardır. .Şeriat dâhilindeki ahlâk ve riyazet ilmi 
insanî ruhun bu itidalini muhafaza eder. Bundan sonraki islamın şartlarını 
anlatırken, onun sıhhatinin bunlar olduğu anlatılacaktır.
Anlaşıldı ki, insanın kendini bilmeden Allahü Teâlâ'yı bilemeyeceği gibi, bir 
kimse insandaki bu iki ruhun hakikatini bilmeyince de âhireti basiretle bilmesi 
[kalble yakînen tanıması] mümkün değildir. O hâlde kendini tanımak, Allahü 
Teâlâ'yı ve âhireti tanımanın anahtarıdır. Ve dinin esası da «Allahü Teâlâ'ya ve 
âhiret gününe iman etmektir». Bu sebepten dolayı bu bilgiyi öne aldık.
Bununla beraber ruhun evsafının [hususiyetlerinin] sırlarından bir sır 
söyleyemedik. Zira ondan konuşmaya izin yoktur. Çünkü, insanların anlayışı bunu 
kaldıramaz. Allahü Teâlâ'yı ve âhireti tamamen bilmek, bu ruhu tam bilmeye 
bağlıdır. Gayret et ki, mücahede ve istek yolu ile bunu kendi kendine bilesin. 
Zira başkasından dinlersen, onu dinlemeye takat getiremezsin. Evet, birçok 
kimseler Allahü Teâlâ hakkında bu vasfı dinlediler, inanmadılar, inkâr eylediler 
ve «Bu zaten mümkün değildir» dediler. Bu ise, Allahü Teâlâ'yı tenzih değil, 
inkârdır. O hâlde insan hakkında böyle şeyleri duymaya nasıl dayanabilirsin? 
Hattâ bu sıfatın Allahü Teâlâ hakkında olması, ne Kur'ân-ı Kerîm'le, ne de hadîs-i 
şerifle şârihdir. Aynı zamanda, duyunca inkâr ederler gerekçesiyle böyledir. 
Peygamberlere, «İnsanlara, akıllarının alacağı şekilde söyleyiniz», 
buyurulmuştur. 
Peygamberlerden bazılarına şöyle vahiy gelmiştir: «Bizim sıfatlarımızdan 
insanların anlayamayacakları bir şey söyleme, sonra inkâr ederler ve ziyan 
ederler. Bilecekleri kadar söyleyin.»
(1) 2 - Bakara: 38.
(2) 38 - Şad: 71 - 72.
Buraya kadar anlatılanlardan; insanın canının hakikatini, bedeni ile değil, 
zâtı ile durduğunu anladın. Kendi zâtının ve hususi sıfatlarının kıyamında 
bedene ihtiyacı olmadığını da öğrendin. Ölümün mânâsı, onun yok olması değil, 
bedendeki tasarrufunun kesilmesidir. Haşrın [öldükten sonra mahşerde toplanmak 
üzere dirilme], neşrin [Kıyamet vakti insanların dirilmesi], ba'sın [ba's: 
öldükten sonra kıymet günü diriliş] ve iadenin mânâsı, onu yok ettikten sonra 
tekrar yaratırlar değildir. Bunun mânâsı, evvelde olduğu gibi, ikinci defa ona, 
tasarruf edebileceği [istediği gibi kullanabileceği] bir beden verirler 
demektir. Bu defa birinciden daha kolay olur. Çünkü önce, hem bedeni, hem de 
ruhu yaratmak lâzım idi. Bu defa ise, insanî ruh, kendi yerindedir. Hattâ 
bedenin cüzleri bile kendi yerindedir. Bunları toplamak, yaratmaktan daha 
kolaydır. Ancak bu, bizim tasavvurumuza göre böyledir. Yoksa kolaylığın ilâhî 
fiil ile münasebeti yoktur. Zira, zorluk sıfatı olmayan yerde, kolaylık da 
olmaz.
İadenin şartı, sahip olduğu bedeni kendisine verirler demek değildir. Çünkü 
kalıp [beden] onun merkebidir [bineğidir]. At verirlerse, ona da biner. 
Çocukluğundan ihtiyarlığına kadar, hücreleri, diğer gıdalarla değiştirilmiş, o 
ise hiç değişmemiştir. O hâlde bunu şart edenlere birçok sorular sorulabilir. Bu 
sorulara ise zayıf cevablar verirler ve güya böylece o zorlamalardan kurtulurlar 
ki, onlara sorulur: «İnsan insanı yiyor. Birinin eczası [parçası], diğerinin 
eczası oluyor.
O hâlde, ruh bunlardan hangisine verilir? Eğer bir uzvu kesilir ve bundan sonra 
sevab olan bir iş yaparsa, bu uzvu, öbür dünyada onunla olur mu, olmaz mı? Eğer 
onunla olmazsa, Cennette, gözsüz, elsiz, yahut ayaksız nasıl olur? Eğer onunla 
olursa o sevab iş işlendiği zaman o uzuv, onda yoktur. Şimdi mükâfatı verilirken 
nasıl ortak olabilir?» Böyle lüzumsuz şeyler sorarlar ve cevab isterler. İade, 
hakikatiyle olmadığı şekilde bu gibi şüphelere lüzum kalmaz. Çünkü bütün bedene 
ihtiyaç yoktur. Bu şüpheler ve suallerin sebebi senin benliğin ve hakikatin, 
senin bedenindir. O, olduğu gibi yerinde kalmayınca, o sen olmazsın, 
sanmalarıdır. Bunun için şüphelere düştüler. Sözlerinin aslı yoktur.
Burada aklına şöyle bir sual gelebilir: Fıkıh âlimleri ile kelâm âlimleri 
arasında, insanın ruhu öldükten sonra yok olur ve sonra onu tekrar yaratırlar, 
sözü meşhurdur. Bu ise sizin dediğinize uymuyor. Cevabında deriz ki:
Başkalarının sözüne uyan, göremez olur. Bunu ancak, taklid ve basiret ehlinden 
olmayan söyler. Çünkü, eğer basiret sahibi olsaydı, bedene olan ölümün insanın 
hakikatini yok etmeyeceğini bilirdi. Taklîd sahiplerinden olsaydı, Kur'ân-ı 
Kerim ve hadîs-i şeriflerden, insanın ruhu öldükten sonra kendi yerinde 
kaldığını bilirdi. Çünkü, ölümden sonra ruhlar iki kısma ayrılır: 
Eşkıyanın [kâfirlerin ve fâcirlerin] ruhları; süedanın [sâidlerin, iyilerin] 
ruhları. İyilerin ruhları hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de, «Allah yolunda 
öldürülenleri, ölü saymayınız. Onlar diridirler, Rablarının huzurunda mükâfata 
kavuşur ve daima O hazretten rızıklarını alırlar» (1), buyuruluyor ama, Bedir 
muharebesindeki kâfirler hakkında, Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve 
sellem) ve ashabı bu kâfirleri öldürünce, ölü oldukları hâlde, hepsine teker 
teker seslenip, bağırdı ve buyurdu ki: «Ey filân, ey filân! Allahü Teâlâ'nın, 
düşmanlarını kahretmek için bize verdiği müjdeler gerçekleşti. Bu müjdeler 
arasında sizin azab çekeceğinizi de kat'iyyetle bildirmiş idi. 
Şimdi ölümden sonra doğru mu, değil mi anladınız mı?»
Peygamber Efendimize (sallâllahü aleyhi ve sellem) dediler ki: «Onlar bir avuç 
murdardır. Onlarla nasıl konuşuyorsunuz?». Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve 
sellem) buyurdu: «Nefsim, yed-i kudretinde [kudret elinde] olan Allahü Teâlâ'ya 
yemin ederim ki, onlar bu sözü sizden daha çok işitirler, fakat cevab 
veremezler» (2). 
Ölüler hakkında ve onların kendilerini ziyaret eden ve onlara matem tutanlar ve 
bu dünyada onlar hakkındaki hadis-i şerifleri araştıranlar, inceleyenler, 
onların yok olmasının şerîatte bildirilmediğini kat'iyyetle [kesinlikle] 
bilirler. Şerîatin bildirdiği; başka bir hâl alması, yahut yer değiştirmesidir. 
Mezar, ya Cehennem çukurlarından bir çukur, ya Cennet bahçelerinden bir 
bahçedir.
O hâlde, şüphesiz bilmiş ol ki, zâtından ve sıfatlarının hususiyetlerinden 
ölümle bir şey gitmiyor. Fakat, beyin ve azalar vasıtası ile çalışan his, 
hareket ve hayâl; ölünce kalmaz. İnsan, buradan gittiği gibi orada yalnız kalır. 
Bilmiş olunuz ki, at ölür, üstündeki süvari dokumacı ise, âlim olmaz ama gözleri 
kapalı ise, gözlerini açar. Yaya yürür. Beden, at gibi bir binek hayvanıdır, sen 
de süvarisin.
Bu sebepdendir ki, tasavvuf yolunun başlangıcında olduğu gibi, kendinden ve 
hislerinden uzaklaşıp, aslına inip, Allahü Teâlâ'nın zikrine dalanlara, âhiret 
hâlleri zevkle görünür. Onların rûh-ı hayvanileri, mizacının itidalinden bir şey 
kaybetmediği hâlde, kendini unutur. 
Kendinde kendine karşı bir durgunluk, hissizlik meydana gelince, zâtmın hakikati 
sebebiyle, onları kendisi ile hiç meşgul eylemez. Böylece onların hâli, ölülerin 
hâline yakın olur. O hâlde, diğerlerine ölümle gösterilenler, onlara bu hâlde 
gösterilir. Sonra kendilerine gelince ve hisler âlemine dönünce, ekseriya 
gördükleri hatırlarında kalmaz. 
Fakat bir eser, bir numune kalır. Eğer Cennetin hakikatini ona göstermişlerse, 
onun huzur, rahat, sevinç ve süruru o kimsede kalır. Eğer Cehennemi ona 
arzetmişlerse, onun acı ve şiddeti kendisinde yer eder. Eğer hatırında ondan bir 
şey kalırsa, ondan haber verir. Hayâl hazinesi o şeyi anlatmak isterse, hatırda 
kolay kalabilen bir şeye benzetir. Ondan haber verir. Şöyle ki: Peygamber 
Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve seilem) namazda elini kaldırdı ve «Cennet 
üzümlerinden bir salkımı bana arzettiler. Onu bu dünyaya getirmek istedim» (3), 
buyurdu. Bahsedilen üzüm salkımının bu dünyaya getirilebileceği sanılmasın. 
Belki bu imkânsızdır. Eğer mümkün olsaydı, getirirdi. Fakat ona müşahede ile 
gösterilmiş idi. Bunun muhal [imkansız] olmasının hakikatini bilmek uzundur ve 
senin bunu öğrenmek istemene de lüzum yoktur.
Alimlerin makamları arasındaki fark, şöyle olur: Biri kendisinin gördüğü, 
başkalarının görmediği Cennet üzümünün nasıl olduğunu, neye benzediğini merak 
ederek alır. Diğerlerinin bundan nasibleri, onun elini hareket ettirmesinden 
başka bir şey değildir. Bunun neticesi de «Az bir hareket namazı bozmaz», 
oluyor. Bunun tafsilini çok merak eder. Evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi budur 
zanneder. Bunu bilen ve buna kanaat etmeyen, başka şeyle meşgul olan hakikatten 
ve şeriat ilminden uzaklaşmıştır. Şunu demek istiyoruz: Peygamber Efendimizin (sallâllahü 
aleyhi ve sellem) Cennetten haber vermesi, taklîd ve Cebrail aleyhisselâmdan 
işitme yolu ile olduğu sanılmasın. 
Cebrail aleyhisselâmdan dinlemenin mânâsını, diğer mânâları bildiği gibi 
bilirsin! Fakat Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm), Cenneti gördü. Cennet 
tamamen bu dünyada görülemez. Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) 
o âleme gitti, kayıp oldu [bu âlemden çıktı]. Bu onun bir çeşit mi'râcı oldu. 
Kayıp olmak iki şekildedir: Biri hayvani ruhun ölmesiyle, diğeri hayvanı ruhun 
kendini unutması iledir. Bu âlemde Cennet görülemez. Yedi kat göklerin ve yerin 
bir ceviz kabuğuna sığmaması gibi, Cennetten ufak bir parça da bu dünyaya 
sığmaz. 
Belki kulak, göklerin ve yerin şekillerinin kendisinde, gözdeki gibi hâsıl 
olmasından uzak olduğu gibi, bu dünyadaki bütün duygular, Cennetin bütün 
lezzetlerinden uzaktırlar. O âlemin duyguları daha başkadır.
(1) 3 - Al-i Imrân: 169 - 170.
(2) H. Ccnâiz, 117; Hm. II. 31, 38. 
(3) Hm. III, 353, V. 13
Şimdi «Kabir azabını» anlatmamıza sıra geldi. Kabir azabı da iki kısımdır: 
Rûhanî ve cismanî. Cismanî olanı herkes bilir. Ruhanî olanı ise, kendini 
bilenden başkası bilmez. Ruhunun hakikatini bilmesi, kendi zâtı ile kaim [var] 
olması ve kıyamı için bedene muhtaç olmasını, ölümden sonra bâki olduğunu, 
ölümün onu yok eylemediğini, ölümün ise; gözünü, elini, ayağını, kulağını ve 
bütün hislerini alması olduğunu, hisleri kendisinden alınınca; hanım, evlât, 
mal, mülk, ev, hizmetçi, hayvan, akraba ve yakınları; hattâ yer, gök ve his ile 
anlaşılanların hepsinin ondan alınacağını bilmesidir. Eğer bu şeyleri seviyorsa 
ve kendi varlığını bunlara vermiş ise, ayrılırken zaruri olarak azabda kalır. 
Hepsinden vaz geçmiş ve burada hiç birine tutulmamış ise, hattâ ölmeyi arzu 
ediyor hâlde ise, rahata kavuşur. Allahü Teâlâ'yı sevmeyi elde etmiş, O'nun 
zikrine ünsiyet peyda etmiş [dostluk, ülfet meydana getirmiş] ve bütün varlığını 
O'na vermiş ve dünya meşguliyetini lüzumsuz ve perişan kabul etmişse, ölünce 
maşukuna kavuşur, üzücü ve düşündürücü şeyler aradan kalkar, mes'ud ve mesrur 
olur.
Şimdi, bir kimsenin kendini tanıdığı ve baki kalacağını bildiği hâlde, bütün 
arzu ve sevgisinin nasıl dünyada olabileceğini ve sonra, dünyadan göçünce, 
sevdiklerinden ayrıldığının azabı ve elemi içerisinde olacağında şüphe edip 
etmeyeceğini düşün! Bâhusus [hususiyle] Peygamber Efendimiz bunu haber veriyor 
ve buyuruyor ki: «İstediğini sev, muhakkak ki ondan ayrılacaksın». 
Bir de, Allah'tan başkasını sevmeyen, dünyayı ve içerisindekileri düşman bilen, 
dünyadan ancak kendi azığını alan kimsenin, dünyadan giderken sıkıntıdan 
kurtulup, rahata kavuşacağında şüphe olup olmayacağını düşün! O hâlde bunu 
anlayana kabir azabının varlığında ve müttekilere olmayacağı hususunda şübhe 
kalmaz. Hattâ dünya, onun ve kendini tamamen dünyaya verenlerin evidir. Böyle 
olduğu «Dünya, mü'minlerin zindanı, kâfirlerin Cennetidir» (1), hadîs-i 
şerifinden anlaşılıyor.
(1) M. Zühd. I; T. Zühd. 16: C. Zühd, 3: Hm. II, 197. 323, 389, 485.
Kabir azabının aslı şimdi öğrendiğin gibi dünya sevgisidir. Bu azab da 
farklıdır. Dünyayı isteme derecesine göre, bazılarına çok, bazılarına az olur. 
Meselâ kalbi bu dünyaya yalnız bir cihetten bağlı olan bir kimsenin azabı; mal, 
mülk, hizmetçi, hayvan, mevki, azamet ve bütün dünya ni'metlerine sahip ve kalbi 
bunların hepsine bağlı olan kişininki gibi değildir. Hâttâ bu dünyada bir 
kimseye, bir atı çalındığını söyleseler, on atının çalınmasından daha az üzülür. 
Eğer bütün malını alsalar, malının yarısının alınmasından daha çok üzülür ve 
azab çeker. Bütün malının alınmasına da hanımının ve çocuklarının hırsızlar ve 
yağmacılar tarafından alınıp götürülmesinden ve yalnız başına kalmasından az 
üzülür. Ölüm de malını, evlâdını, hanımını ve dünyada olan her şeyini yağma edip 
kendisini yalnız bırakandır.
O hâlde, herkesin cezası ve rahatı dünyaya bağlılığı ve ondan kesilmesi 
miktarıncadır. Dünya ni'metleri yüzüne gülen ve kendini bu ni'metlere verenler 
hakkında Allahü Teâlâ'nın, «Bu şiddetli azab onlara, dünya hayatını âhiret 
ni'metleri üzerine tercih ettikleri içindir» (1), buyurduğu kimselerin azabları 
çok şiddetli olur. Bununla alâkalı olarak şöyle bildirildi: 
Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurur ki; «Muhakkak ki, dar maişet 
onun içindir» (2), âyet-i kerîmesinin ne mânâya geldiğini bilir misiniz? Ashâb-ı 
Kiram (aleyhimürrıdvân), «Allah ve Resulü daha iyi bilir», dediler. Buyurdu ki: 
«Kâfirin azabı kabirdedir, doksan dokuz ejderhayı ona musallat ederler. 
Ejderhanın ne olduğunu bilir misiniz? Onlar doksan dokuz yılandır. Her yılanın 
dokuz başı vardır! Onu sokarlar, yalarlar ve üzerine üflerler. Bu, kıyamete 
kadar devam eder».
Basiret sahipleri bu ejderhaları, basiret gözü ile görmektedir. Aptallar derler 
ki; «Biz onun mezarına baktık, bunlardan hiçbirini görmüyoruz. Eğer mezarda 
böyle şeyler olsaydı, gözümüz sağlamdır, biz de görürdük». Bu ahmak bilmiş olsun 
ki, bu ejderha ölenin rûhundadır. Onun ruhundan dışarı çıkmaz ki, başkaları 
görebilsin. Hattâ, ölümden önce de bu ejderha onun içinde idi, o ise onlardan 
gafil idi, bilmiyordu. Ve yine bilmiş olsun ki, aynı zamanda bu ejderha, onun 
kendi sıfatlarından meydana gelmiştir. Başlarının sayısı da, onun kotü ahlakının 
dalları sayısıncadır. O ejderhanın tıynetinin aslı, dünya sevgisindedir. Sonra, 
dünya sevgisi sebebi ile zuhur eden kin, çekememezlik, kibir, hırs, aldatma, 
hile, düşmanlık, makam sevgisi, şan, şöhret hayranlığı ve bunun gibi fena 
ahlâklar sayısınca kendisinde başlar meydana gelir. Bu ejderhanın nasıl olduğu 
ve başlarının çokluğu basiretin nuru ile anlaşılabilir. 
Ama, sayıları ancak peygamberlik nuru ile bilinebilir. Çünkü onlar, kötü ahlâkın 
sayısını bilirler. Biz ise bilemeyiz. O hâlde, bu ejderha kâfirin ruhu 
içerisinde yerleşmiştir ve örtülüdür. Allah ve Resulünü bilmemek sebebi ile 
değil, belki bütün benliğini dünyaya verdiği içindir. Nitekim Allahü Teâlâ 
buyurur: «Bu şiddetli azab onlara, dünya hayatını âhiret ni'metleri üzerine 
tercih ettikleri içindir» (3). Ve yine buyurdu: «Kâfirler Cehenneme arz edildiği 
gün (onlara denilir ki), siz dünyada iyiliğinizi giderip, yalnız dünyadan 
faydalandınız» (4). Eğer insanların sandığı gibi, bu ejderha onun dışında 
olsaydı daha kolay olurdu. Zira bir an ondan ayrılabilirdi. Fakat ruhunda 
yerleşmiş olduğundan ve hakikatle kendi sıfatı olduğundan ondan nasıl kaçabilir?
Bir kimse cariyesini satıp ve sonra ona âşık olduğu gibi, ruhunda bulunan ve onu 
sokan o ejderha da, ona âşıktır. Kalbinde örtülüdür ve bugüne kadar acısını 
hissetmemiştir. Bunun gibi, bu doksan dokuz ejderha, ölümden önce de kendinde 
olup bugüne kadar acısını duymaması onlardan haberi olmadığı içindir. Maşukla 
beraber olunca, aşkın kendisi rahata sebep olduğu gibi, ayrılık vaktinde de 
üzülmeye sebep olur. Çünkü, aşk, sevgi olmasaydı, ayrılıkta üzüntü olmayacaktı. 
Bunun gibi rahata sebep olan dünya sevgisi ve aşkı, azaba da sebep olur. Makam 
sevgisi ejderha gibi, mal sevgisi yılan gibi, saray ve ev sevgisi akrep gibi 
kalbini sokar ve kemirir. Ve daha buna benzer nice şeyler!
Cariyenin âşığı, ayrılık zamanında, bu dertten kurtulması için kendini suya ve 
ateşe atmayı veya bir akrebin kendini sokmasını istemesi gibi, kabirde azab 
çekerken de, insanların bu dünyada bildikleri akrep ve yılanın kendisine azab 
etmesini, canını yakmasını ister. Zira bu acılar bedene olmaktadır ve dışardan 
gelmektedir. Ruhundaki ejderhaların acısı ise ruhunda olup, bilinen gözlerden 
hiçbiri bunu görmez.
Demek ki, hakikatte herkes, kendi azabının sebebini buradan götürmektedir. Bu da 
onların kalblerindedir. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve 
sellem) buyurdu; «Bu ceza, yaptıklarınızın size iadesinden başka bir şey 
değildir». Ve yine bunun için Allahü Teâlâ buyuruyor: «Eğer ilm-i yakın ile 
bilseydiniz, elbette Cehennemi görürdünüz» (5). Ve yine bunun için buyurdu: 
«Elbette Cehennem, kâfirleri içine alıcıdır, kuşatıcıdır» (6). «Cehennem onları 
ihata edicidir. Onlarla beraberdir», buyurdu da «Onları ihata edecek» buyurmadı.
(1) 16 - Nahl: 107.
(2) 20 - Tahâ: 124.
(3) 16 - Nahl: 107.
(4) 46 - Ahkâf: 20.
(5) 102 - Tekâsür: 4-5.
(6) 29 Ankebût: 54.
Sen şeriatın, zahir haberlerine göre, bu ejderhalar baş gözü ile görülebilir 
dersin. Ruhun içinde olan ejderhalar görülür cinsten değiller. Biliniz ki, bu 
ejderhalar görülebilir. Ama ölüler görür. Bu dünyada olanlar göremez. Çünkü, o 
âleme mahsus şeyler, bu dünya gözü ile görülemezler. Bu ejderhalar, bu dünyada 
görüldüğü gibi, ölüye görünürler. Fakat sen göremezsin. Hususan, çok kimseler 
uykuda yılanın kendini soktuğunu görür, yanında oturan ise bunu görmez. Bu 
yılan, uyuyan için vardır, acısı ona gelmektedir, uyanık olan kimse için ise 
yoktur. Uyanık olanın bu yılanı görmemesi, diğerinin acısından bir şey 
azaltmıyor.
Uyuyan bir kimsenin rüyada, kendisini yılan soktuğunu görmesi, bir düşmandan 
sıkıntı göreceğine işarettir. O acı ve sıkıntı ruha olmakta idi, kalbe gelmekte 
idi. Fakat bu dünyada bir şeye benzetilmek isterse, yılan olur. Düşmanı 
kendisine galib gelince, «Zaten bunun rüyasını görmüştüm» der. Sonra da, «Keşke 
beni yılan soksaydı da, bu düşmanım, arzusuna kavuşmasaydı, der. 
Çünkü, bu azab onun kalbine, bedenine olandan ve yılanınkinden daha büyük 
gelmektedir. O hâlde «Bu yılan yoktur, onu ısıran, sokan da bir hayâldir», 
dersen, bu büyük bir hatâdır. Bilâkis o yılan mevcuttur.
Mevcudun mânâsı «bulunan», demektir. Yok'un mânâsı da, bulunmayan» demektir. 
Rüyada senin bulduğun ve gördüğün her şey, hiç kimse onu görmese de, sana göre 
mevcuttur. Senin görmediğin her şey de herkes tarafından görülse de, sana göre, 
mevcut olmayan ve bulunmayan bir şeydir. Azab ve azabın sebebi ölüye ve uyuyana 
olmaktadır, diğerleri görmese de, bu azabı görenler, çekenler için niçin 
noksanlık olsun?
Şu kadar var ki, uyuyan çabuk uyanıyor ve azabdan kurtuluyor. Bunun için buna 
hayâli oluyor derler. Fakat ölü, o azabda kaıyor, çünkü ölümün sonu yoktur. 
Böylece hep azab çekiyor. Bunun gibi bu âlemde his olunanlar da kalıyor.
Kur'ân-ı Kerim'de ve şeriatta bu yılan, akrep ve ejderhaların kabirde bulunduğu 
yoktur ki, bu baş gözü ile herkes onları görsün ve âlem-i şahadetten olsunlar. 
Ama eğer bir kimse uyku sebebiyle bu âlemden uzaklaşırsa ve bu ölünün hâlini ona 
gösterirlerse, onu yılan ve akrepler arasında görür. 
Peygamberler ve evliya uyanık iken de görürler. Çünkü, diğerlerine uykuda 
verilenler, bunlara uyanık iken de verilir. Onların bu dünya ile meşguliyeti, 
Öbür dünyaların işlerini müşahede etmelerine engel olmaz.
Bu kadar uzun anlatmaktan maksadımız, baş gözü ile mezara bakıp da bir şey 
görmeyen ahmakların, kabir azabını inkâr ettikleri içindir. Bu da, öbür dünyanın 
işlerini anlamamalarındandır.
Eğer kabir azabı, kalbin bu dünyaya bağlanması sebebiyle ise, hiç kimse 
bundan kurtulamaz. Çünkü, kadın, evlât, mal ve mevkiyi herkes seviyor. O hâlde 
kabir azabı herkese olacaktır. Bundan kimse kurtulamayacaktır derse, cevabında 
deriz ki: Dediğin gibi değildir. Öyle insanlar vardır ki, dünyadan geçmiş 
olurlar, onların dünyada lezzet alacakları ve rahat bulacakları yerleri yoktur. 
Ölümü arzularlar. Derviş [yâni fakîir] vaziyetindeki Müslümanların çoğu 
böyledir. Zengin insanlar da ikiye ayrılır: 
Bir kısmı, bu şeyleri sevdikleri gibi, Allahü Teâlâ'yı da severler. Onlar için 
de, bu azab yoktur. Bunlar şu kimseye benzer ki, kendisinin evi ve sarayı 
vardır, bunları sever. Fakat, baş olmayı, saltanatı, köşkü ve bağı ondan daha 
çok sever. Padişahın emri ile ona bir başka şehrin valiliği verilirse, ona 
bulunduğu yerden çıkmak hiç üzüntü vermez. 
Zira, evinin, sarayının ve şehrinin sevgisinden daha çok olan reislik sevgisi, 
diğer sevgileri siler, onlardan eser bırakmaz. O hâlde, peygamberler, evliya ve 
zâhidlerin kalbi, kadına, evlâda, şehre ve vatana yakınlık duysalar da, Allah 
sevgisi hâsıl olduğu ve ona kavuşmak ünsiyetinin verdiği lezzet sebebiyle, 
diğerlerini siler, yok eder. Bu lezzet ise ölüm ile hâsıl olur. O hâlde onlar 
bundan emindirler. 
Ama, dünya arzularını daha çok sevenler, bu azabdan kurtulamazlar. Bunlar daha 
fazladır. Bunun için Allahü Teâlâ buyurur: «Sizden gideceği yer o [Cehennem] 
olmayan kimse yoktur. Bu öyle bir iştir ki, hükmü Rabbinin irâdesi ile 
nihayetlenir. Sonra, müttekî olanları ondan kurtarırız. Kâfirleri ise dizleri 
üzerine çökmüş olarak terkederiz» (1). 
Bu kimselere, bir müddet azab ederler. Dünyadan uzun zaman ayrı kaldıkları için, 
dünya lezzetini unuturlar. Kalbde olan Allahü Teâlâ'ya ait sevgisi tekrar zuhur 
etmeye başlar. Bu bir sarayı, diğerinden; yahut bir şehri, diğer bir şehirden, 
veya, bir kadını, diğer bir kadından daha çok seven bir kimseye benzer. Fakat, 
diğerini de seviyor. Onu en çok sevdiğinden ayırırlar ve diğer sevdiğine 
bırakırlarsa, bir zaman ondan ayrıldığına üzülür, sonra unutur, buna alışır, 
işte kalbde olan o sevginin aslı, uzun zamandan sonra tekrar görünür.
Fakat Allahü Teâlâ'yı asla sevmeyen, o azabda kalır. Zira, o daima O'ndan uzak 
kalmayı seviyordu. Hangi bahane ile ondan kurtulabilir? Kâfirlerin ebedi azabta 
kalmalarının sebeplerinden biri de budur.
Biliniz ki, herkes, «Ben Allahü Teâlâ'yı severim, yahut dünyadan daha çok 
severim», diye iddia eder. Bütün dünyadakiler bunu diliyle böyle söylerler. 
Fakat bunun bir mihenk taşı ve miyarı [ölçüsü] vardır ki, onunla anlaşılır. Bu 
da şöyledir: Bir kimseye şehveti ve nefsi bir şey emretse, Allahü Teâlâ'nın 
gönderdiği şeriat da bunun aksini emretse, kalbini Allahü Teâlâ'nın emrine doğru 
meyletmiş, yaklaştırmış görürse, o Allahü Teâlâ'yı seviyor demektir. Bahusus iki 
kimseyi de seven bir kimse, bunlardan birini daha çok seviyorsa, aralarında bir 
ihtilâf çıktığı zaman kendini daha çok sevdiğinin tarafından görür ve onu daha 
çok sevdiğini bununla, anlar. Böyle olmayınca, dil ile söylemekte hiç fayda 
yoktur. Çünkü o söylemek yalan olur.
Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «La 
ilahe illallah diyenler, daima kendilerini Allahü Teâlâ'nın azabından 
koruyorlar. Bu, dünya işlerini, din işlerine tercihlerine kadar devam eder. 
Dünyayı dine tercih edip de, La ilahe illallah dedikleri zaman, Allahü Teâlâ 
onlara: Yalan söylüyorsunuz. Bu işten sonra la ilahe illallah demeniz yalan 
olur, der».
O hâlde, buradan, basiret sahiplerinin kalb gözleriyle, kabir azabından nasıl 
kurtulacağını görmeleri anlaşıldı. Ve yine insanların çoğunun kurtulamayacağını, 
fakat tıpkı dünyaya bağlılıklarının farklı olması gibi azablarının da müddet ve 
şiddet bakımından çok farklı bulunduğunu bildikleri anlaşıldı.
(1) 19 - Meryem: 71 - 72.
Ahmaklardan ve gururlulardan, aldanmışlardan bir grup vardır ki, şöyle 
derler: «Eğer kabir azabı varsa, biz bundan eminiz. Çünkü, bizim onunla hiç 
alâkamız yoktur. Onun varlığıyla yokluğu bize göre aynıdır». Bu iddia boştur. 
Tecrübe etmeyince, anlaşılamaz.
Eğer her şeyi hırsız alır götürür, yahut kendisi için kıymetli olan şeyi 
arkadaşına verir, yahut kendi yanındaki sevenleri ondan yüz çevirir, onu 
zemmederler de, kalbinde bunlardan hiçbir eser kalmaz ve başkasının malı 
çalınmış yahut başkasının sevdiği şey elinden çıkmış gibi kabul ederse, o zaman 
bu iddia doğru olur. O zaman; ben böyleyim deyip, gururlanabilir. Malı 
çalınmayınca ve sevenleri ondan yüz çevirmeyince, anlaşılmaz. O hâlde malı 
kendinden uzaklaştırmak ve insanların kabulünden kaçmak lâzımdır ki, kendini 
denesin ve sonra kendine güvensin. Evet, çok insanlar hanım ve cariye ile hiç 
alâkaları olmadıklarını zannedip, boşar ve satarlar. Kalblerinde örtülü olan aşk 
ateşi meydana çıkar, deli divâne kesilirler.
O hâlde kabir azabından kurtulmak isteyen, dünya ile, zaruret miktarı kadar 
alâkalanmalıdır. Hela gibi kabul etmeli, zaruret miktarınca aramalı ve ondan 
kurtulmak istemelidir. Demek ki, mideye yemek doldurma hırsı, midenin yemekten 
kurtulması [kusma arzusu] gibi olmalıdır. Çünkü her ikisi de lâzımdır. Diğer 
işler de bunun gibidir. 
Kalb bu bağlardan kurtulamazsa, ibâdetlere ve Allahü Teâlâ'yı zikre devam etmesi 
lâzım gelmektedir. Zikre alışkanlığı kalbte hâkim eylemelidir. Böylece bu sevgi 
dünya sevgisini yener. Şeriata uymakla ve Allahü Teâlâ'nın emirlerini, kendi 
isteklerine takdim etmekle bu şekilde olduğuna kendinden delil ve hüccet 
aramalıdır. Eğer nefsi ona itaat ediyorsa, o zaman kabir azabından kurtulduğuna 
güvenebilir. Yok eğer böyle olmazsa, Allahü Teâlâ tarafından bir afv gelmeyince, 
beden kabir azabında kalır.
Şimdi ruhanî Cehennemi anlatalım: Rûhanî dememizin sebebi, beden araya 
girmeksizin yalnız ruha olduğu içindir. Âyet-i kerîmede, «O Allah'ın 
tutuşturulmuş bir ateşidir ki, tırmanıp yüreklerin tâ üstüne çıkacak ve 
kaplayacaktır», (1) buyurulması bunu gösteriyor. O, kalbi istilâ eden bir 
ateştir. Bedenle alâkalı olan ateşe ise cismanî, denir.
İşte bu rûhanî Cehennemde üç çeşit ateş vardır: Biri, dünya arzu ve 
isteklerinden ayrılık ateşi, ikincisi, mahcubiyet, utanma ve rezil olma ateşi, 
üçüncüsü de, Allahü Teâlâ'yı görmekten mahrum ve ümitsiz kalma ateşidir. Bu üç 
çeşit ateşin hepsi de, bedenle değil, ruhla alâkalıdır. Bu üç ateşin sebeplerini 
açıklamak lâzım ki, herkes buradan [bu dünyadan] giderken beraberinde bunları 
nasıl götürüyor anlaşılsın. Aynı zamanda bu âlemden ariyet olarak göstereceğimiz 
bir misâl ile onu açıklayacağız.
BİRİNCİ SIFAT: Dünya arzu ve isteklerinden ayrılık ateşidir. Bunun sebebi kabir 
azabı anlatılırken söylendiği gibi, aşk ve Cenneti istemenin kalbin yaratılışına 
uygun olmasıdır. Mâşukla olmak kalbin cenneti olunca, mâşukla olmamak da 
cehennemi olur. O hâlde dünyaya âşık olan, dünyada Cennettedir. «O hâlde dünya, 
kâfirin Cennetidir» (2). Âhirette ise, Cehennemdedir. Çünkü, mâşukunu ondan 
almışlardır. Demek ki, bir şey iki değişik hâlde, hem lezzete, hem de eleme 
sebep oluyor. 
Bu ateş dünyada şuna benzer: Bir padişah düşünelim: Yeryüzünde her şey ona itaat 
ediyor, her şeye hükmediyor, daima güzel yüzlü cariyeler, hizmetçiler, 
kadınlarla bulunuyor ve yine daima süslü süslü köşkler, rengârenk bahçeleri 
seyrediyor. Bu zevk ve safâ içerisinde iken aniden bir düşman geliyor, onu 
yakalıyor ve kendine hizmetçi alıyor. Memleketindeki insanların yanında onu 
köpeklere hizmet ettirirken, onun yanında hanımıyla ve cariyeleriyle oynuyor, 
eğleniyor. Hizmetçilerine emirler veriyor. Hazinesinde, kendisi için çok 
kıymetli olarak bulundurduğu şeyleri düşmanlarına veriyor. Dikkat buyurun! Bu 
adamın bedenine hiçbir eziyet yapılıyor mu? Fakat hanımından, çocuklarından, 
hükümdarlığından, cariyelerinden ve hazinelerinden ayrılık kalbine oturmuş onu 
yakıyor. Bu sıkıntıdan kurtulmak için, bir yolla öldürülmesini yahut canının 
şiddetli azablarla, dayaklarla yakılmasını istiyor.
Bu bir ateşin örneğidir. Ne kadar çok nimete sahip olursa, hükmü ne kadar 
kuvvetli ve lezzetleri ne kadar çok olursa, bu ateş de o kadar yakıcı ve 
şiddetli olur. O hâlde, dünyada rahatlık sınırını geniş tutanların, dünyadan çok 
şeye kavuşanların dünyaya bağlılıkları, dünya sevgileri do o kadar çok olur. 
Bunların ayrılık ateşi de kalblerinde daha yakıcı olur. O ateşin bu dünyada 
örneğinin bulunmasına imkân yoktur. Çünkü, bu dünyadaki kalbe ait elemler, 
istisnasız kalbe ve ruha tamamen yerleşemez. Çünkü, hisler ve bu dünya işleri 
kalbi meşgul eder. Meşguliyet, azabın yerleşmemesi için kalbe bir perde gibidir.
Bunun içindir ki, bu kimse gözünü ve kulağını bir şeyle meşgul ederse, o elem 
onda azalır. Bu işlere son verirse acıyı daha çok duyar. Bu yüzdendir ki, elem 
ve acı sahibi bir kimse, uykudan uyanınca, o elemin yarası kalbinde daha büyük 
olur. Çünkü, uykuda iken rûh her şeyden uzaklaşmış, yalnız kalmıştı. Hisler geri 
gelmeden önce, ona ulaşan her şeyin eseri de çok olur. Hattâ güzel bir ses ile 
uykudan uyansa, onda büyük tesir bırakır. Bunun sebebi, kalbin bu esnada, yâni 
uyurken hislerden arınmış olmasıdır. Bununla beraber bu dünyada, hislerden 
tamamen kurtulamaz. Ölünce, hislerden uzak kalır ve tamamen ayrılır, işte o 
zaman onun rahatı ve elemi de onda öylece büyük olur. Oradaki ateşin, dünya 
ateşi olacağını zannetmeyin. Bu ateşi yetmiş defa su ile yıkadıktan sonra 
dünyaya göndermişlerdir.
İKİNCİ ATEŞİN SIFATI: Yaptığı rezaletlerden utanma ve mahcubiyet ateşidir. Bu 
ateşe şöyle misâl verilir: Bir padişah düşünelim. Gayet aşağı ve hasis bir 
kimseyi seçer, yanına alır ve memleketin valiliğini ona verir. Onu kendi 
hareminde bulundurur. 
Kendisine sırdaş yapar. Haremdeki herkesi gösterir. Hazineyi ona teslim eder. 
Her işde ona itimat eder [güvenir]. Bu hasis adam, bu nimetlere kavuşunca, emri 
dinlemez, nankörlük eder. Padişahın hazinesini harcar, padişahın hanımına ve 
haremine hıyanet ve kötülük eder. Görünüşte ise, padişahın emanetini korur. 
Fakat bir gün padişahın haremine hıyanet ve kötü muamele yaparken etrafına 
bakar. Padişahın bir pencereden kendisini seyretmekte olduğunu görür ve her gün 
kendisini gördüğünü ve hıyanetinin daha çok olması için, ses çıkarmadığını 
anlar. Herkesin gözü önünde, âleme ibret olsun diye, bu hasisi öldüreceğini ve 
bu zamanda bu adamın bu rezilliklerinden dolayı kalbindeki utanmayı, ruhundaki 
bu mahcubiyeti düşünün! Vücudunda hiçbir ağrı yoktur. Buna rağmen bu mahcubiyet 
ve utanmadan kurtulmak için yerin dibine girmeye çoktan razıdır!..
Bunun gibi, sen de bu dünyada, zahirde güzel görünen âdet şeklinde işler 
yaparsın. Fakat onların aslı ve hakikati kötü ve çirkindir. O işlerin aslı ve 
hakikati kıyamette sana gösterildiğinde, rezilliğin meydana çıkacak ve 
mahcubiyet ateşi ile yanacaksın. Meselâ bugün gıybet edersen, kıyamette kendini, 
bu dünyada akrabasının etini yiyip, kızartılmış tavuk yediğini ve fakat dikkatli 
bakınca ölmüş kardeşinin eti olduğunu tanıyan kimse gibi görürsün. Bu rezaletin 
büyüklüğünü ve böyle yapan kimsenin kalbindeki ateşin acısını düşünün. Gıybetin 
[dedikodunun] aslı ve hakikati budur. Yarın meydana çıkacaktır. Bunun için bir 
kimse rüyada ölü eti yediğini görürse, tâbiri, o kimsenin gıybet etmiş olması 
olur.
Sen bugün bir duvara taş atsan, bir kimse de sana; senin attığın taş duvardan 
senin evine düştü ve çocuklarının gözünü kör etti dese; eve gider, kıymetli 
çocuklarının gözlerinin, senin attığın taşla kör olduğunu görürsen; kalbine 
nasıl bir ateşin düşeceğini, ne müşkül vaziyette kalacağını bir düşün! Bu 
dünyada bir Müslümana hased eden [çekememezlik eden] bir kimse, kıyamet gününde 
kendisini; hasedin ruhu ve hakikati olan şu sıfat ve surette görür ki, kendisine 
derler: Sen, birine düşmanlık ediyorsun, zararı ona değil, sana geliyor. Senin 
dinini helak ediyor; gözlerinin nuru olacak taatların, iyiliklerin onun 
defterine geçiyor, sen ise iyiliksiz kalıyorsun. Hâlbuki, senin iyiliklerin 
kıyamette sana, bugünkü çocuklarının gözünden daha çok yarayacaktır. Çünkü 
iyiliklerin, saadetine ve kurtuluşuna sebep olacak; ama çocukların, kıyamette 
saadetine sebep olmayacaklardır. Yarın kıyamet gününde, suretler hakikat ve ruha 
tâbi olup, görünen her şey ruhuna uygun göründüğü zaman, utanma, mahcubiyet ve 
çirkinlik orada meydana çıkacaktır.
Uyku hâli o âleme daha yakın olmak sebebiyle, rüyadaki işler, mânâ ve hakikatine 
uygun şekilde olur. Şöyle ki: İbn Sirin'in yanına birisi gelip, «Rüyamda elimde 
bir yüzük vardı, kadınların ferçlerini [avret mahalli] ve erkeklerin ağızlarını 
mühürlediğimi gördüm» dedi. İbn Sirin buyurdu ki: «Sen Ramazan ayında müezzinlik 
yapıp, gün doğmadan ezan okur muydun?». Soran, evet öyledir, dedi. Dikkat 
ediniz! Kendi yaptığı işini, rüyada kendisine nasıl gösterdiler! Zira ezan, 
sureta [görünüşte] bir sesdir ve hatırlatmadır. Ramazan ayındaki ruhu ve 
hakikati ise yemekten ve cimâdan men etmektir. Ne kadar şaşılır ki rüyada sana 
kıyamette birçok örnekler gösterilir de, senin dünyanın hakikatinden hiç haberin 
olmaz.
Bundan ötürüdür ki, hadîs-i şerifte bildirildi: «Kıyamet günü dünyayı şöyle 
şöyle vaziyette ihtiyar bir kadın şeklinde getirirler. Onu gören herkes «Senden 
Allah'a sığınırız», derler. O zaman onlara, «Uğruna kendinizi helâk ettiğiniz 
dünya budur!» denir.» Onu görenler, o kadar mahcup olur, o kadar utanırlar ki, 
bu mahcubluk ve utanmadan kurtulmak için ateşe atılmak isterler.
Bu rezalet şuna benzer: Anlatırlar ki, padişah oğlunu evlendirmiştir. Oğlan o 
gece önce şarap içip, sarhoş olunca zifaf arzusuyla dışarıya çıktı. Odaya girmek 
istedi. Yolunu şaşırdı ve saraydan çıktı. Yoluna devam etti. Bir yere geldi, 
içinde kandil yanan bir ev gördü. Hanımının odasına geldiğini zannetti, içeri 
girince insanların uykuda olduğunu gördü. Ne kadar seslendiyse de cevap veren 
olmadı. Uyuyorlar zannetti. Üstünde yeni bir örtü bulunan birini gördü. Gelin 
budur dedi. Onun yanma yattı. Üstünden örtüyü kaldırınca, burnuna güzel bir koku 
geldi. Kendi kendine, «Şüphesiz gelin budur, çünkü çok güzel kokuyor», dedi. 
Sabaha kadar onunla mübaşeret eyledi. 
Dilini onun ağzına koydu. Bir yaşlık hissetti. Zannetti ki, kendisine yakınlık 
gösteriyor ve üzerine gül suyu döküyor. Sabah olup, kendine geldiği zaman, 
etrafına bakındı, orası putperestlerin mezarlığı idi. Uyuyanlar ölüler idi. 
Üstünde yeni örtü olup, gelin sandığı ise, o yakınlarda ölmüş ihtiyar, çirkin 
bir kadındı. O güzel koku, öldüğü zaman bedenine sürdükleri güzel koku idi. Dili 
ile hissettiği yaşlıklar ise, onun pislikleri idi. Kendine bakınca, yedi azasını 
[yani bütün vücudunu] pislik içinde gördü. Ağzında ve boğazında onun ağzının 
suyundan bir acılık ve fenalık buldu. Bu rezalet, bu mahcubiyet ve pislik içine 
gömülmüş halinden utanıp ölmek istedi. Padişah yahut askerleri, olmaya kendisini 
görür diye çok korktu! O bu düşünceler içerisinde iken padişah ve kumandanları 
onu aramaya çıktılar ve onu bu pisliğin ve alçaklığın içinde gördüler. O ise, bu 
alçaklık ve rezillikten kurtulmak için yerin dibine girmek istedi.
O hâlde, yarın kıyamet günü dünyayı sevenler, dünyanın lezzet ve şehvetlerini bu 
şekilde görürler. Şehvet ve arzularının çokluğundan kalblerinde kalan eser ve 
izler, o kimsenin boğazında, dilinde ve bedenindeki pislikler ve acılıklar 
gibidir. Hattâ ondan da fenadır. Çünkü, öbür dünyadaki işlerin tamamı ve zorluğu 
örnekle anlatmaya gelmez. Fakat bu, ruha ve kalbe olan utanma ve mahcubiyet 
ateşi denen ateşlerden, bedenin habersiz olduğunu gösteren basit bir numunedir.
ÜÇÜNCÜ ATEŞİN SIFATI: Allahü Teâlâ'yı görmekten mahrum kalma ve o saadete 
kavuşmaktan ümitsiz olma hasretinin verdiği ateştir. Bunun sebebi, bu dünyadan 
götürdüğü körlük ve cahilliktir. Zira marifete kavuşamadı ve kalbini zikir ve 
mücahede ile temizlemedi ki; öldükten sonra Allahü Teâlâ ona görünsün. Kalb, 
parlak bir aynaya benzer. Günah ve dünya arzularının pasları onu karartır ve bir 
şey göstermeyecek hâle getirir.
Bu ateşin misâli şöyledir: Bir grup insanla, karanlık bir gecede, renkleri belli 
olmayan çakıl taşlarıyla dolu bir yere gittiğini düşün. Arkadaşlarının sana, 
«Bunlardan taşıyabileceğin kadar al. Çünkü biz, bunların çok kıymetli olduğunu 
duyduk», deseler ve hepsi taşıyabileceği kadar alsalar, sen ise hiç almayıp 
onlara, «Yarın bunların işe yarayıp yaramayacağını bilmediğim için bu kadar 
sıkıntıya katlanmam ve bu ağır yükü çekmem aptallık olur», desen, sonra da 
onlarla beraber gitsen ve onlarla alay etsen, onları aptal yerine koyup eğlensen 
ve onlara, «Aklı ve zekâsı olan benim gibi rahat ve hafif gider, aptal olan 
kendini eşek yapar, yük çeker ve mümkün olmayan şeylere tama' eder!» desen, 
fakat ortalık ağarınca bakıldığı zaman; bunların hepsinin cevher, kırmızı yakut 
ve yüz binlerce altın değerinde olduğu görülse; arkadaşların ne için biraz daha 
fazla almadık derlerken, sen bir tane bile almamakla aldandığından, ölecek gibi 
olursun. Ve bunlara sahip olmamak ateşi kalbine düşer. Sonra onlar, aldıkları bu 
şeyleri satıp, yeryüzünün valiliğini alırlar. İstedikleri nimetleri yerler, 
istedikleri yere giderler, Seni, aç, susuz ve çıplak bırakırlar. Seni hizmetçi 
olarak alır, iş yaptırırlar. «Bu nimetlerden bana da bir pay verin» desen, 
cevabında, âyet-i kerimedeki gibi, «Cehennemdekiler, Cennettekilere derler: 
Allahü Teâlâ'nın size rızık olarak gönderdiği şeylerden, yahut akıttığı sulardan 
bize de akıtınız (veriniz). Cennet ehli derler ki, muhakkak ki, Allahü Teâlâ 
onları kâfirlere haram eylemiştir» (3) söylerler ve «Dün gece sen bizimle alay 
etmez miydin? Biz de bugün, seninle alay ederiz», derler. Âyet-i kerimede, «Eğer 
bizimle alay ediyorsanız, elbette biz de sizinle alay edeceğiz» (4), buyruldu.
Cennet nimetlerinin ve Allahü Teâlâ'yı görmenin elden kaçmasına misâl bu 
anlattığımızdır. Bu cevherler, iyi ameller; o karanlık da, bu dünyaya benzer, 
iyi amel cevherleri elde etmeyenler, «İlerdeki şüpheli nimetleri için, niçin 
şimdi eziyet çekeyim?» derler. Yarın ise, «Üzerimize o sudan akıtınız» (5), 
derler. Nasıl üzülmez, nasıl hasret çekmezler ki, yarın kıyamet günü Allahü 
Teâlâ'nın çeşit çeşit nimet ve saadetleri; marifet ve iyi amel işleyenlere akar, 
gelir. Dünya nimetlerinin hepsi oradakilerin bir anlığının karşılığı olamaz. 
Hattâ Cehennemden en son çıkacak olana bile verilenler, dünyadakilerin on 
katıdır. Bu benzetme, ölçü ve miktarla değil, nimetin ruhu, aslı iledir. O da 
lezzetin verdiği sürürdür. Meselâ, «Bir cevher on altındır», denir. Kıyamet asıl 
itibariyle olup; mâhiyet ağırlık ve ölçü bakımından değildir. Bu da böyledir.
(1) 104 - Hümeze: 7 - 8.
(2) M. Zühd, 1; F. Zühd, 16; C. Zühd, 3; Hm. II. 197, 323, 389, 485,
(3) 7 - A'râf: 50. 
(4)11 - Hûd: 38.
(5) 7 - A'râf: 50.
Ruha ait olan üç çeşit ateşi öğrendin. Şimdi bu ateşin, beden için olan 
ateşten daha şiddetli olduğunu anlayacaksın. Rûha, cana te'sir etmedikten sonra 
bedenin herhangi bir acıdan haberi olmaz. O hâlde bedenin acısı cana ulaşır. Bu 
yolla acı artar. İş böyle olunca, ruhun, canın içerisinde meydana gelen ateş ve 
elem, elbette daha büyük olur. Bu ateş ruhun içinden gelmekte olup, dışarıdan 
içeriye girmiyor.
Bütün acıların sebebi, yaratılış icabı kendinin zıddı olan bir şeyin onu 
kaplamasıdır. Bedenin yaratılış olarak icabı; bu terkibin kendinde kalması; 
parçalarının, hücrelerinin olduğu gibi sağlam durmasıdır. Yara ile birbirinden 
ayrılınca, zıddı meydana gelir ve acı duyar. Yara, bir yeri diğerinden ayırır, 
aradaki bütün hücrelere ateş düşer ve birbirinden ayrılırlar. Her hücresi ayrı 
bir acı duyar. Bunun için ateşin acısı çok zor ve şiddetlidir. O hâlde, kalbte 
yaratılış icabı olması gereken şeyin yerine onun zıddı yerleşince, ruhta onun 
acısı daha büyük olur.
Kalbin yaratılışının icabı, Allahü Teâlâ'yı bilmek ve görmektir. Onda bunun 
zıddı olan görmemezlik yerleşirse, acısı sonsuz olur. Eğer böyle olmasaydı, 
kalbler bu dünyada ölümden önce hasta olmaz, bu görmemezlik hastalığına 
düşmezdi. Fakat insanın eli, ayağı uyuşsa ve bir hissizlik meydana gelse, bu 
esnada ateş o uzvuna değse, uyuşukluğunun gitmesinin sebebini o anda anlayamaz. 
Ateşe değince bir yolla büyük bir kapı bulur. Bunun gibi kalbler, dünyada, 
uyuşuk ve hissiz olur ve bu uyuşukluk ölümle kalkar; bu ateş bir yolunu bulup, 
ruhun içinden yükselir. Bu başka bir yerden gelmiyor. Kendisi beraberinde 
götürmüştür ve onun içindedir. Fakat ilm-i yakîn ile bilmediği için, onu 
göremedi. Orada ise ayne'l-yakîn sahibidir, her şeyi görmektedir. Bunun için 
âyet-i kerimede, «Böyle değildir! Eğer ilm-i yakin ile bilseydiniz, elbette 
Cehennemi görürdünüz» (1), buyuruldu.
Şeriatın, cismani olan Cehennem ve Cenneti uzun uzun anlatmasının sebebi, onları 
herkesin bilmesi ve anlayabilmesi mümkün olduğu içindir. Fakat bu sözümüzü 
beğenmeyenler, zorluk ve büyüklüğünü anlayamayanlar çoktur. Hususan bir çocuğa 
«Çalış öğren, öğrenmezsen babanın valiliği ve hükümeti sana kalmaz, sen de o 
saadetten mahrum kalırsın» dersen, o bunun ne demek olduğunu anlamaz ve kalbinde 
ona büyük görünmez. Fakat, «Bunu öğren, yoksa muallim kulağını çeker!» dersen, 
bundan korkar. 
Çünkü, bunun ne demek olduğunu anlar. Muallimin çocuğun kulağını çekmesi doğru 
olduğu gibi, babanın padişahlığından mahrum olmak ateşi de doğrudur. Muallimin 
talebesinin kulağını çekmesi onu terbiye etmek içindir. Bunun gibi cismanî 
(maddi) Cehennem de haktır, doğrudur ve Allahü Teâlâ'yı görmekten mahrum kalmak 
da doğrudur. Cismanî Cehennem; Allahü Teâlâ'yı görmekten mahrum kalmak 
cehenneminin yanında valilikten ve padişahlıktan mahrum kalmanın yanında; bir 
kimsenin kulağının çekilmesi gibidir.
(1) 102 - Tekâsür: S - 6.
Bütün âlimlerin söyledikleri ve kitaplarında yazdıkları gibi «Bu işler taklid 
ve dinlemekten başka şekilde bilinemezler. Basiretin bunlara yolu yoktur», deyip 
bu anlattıklarımıza uymadığını söylersen, cevabında deriz ki, onların 
özürlerinin ne olduğu daha evvel açıklandı. Bu söz onlara muhalefet olmaz. 
Âhiret için onların söyledikleri doğrudur. Fakat his olunanları bildirmekten 
dışarı çıkmadılar. Ya ruhla alâkalı olanları bilmediler, ya bildiler de 
insanların çoğu anlayamadığı için uzun anlatamadılar.
Cismanî olanlar, şeriatın sahibinden işitmek ve onu taklit etmekten başka 
şekilde bilinmez. Fakat bu anlattıklarımız, ruhun hakikatini bilmeye dair diğer 
bir kısımdır. Bunu bilmek ise, basiret yoluyla ve kalb gözüyle görmekle oluyor. 
Bu da, kendi vatanından ayrılana [nefsinden kurtulana] veriliyor. Orada azık ve 
menfaate bakılmadan, din yolunda yolcu olmak esas tutulmuştur. Bu vatan için 
şehir ve ev istemeyiz. Çünkü beden vatanıdır. Bedenin yolculuğunun ise kıymeti 
yoktur. Fakat insanın hakikati ve esası olan ruhun karar kılacağı bir yer 
vardır, oradan meydana çıkmış, vatanı da orasıdır; burada ise yolcudur. Yolda 
onun birçok menzilleri, konak yerleri vardır. Her menzil bir başka âlemdir. 
Vatanı ve ilk karargâhı hisler âlemidir. Sonra hayâller, sonra mevhumlar ve 
sonra da ma'kulâttır. Makulât dördüncü menzildir. Bu âlemde kendi hakikatinden 
dördüncüsü haber alır ve bundan başkası haber almaz.
Bu âlemler bir misâl ile anlaşılabilir. O da şöyledir: insan hisler âleminde 
bulunduğu müddetçe derecesi, kendini muma atan pervane böceğine benzer. Çünkü 
onun yalnız göz hissi vardır. Hayâl ve hafızası yoktur. O karanlıktan kaçıyor, 
bir pencere arıyor. Mumu pencere sanıp kendini ona vuruyor, harareti hissedince 
bunun acısı hıfzında kalmıyor ve hayalinde durmuyor. Çünkü hıfz ve hayali yoktur 
ve o dereceye gelmemiştir. Bunun için başka zaman ölünceye kadar yine kendini 
muma atıyor. Eğer onda hayal ve hıfz kuvveti olsaydı, bir kere canı yanınca, 
tekrar mumun alevine atılmazdı. Diğer hayvanlar bir defa dövülünce, ikinci defa 
sopayı görürse kaçarlar. Çünkü o acının hayâli bu hayvanların hıfzında kalmış 
olur. O hâlde hisler, birinci menzildir.
İkinci menzil, tahayyüldür, insan bu derecede bulunduğu müddetçe dört ayaklı 
hayvanlar gibidir. Bir şeyden canı yanmayınca, ondan kaçılacağını bilmez. Fakat 
bir defa acıyı yiyince, bundan sonra kaçar.
Üçüncü menzil, mevhumlardır. Bu dereceye ulaşınca, koyun ve at gibidir. 
Görmediği, hissetmediği acıdan da kaçar. Düşmanı olduğunu ve canını yakacağını 
anlar. Hiç kurt görmeyen bir koyun, hiç aslan görmeyen bir at, kurt ve aslanı 
gördüklerinde kaçarlar ve düşmanı olduklarını anlarlar. Halbuki, şekil ve 
görünüş bakımından daha büyük olan inekten, filden ve deveden kaçmazlar. Bu 
onların içine konmuş öyle bir gözdür ki, onunla kendi düşmanını görürler. 
Bununla beraber, yarın olacak olanlardan sakınamazlar.
Dördüncü menzil, ma'kulat menzilidir. İnsan buraya çıkınca, hayvanlıktan 
kurtulur. Buraya kadar hayvanlarla beraberdir. Burada ilk defa, insan âleminin 
ilk hakikatine kavuşur. Hissin, tahayyülün ve vehmin ulaşamadığı şeyleri görür. 
İleride olacak şeylerden sakınır. İşlerin ruhunu ve hakikatini suretlerinden, 
görünüşlerinden ayırır ve anlar. Bir şeyin, bütün şekillerini kaplayan 
hakikatini, hududunu idrak eder. Bu âlemde görülebilen şeyler sonsuz değildir. 
Zira hissedilenler cisimden başkasında değildir. Cisimler ise hudutludur, 
sayılıdır. 
Onun hisler âleminde dolaşması, herkesin dolaşabileceği yeryüzünde yürümek 
gibidir. Ruha mahsus ve işlerin hakikati olan dördüncü âlemde dolaşması ise su 
üzerinde yürümesi gibidir. Mevhumlarda dolaşması su ile toprak arasında olmak 
vaziyetinde bulunan gemi gibidir. Ma'kulat derecesinin ötesinde, bir makam daha 
vardır ki, peygamberlerin, evliyanın ve mutasavvıfların makamıdır. Bu da havada 
gezmeye benzer. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) 
buyurdu ki: «İsa aleyhisselam su üstünde yürüdü. Eğer yakin derecesi daha çok 
olsaydı uçardı».
Demek ki, insan yolculuğunun menzilleri idrak âlemlerinde oluyor. Son menzili 
ile de melekler derecesine ulaşıyor. O hâlde, hayvanlığın en aşağı derecesinden 
meleklerin en yüksek derecesine kadar insan yükselebilir. Alçalmak ve yükselmek 
onun işidir. O ise esfel-i sâfilîne [en aşağı derece] mi gidecek, yoksa a'lâ-yı 
ilîiyyîne [en yüksek derece] mi çıkacak teh-ikesindedir. Bu tehlike için Allahü 
Teâlâ şöyle buyurur: «Elbette, emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik. Onu 
yüklenmekten imtina eylediler ve ondan korktular. İnsan onu yüklendi. Muhakkak 
ki o, zâlim ve cahildir» (1).
Cansız olanın derecesi değişmez ve bir şeyden haberi olmaz. O hâlde düşüncesi de 
olmaz. Melekler ise illiyyindedirler. Onlar kendi derecelerinin dışına 
çıkmazlar. Her biri olduğu derecede kalır. Kur'ân-ı Kerim'de onlar için, «Bizden 
kimse müstesna olmamak üzere her birimiz için malûm birer makam vardır» (2), 
buyuruluyor. Hayvanlar esfel-i sâfilinde, yâni en aşağıdadırlar. Yükselmeleri de 
mümkün değildir. İnsan ise ikisinin arasındadır. Tehlikededir. Onun terakki 
ederek meleklere ulaşması mümkün olduğu gibi, tenezzül ederek, alçalarak 
hayvanlar seviyesine de inebilir. Emaneti yüklenmenin mânâsı, tehlikeyi taşımak 
olur. O hâlde, emanet yükünü insandan başkası taşıyamaz.
Maksadımız birçoklarının bu sözü söylemediklerini anlatmaktır. Bunda şaşılacak 
bir şey olmadığı böylece anlaşılır. Çünkü, misafirler, yolcular, mukimlere 
muhalif olurlar, işleri birbirine uymaz. Halkın çoğu ise mukîmdir, sefere 
çıkmıyorlar. Misafirler, yola çıkıp yol alanlar pek azdır! Hisler ve hayâllerin 
yeri olan vatanda yerleşmiş olana, işlerin hakikati ve ruhu asla bildirilmez. O 
kimse rûhanî olamaz, ruhlara mahsus olan şeyleri bilemez. Bunun için, bu bahis, 
kitaplarda çok az anlatılır. O hâlde âhireti tanımak hakkında bu kadarla iktifa 
edelim; zira bundan fazlasını akıl almaz. Hattâ birçok akıllar bile bu kadarını 
kavrayamaz.
(1) 33 - Ahzâb: 72.
(2) 37 - Sâffat; 164.
Bir kısım ahmaklar vardır ki, işleri ne kendi basiretleriyle [görüşleriyle] 
anlayabilirler, ne de şerîatin bildirdiğini kabul ederler. Âhiret işlerinde 
şaşar kalırlar. Onları şüphe kaplamıştır. Ve bazan da şehvetlerinin galebe 
çalmasiyle, yaratılışlarının icabına uyarak âhireti inkâra kalkarlar. 
Kalblerinde, bu inkâr meydana gelir, şeytan da onu arttırır.
Cehennemi anlatmak için bildirilenleri; insanlan korkutmak için, Cennet hakkında 
söylenenleri ise, asılsız tatlı hayâller şeklinde söylenmiş zannederler. Bu 
yüzden şehvet ve arzularına uyarlar. Şeriatın emir ve yasaklarını dinlemezler. 
Şeriata uyanlara hakaret gözü ile bakarlar. Şeriata uyanlar için; onlar 
aldanmışlardır, aldatılmışlardır, dediler. Böyle bir ahmağın böyle sırları 
delilleri ile anlayabilmesi mümkün müdür? O hâlde, açık bir sözle, düşünebilmesi 
için onu davet etmek icabeder. Ve ona denir: Eğer senin zann-ı galibin bu yüz 
yirmi dört bin peygamberin, bütün evliya, âlim ve hakîmlerin yanıldığı, 
aldandığı şeklinde ise ve sen bu ahmaklığınla bu hâlleri anladınsa, elbette bu 
yanılman seni tutar ve gururlandırır. 
Çünkü, âhiretin hakikatini bilmiyor, ruhanî azabı anlamıyorsun. Çünkü, ruhanî 
olan şeylerin misalini ve şeklini hisler âleminden kabul etmiyorsun! Eğer 
yanılmasını caiz görüp, «İkinin birden fazla olduğunu bildiğim gibi, ruhun 
hakikati olmadığını biliyorum. O baki olamaz, ona öldükten sonra, cismanî ve 
ruhanî bir rahatlık ve acı olmaz» dese, o kimsenin mizacı bozulmuştur. Ona artık 
ümid etmemelidir. O, Allahü Teâlâ'mn haklarında «Eğer onları doğru yola 
çağırırsan, asla hidâyete gelmezler» (1), buyurduklarından olmuştur. «Bunun 
imkânsız olması benim için zarurî değildir. 
Çünkü bu mümkündür. Fakat pek uzaktır. İşin hakikatini tamamen bilmediğim ve bu 
hususta zann-ı galibim olmadığı için zayıf bir zanla bütün ömrümce kendimi niçin 
her şeyden men edip, lezzetlerden uzak durayım» derse, cevabında deriz ki: Madem 
ki bugün bu kadarını söyledin, şeriatın yolunu kabul etmen akıl icabı sana lâzım 
oldu. Çünkü tehlike büyük olduğu zaman zan zayıf olsa da ondan kaçılır. 
Meselâ sen bir yemeği yemeye başlarken, birisi sana, bu yemekten yılan yemiştir, 
derse o yemeği yemezsin. O kimse yalancı olsa, yemeği kendi yemek istese de yine 
yemezsin. Fakat, sözü doğru da olabilir diye düşündüğün için, kendi kendine, 
eğer yemezsem, açlığa katlanmak kolaydır, yersem belki doğru söylemiştir, o 
zaman zehirlenirim, ölürüm dersin. Bunun gibi, hasta olsan vaziyetin tehlikeli 
olsa, dua yazan bir kimse sana; «Bana bir dirhem gümüş verirsen, bir kâğıda sana 
dua yazarım ve yaptığım şeylerle iyi olursun», derse bu yazı ve şekillerin 
sıhhatle alâkası olmadığını bilsen de kendi kendine, «Belki doğru söylüyor, bir 
dirhemi elden çıkarmak bir şey değil», dersin. Eğer müneccim; «Ay filân yere 
gelince, şu ilâcı içersen iyileşirsin», derse onun sözü ile bu sıkıntıya 
katlanırsın ve «Olur ki doğru söylüyor, eğer yalan söylüyorsa bu sıkıntıya 
katlanmak zor değildir», dersin.
O hâlde, aklı olan hiçbir kimse, yüz yirmi dört bin peygamberin ve dünyanın en 
büyük evliya ve âlimlerinin hep birden söyledikleri sözü, bir müneccimin, 
muskacının ve Hıristiyan bir hekimin sözünden aşağı tutmaz. Çünkü, bunların sözü 
ile kendine biraz eziyet veriyor ve daha büyük olan acı ve eziyetlerden 
kurtulmak istiyor. Az olan elem ve ziyan, bir şeye nisbetle az olur. Bir kimse 
dünyanın ömrünün ne kadar olduğunu, evveli olmayan ebedden, sonu olmayan ezele 
nisbetle ne kadar olduğunu düşünse, çektiği elemlerin, o büyük tehlike yanında 
ne kadar az kalacağını anlar. Bahusus kendi kendine, «Eğer onlar doğru 
söylüyorkarsa ve ben böyle bir azabta kalırsam, ne yaparım? Rahatla geçirdiğim 
şu birkaç gün ne fayda verir. Doğru söylemiş olabilir de!» diyebilir.
Ebedin mânâsı şudur ki, bütün âlem buğdayla dolu olsa ve bir kuşa bir senede bir 
buğday tanesi yiyeceksin dense o buğday taneleri biter de, ebed yine hiç 
azalmaz. O hâlde, bu kadar uzun bir zaman devam eden azab, ruhanî de olsa nasıl 
çekilebilir? Dünyanın ömrü, onun yanında ne kadar kalır ki? Hiçbir akıllı kimse 
yoktur ki, bu düşüncede olsun da, ihtiyat [tedbir, sakınma] yolunu ve bu 
tehlikeden kaçmayı ister sıkıntı ile olsun, ister zan ile olsun, lüzumlu 
görmesin. Zira insanlar ticaret için denizlerde dolaşır, uzun yolculuklara 
katlanır ve çok sıkıntı çekerler. Bunları zan ile yaparlar. Eğer bir kimsede 
yakîn yoksa, zayıf bir zan da mı yoktur? O hâlde, kendine acıyorsa bunun ihtimal 
olmasına da ehemmiyet verir.
Bunun için Emîrü'l-mü'minin Hz. Ali (r.a.) bir dinsizle münazara ederken buyurdu 
ki: «Eğer senin dediğin gibi ise sen de ben de kurtuluruz. Fakat bizim 
söylediğimiz gibi ise, biz kurtulduk ve sen düştün, ebedî azabta kaldın». 
Emirü'l-mü'minîn Ali'nin (radıyallahü anh) böyle söylemesi, o mülhidin [imansız, 
dinsiz] zayıf aklına göre konuştuğu içindir. Yoksa sözünde ve itikadında şüpheli 
olduğu için değildir. Fakat yakîn olan yolun o mülhid tarafından 
anlaşılamayacağını anlamıştı.
O hâlde, dünyada âhiret azığıyla uğraşanlardan gayrisi gayet ahmaktır. Bunun da 
sebebi gaflet ve düşüncesizlik. Çünkü dünya şehvet ve arzuları, bunu 
düşünmelerine zaman bırakmıyor. Yoksa, yakîn ile ve zann-ı galib [galip ihtimal] 
ile, hattâ zayıf bir zan ile bilenlerin hepsine, akıl icabı, o büyük tehlikeden 
kaçmak, emniyetli ve ihtiyatlı bir yol tutup Allahü Teâlâ'nın dilemesiyle 
selâmete kavuşmak vâcib olur.
Müslümanlık unvanındaki kendini tanımak, Allahü Teâlâ'yı (Celle celâlühü ve 
azzame şânühû ve azze kibriyâühü ve la ilahe ğayruhû) tanımak, dünya ve âhireti 
tanımak kısımları tamam oldu.
Bundan sonra Müslümanlığın şartlarına başlayacağız. Inşâllahü'1-azizü vahdeh...
(1) 18 — Kehf: 57.